Dün gece bir arkadaşımızın fotoğraf sergisinin açılışına katıldık. Yanda gördüğünüz davetiyenin üzerindeki gibi, seri çekim portrelerden oluşan serginin konusu "aşk ve şans"tı. Sanatçı, projeye katılan kadın ve erkeklerle yaklaşık yarım saatlik ropörtajlar gerçekleştirmiş ve sonunda onlara "şimdi gözlerinizi kapatın ve kendinizi şanslı gördüğünüz bir hatıranızı zihninizde yeniden canlandırın" demiş. Deklanşöre basmış. Birkaç dakika sonra bu sefer "aşk sizce nedir, bunu düşünün" demiş. Yine deklanşöre basmış.
Ortaya çıkanlar şaşırtıcı ve hayranlık verici. Ama beni en çok etkileyen, iki ifade arasındaki belirgin farklar. Şöyle ki, "şanslı an" portrelerinde belirgin bir rahatlama, dudaklarda hafif bir gülümseme, durgun bir ifade var. Tüm portrelerde gözleri kapalı tüm o insanlar şanslı bir anlarını hatırlamış, o anı tekrar yaşayabilmiş, tüm içtenlikleriyle sanatçıya yansıtabilmiş. Öteyandan, "aşk nedir?" portreleri belirgin bir biçimde gergin, dudaklar kısılmış, kaşlar hafif çatılmış ya da tamamen boş bir yüz ifadesi var.
Arkadaşıma gözle görülür bu farkın nedenini sordum; acaba insanlar aşkı olumsuz ya da çift yönlü duygularla mı yaşıyorlar, bu ifadelerine bu şekilde mi yansıyor? Yoksa dümdüz yaşanan hayatın içinde birden biri "aşk nedir?" diye sorduğunda, aslında kafaları mı karışıyor, dolayısıyla yüzde beliren o "ne bileyim ben?" ifadesi mi? Tabii bir de "aşk" ile "sevgi" kelimesinin Alman dilindeki anlambilimsel kaosunu da düşünmek lazım, çünkü İngilizce'deki gibi bu dilde de her iki kelime için tek bir kelime kullanılıyor. Dolayısıyla "şans" ve "sevgi" kelimelerindeki olumlu havaya karşılık "aşk"; aslında daha çok tutku, acı çekme, hatta bazen akıntıya karşı kürek çekme gibi nötr ya da olumsuz kavramlarla ilişkilendiriliyor. Bu da birebir anlık ifadelere yansımış. Kısa gecenin karı; nörolinguistik açıdan hoş bir tartışma oldu..
Münih'te yaşıyorsanız ve sergiyi görmek isterseniz şu adreste bulabilirsiniz:
"Glück Liebe - Severin Vogl, Portraitserien zu Glück und Liebe;
25.11./11.12.2011 (Cts saat 15-18, Pazar 10-12, 15-18 arası)
St.Raphael Kilisesi Sergi Salonu, Lechelstr.54, Münih".
26 Kasım 2011 Cumartesi
13 Kasım 2011 Pazar
Bear Grylls'in Bıçağı ve Kalıcı Makyaj
Evet, yukarıdaki başlığı nasıl bağlayacağımı itiraf edeyim henüz ben de bilemiyorum..
Bir önceki yazıyı yazdıktan sonra aklıma şu çılgın fikir takıldı; olası bir ekonomik krizde nasıl hayatta kalırız? Tabii ki bir Bear Grylls bıçağı ile! Bu mucizevi aletin ününü bilen biliyor, facebook fan klübü bile var bıçağın.. Bear abimiz her nevi "Man vs. Wild" ortamda bu bıçak ile "survive" ediyorsa, vardır bir nimeti dedim ve sizin için araştırdım kuzucuklarım. Tanesini 59,99$'a (normalde 79.99 olup, sırf kara gözünüzün aşkına %20 iskontosu bulunmaktadır) Gerber bıçakları distribütörlerinden edinebilirsiniz.
not. Bu arada, Bear Grylls'in kendisinin ne kadar ettiğini de Google Gereksiz Bilgiler Ansiklopedisinden öğrenmiş bulunuyorum: Bölüm başına 60 bin $'cık alan abimiz (O kadar börtü böcek yemesine rağmen! Şaşırdım!) nette de 6 milyon $ ediyormuş (celebrity karaborsasindaki fiyatı budur yani). Bilginize..
