Biz ve onlar edebiyatı yapmak istemiyorum, hiç sevmediğim bir şeydir bu arkasında eksik özgüven ve kompleksler gizli, açık ırkçılık. Fakat birkaç nokta var ki, son zamanlarda çok karşıma çıkıyor ve bence sadece biz Türklerin, Akdeniz insanının ya da genel anlamda tüm insanlığın öğrenmesi gereken, bizi genel anlamda insan olarak ileriye götürecek davranış biçimleri. Örnekler gerçek hayattan, benim çevremden.
Eşim bir dönem evden çalıştı ve resmen saatini kurdu, 7'de uyandı, duşunu aldı, muslisini yedi ve 8'de masasının başına oturup 12'ye dek çalıştı, 1 saat öğle arası verdi ve sonra 5'e dek yine arasız çalıştı! Ne pijamalı şekilde, ne arka planda TV açık, ne mutfağa gidip gelip kaytarma.. Çalıştı adam evden. Ve sonra kendim iş hayatına girdiğimde fark ettim, bizimki gibi yasak ya da kapalı olmadığı halde kimse iş saatlerinde facebook, youtube, instagram gezmiyor. Kimsede işten kaçma azmi, mümkünse hiç birşey yapmadan hatta daha iyisi başkasına yaptırarak para kazanabilme hayali, iş yapar gibi gözükürken aslında hiçbirşey yapmama alışkanlığı, işe gitmeyi, iş görmeyi bir "zaruret" yani katlanılması gereken birşey gibi görme hali yok.. Herkes tıkır tıkır işini yapıyor ve herkesin yaptığı işe saygı gösteriliyor. Sokaktaki çöpçü de, hastanedeki doktor da kıymetli, önemli. Bunun kökeni protestanlığa dayanıyor da diyebilirsiniz ama seküler bir ülke burası ve işi Allah'a değil, insana bırakmak da o işin layıkıyla yapılacağı garantisi içeriyor.
İkinci örnek yine eşimden. Kızım 1,5 yaşında falandı ve eşim ufak bir iş seyahatine gitmiş, dönüşte onunla lego oynayacağına söz vererek evden çıkabilmişti. Aradan iki gün geçmesine ve bebek kafasının bu sözü hatırlamasına mümkün olmamasına, döndüğünde deli gibi yorgun olmasına, aç olmasına rağmen, daha duş bile almadan, sırf "kızıma söz verdim" dediği için, yere oturdu ve onun uyku saati gelene dek onunla oynadı. Çünkü "söz vermiş"ti. 1,5 yaşında bile olsa, onu bir "insan" olarak görmüş, o unutsa dahi kendi unutmamıştı.
Üçüncü örnek dağın başından, en yakın köy yürüyerek 1 saat uzaktaki bu yerden. Bu yalağa kasalarla içecek konulmuş, yanında da kapağı açılan bir metal kutu. O yalaktan bir içecek alıyor, parasını o metal kutuya atıyorsunuz. 3-5 günde bir içecekleri koyan gelip biriken parayı alıyor. Ben bu fotoğrafı çektiğimde, kutunun içinde 54 euro birikmişti. Kapak açılıp kapanıyor, içinden tek bir kuruş alınmıyor, içeceğin ücreti tam tamına ya da fazlasıyla bırakılıyordu. Çünkü bencil kültür dediğimiz bu kültürde insanlar her an başkasını da düşünüyor.
Son örnek, yakın arkadaşımdan. Çocuklarımızı beraber büyütüyoruz ve yaşadığımız her sorunda birbirimizi arıyor dertleşiyoruz. Dikkat ediyorum ben hep kendi dışımdaki olayları anlatıp, zavallı edebiyatı yapmaya, kendimi acındırarak yükseltmeye yönelirken (örn. delirmek üzereyim, dün gece 15dk'da bir uyandı, devamlı kucak istiyor, yemiyor, ufacık kaldı vs.) o hep bana önce olumluları sayıp sonra olumsuzları nasıl değiştirebileceği hakkında okudukları, denediklerini anlatıyor (örn. aslında her zaman çok verici bir çocuk ama bu sıra oyuncaklarına karşı bir kalkan geliştirdi paylaşmak istemiyor, çok zorlanıyorum ama bunun bir gelişim dönemi olduğunu okudum). Yani hiç bir getirisi olmayan dert yanma değil, zorlukları nasıl aşabileceğimiz üzerine kafa yorma, yaratıcı problem çözme, eyleme geçme..
