Stone Town
Tanzanya'nın cennet adası Zanzibar'ın başkenti StoneTown'a, Dar es Salaam'dan 2 saatlik efil efil bir feribot seferiyle ulaşılıyor. Adaya ayak basar basmaz ilk sürpriz gezginleri bekliyor: aşı kartlarınızdaki sarı humma kayıtları kontrol edilerek, pasaportlarınıza yeni damgalar basılıyor. Zanzibar resmi ve politik açıdan Tanzanya'ya bağlı olsa da, psikolojik açıdan kendisini hala "union"dan ayrı bir ülke olarak görüyor; dolayısıyla kendi gümrük sistemi var.
Stone Town'da bizim Ortadoğu'dan alışkın olduğumuz daracık sokaklar, taş evler, evlerin önünde "buibui" (dedikodu) yapan rengarenk çarşaflı kadınlar, binlerce çocuk, her tür ıvır zıvırı bulabileceğiniz kapalı ve açık Arap çarşıları, balık, tropik meyveler ve envai çeşit baharat kokusu, bizi birden sıcakkanlı bir merhaba ile kuşatıyor. Stone Town biraz Umman'ı, biraz Fas'ı, biraz da Kudüs'ü hatırlatıyor bana ve bu nedenle kendimi evde hissettiriyor.
StoneTown'da kente adını veren taş evlerden birinde kalmalısınız, bu evlerin odaları her zaman muhteşem bir iç-avluya açılıyor. Avluda taşın gri-beyazına inat, cart pembe begonviller, sapsarı sinamekiler, mosmor flamboyant çiçekleri oluyor. Dışarıdan satıcıların ve sokakta oynayan çocukların sesleri geliyor. Yerden oldukça yüksek, temiz bir yatakta deliksiz bir uyku, enfes kahvaltılar ve Arap tarzı bir divanın şenlendirdiği balkonda oturarak, Hint Okyanusu'nun turkuaz sularında oynaşan pirogue'ları (Vasconcelos'un "Kayığım Rosinha" hikayesindeki gibi, ağaç gövdelerinden oyulma, küçük kayıklar) ve onların bir büyük ağabeyi olan yelkenli Dhow'ları izlemek, insana sonsuz bir keyif veriyor. Öğle güneşi ve rutubetin tavan yaptığı anlarda yapılabilecek en doğru şey bu öğle keyifleri. Katherine Hepburn ve Humphrey Bogart'ın "Afrika Kraliçesi" filminde, Katherine'in sıcak çarpması sırasında dediği gibi; insan kova kova soğuk su dökünmek istiyor ama kovayı kaldırmak bile yeniden terletiyor!
Ancak akşam saatlerinde odadan ayrılacak ve labirent-kentte Queen'in efsanevi sesi Freddy Mercury'nin doğduğu evi arayacak enerjiyi bulabiliyorum. Sokağı ve Mercury restoranını bulmak kolay ama ailenin hangi evde yaşadığı tam olarak bilinmiyor. Freddy yaşamının ilk beş yılını bu cennet adada geçirmiş, bu kumsallarda çıplak ayak koşturmuş ve bu turkuaz denizde yüzmüş.
Queen'den sonra, sıradaki durak tabii ki kahvesi ve baharatlı/sütlü Massala çayı ile ünlü kahvehanelerden biri olmalı. Pürüzsüz bir kakao ciltte ışıldayan bembeyaz dişlerini göstererek kikir kikir kikirdeyen, cart mor ya da cart turkuaz çarşaflı ergen kızlar, sizi severlerse, çayın yanında birer "Kashata" getirirler. Bu kashata denen ince kurabiye; kırk çeşit baharatın, susamın, fındık, fıstık ve şekerin birleşiminden oluşan cennetten düşme bir şey.. Hele Masala çayına bandıra bandıra yemek..
Ordan aldığınız enerjiyle daracık sokaklara girmeli ve binlerce incik cincik dükkanın arasında kaybolmalı ve ardından mucizevi bir şekilde kendinizi Beit El Ajaib (Acaip Ev)'in önünde bulmalısınız. Ulusal müze, eski saray ve ortamın hakikaten en acaip görünüşlü binası bu. Hemen önünde yemyeşil bir park ve onun da önü okyanus.. Parkın içine gece pazarı kurulmuş, aynen Morocco'daki gibi ızgara standları ve taze meyve suları ile turistik eşyalar içiçe. Şekerkamışı suyu sıkan adamı, şişe geçirilmiş envai çeşit balık ve deniz hamsülünü, çeşit çeşit ekmekleri izlemek inanılmaz keyifli ama mideyi daha yeni düzeltmişken risk almak mantıklı değil.
Benim önerim, okyanusa bakan bir teras restoranında günü sonlandırmayı tercih edin ve mümkünse menüdeki en Swahili tarzı yemeği ısmarlayın. Mesela Muzlu king fish (balık) ızgara,ya da klasikten şaşmayanlar için: hindistancevizli balık köri. O baharatlar, o lezzet patlamaları.. Muhteşem bir ziyafet, muhteşem bir kent!
StoneTown'da insan sıkılmadan 4-5 gün rahat kalabilir. Ama Zanzibar sadece bu kent değil, adayı mutlaka dolaşmanızı, farklı küçük balıkçı köylerini de görmenizi öneririm. Onlarca köyden benim en çok hoşuma giden, bakir kumsalları ve daha sakin yapısı ile turistlerin çok fazla tercih etmediği Matemwe'dir.
Matemwe
Stone Town'dan doğu sahilindeki bu ufacık balıkçı köyüne, turistlerin klimalı shuttle-minibüslerini görmemezliğe gelerek, yerli halkın tercihi "dalla dalla" (pikap)lardan birine atlayarak gitmelisiniz. Denizin hemen önünde, palmiye ağaçlarının altındaki basit ve sade bungalowlarda konaklamalısınız. Etrafta sizden başta çok az beyaz turist göreceksiniz ve onlar da sizin kafada; sakin ve deniz aşığı, samimi ve doğal insanlar olacaktır.
Adanın bu yakasının en önemli özelliği, dalış bölgeleridir. En az 2-3 gününüzü dalışa ayırmanızı öneririm. Bölgede 30-35 metrede batıklar var ama bu kadar derine meraklı değilseniz, çok daha sığ sularda, mercan resiflerinde milyonlarca rengarenk balığı görebilirsiniz. 28derece su ve 250bar hava ile dalışlar bitmek bilmiyor burda, muhteşem! Deniz canlılarının biyo-çeşitlilik yelpazesi kesinlikle Kızıldeniz'den daha geniş ve çevre adalardaki mercan resiflerince sağlanan bembeyaz kum Maldivler'den bile daha ince ve kusursuz. Hele yunuslar! Masmavi denizin ortasında birdenbire 13-15 tanesi beliriveriyor ve dakikalarca teknenin yanında yüzerek size eşlik ediyorlar. Ben herzaman yaptığım gibi tekneden ayaklarımı denize sallıyorum, bembeyaz köpükler bileklerimi yalıyor. Biraz uzansam, ayaklarım yumuşacık sırtlarına değecek sanki..
Sizi şaşırtabilecek bir başka durum da gel-git. Deniz, gel-git nedeniyle 20mt içeri kaçıyor ve birkaç saat sonra tekrar geri geliyor. Bu harika görüntüde bembeyaz yelkenli tahta Dhow'lar balığa çıkıyor. Günlük deniz mahsülünü köyden balıkçılar sağlıyor, köye en yakında kalan bungalowların sahibi Muhammet ve Hüseyin kardeşler pişiriyor, siz de afiyetle yiyorsunuz. Yemekler inanılmaz güzel, binlerce çeşit baharat ve hindistancevizi sütü ile pişen balığın, ızgara ıstakozun, ahtapot salatasının, körili karidesin sonu yok gibi.. Öyle de ucuz!
Matemwe cennet gibi bir yer. Sabahtan akşama dek denizle iç-içesiniz. Bu da yetmezse bembeyaz kumsalda çıplakayak yürüyüş, deniz kabukları toplamak ve sağdan soldan geçen insanlarla "jambolaşmak" (merhabalaşmak) yapabileceğiniz aktiviteler. Gerisi yok. Birsürü kitap götürmeyi unutmayın!
Zanzibar'a Genel Bakış
Tanzanya Türklerden vize istiyor, fakat vizenizi ülkeye girişte ücretini ödeyerek alabiliyorsunuz. Zanzibar'a ayrıca vize almanıza gerek yok ama pasaportunuza süslü bir damga alıyorsunuz. Ada son derece turistik, her bütçeye uygun konaklama ve yeme-içme imkanı mevcut. Ayrıca alışveriş cenneti olduğu için overland afrika gezginlerine son dakikada binlerce janjanlı hediyelik eşya ve baharat sunuyor. Kültür ve tarih açısından son derece zengin, Afrika kıtasının ünlü fatihi David Livingstone'un ve daha onlarca gezginin kıtaya ilk ayak bastığı nokta oluşu nedeniyle de ilginç. Ayrıca köle ticareti ve tarihe damgasını vuran sosyal olayların yanı sıra, kara büyü ve hayalet hikayeleriyle de ünlü. En az bir hafta kalıp asla sıkılmayacağınız bir cennet ada. Biz, hastalık nedeniyle yolumuzu ne yazık ki burada sonlandırdık ve çok istediğimiz halde Tanzanya'nın geri kalanını ve Kenya'yı göremeden ani bir kararla geri dönmek zorunda kaldık. Bu isabetli bir karardı çünkü hayati tehlike sınırına yaklaşmıştık. Fakat Masai Mara, Serengeti, Ngorongoro krateri, Kilimanjaro, Nairobi, Nakuru gölü ve daha niceleri içimizde kaldı.. Bir dahaki sefere artık..
Ayrıntılı bilgi ve gezi günlüğüm için: http://www.cerenmus.travellerspoint.com/
Ceren - Ocak 2011
22 Aralık 2010 Çarşamba
19 Aralık 2010 Pazar
Malawi Seyahati
Sınır Kapısı
Afrika'nın kalbine ulaşabilmek için, öyle bir yolculuk yapıyorsunuz ki, başınıza gelenler pişmiş tavuğun başına gelmiyor. O efsanevi yolculuk bizim için Zambia'nın başkenti Lusaka'da başladı. Sabaha karşı Lusaka'nın ıssız sokaklarında ve otobüs garında bulunmak son derece ürkütücü ve tehlikeli. O nedenle o saatte sizi hostelden alacak bir taksi şöförü ayarlamanız yerinde olacaktır. Adamlar 4 dolar için bütün gece kapıda bekliyor ve sizi tam zamanında otobüsünüze yetiştiriyor. Terminalde önceki gün aldığınız biletlerin gerçekten bir otobüse ait olduğunu gördüğünüzde şaşırıyor ve seviniyorsunuz. 70 kişilik 3x2'lik koltuklardan oluşan otobüste kendinize bir yer bulduğunuzda, bangır bangır müzik de, ağlaşan çocuklar da, sabahın köründe tavuk butu yiyen şöför de, ortada yatan soğan çuvalları da, gıdaklayan tavuklar da umrunuzda olmuyor.
Malawi sınır kapısı tam bir macera. Aslında Malawi Türk vatandaşlarından vize istiyor ve Avrupalılar gibi elinizi kolunuzu sallaya sallaya gidip sınır kapısında alamıyorsunuz, Lusaka'dan başvurmanız ve 10 gün beklemeniz gerekiyor. Fakat noel döneminde kapalı olan konsolosluk nedeniyle, ben elimi kolumu sallaya sallaya sınıra gittim ve ayrıntılarını gezi gümcemde uzun uzun anlattığım gibi, binbir macera sonunda vizemi aldım. Alınabiliyor.
Lilongwe
Başkentlerin hiçbiri sevimli değildir, ama Lilongwe'nin eski kent bölümünün kendine özgü bir tatlılığı var. Pazar yeri, yemyeşil bahçeleri ve güleryüzlü insanları ile sizi büyülüyor. Eski kentte Mufasa Backpackers'da kalmanızı ve hemen altındaki Hint Lokantası'na mutlaka uğramanızı öneririm çünkü kuzeye gidiyorsanız bu sizin Dar es Salaam'a kadarki son yemeğiniz olacak. Bu kentte fazla vakit kaybetmeden göle ulaşmaya bakın, çünkü Malawi demek gölün çevresindeki minicik köyler demek..
Monkey Bay
Monkey Bay, hemen yakınındaki Cape MacLear kadar turistik değil ama ondan çok daha güzel bir köy. Konaklama imkanınız son derece sade odalar ya da kamp kurabileceğiniz alanları olan Mufasa Rustic Camp. Adından da anlaşılacağı gibi son derece basit imkanları var, elektrik yok ve tuvaletler ortak. Ayrıca su sistemi de gölden sağlanıyor ve arıtma yok. Doğa ile içiçesiniz ve kumsalda, gölün hemen yanında çadırda uyuyabilme ve göle devamlı dalıp çıkabilme lüksünüz var. Kamp alanında ayrıca, muhteşem bir baobab ağacı var. Geceleri de binlerce ateş böceği çıkıyor ortaya ve milyonlarca yıldızın altında onları izlemek, kurbağa seslerini ve diğer börtü böceği dinlemek muhteşem birşey.
Cape MacLear
Malawi gölünün kıyısına kurulu, imkanları biraz daha iyi olan, daha turistik bir başka kasaba da MacLear Burnu. Burna, Monkey Bay'den pikaplar işliyor ve oldukça keyifli ve hop hop hoplatan bir saatlik bir yolculukla varılıyor.
Gölün bu kısmında, ilginç bir şekilde göle sadece çocuklar, ördekler ve muzungular (beyaz adam / turist anlamına gelen sık sık duyacağınız bir kelime) giriyor. Burda halk gölden balık avlıyor, çanağını çömleğini yıkıyor, elbise yatak yorgan yıkıyor, hadi en fazla elini ayağını yıkıyor ama yüzmüyor. Kamp alanları göl kıyısında, her bütçeye uygun seçenekler var. Ayrıca tüm köy halkıyla sosyalleşme, kuruyan balıkları izleme, çocuklarla oynama, tüm gün hamaklarda yatıp yuvarlanma gibi aktiviteler söz konusu. Eğer sıkılırsanız kano gezileri, dalış ve tırmanış sporlarını da yapabilirsiniz.
Kuzey Malawi
Malawi'nin turistik olmaktan son derece uzak, devasa bitkilerin yuttuğu, rengarenk, boy boy böcek, örümcek ve kertenkelerin kol gezdiği kuzey bölgesinde, kendinizi tamamen doğa ile bütünleşmiş hissediyorsunuz. Burada bitkiler ve insanlar daha sert mizaçlı, doğanın renkleri daha koyu ve Afrika'nın o bildiğimiz açlık ve sağlık sorunları daha belirgin. Beyaz adam yok çevrede ve bu iyi mi kötü mü tam bilemiyorsunuz. Ağaçlardan mango toplamak, bulduğunuzda yemek yemek, genelde açlık çekmek olası.
Nkhata Bay dalış için muhteşem bir bölge, efsanevi kedi balığını görmeniz an meselesi. Kamp alanları güvenli ve sizi günlerce oyalayabilecek bir manzara var. Makuzi Beach kamp alanı oldukça iyi ve öndeki kumsalda, kumsal satıcıları tarafından rahatsız edilmeden sabahtan akşama dek yüzebilir, güneşlenebilirsiniz. Buradan Tanzanya'ya devam edecekler için bir hatırlatma; Tanzanya yolu birkaç vasıta değiştirmenizi gerektiren, oldukça uzun bir yol, o nedenle bol bol dinlenin ve enerji toplayın bu güzel kasabada.
Malawi Genel
Orta Afrika'daki tüm ülkeler gibi Malawi de son derece az gelişmiş bir ülke. Buna rağmen, Zambia ile karşılaştırılınca lise eğitimi yaygın, hayvancılık ve tarım daha gelişmiş. İnsanlar bambu ve kerpiç evler yerine pişmiş topraktan yapılma evlerde yaşıyor, hastane sayısı daha fazla, insanlar genel olarak daha sakin ve güleryüzlü. Ülke demokrasi ile yönetiliyor ve bu nedenle Sam Amcadan yardım alınıyor. McDonalds KFC falan daha orta afrikaya girmemiş (neyseki) ama CocaCola ve Fanta bu ülkelerin resmi içeceği gibi birşey. Bakkal önüne oturup birer kola açmak, yerli halkla kaynaşmak için birebir.
Yetersiz ve yanlış beslenme ne yazık ki Malawi'deki en yaygın sorunlardan biri. Malawi, (Orta Afrika'da sıklıkla rastlandığı gibi) toprağı verimli olmasına rağmen, yanlış yönetimler yüzünden açlıkla savaşan ülkelerden biri. Maize denen ve lapa yapımında kullanılan irmik türü bir un var, bir de bunun da beteri, hiçbir besleyici değeri olmayan, sadece çok hızlı ve zahmetsiz yetişen cassava denen bir bitki var. Bunun yaprakları da öğütülüp tatsız tuzsuz bir ekmeğe dönüşüyor, suya katıp içecek yapıyorlar, lapa yapıyorlar.. İnsanlar bununla doyuyor ama beslenemiyor, çocukların karınları hep kocaman kocaman, bacakları incecik, sırttan kemikleri sayılıyor.
Evet, Afrika aç ve gezginler de aç kalıyor. Sadece üzeri sineklerle kaplı kızarmış tavuk parçaları, nshima denen lapa, kalitesiz bisküvi ve cipsler var etrafta, başka bir yiyecek bulmak mümkün değil. Neden böyle anlamıyorum çünkü güneşli ve yağışlı bir memleket burası ve tarıma açık araziler var, sebze ve meyve bulunamıyor, süt ve peynir zaten hayal. Çok takıntı yapmamak lazım beslenmeyi, çünkü Afrika'nın açlığının bilincinde olarak seyahat etmelisiniz buraya. Başkentlerde bazen süpermarkette bura için fahiş bir meblalara konserve mantar ya da fasülye bulunuyor. Birkaç kez böyle elimiz kolumuz dolu çıkıp aç insanları görünce yolda tüm paketleri dağıttık ve tekrar dönüp kendimize birşeyler alalım diye markete gittiğimizde, çoktan kapanmış olduğunu görüp aç uyuduk. Çocuklara süt falan almaya çalıştım ama süt tozu dışında bulamadım. Bu nedenle mutlaka vitamin hapları alın yanınıza.
Sağlık bir başka problem. Göl tatlı su olduğu için, içme suyu, banyo, çamaşır bulaşık suyu ve diğer tüm ihtiyaçlar için kullanılıyor. Özellikle Bilharzia denen bir parazit yaygın (süründürüyor ama tedavisi kolay ve yaygın). Dişinizi mutlaka içme suyundan fırçalayın ama açıkçası tabak çanak herşey gölde yıkanıyor yani önünde sonunda hasta olacaksınız, hazırlıklı gidin. Sıtma da, diğer tüm hastalıklar da çok yaygın. Ben son derece ağır bir şekilde hastalandım ve 1 haftada 5 kilo kaybettim. Açıkçası son derece zor ve korkutucu günlerdi ve seyahatimizi kısa kesmemize de neden oldu sonunda. Doktor ve hastane yok, ulaşım çok aksak ve zor, bu nedenle genel olarak bağışıklık sisteminiz düşükse, hamile ya da devamlı ilaç kullanan biriyseniz, ufak çocuğunuz varsa, Malawi'ye gitmenizi önermem. Şartlar oldukça ağır, seyahat etmek de zor.
Malawi çok ucuz, günlük 25 euroya şahane bir otelde kalabilirsiniz. Kamp yapacaksanız, kumsaldaki satıcılara dikkat edin, yankesicilik almış başını yürümüş halde. Yine de, genel olarak insanları ve çocukları çok güzel Malawi'nin, konuşmayı da çok seviyorlar. Tüm zorlukları göze aldığınızda, benim gibi siz de Malawi'ye aşık olup döneceksiniz.
Daha fazla bilgi ve seyahat günlüğüm için: http://cerenmus.travellerspoint.com/
Afrika'nın kalbine ulaşabilmek için, öyle bir yolculuk yapıyorsunuz ki, başınıza gelenler pişmiş tavuğun başına gelmiyor. O efsanevi yolculuk bizim için Zambia'nın başkenti Lusaka'da başladı. Sabaha karşı Lusaka'nın ıssız sokaklarında ve otobüs garında bulunmak son derece ürkütücü ve tehlikeli. O nedenle o saatte sizi hostelden alacak bir taksi şöförü ayarlamanız yerinde olacaktır. Adamlar 4 dolar için bütün gece kapıda bekliyor ve sizi tam zamanında otobüsünüze yetiştiriyor. Terminalde önceki gün aldığınız biletlerin gerçekten bir otobüse ait olduğunu gördüğünüzde şaşırıyor ve seviniyorsunuz. 70 kişilik 3x2'lik koltuklardan oluşan otobüste kendinize bir yer bulduğunuzda, bangır bangır müzik de, ağlaşan çocuklar da, sabahın köründe tavuk butu yiyen şöför de, ortada yatan soğan çuvalları da, gıdaklayan tavuklar da umrunuzda olmuyor.