Gelelim başlığı bağlamaya.. Blog fazla maskülen olmasın, feminen ögeler de taşısın endişesindeyim de. O nedenle şunu eklemek istiyorum; kalıcı makyaj olayına müthiş sinir oluyorum. Öylesine belirtmek istedim. Hayır, Allah muhafaza sevdiğimiz birini kaybetsek, komple makyaj cenazede?!? Hayır olmayacak iş değil, alt komşunun başına geldi, o nedenle yazıyorum. Hoş; olası bir ekonomik krizde kalıcı makyaj da avantajlı olabilir doğrusu (...diyor ve konuyu da nasıl bağlıyorum ama! Pes!)
Bir önceki yazıyı yazdıktan sonra aklıma şu çılgın fikir takıldı; olası bir ekonomik krizde nasıl hayatta kalırız? Tabii ki bir Bear Grylls bıçağı ile! Bu mucizevi aletin ününü bilen biliyor, facebook fan klübü bile var bıçağın.. Bear abimiz her nevi "Man vs. Wild" ortamda bu bıçak ile "survive" ediyorsa, vardır bir nimeti dedim ve sizin için araştırdım kuzucuklarım. Tanesini 59,99$'a (normalde 79.99 olup, sırf kara gözünüzün aşkına %20 iskontosu bulunmaktadır) Gerber bıçakları distribütörlerinden edinebilirsiniz.
not. Bu arada, Bear Grylls'in kendisinin ne kadar ettiğini de Google Gereksiz Bilgiler Ansiklopedisinden öğrenmiş bulunuyorum: Bölüm başına 60 bin $'cık alan abimiz (O kadar börtü böcek yemesine rağmen! Şaşırdım!) nette de 6 milyon $ ediyormuş (celebrity karaborsasindaki fiyatı budur yani). Bilginize..
Gelelim başlığı bağlamaya.. Blog fazla maskülen olmasın, feminen ögeler de taşısın endişesindeyim de. O nedenle şunu eklemek istiyorum; kalıcı makyaj olayına müthiş sinir oluyorum. Öylesine belirtmek istedim. Hayır, Allah muhafaza sevdiğimiz birini kaybetsek, komple makyaj cenazede?!? Hayır olmayacak iş değil, alt komşunun başına geldi, o nedenle yazıyorum. Hoş; olası bir ekonomik krizde kalıcı makyaj da avantajlı olabilir doğrusu (...diyor ve konuyu da nasıl bağlıyorum ama! Pes!)
Oyun kuramı ve Nash'in bozulan dengesi
Matematik, ekonomi, psikoloji ya da felsefe bilimlerinden her hangi birine biraz ilginiz varsa ya da nobel ödüllü kuramcı John Nash'in şizofreni ile deha arasında gidip gelen hayatını anlatan 2001 tarihli "Beautiful Mind"ı izlediyseniz; ünlü "Oyun Kuramı"nı da bilirsiniz. Aslında Nash'ten 10 yıl önce, Neumann ve Morgenstern tarafından 1944'te kaleme alınan Oyun Kuramı; temelde bir kişinin kazandığı, diğerinin kaybettiği yani sonucu 1-0 olan oyunlara dayanır ve tek boyutlu düşünce sisteminde, ilkel sosyal yapılarda geçerlidir. Mesela; daha uzun süre eğitim gören bireyin iş yaşamında daha fazla kazanç sağlaması. Sosyal yaşamda bu denli durağan bir yapı elbette olanaksızdır çünkü bireyin iş yaşamındaki kazancı sadece eğitime değil; kişilik yapısı, çoklu alanlardaki yetenekleri ve hatta şans faktörü gibi birçok değişkene bağlıdır. Ayrıca gerçek hayatta herkesin kendinden beklenildiği gibi davranma olasılığı mümkün olsa bile, bu sistem kısa zamanla tekdüzelik ve kısırdöngü yaratacaktır. Dolayısıyla evrimsel açıdan sürdürülebilir değildir. Bu nedenle Nash ortaya şu kuramı attı; kişiler oyunda en yüksek kazancı sağlamak için, sadece kabul gören en uygun stratejiyi seçmezler. Aynı zamanda diğer oyuncuların stratejileri de göz önünde bulundurulur ve çoğu zaman az kazançlı ama garantili bir denge yaratılır. Bu fikir ve devamındaki çalışmalar, Nash'e nobel ödülünü, ekonomiye başta olmak üzere temel ve sosyal bilimlere de farklı bakış açıları getirdi. Teoride en azından..