Yani insanlar tembel, bencil, kandırmaya ve olumsuza odaklı değil ve bunun meyvelerini de "1. dünya ülkesi" vasfına sahip olarak topluyorlar..
25 Mayıs 2015 Pazartesi
12 Mayıs 2015 Salı
Exit through the gift shop (Banksy)
Daha önce Banksy'den bahsetmiştim diye hatırlıyorum ama aradım bulamadım, belki de arada sırada gelen şu ünlü ve yıkıcı "sileyim gitsin bu yazıyı, hiç olmamış" krizlerimden birine kurban gitmiştir. Banksy'yi seviyorum, bence kendisi tasarım ve görsel sanat alanında bir deha. Özellikle İsrail Filistin arasındaki duvara yaptığı işlerine büyük hayranlık ve saygı duyuyorum. Tabii gizli kimliği ve tanıyanların deyimiyle "göründüğü (ya da görünmediği) gibi olduğu" yönündeki duyumlar kendisine ilahi bir aşk duymamıza, bizi sadece sanat değil merak ile de cezbetmesine neden oluyor.
Dün gece sonunda zaman bulup Exit Through the Gift Shop'u izleyebildim. Tuhaf ama daha önceden izlediğimi ve hatta üstüne yazı yazdığımı da sanıyordum, ikisini de yapmamışım. Farklı bir kimliğim falan mı var, gece yürür gibi yazı mı yazıyorum bilemedim şimdi.. Neyse olsun bir daha yazayım.
Çok şenlikli bir filmdi bence. Modern sanatı ve sanatın sanatçıdan çıktıktan sonraki evrimini muhteşem tiye alıyor, tipik bir Banksy yapımı. Bana kalırsa (ki biraz araştırdım sadece ben değilmişim böyle düşünen) filmin temel karakteri Thierry Guetta tamamen sanal bir zat-ı muhterem. Hani Banksy'nin sanat "eserleri" yanında yarattığı bir sanat "adamı" gibi birşey bence. Ama can alıcı nokta, var böyle adamlar, "sanatçı"lar. Yani aslında yaptıkları saçma sapan, hiç bir sanatsal boyutu olmayan, "çöp" tabir edilecek kalitesiz işler olsa da deli gibi satıyor, tutuyor, acaip paralar dönüyor ortada. Üstelik bir çok araştırma da yapılmış, "sanatı yapmak, belli değer biçmek değil, satma tekniğidir ün kazandıran" deniyor. Bir çok sanat eleştirmenini bir odaya topluyorlar ve ufacık bir çocuğun elinden çıkmış karalamaları "ünlü bir sanatçı" süsüyle sunuyorlar, eleştirmenler sadece karalamaları sanat olarak betimlemekle kalmıyor, üstüne bir de fahiş fiyatlarla değer biçiyorlar. Bir başka örnek, Banksy kendi paha biçilemez eserlerini yine bir dahiyane proje mantığıyla bir köşede satmaya çalışıyor, "bunlar gerçek Banksy olamaz, sahte bunlar" diye almıyor kimse. Kendisi de tasarımcı ve sanatçı olan eşim hep der "sanat nedir, sanatı sanat yapan hangi belirleyicilerdir, asıl soru bu" diye..
Mr. Brainwash adıyla kendini ortaya atan Guetta'nın normal bir sanatçının çok pardon ama kıçından çıkmışa benzeyen "sanatı"nın önlenemez yükselişi arasında tabii ki ticari kafası var, adam 5 dolarlık tshirtleri 1000 dolara satabildiğini söyleyerek başlıyor zaten hikayeye. Gerisini Banksy'nin sunum dehasına bırakalım, oldukça keyifli bir izleti. Tavsiye olunur.
Dün gece sonunda zaman bulup Exit Through the Gift Shop'u izleyebildim. Tuhaf ama daha önceden izlediğimi ve hatta üstüne yazı yazdığımı da sanıyordum, ikisini de yapmamışım. Farklı bir kimliğim falan mı var, gece yürür gibi yazı mı yazıyorum bilemedim şimdi.. Neyse olsun bir daha yazayım.