Malawi sınır kapısı tam bir macera. Aslında Malawi Türk vatandaşlarından vize istiyor ve Avrupalılar gibi elinizi kolunuzu sallaya sallaya gidip sınır kapısında alamıyorsunuz, Lusaka'dan başvurmanız ve 10 gün beklemeniz gerekiyor. Fakat noel döneminde kapalı olan konsolosluk nedeniyle, ben elimi kolumu sallaya sallaya sınıra gittim ve ayrıntılarını gezi gümcemde uzun uzun anlattığım gibi, binbir macera sonunda vizemi aldım. Alınabiliyor.
Lilongwe
Başkentlerin hiçbiri sevimli değildir, ama Lilongwe'nin eski kent bölümünün kendine özgü bir tatlılığı var. Pazar yeri, yemyeşil bahçeleri ve güleryüzlü insanları ile sizi büyülüyor. Eski kentte Mufasa Backpackers'da kalmanızı ve hemen altındaki Hint Lokantası'na mutlaka uğramanızı öneririm çünkü kuzeye gidiyorsanız bu sizin Dar es Salaam'a kadarki son yemeğiniz olacak. Bu kentte fazla vakit kaybetmeden göle ulaşmaya bakın, çünkü Malawi demek gölün çevresindeki minicik köyler demek..
Monkey Bay
Monkey Bay, hemen yakınındaki Cape MacLear kadar turistik değil ama ondan çok daha güzel bir köy. Konaklama imkanınız son derece sade odalar ya da kamp kurabileceğiniz alanları olan Mufasa Rustic Camp. Adından da anlaşılacağı gibi son derece basit imkanları var, elektrik yok ve tuvaletler ortak. Ayrıca su sistemi de gölden sağlanıyor ve arıtma yok. Doğa ile içiçesiniz ve kumsalda, gölün hemen yanında çadırda uyuyabilme ve göle devamlı dalıp çıkabilme lüksünüz var. Kamp alanında ayrıca, muhteşem bir baobab ağacı var. Geceleri de binlerce ateş böceği çıkıyor ortaya ve milyonlarca yıldızın altında onları izlemek, kurbağa seslerini ve diğer börtü böceği dinlemek muhteşem birşey.
Cape MacLear
Malawi gölünün kıyısına kurulu, imkanları biraz daha iyi olan, daha turistik bir başka kasaba da MacLear Burnu. Burna, Monkey Bay'den pikaplar işliyor ve oldukça keyifli ve hop hop hoplatan bir saatlik bir yolculukla varılıyor.
Gölün bu kısmında, ilginç bir şekilde göle sadece çocuklar, ördekler ve muzungular (beyaz adam / turist anlamına gelen sık sık duyacağınız bir kelime) giriyor. Burda halk gölden balık avlıyor, çanağını çömleğini yıkıyor, elbise yatak yorgan yıkıyor, hadi en fazla elini ayağını yıkıyor ama yüzmüyor. Kamp alanları göl kıyısında, her bütçeye uygun seçenekler var. Ayrıca tüm köy halkıyla sosyalleşme, kuruyan balıkları izleme, çocuklarla oynama, tüm gün hamaklarda yatıp yuvarlanma gibi aktiviteler söz konusu. Eğer sıkılırsanız kano gezileri, dalış ve tırmanış sporlarını da yapabilirsiniz.
Kuzey Malawi
Malawi'nin turistik olmaktan son derece uzak, devasa bitkilerin yuttuğu, rengarenk, boy boy böcek, örümcek ve kertenkelerin kol gezdiği kuzey bölgesinde, kendinizi tamamen doğa ile bütünleşmiş hissediyorsunuz. Burada bitkiler ve insanlar daha sert mizaçlı, doğanın renkleri daha koyu ve Afrika'nın o bildiğimiz açlık ve sağlık sorunları daha belirgin. Beyaz adam yok çevrede ve bu iyi mi kötü mü tam bilemiyorsunuz. Ağaçlardan mango toplamak, bulduğunuzda yemek yemek, genelde açlık çekmek olası.
Nkhata Bay dalış için muhteşem bir bölge, efsanevi kedi balığını görmeniz an meselesi. Kamp alanları güvenli ve sizi günlerce oyalayabilecek bir manzara var. Makuzi Beach kamp alanı oldukça iyi ve öndeki kumsalda, kumsal satıcıları tarafından rahatsız edilmeden sabahtan akşama dek yüzebilir, güneşlenebilirsiniz. Buradan Tanzanya'ya devam edecekler için bir hatırlatma; Tanzanya yolu birkaç vasıta değiştirmenizi gerektiren, oldukça uzun bir yol, o nedenle bol bol dinlenin ve enerji toplayın bu güzel kasabada.
Malawi Genel
Orta Afrika'daki tüm ülkeler gibi Malawi de son derece az gelişmiş bir ülke. Buna rağmen, Zambia ile karşılaştırılınca lise eğitimi yaygın, hayvancılık ve tarım daha gelişmiş. İnsanlar bambu ve kerpiç evler yerine pişmiş topraktan yapılma evlerde yaşıyor, hastane sayısı daha fazla, insanlar genel olarak daha sakin ve güleryüzlü. Ülke demokrasi ile yönetiliyor ve bu nedenle Sam Amcadan yardım alınıyor. McDonalds KFC falan daha orta afrikaya girmemiş (neyseki) ama CocaCola ve Fanta bu ülkelerin resmi içeceği gibi birşey. Bakkal önüne oturup birer kola açmak, yerli halkla kaynaşmak için birebir.
Yetersiz ve yanlış beslenme ne yazık ki Malawi'deki en yaygın sorunlardan biri. Malawi, (Orta Afrika'da sıklıkla rastlandığı gibi) toprağı verimli olmasına rağmen, yanlış yönetimler yüzünden açlıkla savaşan ülkelerden biri. Maize denen ve lapa yapımında kullanılan irmik türü bir un var, bir de bunun da beteri, hiçbir besleyici değeri olmayan, sadece çok hızlı ve zahmetsiz yetişen cassava denen bir bitki var. Bunun yaprakları da öğütülüp tatsız tuzsuz bir ekmeğe dönüşüyor, suya katıp içecek yapıyorlar, lapa yapıyorlar.. İnsanlar bununla doyuyor ama beslenemiyor, çocukların karınları hep kocaman kocaman, bacakları incecik, sırttan kemikleri sayılıyor.
Evet, Afrika aç ve gezginler de aç kalıyor. Sadece üzeri sineklerle kaplı kızarmış tavuk parçaları, nshima denen lapa, kalitesiz bisküvi ve cipsler var etrafta, başka bir yiyecek bulmak mümkün değil. Neden böyle anlamıyorum çünkü güneşli ve yağışlı bir memleket burası ve tarıma açık araziler var, sebze ve meyve bulunamıyor, süt ve peynir zaten hayal. Çok takıntı yapmamak lazım beslenmeyi, çünkü Afrika'nın açlığının bilincinde olarak seyahat etmelisiniz buraya. Başkentlerde bazen süpermarkette bura için fahiş bir meblalara konserve mantar ya da fasülye bulunuyor. Birkaç kez böyle elimiz kolumuz dolu çıkıp aç insanları görünce yolda tüm paketleri dağıttık ve tekrar dönüp kendimize birşeyler alalım diye markete gittiğimizde, çoktan kapanmış olduğunu görüp aç uyuduk. Çocuklara süt falan almaya çalıştım ama süt tozu dışında bulamadım. Bu nedenle mutlaka vitamin hapları alın yanınıza.
Sağlık bir başka problem. Göl tatlı su olduğu için, içme suyu, banyo, çamaşır bulaşık suyu ve diğer tüm ihtiyaçlar için kullanılıyor. Özellikle Bilharzia denen bir parazit yaygın (süründürüyor ama tedavisi kolay ve yaygın). Dişinizi mutlaka içme suyundan fırçalayın ama açıkçası tabak çanak herşey gölde yıkanıyor yani önünde sonunda hasta olacaksınız, hazırlıklı gidin. Sıtma da, diğer tüm hastalıklar da çok yaygın. Ben son derece ağır bir şekilde hastalandım ve 1 haftada 5 kilo kaybettim. Açıkçası son derece zor ve korkutucu günlerdi ve seyahatimizi kısa kesmemize de neden oldu sonunda. Doktor ve hastane yok, ulaşım çok aksak ve zor, bu nedenle genel olarak bağışıklık sisteminiz düşükse, hamile ya da devamlı ilaç kullanan biriyseniz, ufak çocuğunuz varsa, Malawi'ye gitmenizi önermem. Şartlar oldukça ağır, seyahat etmek de zor.
Malawi çok ucuz, günlük 25 euroya şahane bir otelde kalabilirsiniz. Kamp yapacaksanız, kumsaldaki satıcılara dikkat edin, yankesicilik almış başını yürümüş halde. Yine de, genel olarak insanları ve çocukları çok güzel Malawi'nin, konuşmayı da çok seviyorlar. Tüm zorlukları göze aldığınızda, benim gibi siz de Malawi'ye aşık olup döneceksiniz.
Daha fazla bilgi ve seyahat günlüğüm için: http://cerenmus.travellerspoint.com/
16 Aralık 2010 Perşembe
Zambia Seyahati
Namibya'dan geliş
Namibya ile Zambiya arasındaki Katima Mulila sınır kapısına ulaşabilmek için, başkent Windhoek'tan 18 saatlik oldukça maceralı bir yol katetmeniz gerekiyor. Intercape otobüsleriyle yine akşam saatlerinde ve gecikmelerle başlayan yolculuğumuz, dura kalka uzadıkça uzadı ve teknik sorunlarla can sıkıcı bir hal aldı ve toplam 24 saat sürdü. Ayrıca Swahili dilinde en çok kullanılan kelime olan "Hakuna Matata!" nın anlamını da öğretti bize: "No problem!"
Akşam hava kararırken, felaket yorgun halde ulaşabildiğimiz Livingstone'da kendimizi yer bulabildiğimiz tek otele, gecesi 5 dolarlık bir backpacker hosteline attık. Sivrisinekler tüm gece canımızı okuduktan sonra, sabah erkenden pansiyonu değiştirip Livingstone'da mutlaka konaklamanızı önereceğim "Fawlty Towers Lodge" a kendimizi attık. Havuz ve wireless imkanı ile şipşirin bungalowlar ya da ortadaki çimenlik alana kamp kurma imkanınız var. Cennetten çıkma bir yer. "Afrika'nın Bağrına" hoş geldiniz!
Livingstone - Victoria Şelalesi
Livingstone son derece turistik bir kasaba, yine de şartlar ağır. Sokaklardaki beyaz insanların sayısının gözle görünür derecede azaldığını hemen fark edeceksiniz. Sıtma son derece yaygın ve AIDS her 7 insandan 1'inde var. Ülkedeki yaşam süresi 39 yıl, yani kendinizi yaşlılardan biri olarak görebilirsiniz. Çocuk çok fazla ve çoğu AIDSli doğuyor, mezarlıklar kalabalık, mezarlar küçücük.. Açlık, yanlış beslenme, temiz su bulamama, pislik, perişanlık, bilgisizlik..
Buna rağmen Livingstone son derece turistik bir kasaba, çünkü dünyanın 7. harikasına ev sahipliği yapıyor. Victoria Şelalesi; Zambezi nehrinin Zimbabwe ile Zambiya ülkelerinin arasında 1.7km genişliğinde muhteşem bir uçurum oluşturarak - tam 108mt'den - dökülmesi ile akıllara durgunluk verecek ölçüde muhteşem bir doğa olayı. Klasik "ölmeden görülmesi gerekenler" listesinde yer alıyor tabii ki - bazı insanların ölmek için buraya gelip, bu muhteşem görüntü karşısında yaşamı seçtiklerine dair hikayeler var. Üç gün milli parka ayrılmalı ve şelalenin karşısında, yanında ve ÜSTÜNDE!! yürünmeli. Biz önce Zimbabwe ile Zambiyayı ayıran köprüden baktık kendisine. Afrika'ya seyahat etmek sizin için yeterince maceralı değilse, Zam-Zim arasındaki bu köprüde, Zambezi nehrine doğru her türlü çılgın aktiviteyi (bunjee jumping, sliding, free jump vs vs.) yapabilmek mümkün. Sonra biraz daha yanaştık şelaleye, hemen karşı kıyısından bir daha baktık alıcı gözle.
Milli park bir nevi yağmur ormanı, çünkü şelalenin suları (o minik su damlaları) buharlaşarak devamlı yağmur etkisi yaratıyor. Yerel dilde buna "Mosi-o-Tunya" deniyor. Madem ıslanmışız, madem mayolar içimizde, pabuçları da çıkardık, yerel bir genç çocuğun peşine takıldık. Çocuk bizi şelalenin tam tepesinde suların oynaştığı kıvrımların üstüne götürdü, kayalara tırmanıp, şelalenin oluşturduğu "meleklerin havuzu" adı verilen göletlerde yüzdük. En sonunda da "şeytanın havuzu"na girdik, yani hani BARAKA filminin açılışında gördüğünüz, şelalenin azgın sularının 108mt aşağıya döküldüğü o muhteşem noktanın hemen üzerinde, uçuruma sadece 20-30cm uzakta oturup, suların içinde yatabildiğiniz ve şelalenin dökülüşünü, muhteşem gök kuşaklarını izlediğiniz o akıllara durgunluk veren, herkesin gitmeye cesaret edemediği noktaya! İnanılmaz bir deneyimdi! Ertesi günlerimizi de yüzerek, şelalenin üstünden altına, kenarından öbür ucuna bakarak, oturup gök kuşağını izleyerek geçirdik. Yapılabilecek bir başka aktivite, eğer dolunay zamanıysa LUNAR gökkuşağı denen muhteşem doğa olayını görmek.
Livingstote'da yapılacak bir başka aktivite, Zambezi nehrinde gün batımı tekne turları. Bu romantik ötesi akşamın bir başka güzelliği de, nehrin flora ve faunasını sadece turistlerle değil, yerel halkla da bütünleşerek izlemeniz. Genellikle yemekli ve bol bol MOSI birası içeren turlar bunlar.
Livingstone'da yerel mutfağı merak ederseniz, şehrin merkezinde ufacık bir lokanta var, kime sorsanız gösterir denen türden. Fakat çok büyük ve süslü tabaklar beklemeyin, Orta Afrika'da açlık temel bir sorun ve önünüze de yerel mutfak namına Nshima (bir nevi yabani mısır unundan bizdeki irmik tatlısını andıran ama şekersiz ve tuzsuz lapa) gelebilir. Yanında gelen sıcak su dolu kasede parmaklarınızı yıkadıktan sonra bu nshimadan ufak parçalar koparıyorsunuz, elinizde yuvarlayıp gelen sulu yemeğe (benim favorim yer fıstığı ile dövülmüş ıspanak püresi) batırıyorsunuz, onu da ağzınıza atıyorsunuz. Pek hijyenik ve iştah açıcı değil. Ama doyuruyor..
Başkent Lusaka
Livingstone'dan sizi birçok kente ulaştıracak olan başkent Lusaka'ya sabahın erken saatlerinde atlayacağınız bir otobüsle 8 saatlik sonsuz bir işkence sonrasında (bangır bangır çalınan afrikan müziğini, üçlü sert sıralarda uyuşan bacaklarınızı, yan koltukta gıt gıt gıdaklayan tavukları ve bitmeyen yolu kastediyorum) ulaşıyorsunuz. Lusaka ölü bir kent, kentin girişindeki tabelaya adeta "kapalıyız!" yazısı asılmış gibi. Bu evrende kendinize "neden buradayım?" diye soracağınız az sayıda yerden biri, ne yazık ki Malawi yolunda zorunlu bir kavşak, otobüs değiştirme ve bir nefes alma noktası. Fazla zaman geçirilecek bir kent değil ama zorunlu olarak kalmanız gerekiyorsa (Malawi vizesi ile ilgili sıkıntıları bir sonraki yazımda okuyunuz) Chachacha Backpackers'da konaklamanızı öneririm. Ayrıca Greg'in yemeklerini mutlaka tadın, kendisinin de söylediği gibi kuzeye devam edecekler için uzun zaman süresince yiyebileceğiniz tek besin değeri içeren ve tadı tuzu yerinde (yani mükemmel) yemek.
Zambia Genel
Zambia Türklerden vize istiyor ve bunu Güney Afrika'da ya da Namibya'da halletmeniz gerekiyor. 1 iş günü içinde kolaylıkla vizenize kavuşabiliyorsunuz. Ülkede sıtma ve aklınıza gelen-gelmeyen her tür egzotik hastalık çok yaygın, bu nedenle suyunuza, yemeğinize ve hijyene dikkat edin. Gerekli aşıları ve sıtma ilacınızı seyahat öncesinde mutlaka temin edin. Livingstone son derece turistik bir kasaba ve bu nedenle yankesicilik ve dolandırıcılık yaygın. Diğer kasabalarda ise, gece ve tenhada can güvenliği riskleri ve kaçırılmalar yaşanabiliyor.
Ülke son derece ucuz, günlük 25 euro'ya krallar gibi yaşayabilirsiniz. Otellerin bahçelerinde çadır kurma imkanı var ama Livingstone dışında cibinlikli temiz bir yatak her zaman bulunamayabiliyor. Orta Afrika'da uyuşturucular heryerde, fakat satıcıların bir kısmı polisle çalışıyor ve turistleri ağa düşürüp yüklü miktarlarda rüşvet almak ya da hapis cezaları son derece yaygın. Otobüslere haftasonu binecekseniz sürücünün ayık olmasına dikkat edin çünkü içki problemi Zambia'da ciddi boyutlarda.
Tüm bunlara rağmen, ülkenin geneli son derece rahat ve ileri görüşlü insanlardan oluşuyor. İnsanlar çok yardımsever ve genel olarak turistlere olumlu bakılıyor. Sadece Livingstone'u değil ülkenin iç bölgelerini ve milli parklarını da gezmenizi öneririm.
Daha ayrıntılı bilgi ve gezi notlarım için: http://cerenmus.travellerspoint.com/
Namibya ile Zambiya arasındaki Katima Mulila sınır kapısına ulaşabilmek için, başkent Windhoek'tan 18 saatlik oldukça maceralı bir yol katetmeniz gerekiyor. Intercape otobüsleriyle yine akşam saatlerinde ve gecikmelerle başlayan yolculuğumuz, dura kalka uzadıkça uzadı ve teknik sorunlarla can sıkıcı bir hal aldı ve toplam 24 saat sürdü. Ayrıca Swahili dilinde en çok kullanılan kelime olan "Hakuna Matata!" nın anlamını da öğretti bize: "No problem!"
Akşam hava kararırken, felaket yorgun halde ulaşabildiğimiz Livingstone'da kendimizi yer bulabildiğimiz tek otele, gecesi 5 dolarlık bir backpacker hosteline attık. Sivrisinekler tüm gece canımızı okuduktan sonra, sabah erkenden pansiyonu değiştirip Livingstone'da mutlaka konaklamanızı önereceğim "Fawlty Towers Lodge" a kendimizi attık. Havuz ve wireless imkanı ile şipşirin bungalowlar ya da ortadaki çimenlik alana kamp kurma imkanınız var. Cennetten çıkma bir yer. "Afrika'nın Bağrına" hoş geldiniz!
Livingstone - Victoria Şelalesi
Livingstone son derece turistik bir kasaba, yine de şartlar ağır. Sokaklardaki beyaz insanların sayısının gözle görünür derecede azaldığını hemen fark edeceksiniz. Sıtma son derece yaygın ve AIDS her 7 insandan 1'inde var. Ülkedeki yaşam süresi 39 yıl, yani kendinizi yaşlılardan biri olarak görebilirsiniz. Çocuk çok fazla ve çoğu AIDSli doğuyor, mezarlıklar kalabalık, mezarlar küçücük.. Açlık, yanlış beslenme, temiz su bulamama, pislik, perişanlık, bilgisizlik..