Gerçekte ise, şu an içinde bulunduğumuz ekonomik sistemin çivisi çıkmış vaziyette ve bunu kısmen Nash'in dengesinin bozulmasına bağlayanlar da var. Şöyle ki, günümüzde birçok devlette bankalar sistemi tamamen özgür ve merkezi bir sistem tarafından denetlenmiyor. Bu da bankaların kendi belirledikleri platformlarda diledikleri gibi at koşturmalarını sağlıyor. Buna en güzel örnek; önüne gelene kredi kartı, ihtiyaç kredisi vs. sağlamak. Nash dengesine göre ideal hayatta her iki tarafın da kazandığı (win-win) sistemler, gerçek bankacılık dünyasında mümkün değil. Bankalar her şekilde kazanan taraf oluyor. Örneğin; riskli kişiye kredi verirken, kişinin ekonomik krize gireceği ve krediyi geri ödeyemeyeceği durum, klasik sistemde bankanın da batması anlamına gelecektir. Bu nedenle banka kendi iyiliğini düşünerek, riskli kişiye kredi vermez. Fakat günümüz sisteminde riskli kişi, banka için çok daha kıymetli kişidir, çünkü banka sistemi kendini sigorta denen sistemle destekler ve kişi batsa bile sigortadan kendini kurtarır. Bu durum banka için "win-win" sistemidir ve kişiye ne olduğu artık önemsenmez. Fakat günümüzün global sisteminde, bankalar gittikçe zenginleşirken, sigortalar sistemi batmakta; dolayısıyla çaktırmadan adım adım küresel ekonomik krizin eşiğine gelinmektedir.
Basından takip ediyorsanız, ufak satır aralarında küresel ekonomik kriz lafları ediliyor bir süredir. Avrupa Birliği'ndeki ülkeler bir bir iflasın eşiğinde olduklarını itiraf eder oldular. Ekonomistler Mayıs 2012'de ciddi bir kriz beklentisini uluorta konuşmaya başladılar. Bazı yaşlı Avrupalıların evlerine erzak ve nakit depolamaya başladıkları söyleniyor. Bu belki abartılı bir durum ama şu da bir gerçek ki, sigorta sistemi çöktüğü takdirde, borçların olmayan bir kaynaktan ödenemeyeceği anlaşıldığında, yine sıradan insanı ciddi bir ekonomik kriz bekliyor olacak. Bu ne zaman olacak, orası kestirilemiyor.
Beni sarsan bir başka gerçek ise, denetleme mekanizmalarının bu kadar zıvanadan çıkmış olması. Yani düşünün bir, bankalara ya da ülke ekonomilerine yönelik bazı derecelendirme sistemleri var ve bunu koca dünyada 3-4 kurum gerçekleştiriyor. Bu kurumların üst düzey yönetimine bakıldığında, bankalarla ya da politikayla iç içe isimler varken, kurumların bağımsızlığından ne kadar söz edilebilir? Ya da geçenlerde Fransa'da yaşanan kriz mesela; derecelendirme kurumlarından birinin yaptığı "ufak" bir sistem hatasıyla, Fransa'nın derecesi mesela AA yerine A notu almış. Uzmanlar hemen fark edip de itiraz edip düzelttirene kadar, Fransız şirketlerinin küresel pazardaki değerleri düşüş gösterdi ve birkaç saat içinde ülkedeki işletmeler ciddi sıkıntı yaşadılar. Yani denetleme mekanizması, gerçekte olmayan bir kriz çıkarttı ve bu gerçek bir krize dönüştü. Şimdi böyle bir sistem varsa, sistemle bu kadar iyi oynayabilen insanlar bunu kendileri için win-win durumuna neden dönüştürmesinler? Zaten dönüştürüyorlar, biz uyurken...
Herneyse, ben anlamam ekonomiden ve büyük olasılıkla burada yazdıklarımın bir kısmı da yanlıştır, bana güvenip Eurolarınızı yastık altı falan etmeyin. Zira ben de inanmıyorum bu çapta küresel bir krizin yaşanacağına ve hepimizin aç ve açıkta kalacağına (benim kişisel apokaliptik hayalim aslında ekonomiden çok virütik temalar içeriyor, yani küresel bir virüsün hepimizi bitirmesi hali bence daha gerçekçi.. Buna da bir ara değinir hepimizi gererim, merak etmeyin). Ama ekomik krizin nedenleri konusunda güzel bir belgesel var, ekonominin kuru dilinden çok uzakta ve bilgilendirici, hatta ürkütücü - Inside Job - tavsiye ederim.