Çok şenlikli bir filmdi bence. Modern sanatı ve sanatın sanatçıdan çıktıktan sonraki evrimini muhteşem tiye alıyor, tipik bir Banksy yapımı. Bana kalırsa (ki biraz araştırdım sadece ben değilmişim böyle düşünen) filmin temel karakteri Thierry Guetta tamamen sanal bir zat-ı muhterem. Hani Banksy'nin sanat "eserleri" yanında yarattığı bir sanat "adamı" gibi birşey bence. Ama can alıcı nokta, var böyle adamlar, "sanatçı"lar. Yani aslında yaptıkları saçma sapan, hiç bir sanatsal boyutu olmayan, "çöp" tabir edilecek kalitesiz işler olsa da deli gibi satıyor, tutuyor, acaip paralar dönüyor ortada. Üstelik bir çok araştırma da yapılmış, "sanatı yapmak, belli değer biçmek değil, satma tekniğidir ün kazandıran" deniyor. Bir çok sanat eleştirmenini bir odaya topluyorlar ve ufacık bir çocuğun elinden çıkmış karalamaları "ünlü bir sanatçı" süsüyle sunuyorlar, eleştirmenler sadece karalamaları sanat olarak betimlemekle kalmıyor, üstüne bir de fahiş fiyatlarla değer biçiyorlar. Bir başka örnek, Banksy kendi paha biçilemez eserlerini yine bir dahiyane proje mantığıyla bir köşede satmaya çalışıyor, "bunlar gerçek Banksy olamaz, sahte bunlar" diye almıyor kimse. Kendisi de tasarımcı ve sanatçı olan eşim hep der "sanat nedir, sanatı sanat yapan hangi belirleyicilerdir, asıl soru bu" diye..
Mr. Brainwash adıyla kendini ortaya atan Guetta'nın normal bir sanatçının çok pardon ama kıçından çıkmışa benzeyen "sanatı"nın önlenemez yükselişi arasında tabii ki ticari kafası var, adam 5 dolarlık tshirtleri 1000 dolara satabildiğini söyleyerek başlıyor zaten hikayeye. Gerisini Banksy'nin sunum dehasına bırakalım, oldukça keyifli bir izleti. Tavsiye olunur.
3 Mayıs 2015 Pazar
Doskoyevsky gibi bomboş
Geçenlerde okuduğum bir karşılaştırmalı edebiyat metninde Tolstoy ile Dostoyevsky karşılaştırılıyordu. Çok sevdiğim bu iki yazardan birini seçmem gerekse Dostoyevsky derim ben. Aynı çağın yazarları oldukları için, benzemeleri gerekir diye düşünmeyelim, her ikisi de kendi çapında devler ve aslında bu çaplar birbirine hiç değmeden teğet geçiyor bence.
Bir nokta var ki, son zamanlarda çok düşünüyorum ben de. Tolstoy okumak bir resme bakmak gibi, öyle ayrıntılı betimliyor ki, sanki okumuyor, görüyorsunuz kitaplarını. Oysa Dostoyevsky'nin romanları sanki bomboş odalarda, sokaklarda, gri bir sis perdesi arkasında geçiyor. Dostoyevsky'deki betimlemeler tamamen karakterlere yönelik, karakterlerin iç dünyası bir dantel gibi işleniyor. Bir klinik psikolog olarak beni asıl çeken de bu sanırım. Bir karakteri öyle iyi betimliyor ki, sanki şimdi günümüzde yaşasa yine anlarsınız onu. Oysa Tolstoy'da empati kurduğumuz karakterler yerine olaylar, durumlar sanırım.. Yazarların kişiliklerinin bunda büyük etkisi olduğu bir gerçek tabii, evli çocuklu klasik hayatım Tolstoy'a daha benzese de, aslında içe dönük yapımla Dostoyevsky'yi sevmem bir rastlantı değil elbette.
Bu ufak ayrıntılar üzerine düşünmek hoşuma gitti.. Klasikleri es geçmeyelim.
Bir nokta var ki, son zamanlarda çok düşünüyorum ben de. Tolstoy okumak bir resme bakmak gibi, öyle ayrıntılı betimliyor ki, sanki okumuyor, görüyorsunuz kitaplarını. Oysa Dostoyevsky'nin romanları sanki bomboş odalarda, sokaklarda, gri bir sis perdesi arkasında geçiyor. Dostoyevsky'deki betimlemeler tamamen karakterlere yönelik, karakterlerin iç dünyası bir dantel gibi işleniyor. Bir klinik psikolog olarak beni asıl çeken de bu sanırım. Bir karakteri öyle iyi betimliyor ki, sanki şimdi günümüzde yaşasa yine anlarsınız onu. Oysa Tolstoy'da empati kurduğumuz karakterler yerine olaylar, durumlar sanırım.. Yazarların kişiliklerinin bunda büyük etkisi olduğu bir gerçek tabii, evli çocuklu klasik hayatım Tolstoy'a daha benzese de, aslında içe dönük yapımla Dostoyevsky'yi sevmem bir rastlantı değil elbette.