Buna rağmen Livingstone son derece turistik bir kasaba, çünkü dünyanın 7. harikasına ev sahipliği yapıyor. Victoria Şelalesi; Zambezi nehrinin Zimbabwe ile Zambiya ülkelerinin arasında 1.7km genişliğinde muhteşem bir uçurum oluşturarak - tam 108mt'den - dökülmesi ile akıllara durgunluk verecek ölçüde muhteşem bir doğa olayı. Klasik "ölmeden görülmesi gerekenler" listesinde yer alıyor tabii ki - bazı insanların ölmek için buraya gelip, bu muhteşem görüntü karşısında yaşamı seçtiklerine dair hikayeler var. Üç gün milli parka ayrılmalı ve şelalenin karşısında, yanında ve ÜSTÜNDE!! yürünmeli. Biz önce Zimbabwe ile Zambiyayı ayıran köprüden baktık kendisine. Afrika'ya seyahat etmek sizin için yeterince maceralı değilse, Zam-Zim arasındaki bu köprüde, Zambezi nehrine doğru her türlü çılgın aktiviteyi (bunjee jumping, sliding, free jump vs vs.) yapabilmek mümkün. Sonra biraz daha yanaştık şelaleye, hemen karşı kıyısından bir daha baktık alıcı gözle.
Milli park bir nevi yağmur ormanı, çünkü şelalenin suları (o minik su damlaları) buharlaşarak devamlı yağmur etkisi yaratıyor. Yerel dilde buna "Mosi-o-Tunya" deniyor. Madem ıslanmışız, madem mayolar içimizde, pabuçları da çıkardık, yerel bir genç çocuğun peşine takıldık. Çocuk bizi şelalenin tam tepesinde suların oynaştığı kıvrımların üstüne götürdü, kayalara tırmanıp, şelalenin oluşturduğu "meleklerin havuzu" adı verilen göletlerde yüzdük. En sonunda da "şeytanın havuzu"na girdik, yani hani BARAKA filminin açılışında gördüğünüz, şelalenin azgın sularının 108mt aşağıya döküldüğü o muhteşem noktanın hemen üzerinde, uçuruma sadece 20-30cm uzakta oturup, suların içinde yatabildiğiniz ve şelalenin dökülüşünü, muhteşem gök kuşaklarını izlediğiniz o akıllara durgunluk veren, herkesin gitmeye cesaret edemediği noktaya! İnanılmaz bir deneyimdi! Ertesi günlerimizi de yüzerek, şelalenin üstünden altına, kenarından öbür ucuna bakarak, oturup gök kuşağını izleyerek geçirdik. Yapılabilecek bir başka aktivite, eğer dolunay zamanıysa LUNAR gökkuşağı denen muhteşem doğa olayını görmek.
Livingstote'da yapılacak bir başka aktivite, Zambezi nehrinde gün batımı tekne turları. Bu romantik ötesi akşamın bir başka güzelliği de, nehrin flora ve faunasını sadece turistlerle değil, yerel halkla da bütünleşerek izlemeniz. Genellikle yemekli ve bol bol MOSI birası içeren turlar bunlar.
Livingstone'da yerel mutfağı merak ederseniz, şehrin merkezinde ufacık bir lokanta var, kime sorsanız gösterir denen türden. Fakat çok büyük ve süslü tabaklar beklemeyin, Orta Afrika'da açlık temel bir sorun ve önünüze de yerel mutfak namına Nshima (bir nevi yabani mısır unundan bizdeki irmik tatlısını andıran ama şekersiz ve tuzsuz lapa) gelebilir. Yanında gelen sıcak su dolu kasede parmaklarınızı yıkadıktan sonra bu nshimadan ufak parçalar koparıyorsunuz, elinizde yuvarlayıp gelen sulu yemeğe (benim favorim yer fıstığı ile dövülmüş ıspanak püresi) batırıyorsunuz, onu da ağzınıza atıyorsunuz. Pek hijyenik ve iştah açıcı değil. Ama doyuruyor..
Başkent Lusaka
Livingstone'dan sizi birçok kente ulaştıracak olan başkent Lusaka'ya sabahın erken saatlerinde atlayacağınız bir otobüsle 8 saatlik sonsuz bir işkence sonrasında (bangır bangır çalınan afrikan müziğini, üçlü sert sıralarda uyuşan bacaklarınızı, yan koltukta gıt gıt gıdaklayan tavukları ve bitmeyen yolu kastediyorum) ulaşıyorsunuz. Lusaka ölü bir kent, kentin girişindeki tabelaya adeta "kapalıyız!" yazısı asılmış gibi. Bu evrende kendinize "neden buradayım?" diye soracağınız az sayıda yerden biri, ne yazık ki Malawi yolunda zorunlu bir kavşak, otobüs değiştirme ve bir nefes alma noktası. Fazla zaman geçirilecek bir kent değil ama zorunlu olarak kalmanız gerekiyorsa (Malawi vizesi ile ilgili sıkıntıları bir sonraki yazımda okuyunuz) Chachacha Backpackers'da konaklamanızı öneririm. Ayrıca Greg'in yemeklerini mutlaka tadın, kendisinin de söylediği gibi kuzeye devam edecekler için uzun zaman süresince yiyebileceğiniz tek besin değeri içeren ve tadı tuzu yerinde (yani mükemmel) yemek.
Zambia Genel
Zambia Türklerden vize istiyor ve bunu Güney Afrika'da ya da Namibya'da halletmeniz gerekiyor. 1 iş günü içinde kolaylıkla vizenize kavuşabiliyorsunuz. Ülkede sıtma ve aklınıza gelen-gelmeyen her tür egzotik hastalık çok yaygın, bu nedenle suyunuza, yemeğinize ve hijyene dikkat edin. Gerekli aşıları ve sıtma ilacınızı seyahat öncesinde mutlaka temin edin. Livingstone son derece turistik bir kasaba ve bu nedenle yankesicilik ve dolandırıcılık yaygın. Diğer kasabalarda ise, gece ve tenhada can güvenliği riskleri ve kaçırılmalar yaşanabiliyor.
Ülke son derece ucuz, günlük 25 euro'ya krallar gibi yaşayabilirsiniz. Otellerin bahçelerinde çadır kurma imkanı var ama Livingstone dışında cibinlikli temiz bir yatak her zaman bulunamayabiliyor. Orta Afrika'da uyuşturucular heryerde, fakat satıcıların bir kısmı polisle çalışıyor ve turistleri ağa düşürüp yüklü miktarlarda rüşvet almak ya da hapis cezaları son derece yaygın. Otobüslere haftasonu binecekseniz sürücünün ayık olmasına dikkat edin çünkü içki problemi Zambia'da ciddi boyutlarda.
Tüm bunlara rağmen, ülkenin geneli son derece rahat ve ileri görüşlü insanlardan oluşuyor. İnsanlar çok yardımsever ve genel olarak turistlere olumlu bakılıyor. Sadece Livingstone'u değil ülkenin iç bölgelerini ve milli parklarını da gezmenizi öneririm.
Daha ayrıntılı bilgi ve gezi notlarım için: http://cerenmus.travellerspoint.com/
9 Aralık 2010 Perşembe
Namibya Seyahati
Windhoek
Güney Afrika'nın uyuşuk kenti Uppington'da uluslararası taşımacılıkta iyi bir isim olan Intercape otobüslerine doluşup gece boyu yol aldıktan ve sınır kapısında didik didik arandıktan sonra, öğlen saatlerine doğru Namibya'nın sevimli başkenti Windhoek'a vardım. Varır varmaz da, apayrı bir coğrafyada ve çok farklı bir kültürel yapıda olduğumu hissettim. İnsanlar daha bir güler yüzlü, renkler daha bir koyulaştı, ortam daha bir beklediğim gibi: Afrikalı! Yaşasın!
Başkenti yürüyerek gezmek lazım, bir de "Joe'nun barı"na mutlaka uğramak lazım. Son derece turistik ama aynı zamanda yerel bir mekan! Duvarlarda yerel eşyalar, av hayvanlarının doldurulmuş kafaları, 19.yy'dan kalma içki şişeleri, yerel süsler ve bunların arasında birsürü Windhoek sakini bara oturmuş, gülerek sohbet ediyor. Menü deseniz ayrı bi macera. "Savana Şiş" mutlaka deneyin. Gelenler şişte sırayla: "Devekuşu eti, haşlanmış mısır, Timsah eti, haşlanmış biber, Zebra eti, haşlanmış patlıcan, Kudu (bir tür geyik) eti, haşlanmış havuç, Tavuk". Yerel Windhoek birası da güzel.
Yine de başkentte kısa bir dinlenme (ve aslında rotadaki gelecek ülkelerin konsolosluklarından vize başvurusunda bulunma) molasından sonra, hemen bir araba kiralayıp ülkeyi karış karış gezmeye koyuldum. Araba kiraları 7 günlük 250 euro civarında ve benzin sudan ucuz, yollar son derece güvenli ve rahat.
Namib Çölü ve İskelet Sahili
Windhoek'tan, Atlaktik okyanusuna kurulu Swakopmund'a 4 saatte gidiliyor. Yolda iyice serpilmiş çöl bitkileri ve 2 metrelik karınca yuvaları ile elektrik direklerine kurulu devasa kuş yuvaları gördüm. Sonra birden kendimi Atlantik'in dev dalgalarının önünde buluverdim. Rengarenk Bavyera evleri, Almanca sokak isimleri ve Alman kafe ve restorantlarıyla dolu küçük bir Almanya bu "Swakopmund". Sevimli bir sahil kasabası, ucuz kamp alanları ve her tür adrenalin sporunu yapma imkanı var. Sevimli kafelerde birşeyler atıştırıp, okyanusa karşı şarabınızı yudumlayabilirsiniz. Fakat 15 derecelik suyuyla okyanusa girmek cesaret istiyor.
Ertesi sabah erkenden, ünlü İskelet Sahili'ne doğru yola düştüm. Burası okyanusun bitip çölün başladığı, renklerin sadece mavi ve sarı tonlarından oluştuğu, bir bitkinin, bir hayvanın ve bir yudum suyun bulunmadığı, dünyanın en kıraç çöllerinden biri ve ismini 16.yy'da buraya çakılan ve cehennemi birkaç günün (belki de sadece saatin) ardından ölen Portekizli denizcilerden almış ve ünlü bir portekiz şairi 19.yy'da bu bölgeyi ziyareti sırasında "cehennemin kapıları varsa eğer, burada bu kapıları gördüm" demiş. 500km boyunca benzin istasyonu olmaması ve genel olarak turistik bir bölge sayılmadığı için yardım araçlarının azlığı, dikkatsiz sürücülerin başına hayli dert açıyor, dikkat edin.
İskelet sahilinin sisli ve ağır havasından yorulup, insana devamlı serap gördürten kuruluktaki çölde doğuya doğru ilerlemeye karar verdim ve ülkenin Brandberg denen iç çöllerine yöneldim. Bu bölgede "Himba" denen, tüm vücutlarını bir çeşit orkide yağı, süt ve çeşitli baharatlardan oluşan kıpkırmızı bir sıvıyla kaplayan, asla duş almayan ve sadece edep yerleri örtülü insanlar yaşıyor. Saçları ve derileri inanılmaz güzel ve kıpkırmızı. Bembeyaz çölde harika bir görüntü. Himbalar genelde hayvancılıkla uğraşıyor ve ateşe tapıyorlar. Avustralya yerlileri gibi, çölde su bulmak, yön bulmak ve şimdilerde turistlere satmak için değerli taş bulmakta uzmanlar.
2750mt'lik Brandberg dağının eteği; mandalina ve nar ağaçlarıyla, rengarenk çiçeklerle dolu bir vaha. Bölgede tarihi taş çağına giden çok güzel duvar resimleri var, özellikle birinde görülen "beyaz kadın" figürü oldukça ünlü. Bu resimlerde çoğu zaman günlük yaşam ve avlanma hikayeleri oluyor, tabii genellikle kimin kimi avladığı pek anlaşılmıyor.. Adını bu resimden alan White Lady kamp alanı muhteşem bir yer. Çadırınızı kıpkırmızı batan güneşe karşı kuruyorsunuz, ufak bir kamp ateşi yakıp, konservelerinizi açıyorsunuz, muhteşem bir sessizlik ve gümbür gümbür doğanın senfonisi! Ayrıca bölge Afrika fillerinin doğal yaşam alanı olduğu için, gece sizi ziyaretleri söz konusu.. Şanslıysanız. Bana birkaç çakal ve ufak kemirgenler düştü.
Etosha Milli Parkı
Etosha, işte o Afrika belgesellerinde ve filmlerinde gördüğümüz, hayran kaldığımız ve gidince hayranlığımızı bin kat daha arttıran yerlerden biri. Doğa muhteşem kokuyor, sesler inanılmaz, hayvanlar yanıbaşınızda ve kendinizi masal aleminde sanıyorsunuz. Etosha, Namibya'nın Angola'ya yakın kuzeyinde ve pan denen yağışlı mevsimde göle dönen, kuru mevsimde bembeyaz çöl olan düzlüğü, savanası, çalılık alanları ile yüzlerce tür hayvana ev sahipliği yapan, ayrıca kendi arabanızla, kendi başınıza safari yapabileceğiniz ve içindeki kamp alanlarında konaklayabileceğiniz muhteşem bir milli park. Sıcaklık 40 dereceleri buluyor ve saatlerce direksiyon sallayacağınız için sıcak çarpmasına dikkat etmelisiniz. En az iki üç gün kalınmalı. Ben haritadaki her yola girip çıktım, iki günde binlerce hayvan gördüm, yine de yetmedi. İki farklı kamp alanında toz toprak içinde, sulak alan bulmuş manda yavruları kadar mutlu şekilde kamp yaptım. Addo (G. Afrika)'da görülenler listesine ek: çeşitli ceylanlar, maral, antilop, springbok, tavşan, çakal, sırtlan, zürafa, gergedan, bufalo, fil, zebra, sincap, rengarenk kuşlar.. En güzeli sabah güneş doğarken ve akşam güneş batarken safariye çıkmak, çünkü bu saatte hayvanlar oldukça aktifler. Size sadece arabayı uygun bi açıyla park edip, sağınızdan solunuzdan geçen binlerce hayvanı hayranlıkla izlemek kalıyor. Onlar da sizi izliyor! Bayıldığım: zebraların totoları ve zürafaların ön ayaklarını zorum zorum ayıra ayıra su içmeye eğilmeleri..
Fakat bu cennetin tek kötü yanı, sivrisineklerce de kuşatılmış olması. Gitmeden 2 gün önce sıtma ilaçlarınızı mutlaka almaya başlamanız gerekiyor ne yazık ki.
Namibya Genel Bilgiler
Namibya Türklerden vize istiyor, İstanbul ya da Cape Town'daki elçiliklerden 1 gün içinde kolaylıkla alınabiliyor. Namibya son derece modern ve düzenli bir Afrika ülkesi, aradığınız her ihtiyacınızı marketlerde bulabilirsiniz. Sıtma, Sarı Humma, Hepatit A ve B, Tüberküloz ile Meningokoksit Menenjit aşılarını mutlaka olmanız öneriliyor. Ülke genel olarak güvenli, fakat Afrika'daki her şehirde olduğu gibi hava karardıktan sonra etrafta dolaşmanız riskli.
Ayrıntılı bilgi ve seyahat günlüğüm için tıklayınız: http://cerenmus.travellerspoint.com
Ceren - Aralık 2010.
Güney Afrika'nın uyuşuk kenti Uppington'da uluslararası taşımacılıkta iyi bir isim olan Intercape otobüslerine doluşup gece boyu yol aldıktan ve sınır kapısında didik didik arandıktan sonra, öğlen saatlerine doğru Namibya'nın sevimli başkenti Windhoek'a vardım. Varır varmaz da, apayrı bir coğrafyada ve çok farklı bir kültürel yapıda olduğumu hissettim. İnsanlar daha bir güler yüzlü, renkler daha bir koyulaştı, ortam daha bir beklediğim gibi: Afrikalı! Yaşasın!
Başkenti yürüyerek gezmek lazım, bir de "Joe'nun barı"na mutlaka uğramak lazım. Son derece turistik ama aynı zamanda yerel bir mekan! Duvarlarda yerel eşyalar, av hayvanlarının doldurulmuş kafaları, 19.yy'dan kalma içki şişeleri, yerel süsler ve bunların arasında birsürü Windhoek sakini bara oturmuş, gülerek sohbet ediyor. Menü deseniz ayrı bi macera. "Savana Şiş" mutlaka deneyin. Gelenler şişte sırayla: "Devekuşu eti, haşlanmış mısır, Timsah eti, haşlanmış biber, Zebra eti, haşlanmış patlıcan, Kudu (bir tür geyik) eti, haşlanmış havuç, Tavuk". Yerel Windhoek birası da güzel.
Yine de başkentte kısa bir dinlenme (ve aslında rotadaki gelecek ülkelerin konsolosluklarından vize başvurusunda bulunma) molasından sonra, hemen bir araba kiralayıp ülkeyi karış karış gezmeye koyuldum. Araba kiraları 7 günlük 250 euro civarında ve benzin sudan ucuz, yollar son derece güvenli ve rahat.
Namib Çölü ve İskelet Sahili
Windhoek'tan, Atlaktik okyanusuna kurulu Swakopmund'a 4 saatte gidiliyor. Yolda iyice serpilmiş çöl bitkileri ve 2 metrelik karınca yuvaları ile elektrik direklerine kurulu devasa kuş yuvaları gördüm. Sonra birden kendimi Atlantik'in dev dalgalarının önünde buluverdim. Rengarenk Bavyera evleri, Almanca sokak isimleri ve Alman kafe ve restorantlarıyla dolu küçük bir Almanya bu "Swakopmund". Sevimli bir sahil kasabası, ucuz kamp alanları ve her tür adrenalin sporunu yapma imkanı var. Sevimli kafelerde birşeyler atıştırıp, okyanusa karşı şarabınızı yudumlayabilirsiniz. Fakat 15 derecelik suyuyla okyanusa girmek cesaret istiyor.
Ertesi sabah erkenden, ünlü İskelet Sahili'ne doğru yola düştüm. Burası okyanusun bitip çölün başladığı, renklerin sadece mavi ve sarı tonlarından oluştuğu, bir bitkinin, bir hayvanın ve bir yudum suyun bulunmadığı, dünyanın en kıraç çöllerinden biri ve ismini 16.yy'da buraya çakılan ve cehennemi birkaç günün (belki de sadece saatin) ardından ölen Portekizli denizcilerden almış ve ünlü bir portekiz şairi 19.yy'da bu bölgeyi ziyareti sırasında "cehennemin kapıları varsa eğer, burada bu kapıları gördüm" demiş. 500km boyunca benzin istasyonu olmaması ve genel olarak turistik bir bölge sayılmadığı için yardım araçlarının azlığı, dikkatsiz sürücülerin başına hayli dert açıyor, dikkat edin.
İskelet sahilinin sisli ve ağır havasından yorulup, insana devamlı serap gördürten kuruluktaki çölde doğuya doğru ilerlemeye karar verdim ve ülkenin Brandberg denen iç çöllerine yöneldim. Bu bölgede "Himba" denen, tüm vücutlarını bir çeşit orkide yağı, süt ve çeşitli baharatlardan oluşan kıpkırmızı bir sıvıyla kaplayan, asla duş almayan ve sadece edep yerleri örtülü insanlar yaşıyor. Saçları ve derileri inanılmaz güzel ve kıpkırmızı. Bembeyaz çölde harika bir görüntü. Himbalar genelde hayvancılıkla uğraşıyor ve ateşe tapıyorlar. Avustralya yerlileri gibi, çölde su bulmak, yön bulmak ve şimdilerde turistlere satmak için değerli taş bulmakta uzmanlar.
2750mt'lik Brandberg dağının eteği; mandalina ve nar ağaçlarıyla, rengarenk çiçeklerle dolu bir vaha. Bölgede tarihi taş çağına giden çok güzel duvar resimleri var, özellikle birinde görülen "beyaz kadın" figürü oldukça ünlü. Bu resimlerde çoğu zaman günlük yaşam ve avlanma hikayeleri oluyor, tabii genellikle kimin kimi avladığı pek anlaşılmıyor.. Adını bu resimden alan White Lady kamp alanı muhteşem bir yer. Çadırınızı kıpkırmızı batan güneşe karşı kuruyorsunuz, ufak bir kamp ateşi yakıp, konservelerinizi açıyorsunuz, muhteşem bir sessizlik ve gümbür gümbür doğanın senfonisi! Ayrıca bölge Afrika fillerinin doğal yaşam alanı olduğu için, gece sizi ziyaretleri söz konusu.. Şanslıysanız. Bana birkaç çakal ve ufak kemirgenler düştü.