Gerçekte ise, şu an içinde bulunduğumuz ekonomik sistemin çivisi çıkmış vaziyette ve bunu kısmen Nash'in dengesinin bozulmasına bağlayanlar da var. Şöyle ki, günümüzde birçok devlette bankalar sistemi tamamen özgür ve merkezi bir sistem tarafından denetlenmiyor. Bu da bankaların kendi belirledikleri platformlarda diledikleri gibi at koşturmalarını sağlıyor. Buna en güzel örnek; önüne gelene kredi kartı, ihtiyaç kredisi vs. sağlamak. Nash dengesine göre ideal hayatta her iki tarafın da kazandığı (win-win) sistemler, gerçek bankacılık dünyasında mümkün değil. Bankalar her şekilde kazanan taraf oluyor. Örneğin; riskli kişiye kredi verirken, kişinin ekonomik krize gireceği ve krediyi geri ödeyemeyeceği durum, klasik sistemde bankanın da batması anlamına gelecektir. Bu nedenle banka kendi iyiliğini düşünerek, riskli kişiye kredi vermez. Fakat günümüz sisteminde riskli kişi, banka için çok daha kıymetli kişidir, çünkü banka sistemi kendini sigorta denen sistemle destekler ve kişi batsa bile sigortadan kendini kurtarır. Bu durum banka için "win-win" sistemidir ve kişiye ne olduğu artık önemsenmez. Fakat günümüzün global sisteminde, bankalar gittikçe zenginleşirken, sigortalar sistemi batmakta; dolayısıyla çaktırmadan adım adım küresel ekonomik krizin eşiğine gelinmektedir.
Basından takip ediyorsanız, ufak satır aralarında küresel ekonomik kriz lafları ediliyor bir süredir. Avrupa Birliği'ndeki ülkeler bir bir iflasın eşiğinde olduklarını itiraf eder oldular. Ekonomistler Mayıs 2012'de ciddi bir kriz beklentisini uluorta konuşmaya başladılar. Bazı yaşlı Avrupalıların evlerine erzak ve nakit depolamaya başladıkları söyleniyor. Bu belki abartılı bir durum ama şu da bir gerçek ki, sigorta sistemi çöktüğü takdirde, borçların olmayan bir kaynaktan ödenemeyeceği anlaşıldığında, yine sıradan insanı ciddi bir ekonomik kriz bekliyor olacak. Bu ne zaman olacak, orası kestirilemiyor.
Beni sarsan bir başka gerçek ise, denetleme mekanizmalarının bu kadar zıvanadan çıkmış olması. Yani düşünün bir, bankalara ya da ülke ekonomilerine yönelik bazı derecelendirme sistemleri var ve bunu koca dünyada 3-4 kurum gerçekleştiriyor. Bu kurumların üst düzey yönetimine bakıldığında, bankalarla ya da politikayla iç içe isimler varken, kurumların bağımsızlığından ne kadar söz edilebilir? Ya da geçenlerde Fransa'da yaşanan kriz mesela; derecelendirme kurumlarından birinin yaptığı "ufak" bir sistem hatasıyla, Fransa'nın derecesi mesela AA yerine A notu almış. Uzmanlar hemen fark edip de itiraz edip düzelttirene kadar, Fransız şirketlerinin küresel pazardaki değerleri düşüş gösterdi ve birkaç saat içinde ülkedeki işletmeler ciddi sıkıntı yaşadılar. Yani denetleme mekanizması, gerçekte olmayan bir kriz çıkarttı ve bu gerçek bir krize dönüştü. Şimdi böyle bir sistem varsa, sistemle bu kadar iyi oynayabilen insanlar bunu kendileri için win-win durumuna neden dönüştürmesinler? Zaten dönüştürüyorlar, biz uyurken...
Herneyse, ben anlamam ekonomiden ve büyük olasılıkla burada yazdıklarımın bir kısmı da yanlıştır, bana güvenip Eurolarınızı yastık altı falan etmeyin. Zira ben de inanmıyorum bu çapta küresel bir krizin yaşanacağına ve hepimizin aç ve açıkta kalacağına (benim kişisel apokaliptik hayalim aslında ekonomiden çok virütik temalar içeriyor, yani küresel bir virüsün hepimizi bitirmesi hali bence daha gerçekçi.. Buna da bir ara değinir hepimizi gererim, merak etmeyin). Ama ekomik krizin nedenleri konusunda güzel bir belgesel var, ekonominin kuru dilinden çok uzakta ve bilgilendirici, hatta ürkütücü - Inside Job - tavsiye ederim.
3 Kasım 2011 Perşembe
Peynirli biber dolması
"Kocamı nasıl zehirledim?" serisinden yine, yepyeni bir tarifle karşınızdayım sevgili blogger'cıklarım. Önceki şahane tarifler için bakınız: Guacamole çalışması, limonlu tart ustalık eseri, Chili Con Carne çılgınlığı, Asparagus (Kuşkonmaz) Sendromu.