Bu ufak ayrıntılar üzerine düşünmek hoşuma gitti.. Klasikleri es geçmeyelim.
1 Mayıs 2015 Cuma
Bayramsızlık coşkusu
2010'da Avustralya'dayken günlerden 1 Mayıs olduğunu hayatımda ilk kez unutmuş, ertesi gün memleketten haberleri izlerken fark etmiştim. Çünkü o memlekette ne tek bir pankart asılmış, ne bir kutlama olmuştu. 2011'de Almanya'ya taşınınca daha da şaşırdım, burada 1 Mayıs kutlanıyordu ama İşçi ve Emekçi Bayramı olarak değil, geleneksel "Mayıs Ağacı"nın (Maibaum) göndere dikildiği gün olarak kutlanıyordu! "Maypole" isminde Kuzey Amerika'da ve Avustralya'da da kutlanan bu festival, köklerini Paganizm'den alıyor ve işçilerle hiç bir alakası olmadığı gibi, tam 1 Mayıs'a denk geldiği için resmen işçi bayramı yerine kutlanıyordu. Nasıl olabilirdi bu?!
Sonraki yıllarda Maibaum Festivaline alıştım, sever oldum, benim de aklıma işçi ve emekçi bayramı gelmez oldu. Akşam haberlere bakmasam bizim gibi "gelişimini tam tamamlayamamış" ülkelerde yaşananları görmesem, 1 Mayıs öylesine geçip gidecek.. Tabii ki Gezi Olayları sonrası, geçen yıl kutlanan İşçi ve Emekçi Bayramı çok daha hareketli ve olaylı geçmeye başladığı için, yine unutmak mümkün değil.
Bugün tatildi burada, tatil denince burası bir Zombi Apokalipsi'ne dönüyor, bahsetmiştim. O kadar bomboş ve sessiz oluyor ki sokaklar, evde bitkilerden biri yaprak döktüğünde, yere düşüşünün çıt diye sesini duyuyorum.Biraz ürkütücü bir durum. Bir gün önceden insanlar marketlere akın edip birbirinin elinden son domatesleri, ekmekleri falan kapıyor (Almanların tatil günü öncesi girdiği psikoloji çok acaip hakikaten) üstelik cumartesi tekrar açılacak marketler, neden böyle istifleme halinde insanlar anlamıyorum.. Belki de ertesi gün herkes evinde gizlenip devamlı yemek yiyor, olabilir çünkü hakikaten sokaklar bomboş gün boyu.
30 Nisan gecesi burda mala mülke zarar verme gecesi. Ergen olan eline traş köpüğünü, tuvalet kağıdını ve yumurtaları kapıyor ve araçlar başta olmak üzere, evlere, dükkanlara saldırılıyor. Arabayı garaja sokmazsanız ertesi sabah mis gibi yumurta kazıyorsunuz üzerinden. Sonra 1 Mayıs günü herkes geleneksel Bavyera kıyafetlerini giyinip Bahar Festivali'ne gidiyor ya da dediğim gibi tüm gün evde saklanıp, hava kararınca akşam çıkıp yemek yeniliyor, dans ediliyor (videosu şurada). Tabii gün içinde özellikle Bavyera köyleri, kasabalar, hatta mahalleler ve şehir merkezi bile bu yandaki gibi, Mayıs Ağacı denen direklerle süsleniyor. Pagan kültüründe evren bir ağaç gibi düşünüldüğünden diyen de var, sadece yazın gelişini kutlama amaçlı diyen de var, köyler arası rekabeti kızıştırma amaçlı diyen de. Hakikaten üzerinde köyün tarihi, coğrafik, endüstriyel ve geleneksel yaşamına dair çeşitli resim ve amblemler de bulunuyor bu direklerin. Ayrıca yine genç erkek ve kızlar sevdiklerine aşklarını dile getiriyor, ufak kalpler ve hediyeleri evlerinin önüne bırakıyorlar. Bekar kadınlar bu günde 7 farklı çiçeği toplar ve yastıklarının altına koyarlarsa, bu gece ilerde evlenecekleri adamı düşlerinde göreceklerine de inanılıyor.