Etosha Milli Parkı
Etosha, işte o Afrika belgesellerinde ve filmlerinde gördüğümüz, hayran kaldığımız ve gidince hayranlığımızı bin kat daha arttıran yerlerden biri. Doğa muhteşem kokuyor, sesler inanılmaz, hayvanlar yanıbaşınızda ve kendinizi masal aleminde sanıyorsunuz. Etosha, Namibya'nın Angola'ya yakın kuzeyinde ve pan denen yağışlı mevsimde göle dönen, kuru mevsimde bembeyaz çöl olan düzlüğü, savanası, çalılık alanları ile yüzlerce tür hayvana ev sahipliği yapan, ayrıca kendi arabanızla, kendi başınıza safari yapabileceğiniz ve içindeki kamp alanlarında konaklayabileceğiniz muhteşem bir milli park. Sıcaklık 40 dereceleri buluyor ve saatlerce direksiyon sallayacağınız için sıcak çarpmasına dikkat etmelisiniz. En az iki üç gün kalınmalı. Ben haritadaki her yola girip çıktım, iki günde binlerce hayvan gördüm, yine de yetmedi. İki farklı kamp alanında toz toprak içinde, sulak alan bulmuş manda yavruları kadar mutlu şekilde kamp yaptım. Addo (G. Afrika)'da görülenler listesine ek: çeşitli ceylanlar, maral, antilop, springbok, tavşan, çakal, sırtlan, zürafa, gergedan, bufalo, fil, zebra, sincap, rengarenk kuşlar.. En güzeli sabah güneş doğarken ve akşam güneş batarken safariye çıkmak, çünkü bu saatte hayvanlar oldukça aktifler. Size sadece arabayı uygun bi açıyla park edip, sağınızdan solunuzdan geçen binlerce hayvanı hayranlıkla izlemek kalıyor. Onlar da sizi izliyor! Bayıldığım: zebraların totoları ve zürafaların ön ayaklarını zorum zorum ayıra ayıra su içmeye eğilmeleri..
Fakat bu cennetin tek kötü yanı, sivrisineklerce de kuşatılmış olması. Gitmeden 2 gün önce sıtma ilaçlarınızı mutlaka almaya başlamanız gerekiyor ne yazık ki.
Namibya Genel Bilgiler
Namibya Türklerden vize istiyor, İstanbul ya da Cape Town'daki elçiliklerden 1 gün içinde kolaylıkla alınabiliyor. Namibya son derece modern ve düzenli bir Afrika ülkesi, aradığınız her ihtiyacınızı marketlerde bulabilirsiniz. Sıtma, Sarı Humma, Hepatit A ve B, Tüberküloz ile Meningokoksit Menenjit aşılarını mutlaka olmanız öneriliyor. Ülke genel olarak güvenli, fakat Afrika'daki her şehirde olduğu gibi hava karardıktan sonra etrafta dolaşmanız riskli.
Ayrıntılı bilgi ve seyahat günlüğüm için tıklayınız: http://cerenmus.travellerspoint.com
Ceren - Aralık 2010.
5 Aralık 2010 Pazar
Güney Afrika Seyahati
Cape Town
İlk defa anakara Afrika'sında olmanın heyecanını gizleyemiyorum. Kuzeyler (Akdeniz'e kıyısı olan ülkeler), bana hep sanki Afrika değilmiş gibi gelir. Yollarda gezinen zürafaları, inci dişleriyle bembeyaz gülümseyen siyah yüzleri arıyor gözlerim.. Ama o ne naiflik, ne büyük bir yanılgı; Güney Afrika Cumhuriyeti'ni anakara Afrika'sından sanmak.. Ama bu kent çok modern?!? Türkiye'den çok daha temiz, düzenli ve yaşanılası. Hatta Avrupa'ya bile aşık atacak nitelikte. Şok içindeyim!
Sırt çantamı Woodstock'ta bulunan otele attığım gibi, el-yüz bile yıkamadan kendimi hemen sokaklara atıyorum. Woodstock merkezin biraz dışında ve tüm rehber kitaplarda yazan, geceleri elimi kolumuzu sallaya sallaya her yere giremeyeceğim, girsek de çıkamayacağım. Sanki şehir hava kararınca bir zombi-kente dönüşüyor; üzerlerinde her tür silahı taşıyan ve kullanmaktan çekinmeyen sokak çeteleri ve yılda 6000 cinayet ile, geçen hafta kaçırılıp öldürülen iki turistin haberi beynimde dönüp duruyor.
Şehrin merkezinde, waterfront'da (limanda) güneş batarken renkler muhteşem. Keyfini çıkara çıkara biramı yudumluyor ve insanları izliyorum. Fakat şaşılası şey, etrafta o güzel çikolata yüzlerden eser yok, kent merkezinde herkes beyaz! İklim de o kadar benzer ki, acaba yanlışlıkla Avustralya'ya mı geldim diyorum.
Ertesi sabah erkenden güneşi koskocaman halde tepede yakalayınca, caddelere atıldım. Şu kırmızı turist otobüsleri vardır ya, her kentte.. Ona atladım ve her kuruşuna değdi! Önce tam bir tur yaptım, sonra istediğim duraklarda inip binerek bütün gün şehri, CT'ın simgesi Table Mountain'i ve Camp's Bay'i ezberlercesine gezdim. Zaten şehir ufacık ve düzenli olduğu için insan hemen zihinsel haritasını çiziveriyor. İlk günün izlenimi, CT inanılmaz bir şehir; bi nevi Miami, bi nevi Beverly Hills. İnsanlar okyanusa bakan falezlere kurulu evlerde yaşıyor ve o kadar tembeller ki; evlere çıkmaya merdiven yok, teleferiğe benzeyen dış mekan asansörleri var! Kumsallar bembeyaz, deniz turkuaz.. Aman tanrım, cennetteyim.. Fakat, fazla rüzgarlı ve denizi 12 derecelik bir cennet bu! Ayrıca güneş fark ettirmeden çok fena yakıyor, yoğurt gibi krem sürünmenizi tavsiye ederim.
Ertesi günkü izlenimlerim bundan 180 derece farklı oldu. Sabahtan bir grup turistle birlikte Township'lere, (yani banliyölere) gidiyoruz. Banliyöler, ne yazık ki Cape Town'da yaşayan beyazların görmediği, eğitimli siyahlarının görmek istemediği, suçun kol gezdiği, fakirliğin insanın inanamadığı boyutlarda olduğu kenar mahalleleri. Güvenlik nedeniyle sadece tur gruplarının girmesine izin veriliyor, asla kendi başınıza gitmemelisiniz. Kendi de banliyöden olan rehberimiz anlatıyor: Langa Township 1901'de kurulmuş, amaç hepsi bulaşıcı hastalık taşıdığına inanılan siyah (ve renkli; örneğin asyalılar gibi ne siyah ne beyaz olanlar) insanları şehirden uzaklaştırmak. İnsanlar evlerinden atılmış ve buralara sürülmüş. 1994'ten beri bu insanların "eğitimli"lerini tekrar şehre getirme çabası var ama tabii ki gettoya eğitimin ulaşmaması ve AIDS başta olmak üzere bulaşıcı hastalıkların akılalmaz boyutlarda olması, bu "çaba"ları bilinçli olarak geçersiz kılıyor. Gettodaki yaşam çok ağır, insanlar tek göz barakalarda, cam kırıkları ve çöplerin arasında yaşıyor. Tuvaletler dışarda, kız-erkek tüm çocukların kafası sıfıra vurulmuş ve zıp-zıp zıplayan bitleri görebiliyorsunuz. Çocuklara para vermek yasak, yoksa her gelenden dilenmeye başlayacaklarını söyledi rehberimiz. Kontrast inanılmaz, dün nerdeydik, bugün nerdeyiz.. Dünkü villalar nerde, bugünkü tek göz barakalar nerde.. Banliyöde (göreceli olarak) daha lüks evler de var, iki odası ve tuvaleti olan. Bunlar banliyöde çalışan, eli para gören insanlara ait. Bu insanlar doğdukları yerden ayrılmıyor. Akşam iner ve ben otele dönerken, kontrasttan yorgun gözlerim zonkluyor.
Garden Route
Güney Afrika'nın en manzaralı ve en görülesi yeri, CapeTown ile Port Elizabeth arasında, en güneydeki Ümit Burnu'nu da içine alan yaklaşık 350km'lik bir yol. Kenardaki "babunları beslemeyin, saldırıyorlar" yazıları ile "dikkat penguen çıkabilir" tabelaları arasında kıvrım kıvrım ilerleyen, falezlere ve turkuaz denize paralel, bir çok küçük sahil kasabasından geçen bu yolda, en az bir hafta geçirmenizi öneririm. Yol öyle keyifli ki; birden ovaya iniliyor, kurak kumsallar yola taşmış, sonra tekrar içlere doğru yöneliniyor ve tüm bitki örtüsü yeniden değişiyor. Bu sefer dizi dizi şarap bağları, şirin mandıralar, rüzgar değirmenleri.. Franschoek'te en sevdiğim ağaç - o narin Jacaranda - tüm heybetiyle masmavi açmış, binlercesi, sıra sıra! Bu güzelliğin ortasında birçok otel ve motel de var ama biz kamp kurmayı tercih ediyoruz; bağların birinden aldığımız şarabı açıyoruz, doğayı dinliyoruz. Rüzgar, kurbağalar, sessizlik..
Garden Route bölgesi Port Elizabeth'te sona eriyor ama kuzeydoğuda Mozambik'e kadar takip edebileceğiniz bir kıyı sahili var. Bu sahil bizim Australya'nın güneybatı kıyısına çok benzediği için ilgimizi fazla çekmedi, ayrıca mevsim ve vize koşulları nedeniyle Mozambik ve Zimbabwe'yi es geçerek, Namibya üzerinden Zambiya'ya geçmeye karar verdik. Bu nedenle PortElizabeth'ten ülkenin turist çekmeyen kuzeyine kıvrıldık. Burada kaçırılmaması gereken, Port Elizabeth'e 80km uzakta Addo Milli Parkı'dır. Bu parkta 490 civarında fil yaşıyor ve kendi arabanızla toprak yolda 40km hızla safari yapabiliyorsunuz. Araçtan inmek yasak, çünkü bölgede leopar ve aslanlar da var. 3 saatte 100ün üzerinde fil, bir o kadar da zebra, tavus kuşu, geyik, kunduz, yılan, kaplumbağa, yaban domuzu ve ceylan gördük. Arabayı park edip, kocaman bir fil ailesinin 3mt ilerimizden geçişini izlemek muhteşemdi!
Addo'dan sonra 1.5 günde "1000km'lik dümdüz bir çizgi" diyebileceğim yolu aşarak Güney Afrika'nın en kuzey ve en ölü kenti Uppington'a vardık. Buradan Namibya otobüsleri kalkıyor ve otobüsü beklerken, kentin içinden geçen kavuniçi renkli bir derede zıplaşan kurbağalar izleniyor. Bunun dışında pek bir özelliği olmayan bir ara kent bu.
Genel Bilgiler
Güney Afrika Cumhuriyeti Türklere vize uygulamıyor, ülkelerimiz arasında saat farkı yok. İklimi oldukça yumuşak, fakat güneyde kışlar sert ve bol rüzgarlı geçiyor. Ülkede sıtma riski yok ve CapeTown dışında oldukça güvenli bir ülke. Çadır düşünüyorsanız, konaklamak için kapalı kamp alanlarını tercih etmelisiniz. Son derece modern ve gelişmiş bir ülke olduğu için tüm seyahat ihtiyaçlarınızı karşılayabilir ve modern ulaşım araçlarını kullanarak sorunsuz ve keyifli yolculuklar yapabilirsiniz. Uçak biletiniz dışında, konaklama, yeme içme ve ören yerleri girişleri dahil günlük kişisel harcamalarınız 50-70 Euro dolayında olacaktır.
Ayrıntılı bilgi ve seyahat günlüğüm için: http://cerenmus.travellerspoint.com/
İlk defa anakara Afrika'sında olmanın heyecanını gizleyemiyorum. Kuzeyler (Akdeniz'e kıyısı olan ülkeler), bana hep sanki Afrika değilmiş gibi gelir. Yollarda gezinen zürafaları, inci dişleriyle bembeyaz gülümseyen siyah yüzleri arıyor gözlerim.. Ama o ne naiflik, ne büyük bir yanılgı; Güney Afrika Cumhuriyeti'ni anakara Afrika'sından sanmak.. Ama bu kent çok modern?!? Türkiye'den çok daha temiz, düzenli ve yaşanılası. Hatta Avrupa'ya bile aşık atacak nitelikte. Şok içindeyim!
Sırt çantamı Woodstock'ta bulunan otele attığım gibi, el-yüz bile yıkamadan kendimi hemen sokaklara atıyorum. Woodstock merkezin biraz dışında ve tüm rehber kitaplarda yazan, geceleri elimi kolumuzu sallaya sallaya her yere giremeyeceğim, girsek de çıkamayacağım. Sanki şehir hava kararınca bir zombi-kente dönüşüyor; üzerlerinde her tür silahı taşıyan ve kullanmaktan çekinmeyen sokak çeteleri ve yılda 6000 cinayet ile, geçen hafta kaçırılıp öldürülen iki turistin haberi beynimde dönüp duruyor.
Şehrin merkezinde, waterfront'da (limanda) güneş batarken renkler muhteşem. Keyfini çıkara çıkara biramı yudumluyor ve insanları izliyorum. Fakat şaşılası şey, etrafta o güzel çikolata yüzlerden eser yok, kent merkezinde herkes beyaz! İklim de o kadar benzer ki, acaba yanlışlıkla Avustralya'ya mı geldim diyorum.
Ertesi sabah erkenden güneşi koskocaman halde tepede yakalayınca, caddelere atıldım. Şu kırmızı turist otobüsleri vardır ya, her kentte.. Ona atladım ve her kuruşuna değdi! Önce tam bir tur yaptım, sonra istediğim duraklarda inip binerek bütün gün şehri, CT'ın simgesi Table Mountain'i ve Camp's Bay'i ezberlercesine gezdim. Zaten şehir ufacık ve düzenli olduğu için insan hemen zihinsel haritasını çiziveriyor. İlk günün izlenimi, CT inanılmaz bir şehir; bi nevi Miami, bi nevi Beverly Hills. İnsanlar okyanusa bakan falezlere kurulu evlerde yaşıyor ve o kadar tembeller ki; evlere çıkmaya merdiven yok, teleferiğe benzeyen dış mekan asansörleri var! Kumsallar bembeyaz, deniz turkuaz.. Aman tanrım, cennetteyim.. Fakat, fazla rüzgarlı ve denizi 12 derecelik bir cennet bu! Ayrıca güneş fark ettirmeden çok fena yakıyor, yoğurt gibi krem sürünmenizi tavsiye ederim.
Ertesi günkü izlenimlerim bundan 180 derece farklı oldu. Sabahtan bir grup turistle birlikte Township'lere, (yani banliyölere) gidiyoruz. Banliyöler, ne yazık ki Cape Town'da yaşayan beyazların görmediği, eğitimli siyahlarının görmek istemediği, suçun kol gezdiği, fakirliğin insanın inanamadığı boyutlarda olduğu kenar mahalleleri. Güvenlik nedeniyle sadece tur gruplarının girmesine izin veriliyor, asla kendi başınıza gitmemelisiniz. Kendi de banliyöden olan rehberimiz anlatıyor: Langa Township 1901'de kurulmuş, amaç hepsi bulaşıcı hastalık taşıdığına inanılan siyah (ve renkli; örneğin asyalılar gibi ne siyah ne beyaz olanlar) insanları şehirden uzaklaştırmak. İnsanlar evlerinden atılmış ve buralara sürülmüş. 1994'ten beri bu insanların "eğitimli"lerini tekrar şehre getirme çabası var ama tabii ki gettoya eğitimin ulaşmaması ve AIDS başta olmak üzere bulaşıcı hastalıkların akılalmaz boyutlarda olması, bu "çaba"ları bilinçli olarak geçersiz kılıyor. Gettodaki yaşam çok ağır, insanlar tek göz barakalarda, cam kırıkları ve çöplerin arasında yaşıyor. Tuvaletler dışarda, kız-erkek tüm çocukların kafası sıfıra vurulmuş ve zıp-zıp zıplayan bitleri görebiliyorsunuz. Çocuklara para vermek yasak, yoksa her gelenden dilenmeye başlayacaklarını söyledi rehberimiz. Kontrast inanılmaz, dün nerdeydik, bugün nerdeyiz.. Dünkü villalar nerde, bugünkü tek göz barakalar nerde.. Banliyöde (göreceli olarak) daha lüks evler de var, iki odası ve tuvaleti olan. Bunlar banliyöde çalışan, eli para gören insanlara ait. Bu insanlar doğdukları yerden ayrılmıyor. Akşam iner ve ben otele dönerken, kontrasttan yorgun gözlerim zonkluyor.
Garden Route
Güney Afrika'nın en manzaralı ve en görülesi yeri, CapeTown ile Port Elizabeth arasında, en güneydeki Ümit Burnu'nu da içine alan yaklaşık 350km'lik bir yol. Kenardaki "babunları beslemeyin, saldırıyorlar" yazıları ile "dikkat penguen çıkabilir" tabelaları arasında kıvrım kıvrım ilerleyen, falezlere ve turkuaz denize paralel, bir çok küçük sahil kasabasından geçen bu yolda, en az bir hafta geçirmenizi öneririm. Yol öyle keyifli ki; birden ovaya iniliyor, kurak kumsallar yola taşmış, sonra tekrar içlere doğru yöneliniyor ve tüm bitki örtüsü yeniden değişiyor. Bu sefer dizi dizi şarap bağları, şirin mandıralar, rüzgar değirmenleri.. Franschoek'te en sevdiğim ağaç - o narin Jacaranda - tüm heybetiyle masmavi açmış, binlercesi, sıra sıra! Bu güzelliğin ortasında birçok otel ve motel de var ama biz kamp kurmayı tercih ediyoruz; bağların birinden aldığımız şarabı açıyoruz, doğayı dinliyoruz. Rüzgar, kurbağalar, sessizlik..
Garden Route bölgesi Port Elizabeth'te sona eriyor ama kuzeydoğuda Mozambik'e kadar takip edebileceğiniz bir kıyı sahili var. Bu sahil bizim Australya'nın güneybatı kıyısına çok benzediği için ilgimizi fazla çekmedi, ayrıca mevsim ve vize koşulları nedeniyle Mozambik ve Zimbabwe'yi es geçerek, Namibya üzerinden Zambiya'ya geçmeye karar verdik. Bu nedenle PortElizabeth'ten ülkenin turist çekmeyen kuzeyine kıvrıldık. Burada kaçırılmaması gereken, Port Elizabeth'e 80km uzakta Addo Milli Parkı'dır. Bu parkta 490 civarında fil yaşıyor ve kendi arabanızla toprak yolda 40km hızla safari yapabiliyorsunuz. Araçtan inmek yasak, çünkü bölgede leopar ve aslanlar da var. 3 saatte 100ün üzerinde fil, bir o kadar da zebra, tavus kuşu, geyik, kunduz, yılan, kaplumbağa, yaban domuzu ve ceylan gördük. Arabayı park edip, kocaman bir fil ailesinin 3mt ilerimizden geçişini izlemek muhteşemdi!
Addo'dan sonra 1.5 günde "1000km'lik dümdüz bir çizgi" diyebileceğim yolu aşarak Güney Afrika'nın en kuzey ve en ölü kenti Uppington'a vardık. Buradan Namibya otobüsleri kalkıyor ve otobüsü beklerken, kentin içinden geçen kavuniçi renkli bir derede zıplaşan kurbağalar izleniyor. Bunun dışında pek bir özelliği olmayan bir ara kent bu.
Genel Bilgiler
Güney Afrika Cumhuriyeti Türklere vize uygulamıyor, ülkelerimiz arasında saat farkı yok. İklimi oldukça yumuşak, fakat güneyde kışlar sert ve bol rüzgarlı geçiyor. Ülkede sıtma riski yok ve CapeTown dışında oldukça güvenli bir ülke. Çadır düşünüyorsanız, konaklamak için kapalı kamp alanlarını tercih etmelisiniz. Son derece modern ve gelişmiş bir ülke olduğu için tüm seyahat ihtiyaçlarınızı karşılayabilir ve modern ulaşım araçlarını kullanarak sorunsuz ve keyifli yolculuklar yapabilirsiniz. Uçak biletiniz dışında, konaklama, yeme içme ve ören yerleri girişleri dahil günlük kişisel harcamalarınız 50-70 Euro dolayında olacaktır.
Ayrıntılı bilgi ve seyahat günlüğüm için: http://cerenmus.travellerspoint.com/
3 Aralık 2010 Cuma
Son dakika insanı
Bu sabah 5 dakikada 55 litrelik sırt çantamı hazırladım, bana bir takdir belgesi ya da bir 5 yıldızlı aferin falan vermeliler. Tabii ki hiçbirşeyim sığmadı, apar topar-tıklım tıkış-biçimsiz birşey oldu, tek çantaya sığması gerekenler iki çantaya anca sığdı, sonunda da beni terminale geçirmeye gelen annemle babamın eline geri verilen kıpkırmızı bir uyku tulumu, el çantasına tıkılan bilgisayar ve koca SLR kamera falan, saçma sapan durumlar vuku buldu.. O görüntü 20 yılda 37 ülke gezmiş olan gezgine hiç yakışmadı..
Neden böyle oldu ben de anlamadım. Bu sefer çok salla pati gidiyorum; hatta son günün son sabahı aklıma gelen, aşı karnesindeki eksik menenjit aşısını son dakika golü olarak "cort" diye yemiş olmam da bu abuk hikayenin tuzu biberi oldu. Hemen akabinde sağlık ocağının köşesindeki Aksu fırınından alınan çıtır simit olmasa çekilir yanı yoktu, sabah sabah..
Çok serdim totoyu, nasılsa yaparım diye bıraktım herşeyi son dakikaya. Hayır, gittiğim yer Merzifon olsa neyse de, Afrika olunca bu serişin de tadı kaçıyor.. Bi silkelenip kendime gelmem lazım, ey sevgili blog! Yoksa bu kadar sermemin altında bir gayri ciddiyet ya da bir boşvermişlik mi yatıyor ne? Nasılsa tüm hayatım bir çingene edasıyla ordan oraya taşınmakla geçiyor, ondan mı artık ciddiye almıyorum bu gidiş-geliş halini? Ondan mı acaba, Delhi trafiğinin orta yerinde geviş getiren bir hint ineği kadar sakinim uçağa saatler kala? Olabilir valla..
Ama bu seferki başka, Afrika yahu.. Heyecan dorukta; zebralar-filler-burnu halkalı sarkık memeli zenciler-dizi dizi maymunlar-en sevdikleri kan grubuna sahip olan beni "hazırol"da karşılama heyecanından gözüne uyku girmeyen sivri sinekler falan, hepsi beni beklemekte. Beni daha ne maceralar bekliyor onu da bilemiyorum tabii. Okuyup görücez hep birlikte.. Ha bu vesileyle, yeni bir blog açtım, "buraya" bir süre ara verip, "oraya" taşınıyorum - bir nevi yazlıkçı mantığındayım, görüyorsunuz.. Yeni blogda foto ve harita imkanı ile emaille takip edilme lüksü falan var, o nedenle tercih ettim, sadece seyahatim süresince, geçici olarak.1 Şubat itibariyle kürkçü dükkanıma geri döneceğim, ilginize ve bilginize..
Bir başka "son dakika" haberi: Bu sabah "son dakikada" dolaptan çıkarılan soğuk yumurtaları haşlarken çatlamaması için suya 1 kaşık tuz konması gerektiğini öğrendim ve bir dizi deneyle kanıtladım. Benim gibi "son dakika" insanlarına itina ile duyurulur.
Neden böyle oldu ben de anlamadım. Bu sefer çok salla pati gidiyorum; hatta son günün son sabahı aklıma gelen, aşı karnesindeki eksik menenjit aşısını son dakika golü olarak "cort" diye yemiş olmam da bu abuk hikayenin tuzu biberi oldu. Hemen akabinde sağlık ocağının köşesindeki Aksu fırınından alınan çıtır simit olmasa çekilir yanı yoktu, sabah sabah..
Çok serdim totoyu, nasılsa yaparım diye bıraktım herşeyi son dakikaya. Hayır, gittiğim yer Merzifon olsa neyse de, Afrika olunca bu serişin de tadı kaçıyor.. Bi silkelenip kendime gelmem lazım, ey sevgili blog! Yoksa bu kadar sermemin altında bir gayri ciddiyet ya da bir boşvermişlik mi yatıyor ne? Nasılsa tüm hayatım bir çingene edasıyla ordan oraya taşınmakla geçiyor, ondan mı artık ciddiye almıyorum bu gidiş-geliş halini? Ondan mı acaba, Delhi trafiğinin orta yerinde geviş getiren bir hint ineği kadar sakinim uçağa saatler kala? Olabilir valla..
Ama bu seferki başka, Afrika yahu.. Heyecan dorukta; zebralar-filler-burnu halkalı sarkık memeli zenciler-dizi dizi maymunlar-en sevdikleri kan grubuna sahip olan beni "hazırol"da karşılama heyecanından gözüne uyku girmeyen sivri sinekler falan, hepsi beni beklemekte. Beni daha ne maceralar bekliyor onu da bilemiyorum tabii. Okuyup görücez hep birlikte.. Ha bu vesileyle, yeni bir blog açtım, "buraya" bir süre ara verip, "oraya" taşınıyorum - bir nevi yazlıkçı mantığındayım, görüyorsunuz.. Yeni blogda foto ve harita imkanı ile emaille takip edilme lüksü falan var, o nedenle tercih ettim, sadece seyahatim süresince, geçici olarak.1 Şubat itibariyle kürkçü dükkanıma geri döneceğim, ilginize ve bilginize..
Bir başka "son dakika" haberi: Bu sabah "son dakikada" dolaptan çıkarılan soğuk yumurtaları haşlarken çatlamaması için suya 1 kaşık tuz konması gerektiğini öğrendim ve bir dizi deneyle kanıtladım. Benim gibi "son dakika" insanlarına itina ile duyurulur.
Oyunlar
Haberlerde izledim, yeni nesil çocukların köşe kapmaca, saklambaç, yakar top gibi oyunları oynamadıkları ve bilmedikleri anlaşılmış. Bizim milli eğitim hemen bir acil durum komisyonu oluşturup bu oyunları müfredata katmış. Artık çocuklar okulda bir yandan dolan öbür yandan boşaltılan havuz dilemasına ek olarak bu oyunları da öğreneceklermiş. Hatta ninelerimizin dedelerimizin döneminden kalma oyunlar ve oyuncaklar, son derece antropolojik bir hassasiyetle ve arkeolojik bir çabayla araştırılıyormuş. Cami çıkışı ve kahvehanelerde, tenhada kıstırılan yaşlılara seri sualler sorulması yöntemiyle kayda geçiriliyormuş.
Valla güzel bir girişim, bu araştırma ekibine beni de alsalar, sabahtan akşama kadar uygulamalı bir eğitimden geçirseler.. Kalifiye bir işçi olurum valla, HÜ'deki masterda oyunun çocuk psikolojisindeki yeri konulu bir makale de yazdıydım. Hele rengarenk kıyafetlerimle yakartop'un aranılan oyuncularından da biriydim zamanında - 500 yıl falan önce..
Çocuk oyunlarım çok acaipti benim, kardeşsizlik ve engin bir hayal gücünün etkisi muhakkak. Bana verilen hiçbir şeyle gerçek anlamında oynamadım, ananemin düğme kutusu bir nevi Sim City'ydi benim için, ne karakterler vardı bilemezsiniz.. Hele 70'li yılların perdelerindeki püsküller, taverna gülü olma yolundaki kariyerimin ilk ve son basamakları, İzmir'in su kesintili yazlarına çözüm olarak doldurulan küvetler Atlantis maceralarımdı.. Unutamadığım bir yaz Karaburun'da alt bahçeye kurduğum nevresimden çadır ve eve girmeme inadıyla bezenmiş kampçılık deneyimlerimin, hava kararırken ananemin kızarttığı köfte patates kokusuna yenik düşmesi.. Bir başka yaz kendimi deniz kızı sandığım için mayomu çıkarmayı reddettim ve koca bir yaz boyunca gece bile yatağıma mayoyla gittim. Benim için bu hayati bir durumdu çünkü her an birinin boğulacağını ve benim halihazırda üzerimdeki mayomla denize atlayıp onu kurtaracağımı hayal ederdim. Neyse ki o yaz kimse boğulmaya kalkmadı da ben de tatlı yatağımdan çıkıp, mayo üstüne giydiğim pijamalarımdan sıyrılıp gecenin bir körü denize atlamak zorunda kalmadım.
Hey gidi günler, hey..
Aslında oyun oynamayı hiç bırakmıyoruz, tamam belki ip atlamayı ve saklambaçı unuttuk ama hepimiz bilgisayarlarımızdaki ya da ipod-pad-pid-fan-fin-fon'larımızdaki oyunları, şans oyunlarını, benim çok sevdiğim kelime oyunlarını ve en önemlisi de sporu bolca ve mümkün olan her an ve ortamda kullanıyoruz. Oyun hayatımızın en önemli alışkanlıklarından biri ve sonsuz bir devinim içinde sürekli değişen sosyal yaşamda, yeniliklere adapte olmamıza ve akıl sağlığımızı korumamıza yarıyor. Sonuçta zaten hayat da kocaman bir oyun değil mi?
Valla güzel bir girişim, bu araştırma ekibine beni de alsalar, sabahtan akşama kadar uygulamalı bir eğitimden geçirseler.. Kalifiye bir işçi olurum valla, HÜ'deki masterda oyunun çocuk psikolojisindeki yeri konulu bir makale de yazdıydım. Hele rengarenk kıyafetlerimle yakartop'un aranılan oyuncularından da biriydim zamanında - 500 yıl falan önce..
Çocuk oyunlarım çok acaipti benim, kardeşsizlik ve engin bir hayal gücünün etkisi muhakkak. Bana verilen hiçbir şeyle gerçek anlamında oynamadım, ananemin düğme kutusu bir nevi Sim City'ydi benim için, ne karakterler vardı bilemezsiniz.. Hele 70'li yılların perdelerindeki püsküller, taverna gülü olma yolundaki kariyerimin ilk ve son basamakları, İzmir'in su kesintili yazlarına çözüm olarak doldurulan küvetler Atlantis maceralarımdı.. Unutamadığım bir yaz Karaburun'da alt bahçeye kurduğum nevresimden çadır ve eve girmeme inadıyla bezenmiş kampçılık deneyimlerimin, hava kararırken ananemin kızarttığı köfte patates kokusuna yenik düşmesi.. Bir başka yaz kendimi deniz kızı sandığım için mayomu çıkarmayı reddettim ve koca bir yaz boyunca gece bile yatağıma mayoyla gittim. Benim için bu hayati bir durumdu çünkü her an birinin boğulacağını ve benim halihazırda üzerimdeki mayomla denize atlayıp onu kurtaracağımı hayal ederdim. Neyse ki o yaz kimse boğulmaya kalkmadı da ben de tatlı yatağımdan çıkıp, mayo üstüne giydiğim pijamalarımdan sıyrılıp gecenin bir körü denize atlamak zorunda kalmadım.
Hey gidi günler, hey..
Aslında oyun oynamayı hiç bırakmıyoruz, tamam belki ip atlamayı ve saklambaçı unuttuk ama hepimiz bilgisayarlarımızdaki ya da ipod-pad-pid-fan-fin-fon'larımızdaki oyunları, şans oyunlarını, benim çok sevdiğim kelime oyunlarını ve en önemlisi de sporu bolca ve mümkün olan her an ve ortamda kullanıyoruz. Oyun hayatımızın en önemli alışkanlıklarından biri ve sonsuz bir devinim içinde sürekli değişen sosyal yaşamda, yeniliklere adapte olmamıza ve akıl sağlığımızı korumamıza yarıyor. Sonuçta zaten hayat da kocaman bir oyun değil mi?
Kedi-Köpek
Hayvanlar alemini insanlar alemine yeğ tutarım! Evet, aynen böyle, kimse alınmasın. Bana daha samimi, sevimli ve rahatlatıcı geliyorlar, böceğinden sürüngenine, uçanından kaçanına, su dibindeki memelisine, ayırmadan hepsini severim. Hiçbirinden korkmam. Ama bir hayvan var ki, benim için yeri başkadır: Köpek.
14 sene birisiyle yaşamımı paylaşma şansım oldu, ondan öğrendiklerimi kimseden öğrenmedim. Muhteşem bir canlıydı; en uzman psikoloğa taş çıkartan bir empati yeteneği, kendine özgü bir mizah anlayışı vardı. Onun hakkında daha uzun yazacağım, henüz hazır değilim.. Beynimdeki yazının sesi henüz durmadı. Fakat köpek milleti genel açıdan olağanüstü bir canlı. Oyuna düşkünlükleri, yoldaş olma yetenekleri, bir kuru ekmek verdiğinizde kırk sene hürmet etmeleri ilk aklıma gelenler. Bir köpeğiniz varsa, asla canınız sıkılmaz. Bir köpeğiniz varsa, yanınızda her zaman bir arkadaşınız var demektir. Bir köpeğiniz varsa, siz zenginsiniz demektir!
Bir de kedi milleti var, onları tanıdığımı - hatta hiçbir insanın tanıyabileceğini - iddia edemem ama birkaçıyla doğaları izin verdiği ölçüde yakınlaşma imkanım oldu. Yakınlaşma derken, sayelerinde 2 kez kuduz aşısı yemem de gerekti, o nedenle biraz mesafeli olmayı öğrendim. Son 10 senedir istanbul'daki evin bahçesinde yaşayan ve keyfine göre pencereden zıplamak suretiyle, arada yemeğe ve ez gezmesine gelen sarı-kızıl tekirim var: Havuç. Gırlaması, yumuşak tüyleri, hakikaten stres önleyici. Kedisi olanlar daha uzun yaşıyormuş!
Bir de kedi-köpek var, yani cat-dog. Bu muhteşem çizgifilmi bir ara cnbc-e'de veriyorlardı ama uzun zamandır rastlamadım. Yarı kedi, yarı köpek olan bir canlının sosyal yaşam hjkayeleri. Tabii birbiriyle inanılmaz derecede uyumsuz olan bu iki hayvanı izlemek dehşet komik birşey. Misal: su birikintilerinde hoplamayı seven köpek, sudan deli gibi nefret eden kediyi delirtiyor vs vs. Internetten izlenebilir..
14 sene birisiyle yaşamımı paylaşma şansım oldu, ondan öğrendiklerimi kimseden öğrenmedim. Muhteşem bir canlıydı; en uzman psikoloğa taş çıkartan bir empati yeteneği, kendine özgü bir mizah anlayışı vardı. Onun hakkında daha uzun yazacağım, henüz hazır değilim.. Beynimdeki yazının sesi henüz durmadı. Fakat köpek milleti genel açıdan olağanüstü bir canlı. Oyuna düşkünlükleri, yoldaş olma yetenekleri, bir kuru ekmek verdiğinizde kırk sene hürmet etmeleri ilk aklıma gelenler. Bir köpeğiniz varsa, asla canınız sıkılmaz. Bir köpeğiniz varsa, yanınızda her zaman bir arkadaşınız var demektir. Bir köpeğiniz varsa, siz zenginsiniz demektir!
Bir de kedi milleti var, onları tanıdığımı - hatta hiçbir insanın tanıyabileceğini - iddia edemem ama birkaçıyla doğaları izin verdiği ölçüde yakınlaşma imkanım oldu. Yakınlaşma derken, sayelerinde 2 kez kuduz aşısı yemem de gerekti, o nedenle biraz mesafeli olmayı öğrendim. Son 10 senedir istanbul'daki evin bahçesinde yaşayan ve keyfine göre pencereden zıplamak suretiyle, arada yemeğe ve ez gezmesine gelen sarı-kızıl tekirim var: Havuç. Gırlaması, yumuşak tüyleri, hakikaten stres önleyici. Kedisi olanlar daha uzun yaşıyormuş!
Bir de kedi-köpek var, yani cat-dog. Bu muhteşem çizgifilmi bir ara cnbc-e'de veriyorlardı ama uzun zamandır rastlamadım. Yarı kedi, yarı köpek olan bir canlının sosyal yaşam hjkayeleri. Tabii birbiriyle inanılmaz derecede uyumsuz olan bu iki hayvanı izlemek dehşet komik birşey. Misal: su birikintilerinde hoplamayı seven köpek, sudan deli gibi nefret eden kediyi delirtiyor vs vs. Internetten izlenebilir..
1 Aralık 2010 Çarşamba
200-70-60
Afrika öncesi seyahat sigortası yaptırmak son dakikada aklıma geldi. Bu vesileyle Sunay Akın'ın çok sevdiğim bir dizesini de hatırladım: "90-60-90'ı herkes bilir, vücut ölçüleri. Ha bir de 200-70-60 var, o da tabut ölçüleri"
Hazır hislenmişken, ölüm üzerine bir-iki fikir de belirteyim istedim. Malum bu bizim toplumda bir tabudur, konuşulmaz. Lakin, Afrika'da ne olacağımız belli değil, öteyandan entellektüel açıdan hortlayarak bloguma ulaşabilecek miyim, emin de olamıyorum. Yazayım gitsin..
10dk'da 25euroya yaptırılan bir sigorta, hastalık halinde bakım ve tedavi ile ölüm halinde memlekete doğru kolilenmeyi taahhüt ediyor. Tabii inşallah ölmeden ve sürünmeden dönmek nasip olur ve sigortaya da gerek kalmaz. Ama bence iyi bir yatırım, çünkü o kadar uzaktan cenaze taşımak 20.000euro falan tutuyor.
Aslına bakılırsa, öldükten sonra cenazemin taaa Afrika'dan taşınması kadar saçma sapan birşey düşünemiyorum. Tahtalıköyden kendimi ruhen getiremedikten sonra, bedenimin o kadar macera yaşamasına, insanları tekrar tekrar üzmesine, maddi ve lojistik dertler açmasına ne gerek var, bu biiiir. Dahi Da Vinci'mizin dediği gibi; dolu dolu süren bir yaşamdan sonra gelen ölüm, uzun bir çalışma gününün ardından gerek uykuya benzer. Seyahat ederken öğrendiklerim ve tecrübe ettiklerim, yaşamımın diğer tüm anlarında bana öğretilenlerden çok daha kalıcı ve değerli oldu her zaman, o nedenle seyahat ederken gelen ölümün güzel bir ölüm olduğunu düşünüyorum. Hatta uçak kazaları, ortada ceset meset bırakmaması, mezar denen o betonarme yapının üzerime örtülmemesi ve doğa ile bütünleşme açısından bence en ideali.
İkincisi de, insan ölümüyle değil, yaşamıyla hatırlanmalı, o nedenle ölüm yıldönümlerini sevmem, mezar ziyaretlerini de. Gavurlar ne güzel kutlarlar yaşamı, sevdiklerinin cenazesinde yiyip içerek, güzel hatıraları anlatarak ve bolca gülerek.. Bizde biraz ağırdır ölüm zamanları, travması da daha uzun sürer bu nedenle. Oysa, asıl başarı, öleni güzel anılarıyla hatırlamak değil midir?
İnşallah totomuz sıkıntıya girmeden, sağlık ve afiyet içinde bir Afrika macerası yaşar ve 2 ay sonra geri döneriz diyerek ve bu kış bol olan ayva tatlısından bol bol yemenizi önererek (tatlıya bağlama gayreti içinde) izninizle çantamı hazırlamaya doğru koşuyorum.
Hazır hislenmişken, ölüm üzerine bir-iki fikir de belirteyim istedim. Malum bu bizim toplumda bir tabudur, konuşulmaz. Lakin, Afrika'da ne olacağımız belli değil, öteyandan entellektüel açıdan hortlayarak bloguma ulaşabilecek miyim, emin de olamıyorum. Yazayım gitsin..
10dk'da 25euroya yaptırılan bir sigorta, hastalık halinde bakım ve tedavi ile ölüm halinde memlekete doğru kolilenmeyi taahhüt ediyor. Tabii inşallah ölmeden ve sürünmeden dönmek nasip olur ve sigortaya da gerek kalmaz. Ama bence iyi bir yatırım, çünkü o kadar uzaktan cenaze taşımak 20.000euro falan tutuyor.
Aslına bakılırsa, öldükten sonra cenazemin taaa Afrika'dan taşınması kadar saçma sapan birşey düşünemiyorum. Tahtalıköyden kendimi ruhen getiremedikten sonra, bedenimin o kadar macera yaşamasına, insanları tekrar tekrar üzmesine, maddi ve lojistik dertler açmasına ne gerek var, bu biiiir. Dahi Da Vinci'mizin dediği gibi; dolu dolu süren bir yaşamdan sonra gelen ölüm, uzun bir çalışma gününün ardından gerek uykuya benzer. Seyahat ederken öğrendiklerim ve tecrübe ettiklerim, yaşamımın diğer tüm anlarında bana öğretilenlerden çok daha kalıcı ve değerli oldu her zaman, o nedenle seyahat ederken gelen ölümün güzel bir ölüm olduğunu düşünüyorum. Hatta uçak kazaları, ortada ceset meset bırakmaması, mezar denen o betonarme yapının üzerime örtülmemesi ve doğa ile bütünleşme açısından bence en ideali.