Ülkenin gündeminden farklı bir 1 Mayıs'a götürmek istedim bugün sizi. Biz de kızımla başbaşa sabah erkenden ve tıpır tıpır yağmur altında, 10 derece havada, rengarenk çiçekler arasında Botanik Bahçesi'ni gezdik. Ordan da bomboş sokaklarda yürüyüp sessiz mahallemizdeki hala kaloriferleri har har yanan evimize döndük. Bazen düşünüyorum da; böyle sakin, güvenli, düzenli, planlı, beklenmedik hiç bir aksiliğin olmadığı şekilde mi olmalı yaşam yoksa Türkiye ve benzerlerindeki gibi sürekli bir devinim, hareket, mücadele içinde mi geçmeli.. Bilemiyorum..
Sonraki yıllarda Maibaum Festivaline alıştım, sever oldum, benim de aklıma işçi ve emekçi bayramı gelmez oldu. Akşam haberlere bakmasam bizim gibi "gelişimini tam tamamlayamamış" ülkelerde yaşananları görmesem, 1 Mayıs öylesine geçip gidecek.. Tabii ki Gezi Olayları sonrası, geçen yıl kutlanan İşçi ve Emekçi Bayramı çok daha hareketli ve olaylı geçmeye başladığı için, yine unutmak mümkün değil.
Bugün tatildi burada, tatil denince burası bir Zombi Apokalipsi'ne dönüyor, bahsetmiştim. O kadar bomboş ve sessiz oluyor ki sokaklar, evde bitkilerden biri yaprak döktüğünde, yere düşüşünün çıt diye sesini duyuyorum.Biraz ürkütücü bir durum. Bir gün önceden insanlar marketlere akın edip birbirinin elinden son domatesleri, ekmekleri falan kapıyor (Almanların tatil günü öncesi girdiği psikoloji çok acaip hakikaten) üstelik cumartesi tekrar açılacak marketler, neden böyle istifleme halinde insanlar anlamıyorum.. Belki de ertesi gün herkes evinde gizlenip devamlı yemek yiyor, olabilir çünkü hakikaten sokaklar bomboş gün boyu.
30 Nisan gecesi burda mala mülke zarar verme gecesi. Ergen olan eline traş köpüğünü, tuvalet kağıdını ve yumurtaları kapıyor ve araçlar başta olmak üzere, evlere, dükkanlara saldırılıyor. Arabayı garaja sokmazsanız ertesi sabah mis gibi yumurta kazıyorsunuz üzerinden. Sonra 1 Mayıs günü herkes geleneksel Bavyera kıyafetlerini giyinip Bahar Festivali'ne gidiyor ya da dediğim gibi tüm gün evde saklanıp, hava kararınca akşam çıkıp yemek yeniliyor, dans ediliyor (videosu şurada). Tabii gün içinde özellikle Bavyera köyleri, kasabalar, hatta mahalleler ve şehir merkezi bile bu yandaki gibi, Mayıs Ağacı denen direklerle süsleniyor. Pagan kültüründe evren bir ağaç gibi düşünüldüğünden diyen de var, sadece yazın gelişini kutlama amaçlı diyen de var, köyler arası rekabeti kızıştırma amaçlı diyen de. Hakikaten üzerinde köyün tarihi, coğrafik, endüstriyel ve geleneksel yaşamına dair çeşitli resim ve amblemler de bulunuyor bu direklerin. Ayrıca yine genç erkek ve kızlar sevdiklerine aşklarını dile getiriyor, ufak kalpler ve hediyeleri evlerinin önüne bırakıyorlar. Bekar kadınlar bu günde 7 farklı çiçeği toplar ve yastıklarının altına koyarlarsa, bu gece ilerde evlenecekleri adamı düşlerinde göreceklerine de inanılıyor.
Ülkenin gündeminden farklı bir 1 Mayıs'a götürmek istedim bugün sizi. Biz de kızımla başbaşa sabah erkenden ve tıpır tıpır yağmur altında, 10 derece havada, rengarenk çiçekler arasında Botanik Bahçesi'ni gezdik. Ordan da bomboş sokaklarda yürüyüp sessiz mahallemizdeki hala kaloriferleri har har yanan evimize döndük. Bazen düşünüyorum da; böyle sakin, güvenli, düzenli, planlı, beklenmedik hiç bir aksiliğin olmadığı şekilde mi olmalı yaşam yoksa Türkiye ve benzerlerindeki gibi sürekli bir devinim, hareket, mücadele içinde mi geçmeli.. Bilemiyorum..