İkincisi de, insan ölümüyle değil, yaşamıyla hatırlanmalı, o nedenle ölüm yıldönümlerini sevmem, mezar ziyaretlerini de. Gavurlar ne güzel kutlarlar yaşamı, sevdiklerinin cenazesinde yiyip içerek, güzel hatıraları anlatarak ve bolca gülerek.. Bizde biraz ağırdır ölüm zamanları, travması da daha uzun sürer bu nedenle. Oysa, asıl başarı, öleni güzel anılarıyla hatırlamak değil midir?
İnşallah totomuz sıkıntıya girmeden, sağlık ve afiyet içinde bir Afrika macerası yaşar ve 2 ay sonra geri döneriz diyerek ve bu kış bol olan ayva tatlısından bol bol yemenizi önererek (tatlıya bağlama gayreti içinde) izninizle çantamı hazırlamaya doğru koşuyorum.
Aç Ayı
Günlük dilimizde "Acıkmak ve Ayılar" arasında ilginç bir bağ var; birçok dildeki deyim ve atasözleri bu iki kelimeyi aynı anda, aynı ortamda kullanıyor. Örneğin bizdeki "aç ayı oynamaz", Germen kökenli dillerdeki "bearhunger" yani "ayı gibi aç" ilk aklıma gelenler.
Hani Amerika'da haberlerde sıkça görürüz; yazın sıcaklarından bunalan ayılar evlerin havuzlarına girer, uzun uzun keyifli bir şekilde yüzerler. Sağdan soldan yemek yerler. Hani herşeyi de yerler, doğrusu. Ayırdıkları yemek pek yoktur. Bu durum sabahın köründe aklıma şu vesileyle geldi; sabahları bir ayı kadar aç oluyorum, insan ırkının daha gözünü tam açamadığı saatlerde, buzdolabının kapısını çoktan açmış oluyorum. Sabahki açlığım en çok sevdiğim öğün olan kahvaltıdan sonra sona eriyor neyseki; öğlen hiçbir zaman, bazen geceleri bile hiç yemek gelmez aklıma. Ama şu an saat sabahın 7.30'u, kahvaltıya sözüm olduğu için 2-3 saat de beklemek zorundayım, haliyle aklıma sadece yemek ile ilgili yazılar geliyor.
Bursa'da saklı cennetler var, İnegöl yolunda, Kestel'i geçtiğinizde, Çimento Fabrikası yönüne doğru giderseniz Saitabat Köyü'ne ulaşıyorsunuz. Yazın şelalesi ve hafif esintisi ile cennet gibi bir yer (bknz. yandaki fotom). Köy kadınlarının kooperatifinde sinide getirilen Gürcü kahvaltısı parmak yalatan cinsten. Bir de, yine aynı bölgede Kazancı Köyü vardır. Bu köy Boşnak köyüdür. Pazar sabahları erkenden bisikletçilerin akınına uğrar bu güzel yol, o nedenle arabanızı virajlı yolda dikkatli kullanın. Muhtarın yerinde menemenli güzel bir kahvaltı yapılabilir. Sonuncusu da ananemin en sevdiği yer, Mudanya'daki Mütareke Evi'nin hemen yanındaki sarı evcik. Denizin hemen üstüne kurulan tahta sette oturularak, martılar eşliğinde lezzetli ve bol çeşitli bir kahvaltı yapılabilir.
Diğer kentlerde de bu tip saklı cennetlerim var ama her horoz kendi çöplüğünde öttüğü için, onları da o kentin sakinlerine bırakmak lazım. Bir de bu konularda biraz bencilim, kimse bilmesin duymasın gitmesin ve bu mekanlar hep aynı kalsın istiyorum.
Hani Amerika'da haberlerde sıkça görürüz; yazın sıcaklarından bunalan ayılar evlerin havuzlarına girer, uzun uzun keyifli bir şekilde yüzerler. Sağdan soldan yemek yerler. Hani herşeyi de yerler, doğrusu. Ayırdıkları yemek pek yoktur. Bu durum sabahın köründe aklıma şu vesileyle geldi; sabahları bir ayı kadar aç oluyorum, insan ırkının daha gözünü tam açamadığı saatlerde, buzdolabının kapısını çoktan açmış oluyorum. Sabahki açlığım en çok sevdiğim öğün olan kahvaltıdan sonra sona eriyor neyseki; öğlen hiçbir zaman, bazen geceleri bile hiç yemek gelmez aklıma. Ama şu an saat sabahın 7.30'u, kahvaltıya sözüm olduğu için 2-3 saat de beklemek zorundayım, haliyle aklıma sadece yemek ile ilgili yazılar geliyor.
Bursa'da saklı cennetler var, İnegöl yolunda, Kestel'i geçtiğinizde, Çimento Fabrikası yönüne doğru giderseniz Saitabat Köyü'ne ulaşıyorsunuz. Yazın şelalesi ve hafif esintisi ile cennet gibi bir yer (bknz. yandaki fotom). Köy kadınlarının kooperatifinde sinide getirilen Gürcü kahvaltısı parmak yalatan cinsten. Bir de, yine aynı bölgede Kazancı Köyü vardır. Bu köy Boşnak köyüdür. Pazar sabahları erkenden bisikletçilerin akınına uğrar bu güzel yol, o nedenle arabanızı virajlı yolda dikkatli kullanın. Muhtarın yerinde menemenli güzel bir kahvaltı yapılabilir. Sonuncusu da ananemin en sevdiği yer, Mudanya'daki Mütareke Evi'nin hemen yanındaki sarı evcik. Denizin hemen üstüne kurulan tahta sette oturularak, martılar eşliğinde lezzetli ve bol çeşitli bir kahvaltı yapılabilir.
Diğer kentlerde de bu tip saklı cennetlerim var ama her horoz kendi çöplüğünde öttüğü için, onları da o kentin sakinlerine bırakmak lazım. Bir de bu konularda biraz bencilim, kimse bilmesin duymasın gitmesin ve bu mekanlar hep aynı kalsın istiyorum.
30 Kasım 2010 Salı
Anti-kahraman
Kendimi bildim bileli sempatizanıyım bu tiplerin. Hani bir nevi topluma uyumsuz, ama kendi içinde sonsuz bir uyum içinde olan, burnunun dikine giderken etraftaki teyze-amca-mahallenin muhtarı kesiminin hayli yaygara kopartmasına neden olan, bunu yaparken de klasik kahramanlara inat kıs kıs gülen "sevimsiz karizmatik"ler bunlar..
Mesela, American History X sahnesinde elleri boynunun arkasında kavuşturulmuş, pis pis sırıtan bir Edward Norton, son Batman filminde Batman'in kendisinden çok daha "ağır abi" hali ve inanılmaz performansı ile Joker'i yeniden tanımlayan merhum Heath Ledger, "bu memlekette her hastaneye bi Dr. House lazım" diye düşündürten bir Hugh Laurie.. Bu sonuncusuna fazlasıyla zaafım ve hatta son bir senedir bağımlılığım var ;)
Seviyorum kardeşim bu adamları; kendileri olma cesaretine sahipler. Bu çok güç, çünkü bu adamlar özgün, nevi şahsına münhasır.. Ve özgün olmak, diğerleri açısından korkutucu olur çoğu zaman. Aslında insanları samimi olmak kadar şaşırtan (ve ne yazık ki korkutan) hiçbirşey yok, değil mi?
Mesela, American History X sahnesinde elleri boynunun arkasında kavuşturulmuş, pis pis sırıtan bir Edward Norton, son Batman filminde Batman'in kendisinden çok daha "ağır abi" hali ve inanılmaz performansı ile Joker'i yeniden tanımlayan merhum Heath Ledger, "bu memlekette her hastaneye bi Dr. House lazım" diye düşündürten bir Hugh Laurie.. Bu sonuncusuna fazlasıyla zaafım ve hatta son bir senedir bağımlılığım var ;)
Seviyorum kardeşim bu adamları; kendileri olma cesaretine sahipler. Bu çok güç, çünkü bu adamlar özgün, nevi şahsına münhasır.. Ve özgün olmak, diğerleri açısından korkutucu olur çoğu zaman. Aslında insanları samimi olmak kadar şaşırtan (ve ne yazık ki korkutan) hiçbirşey yok, değil mi?
9 Kasım 2010 Salı
Frankenstein'dan hallice
Afrika hazırlıkları tam gaz! Araştırmalar bitti sayılır, rota belirlendi, eksikler tamamlanıyor, biletler alındı, sağlık (diş kontrolü, ilaç tedariği ve aşılar) elden geçiriliyor. Bir koşuşturma, bir cümbüş..
Bu vesileyle bu sabah kargalarla kalkıp Sahil Sağlık Denetleme Merkezi'nde aşılarımı olmaya Gemlik'e gittim. Önceden randevu alınıyor, çok tatlı bir doktor "abla" var içerde, hem öğüt veriyor, hem aşıları yapıyor. Bir de süslü püslü sarı bir aşı defteri veriyor. Tek sorun, iki kola iki iğne yiyorsun, bir tanecik bile şeker vermiyor..
Gemlik'e gitmeyeli uzun zaman olmuştu, bir de sahilde oturup çay içeyim dedim. O güzel liman kenti 5'er katlı binalarla basık, çirkin bir hal almış. Çay acı, gözleme ise yağlıydı. Kalktım, döndüm Bursa'ya. Sapasağlamım, bir acı, ağrı yok, hafiften merak ediyorum acaba yapmadılar mı bunlar aşıyı diye.. 2 saat geçti, bir ağrı, bir şişlik.. Önce sağ kol, yarım saat arkasından sol kol, bunlara eklenen kafa ve boyun ağrısı. Biraz ateşim de çıktı sanırım. Midem de hop hop..
Kısacası kafada dikiş, kollar delik deşik, içerde sarı humma mikropları tifo ile "hattı müdafa mı sattı müdafa mı", "çanakkale geçilir mi geçilmez mi" türünde sohbetlere dalmış halde.. Olduk Frankenstein'dan hallice.. Bir yandan da durup düşünüyorum, biraz daha hastalık-hastane-sağlık konulu yazılar yazarsam, bu blog 80lik ninenin gönül defteri türünde birşeye dönecek. Bu yazımın son sağlık yazısı olduğunu umar, sevgiler sunarım..
Hamiş; Afrika'nın doğusu ve güneyi için gerekli aşılar: Tifo, Hepatit A/B, Sarı Humma, ve Meningokoksit Menenjit. Hayvancıklarla ve insancıklarla fazla haşır neşir olup sosyal çalışmalarda yer alacaksanız, buna ek olarak difteri, tetanoz, polio ve kuduz aşıları da gerekiyor. Ayrıca sıtma öldürücü düzeyde tehlikeli sayıldığı için günde bir kinin tableti içiyorsunuz (piyasadaki en iyi ve oldukça pahalı ilaç Malarone fakat Türkiye'de bulunmuyor, yurtdışından alınabilir. Alternatifi ise oldukça ucuz, yan etkisi biraz daha fazla (güneş lekeleri) ve döndükten 1 ay sonraya dek kullanmanız gereken ilaç Doksisiklin).
Aşılanma ve bilgi için: www.asidanisma.com / 0800 211 33 31
Bu vesileyle bu sabah kargalarla kalkıp Sahil Sağlık Denetleme Merkezi'nde aşılarımı olmaya Gemlik'e gittim. Önceden randevu alınıyor, çok tatlı bir doktor "abla" var içerde, hem öğüt veriyor, hem aşıları yapıyor. Bir de süslü püslü sarı bir aşı defteri veriyor. Tek sorun, iki kola iki iğne yiyorsun, bir tanecik bile şeker vermiyor..
Gemlik'e gitmeyeli uzun zaman olmuştu, bir de sahilde oturup çay içeyim dedim. O güzel liman kenti 5'er katlı binalarla basık, çirkin bir hal almış. Çay acı, gözleme ise yağlıydı. Kalktım, döndüm Bursa'ya. Sapasağlamım, bir acı, ağrı yok, hafiften merak ediyorum acaba yapmadılar mı bunlar aşıyı diye.. 2 saat geçti, bir ağrı, bir şişlik.. Önce sağ kol, yarım saat arkasından sol kol, bunlara eklenen kafa ve boyun ağrısı. Biraz ateşim de çıktı sanırım. Midem de hop hop..
Kısacası kafada dikiş, kollar delik deşik, içerde sarı humma mikropları tifo ile "hattı müdafa mı sattı müdafa mı", "çanakkale geçilir mi geçilmez mi" türünde sohbetlere dalmış halde.. Olduk Frankenstein'dan hallice.. Bir yandan da durup düşünüyorum, biraz daha hastalık-hastane-sağlık konulu yazılar yazarsam, bu blog 80lik ninenin gönül defteri türünde birşeye dönecek. Bu yazımın son sağlık yazısı olduğunu umar, sevgiler sunarım..
Hamiş; Afrika'nın doğusu ve güneyi için gerekli aşılar: Tifo, Hepatit A/B, Sarı Humma, ve Meningokoksit Menenjit. Hayvancıklarla ve insancıklarla fazla haşır neşir olup sosyal çalışmalarda yer alacaksanız, buna ek olarak difteri, tetanoz, polio ve kuduz aşıları da gerekiyor. Ayrıca sıtma öldürücü düzeyde tehlikeli sayıldığı için günde bir kinin tableti içiyorsunuz (piyasadaki en iyi ve oldukça pahalı ilaç Malarone fakat Türkiye'de bulunmuyor, yurtdışından alınabilir. Alternatifi ise oldukça ucuz, yan etkisi biraz daha fazla (güneş lekeleri) ve döndükten 1 ay sonraya dek kullanmanız gereken ilaç Doksisiklin).
Aşılanma ve bilgi için: www.asidanisma.com / 0800 211 33 31
8 Kasım 2010 Pazartesi
Zihin Kuramı ve Sufizm
Okuyup duruyorum, şaşırıp duruyorum; Zihin Kuramı ile Sufizmin ne kadar çok ortak noktası var! Bu noktalar nedense biz sosyal bilimcilerce ne kadar az çalışılıyor.. Ufak da olsa bir yazıyı hak ediyor diye düşündüm.
Sufizm; insanın kendi içindeki sevgiyi keşfetmesinden yola çıkarak önce diğer insanları anlayıp, sevmesini ve bunun sonucunda tanrıya ulaşmasını öngören bir inanç anlayışıdır. Diğer insanları, kendimizden farkları ve benzerlikleri ile bir bütün olarak kabul etmemizi, bağışlayıcı olmamızı ve bu yolla tanrının sevgisine layık görüleceğimizi söyler.
Zihin kuramı; insanın çocukluktan erişkinliğe gelişme evrelerinde adım adım kendi duygu ve düşüncelerini kavrayacağını, bunları "diğerleri"ninkiilerle ile karşılaştırıp fark ve benzerlikleri saptayacağını ve sonrasında diğerlerini kendi ile bir bütün olarak kabul edebileceğini söyler. Zihin kuramına göre; diğerlerinin yerine kendini koyabilme yetisi, diğerlerini anlamada en önemli adımdır ve ergenliğin son evrelerinde (üniversite yıllarında) görülür. Bu şekilde; farklı kültürlere, farklı fikirlere ve davranış alışkanlıklarına müsamaha gösterebilme ve kabullenebilme mümkündür.
Sufizmdeki "gel, kim olursan ol, gel" anlayışı, zihin kuramının bu son evresindeki kabullenme ile ilişkilidir ve her insanoğlunun erişemeyeceği bir evre olarak kabul edilir. Sufiler; toplumun entellektüel, kabul edici, empati becerileri gelişmiş kimseleridir, karşılarına çıkan her yeni şeyi kendi zihinlerince tartar, tanrının yolunda eritir ve olanı olduğu gibi, kendilerine geldiği gibi kabul eder (ki bu bazen bir somun ekmek, bir kuru yataktır). Hem Sufilere hem de Zihin kuramına göre, kişi ilk aşamada sadece kendi iyiliği için kabul ettiği fikir ve davranış biçimlerini, daha ileri aşamada tüm insanlığın iyiliğini düşünerek gerçekleştirir. Bunun aksinin "ne sen varsın, ne de ben!" olduğunu her sufi ve zihin kuramcısı bilir.
Konu derin bir deniz, çok da ilginç. Ayrıntılı ek bilgi için; Premack ve Woodruff'ın makalelerini, genel olarak medial prefrontal cortex ve amygdala üzerine çalışmaları, Demetriou, Mouyi ve Spanoudis'in incelemelerini okuyabilirsiniz.
Sufizm; insanın kendi içindeki sevgiyi keşfetmesinden yola çıkarak önce diğer insanları anlayıp, sevmesini ve bunun sonucunda tanrıya ulaşmasını öngören bir inanç anlayışıdır. Diğer insanları, kendimizden farkları ve benzerlikleri ile bir bütün olarak kabul etmemizi, bağışlayıcı olmamızı ve bu yolla tanrının sevgisine layık görüleceğimizi söyler.
Zihin kuramı; insanın çocukluktan erişkinliğe gelişme evrelerinde adım adım kendi duygu ve düşüncelerini kavrayacağını, bunları "diğerleri"ninkiilerle ile karşılaştırıp fark ve benzerlikleri saptayacağını ve sonrasında diğerlerini kendi ile bir bütün olarak kabul edebileceğini söyler. Zihin kuramına göre; diğerlerinin yerine kendini koyabilme yetisi, diğerlerini anlamada en önemli adımdır ve ergenliğin son evrelerinde (üniversite yıllarında) görülür. Bu şekilde; farklı kültürlere, farklı fikirlere ve davranış alışkanlıklarına müsamaha gösterebilme ve kabullenebilme mümkündür.
Sufizmdeki "gel, kim olursan ol, gel" anlayışı, zihin kuramının bu son evresindeki kabullenme ile ilişkilidir ve her insanoğlunun erişemeyeceği bir evre olarak kabul edilir. Sufiler; toplumun entellektüel, kabul edici, empati becerileri gelişmiş kimseleridir, karşılarına çıkan her yeni şeyi kendi zihinlerince tartar, tanrının yolunda eritir ve olanı olduğu gibi, kendilerine geldiği gibi kabul eder (ki bu bazen bir somun ekmek, bir kuru yataktır). Hem Sufilere hem de Zihin kuramına göre, kişi ilk aşamada sadece kendi iyiliği için kabul ettiği fikir ve davranış biçimlerini, daha ileri aşamada tüm insanlığın iyiliğini düşünerek gerçekleştirir. Bunun aksinin "ne sen varsın, ne de ben!" olduğunu her sufi ve zihin kuramcısı bilir.
Konu derin bir deniz, çok da ilginç. Ayrıntılı ek bilgi için; Premack ve Woodruff'ın makalelerini, genel olarak medial prefrontal cortex ve amygdala üzerine çalışmaları, Demetriou, Mouyi ve Spanoudis'in incelemelerini okuyabilirsiniz.
5 Kasım 2010 Cuma
Çocuk Toplum
Toplumların yaşı sosyal yaşam alışkanlıklarına bakılarak saptanırsa, bizimkisi ancak ilk çocukluk dönemine denk gelir diye düşünüyorum.
Diyelim ki metro bekleniyor; yazılı ve sözlü uyarılara rağmen insanlar itiş kakış, bazısı inmeye çalışıyor, bazısı binmeye çalışıyor. Kendini içeri atanlar aynen bir anaokulundaki davranışları sergiliyor. Koca koca insanlar "koltuk kapmaca" oyununu oynuyor! İşin tuhafı, koltuk kapmacada bu kadar aktif olan kişilerin koltuğa oturur oturmaz kollarını bağlayıp gözlerini kısarak anında kopkoyu bir "uyku hali"ne geçmeleri.. Aynen oyun oynarken birden uyuyakalan çocuk davranışı! Dahası; bir kavga gürültü, bağırarak konuşmalar, itişip kakışmalar.. Heryerde bir "önce ben, önce ben!" hali.
Memleketten anaokulu manzaraları.. Bu "hep bana, en önce bana, en iyisi bana" yaklaşımı bize öyle bir aşılanıyor ki; bencil, kimseyi düşünmeyen, kendi refahı için her türlü şerefsizliği yapabilen bir toplum haline geldik. Nasıl önüne geçebiliriz? Anaokulu çocuklarının kötü davranışlarının önüne nasıl geçiyorsak öyle.. Sosyal ayıplama, istenmeyen davranışın sona erdirilmesine yönelik cezalar, istenen davranışın sözel ödüllerle pekiştirilmesi.. Ödül ve ceza, çocuk-toplumumuzun eğitilebilmesi için tek çare gibi duruyor!
Diyelim ki metro bekleniyor; yazılı ve sözlü uyarılara rağmen insanlar itiş kakış, bazısı inmeye çalışıyor, bazısı binmeye çalışıyor. Kendini içeri atanlar aynen bir anaokulundaki davranışları sergiliyor. Koca koca insanlar "koltuk kapmaca" oyununu oynuyor! İşin tuhafı, koltuk kapmacada bu kadar aktif olan kişilerin koltuğa oturur oturmaz kollarını bağlayıp gözlerini kısarak anında kopkoyu bir "uyku hali"ne geçmeleri.. Aynen oyun oynarken birden uyuyakalan çocuk davranışı! Dahası; bir kavga gürültü, bağırarak konuşmalar, itişip kakışmalar.. Heryerde bir "önce ben, önce ben!" hali.
Memleketten anaokulu manzaraları.. Bu "hep bana, en önce bana, en iyisi bana" yaklaşımı bize öyle bir aşılanıyor ki; bencil, kimseyi düşünmeyen, kendi refahı için her türlü şerefsizliği yapabilen bir toplum haline geldik. Nasıl önüne geçebiliriz? Anaokulu çocuklarının kötü davranışlarının önüne nasıl geçiyorsak öyle.. Sosyal ayıplama, istenmeyen davranışın sona erdirilmesine yönelik cezalar, istenen davranışın sözel ödüllerle pekiştirilmesi.. Ödül ve ceza, çocuk-toplumumuzun eğitilebilmesi için tek çare gibi duruyor!
4 Kasım 2010 Perşembe
Çocukluğun müzesi
Avustralya'daki evi kapattık, maceralar denizi bizi bekliyor. Bir uyum ve adaptasyon süreci var tabii öncesinde, Türkiye ve Almanya'daki ana-baba ocağında "misafir"iz bu sürede.. Geçen haftanın tamamını Almanya'da "mama-ocağı"nda geçirdik. Alabildiğine şımartıldık; yatağa kahvaltılar, organik çilek reçelleri, elma seviyorum diye 5 çeşit elma.. Yine de, kazık kadar "Mr. & Mrs." olunca, eve dönmek biraz garip kaçıyor.
Kocaman-kocamın çocukluk odasına yerleştik; tam bir "erkek-çocuk" odası, benim için müze gibi bir dünya! Etrafa serpiştirilmiş ve hatta tavandan sarkan Lego'dan uzay gemileri, Lego'dan titanik, Lego'dan binlerce mimari yaratık.. Ha bir de kitaplık dolusu çocukluk kitapları; bir sürü bilimkurgu roman arasında küçük prens'in almancası (favorim!), birkaç kumandalı araba, bir kamyon ve bir at?!? Sonra ergenlikten izler; çizim defterleri, genç tasarım ödülleri, lise yıllığı.. Sonra üniversite yıllarının paylaşılan öğrenci evlerinden mama-evine getirilip dolaplara tıkılmış seyahat kitapları, haritalar, bir sürü elektronik ıvır zıvır, boş bir tekila şişesi.. Bir de yakın tarihe ait, son 7 senede değiştirdiğimiz mektuplar, 20 küsür ülkeye ait ufak turistik hatırlatmalar (en tuhafı da iran'dan alınmış ve üzerinde patates resimleri bulunan bir nevi organik şekerleme - içi yenmiş, dışı duruyor) ve odanın yarısından fazlasını kapsayan bilgisayar sistemleri ve aparatları. En komiği de, odada "yaşayan tarih" misali 80lere ait bir Beta Video, 90'lara ait bir VHS video ve 2000'lere ait bir DVDplayer'ın üst üste duruyor olması. Tam bir zamanda yolculuk hissi! Çok keyifli!
Türkiye'ye dönünce, aynı deneyimin bir başka (pembe) versiyonunu yaşayacağız. Benim çocukluk odamda da birsürü peluş hayvancık, tavandan tabana kitaplar (küçük prens'in türkçesi dahil), seyahat dergileri ve haritalar, yazın notları ve defterlerim, olmazsa olmaz lise yıllığı.. Üniversite yıllarından birsürü nörpsikoloji, terapi ve istatistik kitabı, boş bir şarap şişesi.. Tabii ki mektuplar, şekerlemeler.. Teknolojiye dair bir iki detay ama kız-odası detaylarıyla bezenmiş: kesinlikle uzaktan kumanda yok! Bunun dışında, ürkütücü bir benzerlik!
Bir süre aile yanına dönmek çok acaip; evin var ama evsizsin yine de.. Yani bolca şımartılıyorsun, önüne gurme anne mutfağı seriliyor, odan sıcacık, battaniyen yumuşacık, anne evinin sabunsu kokusu her daim burnunda ama.. Yine de bir yabancısın. Eve adımını attığın anda, sanki ayrıldığın 18 yaşına geri dönüyorsun. Herkes için tuhaf bir durum.. 3 hafta bu şekildeyiz..
Ananemin dediği gibi, herkes kendi evinde rahat etsin!
1 Kasım 2010 Pazartesi
Mal varlığı denen yanılgı
Geçen hafta, Avustralya'dan tüm eşyalarımı ve belgelerimi alan iki bavulla ayrıldım. Hayattaki tüm varlığım; kıtalar arası yolculuk yapan, yeni bir yaşam kurmamı sağlayan, psikolojik olarak bağlandığım ve gerekli saydığım tüm mal ve maneviyat varlığım iki bavula sığdı..
İşin daha tuhaf yanı, "gerçekten" önemli olan eşyalarım - fotoğraf makinam, 17 senelik günlüğüm, çocukluğumdan beri yanımdan ayırmadığım teddy-dog Herby'm, diplomalarım, bilgisayarım, cüzdanım, pasaportum, telefonum ve mp3-çalarım - ufak sırt çantama sığdı ve benimle birlikte kabinde seyahat etti..
Ünlü zenginlerimizden birine ait güzel bir hikaye vardır; zenginimiz hasta yatağında oğluna der ki: "beni mutlaka ayağımdaki çorabımla gömün, ne yapın edin, bu benim için çok önemli, o çorap ayağımda olsun!" Zenginimiz ölür, oğlu cenaze hazırlıklarında imama bu dileği iletir, imam der ki "mümkün değil, dinimizde çorapla gömülmek yoktur". Oğul yalvarır yakarır, herşeyi dener, kabul ettiremez. Zenginimiz çorapsız gömülür. Cenazeden sonra vasiyet açılır, bir mektup çıkar oğula, yazar ki "gördün mü oğul, bir çorabı bile götüremedim mezara, nerde kaldı mal mülk.. ona göre yaşa, bir çorabı bile götüremeyeceğini bilerek.."
Güzel bir hikayedir, iki bavulla gelirken bunu düşündüm. Öte tarafa bir çöp bile götüremiyoruz ama bu tarafta da aslında önemli saydığımız mal-mülk dediğimiz, eninde sonunda bir sırt çantasını doldurmayan şeyler demek ki.. Tuhaf değil mi?
İşin daha tuhaf yanı, "gerçekten" önemli olan eşyalarım - fotoğraf makinam, 17 senelik günlüğüm, çocukluğumdan beri yanımdan ayırmadığım teddy-dog Herby'm, diplomalarım, bilgisayarım, cüzdanım, pasaportum, telefonum ve mp3-çalarım - ufak sırt çantama sığdı ve benimle birlikte kabinde seyahat etti..
Ünlü zenginlerimizden birine ait güzel bir hikaye vardır; zenginimiz hasta yatağında oğluna der ki: "beni mutlaka ayağımdaki çorabımla gömün, ne yapın edin, bu benim için çok önemli, o çorap ayağımda olsun!" Zenginimiz ölür, oğlu cenaze hazırlıklarında imama bu dileği iletir, imam der ki "mümkün değil, dinimizde çorapla gömülmek yoktur". Oğul yalvarır yakarır, herşeyi dener, kabul ettiremez. Zenginimiz çorapsız gömülür. Cenazeden sonra vasiyet açılır, bir mektup çıkar oğula, yazar ki "gördün mü oğul, bir çorabı bile götüremedim mezara, nerde kaldı mal mülk.. ona göre yaşa, bir çorabı bile götüremeyeceğini bilerek.."
Güzel bir hikayedir, iki bavulla gelirken bunu düşündüm. Öte tarafa bir çöp bile götüremiyoruz ama bu tarafta da aslında önemli saydığımız mal-mülk dediğimiz, eninde sonunda bir sırt çantasını doldurmayan şeyler demek ki.. Tuhaf değil mi?
29 Ekim 2010 Cuma
Batı Avustralya 4: Kuzeybatı
Kuzeybatı Avustralya'ya gidecekseniz, rahat bir araba ya da camper van kiralamalı ya da re-location türü bir araç bulmalı ve mesafeleri hafife almamalısınız. Kanguruların yarattığı tehlike nedeniyle güneş battıktan sonra araba kullanamayacağınız için rotanızı, güvenliğiniz için kamp alanınızı ve akıl sağlığınız için yolda bazen saatlerce hiçbir araca ve insana rastlamayacağınızı hesaplamalısınız. Kuzeybatı vahşi ve kuzeye çıktıkça tropikleşen bir bölge. Flora ve faunası kendine özgü, bahar aylarında (özellikle eylül-ekim arası) vahşi çiçeklerin açmasıyla büyüleyici, yaz mevsiminde arabada beyninizin haşlanmasına neden olacak kadar sıcak.. Önereceğim rotayı takip edecekseniz en az 7-10 günlük bir zamana ihtiyacınız olacak.
Kuzey batı resmi anlamda Geraldton'da başlıyor, bu kasabanın güneyine günübirlik gelebilirsiniz. Geraldton sakin bir balıkçı kasabası, etkileyici katedrali ve klasik 19.yy binaları enfes. Daimi rüzgarı tüm sakinlerinin birer uçutma sahibi olmasına ve sahili rengarenk uçurtmalarla süslemesine neden oluyor. Keyifli bir görüntü. Şehirden biraz uzakta Rock Of Ages isminde muhteşem bir pansiyon var, ve bu pansiyonun çiçeklerle kaplı bir bahçesi, 19.yy mimarisi ve bir anane zevli ile çiçekli çiçekli döşenmiş rahat odaları ve sabah sizi uyandıran taze kahve kokusu ve leziz kahvaltısı var.
Kahvaltı sonrası Kalbarri milli parkına doğru yola çıkar ve içerdiği planktonların güneşte aldığı renk nedeniyle pembe göl olarak anılan göle biraz zaman ayırırsınız. Port Gregory yüzme durağı ve piknik için iyi bir seçim. Kalbarri'de kıpkırmızı kayalar arasından geçen Murchison nehrinın kıvrımları büyüleyici. Güneş tepede kızgın haldeyken, her biri 1-2km'lik yürüyüşler ile The Loop, Nature's Window, Z-Bend, Hawk's Head ve Natural Bridge mutlaka görülmeli. Kızıl kayalar arasında gerçekten marstaymış gibi bir hisse kapılıyor insan ve gün boyu o kaya bu kaya geziyorsunuz. Akşam gün batımının dehşet güzelliğine takılmamak mümkün değil ama güvenlik herşeyden önce geliyor ve milli park sınırlarında gece konaklamak yasak. Kanguruların çok sevdiği bu bölgeyi hava kararmadan geçmeli ve onlarca at çiftliğinden birinde konaklamalısınız. Bu çiftliklerin düzenlediği dolunay turları oldukça keyifli oluyor ve çiftliğin ultra-sakin atlarına binmek 30-40dk içinde kolayca öğrenilebilecek bir beceri.
Kalbarri'de yapılacak çok şey var ve kendinizi Crocodile Dundy gibi hissediyorsunuz. Doğa ile içiçe, ister at çiftliğinde ister kampta konaklayın, sessizlik, huzur ve geceleri izlediğiniz milyarlarca yıldız içinize işliyor. Ayrılmak zor ama zaman kısıtlıysa yapacak birşey yok.
Ertesi gün daha da kuzeye, Shark Bay'e doğru yola düştüğünüzde, iklim tekrar değişir ve kırmızı kayalar yerini boş ve kıraç toprağa bırakır. Güneş daha fazla yakar ve çevredeki kumsallara girip çıktıkça, buz gibi denize özlem artar. Bölgedeki en etkileyici kumsal şüphesiz Shell Beach. Adından da anlaşılacağı gibi, milyarlarca deniz kabuğundan oluşuyor. İlk başta kum sanıyorsunuz, yaklaşınca büyüleniyor ve üzerinde yürümeye kıyamıyorsunuz. Neden bilinmez, kabuklu deniz canlıları bu kumsalı kendilerine sonsuz dinlenme mekanı belirlemişler. Aslında ekolojik dengeyi korumak için kabukları cebe atmak yasak, ama atmayan da yok, ben de dahil. Muhteşem bir bölge!
Buradan da ayrılıp Avustralya'nın resmi olarak en batısındaki kent olan Durham'a geçiyorsunuz. François Peron Milli Parkı ve Monkey Mia bu bölgenin gözdeleri. Monkey Mia, her sabah kahvaltıya gelen yunusları ile ünlü ve Monkey Mia Dolphin Resort bu bölgede konaklayabileceğiniz bir eko-otel, ayrıca araştırma merkezi ve gönüllü çalışmalara açık. Sabah erkenden diğer turistlerle okyanusta tek sıra halinde dizinize kadar suya giriyor ve yunusların gelmesini ve size dokunup uzattığınız sardalyaları afiyetle midelerine indirmelerini gözlemleyebiliyorsunuz. Sevimli..
Daha kuzeye geçecekseniz, yine bir iklim değişimine hazır olun, artık resmen tropik iklimdesiniz. Avustralya'nın mercan sahili diye anılan bu bölge turkuaz sular ve benbeyaz sahiller demek. Ningaloo Marine Park içindeki Turquoise Bay cennetten bir köşe. Deniz kaplumbağalarını görmek için biraz burnun ucuna, Jurabi'ye geçmeniz yeterli. Bölgenin iç tarafında yer alan Karijini milli parkı dört nehrin birleştiği, muhteşem bir manzaraya sahip. Artık doğuya kıvrılıyorsunuz ve Broom'a dek saatlerce tek bir araba görmeden yol alıyorsunuz. Bol su, bol petrol ve çelik gibi sinirler..
Kimberley, Avustralya'nın kuzeyi, nevi şahsına münhasır bir bölge. Hayvanı, iklimi, yatay akan şelaleleri ve muhteşem kamp alanları var. Kumsallar bembeyaz, deniz turkuaz ve 5 yıldızlı otelleri ile oldukça revaçta. Biz bu bölgeye kadar uzanamadık ama seyahat programlarından izlediğim kadarıyla muhteşem. 10 günden fazla zamanınız varsa, mutlaka geçmelisiniz.
Dönüşte aynı yoldan geri direksiyon sallamak yerine, daha önceden bahsettiğim relocation araçlardan kiraladıysanız, Broom'da aracı teslim edebilir, otelin birinde birkaç gün kendinizi şımarttıktan sonra uçağa atlayıp 3 saatte Perth'e geri dönebilirsiniz. Evet, 3 saat uçakla! Yani Hollanda'dan Türkiye'ye gitme mesafesinde. Dediğim gibi, konu Avustralya olduğunda mesafeleri hafife almamalısınız. Haritada ufacık duran bir mesafe, genellikle saatler alıyor ve çoğu zaman 2000km'lik alanda hiçbir medeniyet emaresi bulunmuyor. Bu nedenle Batı Avustralya'da seyahatlerinizi çok ince planlamalı, güvenliği önplanda tutmalı ve ne yaptığınızı bilerek seyahat etmelisiniz. İyi eğlenceler :)
Ceren - Ekim 2010
Kuzey batı resmi anlamda Geraldton'da başlıyor, bu kasabanın güneyine günübirlik gelebilirsiniz. Geraldton sakin bir balıkçı kasabası, etkileyici katedrali ve klasik 19.yy binaları enfes. Daimi rüzgarı tüm sakinlerinin birer uçutma sahibi olmasına ve sahili rengarenk uçurtmalarla süslemesine neden oluyor. Keyifli bir görüntü. Şehirden biraz uzakta Rock Of Ages isminde muhteşem bir pansiyon var, ve bu pansiyonun çiçeklerle kaplı bir bahçesi, 19.yy mimarisi ve bir anane zevli ile çiçekli çiçekli döşenmiş rahat odaları ve sabah sizi uyandıran taze kahve kokusu ve leziz kahvaltısı var.
Kahvaltı sonrası Kalbarri milli parkına doğru yola çıkar ve içerdiği planktonların güneşte aldığı renk nedeniyle pembe göl olarak anılan göle biraz zaman ayırırsınız. Port Gregory yüzme durağı ve piknik için iyi bir seçim. Kalbarri'de kıpkırmızı kayalar arasından geçen Murchison nehrinın kıvrımları büyüleyici. Güneş tepede kızgın haldeyken, her biri 1-2km'lik yürüyüşler ile The Loop, Nature's Window, Z-Bend, Hawk's Head ve Natural Bridge mutlaka görülmeli. Kızıl kayalar arasında gerçekten marstaymış gibi bir hisse kapılıyor insan ve gün boyu o kaya bu kaya geziyorsunuz. Akşam gün batımının dehşet güzelliğine takılmamak mümkün değil ama güvenlik herşeyden önce geliyor ve milli park sınırlarında gece konaklamak yasak. Kanguruların çok sevdiği bu bölgeyi hava kararmadan geçmeli ve onlarca at çiftliğinden birinde konaklamalısınız. Bu çiftliklerin düzenlediği dolunay turları oldukça keyifli oluyor ve çiftliğin ultra-sakin atlarına binmek 30-40dk içinde kolayca öğrenilebilecek bir beceri.
Kalbarri'de yapılacak çok şey var ve kendinizi Crocodile Dundy gibi hissediyorsunuz. Doğa ile içiçe, ister at çiftliğinde ister kampta konaklayın, sessizlik, huzur ve geceleri izlediğiniz milyarlarca yıldız içinize işliyor. Ayrılmak zor ama zaman kısıtlıysa yapacak birşey yok.
Ertesi gün daha da kuzeye, Shark Bay'e doğru yola düştüğünüzde, iklim tekrar değişir ve kırmızı kayalar yerini boş ve kıraç toprağa bırakır. Güneş daha fazla yakar ve çevredeki kumsallara girip çıktıkça, buz gibi denize özlem artar. Bölgedeki en etkileyici kumsal şüphesiz Shell Beach. Adından da anlaşılacağı gibi, milyarlarca deniz kabuğundan oluşuyor. İlk başta kum sanıyorsunuz, yaklaşınca büyüleniyor ve üzerinde yürümeye kıyamıyorsunuz. Neden bilinmez, kabuklu deniz canlıları bu kumsalı kendilerine sonsuz dinlenme mekanı belirlemişler. Aslında ekolojik dengeyi korumak için kabukları cebe atmak yasak, ama atmayan da yok, ben de dahil. Muhteşem bir bölge!
Buradan da ayrılıp Avustralya'nın resmi olarak en batısındaki kent olan Durham'a geçiyorsunuz. François Peron Milli Parkı ve Monkey Mia bu bölgenin gözdeleri. Monkey Mia, her sabah kahvaltıya gelen yunusları ile ünlü ve Monkey Mia Dolphin Resort bu bölgede konaklayabileceğiniz bir eko-otel, ayrıca araştırma merkezi ve gönüllü çalışmalara açık. Sabah erkenden diğer turistlerle okyanusta tek sıra halinde dizinize kadar suya giriyor ve yunusların gelmesini ve size dokunup uzattığınız sardalyaları afiyetle midelerine indirmelerini gözlemleyebiliyorsunuz. Sevimli..
Daha kuzeye geçecekseniz, yine bir iklim değişimine hazır olun, artık resmen tropik iklimdesiniz. Avustralya'nın mercan sahili diye anılan bu bölge turkuaz sular ve benbeyaz sahiller demek. Ningaloo Marine Park içindeki Turquoise Bay cennetten bir köşe. Deniz kaplumbağalarını görmek için biraz burnun ucuna, Jurabi'ye geçmeniz yeterli. Bölgenin iç tarafında yer alan Karijini milli parkı dört nehrin birleştiği, muhteşem bir manzaraya sahip. Artık doğuya kıvrılıyorsunuz ve Broom'a dek saatlerce tek bir araba görmeden yol alıyorsunuz. Bol su, bol petrol ve çelik gibi sinirler..
Kimberley, Avustralya'nın kuzeyi, nevi şahsına münhasır bir bölge. Hayvanı, iklimi, yatay akan şelaleleri ve muhteşem kamp alanları var. Kumsallar bembeyaz, deniz turkuaz ve 5 yıldızlı otelleri ile oldukça revaçta. Biz bu bölgeye kadar uzanamadık ama seyahat programlarından izlediğim kadarıyla muhteşem. 10 günden fazla zamanınız varsa, mutlaka geçmelisiniz.
Dönüşte aynı yoldan geri direksiyon sallamak yerine, daha önceden bahsettiğim relocation araçlardan kiraladıysanız, Broom'da aracı teslim edebilir, otelin birinde birkaç gün kendinizi şımarttıktan sonra uçağa atlayıp 3 saatte Perth'e geri dönebilirsiniz. Evet, 3 saat uçakla! Yani Hollanda'dan Türkiye'ye gitme mesafesinde. Dediğim gibi, konu Avustralya olduğunda mesafeleri hafife almamalısınız. Haritada ufacık duran bir mesafe, genellikle saatler alıyor ve çoğu zaman 2000km'lik alanda hiçbir medeniyet emaresi bulunmuyor. Bu nedenle Batı Avustralya'da seyahatlerinizi çok ince planlamalı, güvenliği önplanda tutmalı ve ne yaptığınızı bilerek seyahat etmelisiniz. İyi eğlenceler :)
Ceren - Ekim 2010
27 Ekim 2010 Çarşamba
Batı Avustralya 3: Avon Vadisi ve yakın kuzey
Perth'e ilk geldiğimizde, şehrin doğusunda bir nevi medeniyetin sınırını belirleyen tepelerin gerisinde ne var diye merak etmiştik. Perth tepeleri diye bilinen arazinin gerisinde olan, klasik kovboy filmlerinden fırlamış gibi duran, akşam saat 2'den sonra yemek bulamayacağınız, 4'ten sonra ise hayalet kasabaya dönen kıraç kasabalar. Onun ötesi ise kırmızı-bakır rengi bir toprak. Taaaa Orta Avustralya'daki Uluru Dağı'na dek.. Yine de günübirlik pazar gezmeleri için ideal bu kasabalar. Ayrıca bu günübirlik macerayı Perth tepelerindeki efsanevi pizzacı'da (Little Ceasar - ama aynı isimdeki zincirle alakası olmayan bir ufak şaheser) akşam yemeği eşliğinde sonlandırmak da olmazsa olmaz!
Cumartesi sabahı, çadırınızı ve uyku tulumlarınızı alın ve Perth'ten 4-5 saat süren Wave Rock'a doğru yola düşün. Avon Vadisindeki ilk durağınız, tarihi 1831'e uzanan bir yerleşim alanı olan York. Günümüzde sadece pazar günleri Wave Rock'a giden turistlerin durak noktası olma özelliği nedeniyle canlanan, ölü bir kasaba. Hafif rüzgar olduğunda, önünüzden hoplayarak geçen yuvarlak toz ve çalılık ile kasabanın tek caddesi boyunca sıralanmış koloni mimarisinin en güzel örnekleri olan evleri yanılmaz şekilde kente kovboy film seti havası katıyor. Bu kentte 1-2 saat geçirip yola devam etmeli ve öğleden sonra güneşi ile Wave Rock'a varmalısınız. Sözkonusu "kaya"nın turist dergilerinden anlaşılmayan minyatür boyutu nedeniyle uğrayacağınız hayal kırıklığı büyük olsa da, güneş batışında kıpkırmızı topraklarda kamp yapmanın zevki paha biçilemez. Aslında, diğer yazımda bahsettiğim yoldan, güneyden dönüşte Kalgoorlie-Boulder üzerinden geliyorsanız, bu bölge yolun üzerinde olacağı için mantıklı bir durak olabilir.
Daha kuzeyde New Northern Highway üzerindeki New Norcia kasabası İspanyol mimarisinin güzel örneklerini ve Benedikt Kilisesi, mezarlığı ve limonlu paylarını deneyimlemek için, yarım günlük bir zaman zarfında ziyaret edilebilir. Ayrıca manastırın ağır havasında fenalık geçirmek için de ideal. İnanılmaz sıkıldığınız bir haftasonu, yapılacak başka hiçbirşey yoksa gitmenizi öneririm.
New Norcia'yı tamamen es geçip, bir yandaki paralel yolu (Brand Highway) kullanırsanız, çok daha keyifli bir gün geçirebilirsiniz. Kıvrım kıvrım ve muhteşem bir manzaraya sahip olan bu yol tam bir sürüş keyfi sunuyor. Çoğu zaman yol kenarına park edip bahar çiçeklerinin, yağmurun ya da otlaklardaki koyunların fotoğrafını çekeceğiniz için, birkaç saat ayırın bölgeye. Yol sizi önce Lancelin'e, oradan da Pinnacles Çölüne götürsün. Lancelin 4WD-severler için tanrının bir lütfu olarak çalılık alanda rüzgarın getirdiği deniz kumundan oluşan çöl-tepelerine ev sahipliği yapıyor. Motosiklet sürüşü ve kum sörfü için de ideal. Pinnacles ise Türkiye'deki Kapadokya'yı andıran, ama çok daha basit ve küçük bir korozyon bölgesi. Yeni yapılan Ocean Highway'den de ulaşılabiliyor. Biraz daha kuzeye çıktığınızda, uykulu bir balıkçı kasabası ve ideal bir sörf bölgesi olan Cervantes'e ulaşırsınız. Yüzmek için Jurien Bay'i tercih edebilirsiniz.
Perth'ten günübirlik gelebileceğiniz bu bölgeler kuzeyin tropik ve güneyin hırçın güzelleri kadar etkileyici değil, ama kolay ulaşımla bir haftasonu keşfini hak ediyor.
Cumartesi sabahı, çadırınızı ve uyku tulumlarınızı alın ve Perth'ten 4-5 saat süren Wave Rock'a doğru yola düşün. Avon Vadisindeki ilk durağınız, tarihi 1831'e uzanan bir yerleşim alanı olan York. Günümüzde sadece pazar günleri Wave Rock'a giden turistlerin durak noktası olma özelliği nedeniyle canlanan, ölü bir kasaba. Hafif rüzgar olduğunda, önünüzden hoplayarak geçen yuvarlak toz ve çalılık ile kasabanın tek caddesi boyunca sıralanmış koloni mimarisinin en güzel örnekleri olan evleri yanılmaz şekilde kente kovboy film seti havası katıyor. Bu kentte 1-2 saat geçirip yola devam etmeli ve öğleden sonra güneşi ile Wave Rock'a varmalısınız. Sözkonusu "kaya"nın turist dergilerinden anlaşılmayan minyatür boyutu nedeniyle uğrayacağınız hayal kırıklığı büyük olsa da, güneş batışında kıpkırmızı topraklarda kamp yapmanın zevki paha biçilemez. Aslında, diğer yazımda bahsettiğim yoldan, güneyden dönüşte Kalgoorlie-Boulder üzerinden geliyorsanız, bu bölge yolun üzerinde olacağı için mantıklı bir durak olabilir.
Daha kuzeyde New Northern Highway üzerindeki New Norcia kasabası İspanyol mimarisinin güzel örneklerini ve Benedikt Kilisesi, mezarlığı ve limonlu paylarını deneyimlemek için, yarım günlük bir zaman zarfında ziyaret edilebilir. Ayrıca manastırın ağır havasında fenalık geçirmek için de ideal. İnanılmaz sıkıldığınız bir haftasonu, yapılacak başka hiçbirşey yoksa gitmenizi öneririm.
New Norcia'yı tamamen es geçip, bir yandaki paralel yolu (Brand Highway) kullanırsanız, çok daha keyifli bir gün geçirebilirsiniz. Kıvrım kıvrım ve muhteşem bir manzaraya sahip olan bu yol tam bir sürüş keyfi sunuyor. Çoğu zaman yol kenarına park edip bahar çiçeklerinin, yağmurun ya da otlaklardaki koyunların fotoğrafını çekeceğiniz için, birkaç saat ayırın bölgeye. Yol sizi önce Lancelin'e, oradan da Pinnacles Çölüne götürsün. Lancelin 4WD-severler için tanrının bir lütfu olarak çalılık alanda rüzgarın getirdiği deniz kumundan oluşan çöl-tepelerine ev sahipliği yapıyor. Motosiklet sürüşü ve kum sörfü için de ideal. Pinnacles ise Türkiye'deki Kapadokya'yı andıran, ama çok daha basit ve küçük bir korozyon bölgesi. Yeni yapılan Ocean Highway'den de ulaşılabiliyor. Biraz daha kuzeye çıktığınızda, uykulu bir balıkçı kasabası ve ideal bir sörf bölgesi olan Cervantes'e ulaşırsınız. Yüzmek için Jurien Bay'i tercih edebilirsiniz.
Perth'ten günübirlik gelebileceğiniz bu bölgeler kuzeyin tropik ve güneyin hırçın güzelleri kadar etkileyici değil, ama kolay ulaşımla bir haftasonu keşfini hak ediyor.
25 Ekim 2010 Pazartesi
Batı Avustralya 2: Margeret River ve çevresi
Perth'ten bir araba ya da içi yataklı bir kamp minibüsü (camper van) kiralayarak birkaç gün için güneye inmelisiniz. Sabahın erken saatlerinde yola çıkarsanız, kahvaltı için Mandurah kasabasında durmalı ve nehir kenarında kocaman bir latte ile mantarlı omleti mideye indirmelisiniz. South western highway'i takip ederseniz, resmi olarak "hiçbiryer"in ortasında ormanlık alanda biraz dikkatli araba kullanıyorsanız "dünyanın merkezi kahve evi" de diğer bir opsiyon.
İlk olağanüstü durak ise Busselton Jetty. Burada kısa bir ayakları açma, sahile park edip güney yarımkürenin 2km'lik en uzun iskelesinde yürüyebilirsiniz. İskelenin gemilerden alınan yüklerin taşınması için ufak bir raylı sisteme sahip olduğunu ve bugün sadece ilk 100mt'sinin açık olduğunu belirteyim. İkinci durak Dunsborough'a yakın sörfçülerin durağı Eagle Bay ve hemen ardındaki muhteşem sahil Bunker Bay olmalı. Batı Avustralya'nın en batısındaki duraklardan biri olan Bunker Bay yüzmek, güneşlenmek, balık avlamak ve piknik için ideal. Hemen yakınlardaki Cape Naturaliste National Park sevimli bir deniz fenerine ev sahipliği yapıyor. Güneş battıktan sonra kangurular etrafta zıplamaya başladığı için kesinlikle araba kullanmamalısınız. Kanguruya çarpmak ve sadece ona değil, kendinize de zarar vermek an meselesi. Konaklama için uygun bir sahil seçebilir, doğa ile içiçe kamp yapabilir ve uyuyabilirsiniz. Biraz konforunuza düşkünseniz, dünyanın en en en güzel mini oteli Yallingup'ta Sienna Lodge'dur ve üzüm bağlarının ortasında, minik bir gölet ve 4 odalı bağ evinden oluşur. Dolunayda gece bahçede mutlaka gezinin, ufak sundurmada gökyüzünü ve milyonlarca yıldızı izleyin. Mutlaka yanınızda sevgiliniz olsun ve 3 saat önce size dünyanın en romantik kumsalında - ismi bize özel kalsın ;) - evlenme teklif etmiş olsun ve kalbiniz bum bum bum atıyor olsun. Sienna'nın şarapları - özellikle kırmızı - muhteşem, mutlaka birkaç şişe alın fakat sıcak araba yolculuğuna dayanmaz. Merak etmeyin, dünyanın bu yakası şarabın tadına varabileceğiniz binlerce kumsal ve doğal park alanıyla kaplıdır. Burada rahatlıkla birkaç gün geçirebilir ve çevredeki yüzlerce bağevinin şarabını tadabilir, doğada piknikler yapabilir ve Bunker Bay'e tekrar tekrar giderek yüzebilirsiniz. Balık avlamak lisans gerektirmekte ve lisanssız avlanma büyük cezalarla sonuçlanabilmekte.
Ertesi gün biraz daha güneye, mağaralar ve ulu ağaçlarla ünlü bölgeye inmelisiniz. Günlük milli park giriş kartı mecburi ve mağaralar arasında en etkileyicisi Lake cave ve Ngilgi cave'dir. Turistik kasaba Margaret River görülmese de kayıp sayılmaz ayrıca oldukça pahalıdır. Kamp ihtiyaçlarınız için Dunsborough daha hesaplıdır. Güneye indikçe flora ve faunanın değiştiğini fark edersiniz, Pemberton'da ağaçlar birden uzamakta, orman kararmakta, yollar sadece 4WD araçların gireceği toprak şeride dönüşmektedir. Toprak tek yönlü yollarda araba sürmenin keyfine varın, ormanda kaybolun. 60mt'lik Gloucester ağacını ve 68mt'lik Bicentennial ağacını bulun, yükseklik korkunuz yoksa mutlaka birine tırmanın ama asla ikisine birden zorlamayın, ertesi sabah kas tutulmasından yürüyemeyecek duruma gelirsiniz. Bölgede diğer görülmesi gerekenler Beedelup şelalesi ve harika bir sürüş keyfini garantileyen Great Forest Trees Drive ve Heartbreak Drive. Ayrıca Nannup'daki Blackwood ırmağında kano kiralayıp birkaç saat dolaşabilirsiniz, çok keyiflidir.
Bir sonraki gün daha da güneye inmeli ve Devler Vadisine gitmelisiniz. Dev ağaçların üzerinde kurulu köprülerde yürümek inanılmaz bir deneyim. Denmark'tan itibaren güney okyanusu kıyısından gideceğiniz için falezleri görüp hayran olma şansını yakalayacaksınız. Mutlaka Elephant Rock'a uğrayın. Bu bölge yazın bile serindir, yanınızda rüzgarlık olmalı. OFalezler ve hırçın dalgalara hayran kalarak takip ettiğiniz yolun sonunda Albany'ye varacaksınız. Albany, beyaz ırk için Batı Avustralya'nın en eski yerleşim kentidir (1826). Kentteki liman ve bir zamanlar serbestçe avlanan balinaların işlemden geçirildiği kesim merkezleri görülmeye değer. Ayrıca son derece sportif Avustralyalıların yürüdüğü 963km'lik Bibbilmun Yolu'nun da başlangıçı (ya da bakış açısına göre bitişi)dir. Filmlerde görüp beğendiğiniz kaslı seksi demir-adam Avustralyalıları arıyorsanız, buldunuz..
Albany'den doğuya Esperance'a devam etmek oldukça keyiflidir ve temmuz-eylül arasında Humpback Balinalarını görme şansınız neredeyse %100'dür. Esperance'dan Kalgoorlie-Boulder (ıssızlığın ortasında genelevi ile ünlü ve rüzgarda çalılık toplarının önünüzden geçtiği kovboy filmlerinden fırlamış bir kasaba) üzerinden Perth'e dönmek kızıl gezegende yapayalnız kilometrelerce araba kullanmak anlamına gelir ama tekrar ormana dönmek istemiyorsanız ilginç bir deneyimdir.
İlk olağanüstü durak ise Busselton Jetty. Burada kısa bir ayakları açma, sahile park edip güney yarımkürenin 2km'lik en uzun iskelesinde yürüyebilirsiniz. İskelenin gemilerden alınan yüklerin taşınması için ufak bir raylı sisteme sahip olduğunu ve bugün sadece ilk 100mt'sinin açık olduğunu belirteyim. İkinci durak Dunsborough'a yakın sörfçülerin durağı Eagle Bay ve hemen ardındaki muhteşem sahil Bunker Bay olmalı. Batı Avustralya'nın en batısındaki duraklardan biri olan Bunker Bay yüzmek, güneşlenmek, balık avlamak ve piknik için ideal. Hemen yakınlardaki Cape Naturaliste National Park sevimli bir deniz fenerine ev sahipliği yapıyor. Güneş battıktan sonra kangurular etrafta zıplamaya başladığı için kesinlikle araba kullanmamalısınız. Kanguruya çarpmak ve sadece ona değil, kendinize de zarar vermek an meselesi. Konaklama için uygun bir sahil seçebilir, doğa ile içiçe kamp yapabilir ve uyuyabilirsiniz. Biraz konforunuza düşkünseniz, dünyanın en en en güzel mini oteli Yallingup'ta Sienna Lodge'dur ve üzüm bağlarının ortasında, minik bir gölet ve 4 odalı bağ evinden oluşur. Dolunayda gece bahçede mutlaka gezinin, ufak sundurmada gökyüzünü ve milyonlarca yıldızı izleyin. Mutlaka yanınızda sevgiliniz olsun ve 3 saat önce size dünyanın en romantik kumsalında - ismi bize özel kalsın ;) - evlenme teklif etmiş olsun ve kalbiniz bum bum bum atıyor olsun. Sienna'nın şarapları - özellikle kırmızı - muhteşem, mutlaka birkaç şişe alın fakat sıcak araba yolculuğuna dayanmaz. Merak etmeyin, dünyanın bu yakası şarabın tadına varabileceğiniz binlerce kumsal ve doğal park alanıyla kaplıdır. Burada rahatlıkla birkaç gün geçirebilir ve çevredeki yüzlerce bağevinin şarabını tadabilir, doğada piknikler yapabilir ve Bunker Bay'e tekrar tekrar giderek yüzebilirsiniz. Balık avlamak lisans gerektirmekte ve lisanssız avlanma büyük cezalarla sonuçlanabilmekte.
Ertesi gün biraz daha güneye, mağaralar ve ulu ağaçlarla ünlü bölgeye inmelisiniz. Günlük milli park giriş kartı mecburi ve mağaralar arasında en etkileyicisi Lake cave ve Ngilgi cave'dir. Turistik kasaba Margaret River görülmese de kayıp sayılmaz ayrıca oldukça pahalıdır. Kamp ihtiyaçlarınız için Dunsborough daha hesaplıdır. Güneye indikçe flora ve faunanın değiştiğini fark edersiniz, Pemberton'da ağaçlar birden uzamakta, orman kararmakta, yollar sadece 4WD araçların gireceği toprak şeride dönüşmektedir. Toprak tek yönlü yollarda araba sürmenin keyfine varın, ormanda kaybolun. 60mt'lik Gloucester ağacını ve 68mt'lik Bicentennial ağacını bulun, yükseklik korkunuz yoksa mutlaka birine tırmanın ama asla ikisine birden zorlamayın, ertesi sabah kas tutulmasından yürüyemeyecek duruma gelirsiniz. Bölgede diğer görülmesi gerekenler Beedelup şelalesi ve harika bir sürüş keyfini garantileyen Great Forest Trees Drive ve Heartbreak Drive. Ayrıca Nannup'daki Blackwood ırmağında kano kiralayıp birkaç saat dolaşabilirsiniz, çok keyiflidir.
Bir sonraki gün daha da güneye inmeli ve Devler Vadisine gitmelisiniz. Dev ağaçların üzerinde kurulu köprülerde yürümek inanılmaz bir deneyim. Denmark'tan itibaren güney okyanusu kıyısından gideceğiniz için falezleri görüp hayran olma şansını yakalayacaksınız. Mutlaka Elephant Rock'a uğrayın. Bu bölge yazın bile serindir, yanınızda rüzgarlık olmalı. OFalezler ve hırçın dalgalara hayran kalarak takip ettiğiniz yolun sonunda Albany'ye varacaksınız. Albany, beyaz ırk için Batı Avustralya'nın en eski yerleşim kentidir (1826). Kentteki liman ve bir zamanlar serbestçe avlanan balinaların işlemden geçirildiği kesim merkezleri görülmeye değer. Ayrıca son derece sportif Avustralyalıların yürüdüğü 963km'lik Bibbilmun Yolu'nun da başlangıçı (ya da bakış açısına göre bitişi)dir. Filmlerde görüp beğendiğiniz kaslı seksi demir-adam Avustralyalıları arıyorsanız, buldunuz..
Albany'den doğuya Esperance'a devam etmek oldukça keyiflidir ve temmuz-eylül arasında Humpback Balinalarını görme şansınız neredeyse %100'dür. Esperance'dan Kalgoorlie-Boulder (ıssızlığın ortasında genelevi ile ünlü ve rüzgarda çalılık toplarının önünüzden geçtiği kovboy filmlerinden fırlamış bir kasaba) üzerinden Perth'e dönmek kızıl gezegende yapayalnız kilometrelerce araba kullanmak anlamına gelir ama tekrar ormana dönmek istemiyorsanız ilginç bir deneyimdir.