Dün uzun süredir evde geçirdiğim ilk gündü ve bunun şerefine dolapta yavaştan büzülmeye başlayan malzemelerden (hiç yemek atamam, huyum kurusun ama aklıma Afrika'daki çocuklar geliyor, n'apayım) haydi bir yemek yapayım koca efendime dedim. Evdeki malzemeler: üçü de ayrı renk (sarı kırmızı ve yeşil) üç adet dolmalık biber, lor peyniri, maydonoz ve ufalanmış badem. Normal bir insan evladı bu malzemelerle ne yapar bilinmez. Ama ben Türk olmayan bir kocaya sahip olmanın getirdiği pişkinlikle, bu tip durumlarda "klasik" Türk yemekleri "icad etmeyi" bir huy haline getirdim (bu huyumun da kuruması ananemin temennisidir, zira kadın benim abuk subuk yemeklerimi Flo'nun Türk Yemeği diye öğrenmesi hadisesine fena halde kafayı taktı, beni kıtalararası ayıplamakta). Herneyse.. Ben bu alakasız malzemelerle, Osmanlı'dan günümüze sofralarımızı süsleyen, güz akşamlarının vazgeçilmez lezzeti "peynirli biber dolması"nı yapmaya karar verdim.
Öncelikle, biberlerin sapını ve çekirdeklerini kesip ayırdım, pişmeyecekleri paranoyasına kapılarak kendilerini azıcık suda 10-15dk kaynattım. Lor peynirine (Fransızların dediği gibi; güzel yemeğin sırrı Le beurre, le beurre, le beurre olduğu için) biraz tereyağ, ince kıyılmış maydonoz, azıcık fesleğen ve kıyılmış iç bademi ekledim, biraz tuz biraz da acı olmayan kırmızı biberle karıştırdım ve bu karışımı sudan alıp süzdüğüm dolmaların içine dürttüm. Daha sonra sevgili dürtülmüş biberlerimizi, sıcak ve misafirperver fırınımıza sürdüm. Yumuşayıncaya kadar (bilimsel olarak, 200 derecede yarım saat) pişirdim. Aslında lor peynirli karışıma biraz da (bilimsel olarak, iki tatlı kaşığı) bal katacaktım çünkü bir dergide bunun çok güzel bir tat dengesi yarattığını okumuştum (hayır Almanca dergi değildi, okuduğumu yanlış algıladığımı iddia edemezsiniz) ama balı tezgahın üzerine hazırlasam da valla son dakikada unutmuşum - belki de Allah tarafından engellenmiş de olabilirim.. "Allah kocayı test malzemesi gibi kullananları sevmez" (kısım 112, ayet 112).
Baktım dolmalar fırında gayet afiyetteler, keyifleri yerinde, saunaya girmiş hatunlar gibi terleyip duruyorlar. "Haçan bunun yanına ne edivereyüm?" diye düşünmeye başladım. Yanına da bir pilav edüverdüm. Valla fena da olmadı "kafadan atma peynirli biber dolması" denemem, akşama afiyetle yedik kendilerini, bugün de zehirlenme emareleri göstermediğimiz için size rahatlıkla tarifini verebiliyorum. Sevgili yaratıcı kocam bu icadıma renkerinden ötürü "trafik lambası dolması" adını verelim dediyse de, ben arama motorlarında şak diye karşınıza çıkabilmesi için klasik "peynirli biber dolması" demeyi uygun gördüm. Görüntü üstte, tadı da hafızalarda keyifle yer etti sevgili blogger'cıklarım. Şiddetle önerilir.
Son olarak; benim gibi ayda yılda bir yemek yaparsanız, sonuç ne olursa olsun, zavallı kocacığınız da bir kıymet verir, bir mutlu olur ki evlere şenlik! Bu da hikayenin kıssadan hissesi; Ceren'den Püf Noktası. Deneyin görün :P
Dün uzun süredir evde geçirdiğim ilk gündü ve bunun şerefine dolapta yavaştan büzülmeye başlayan malzemelerden (hiç yemek atamam, huyum kurusun ama aklıma Afrika'daki çocuklar geliyor, n'apayım) haydi bir yemek yapayım koca efendime dedim. Evdeki malzemeler: üçü de ayrı renk (sarı kırmızı ve yeşil) üç adet dolmalık biber, lor peyniri, maydonoz ve ufalanmış badem. Normal bir insan evladı bu malzemelerle ne yapar bilinmez. Ama ben Türk olmayan bir kocaya sahip olmanın getirdiği pişkinlikle, bu tip durumlarda "klasik" Türk yemekleri "icad etmeyi" bir huy haline getirdim (bu huyumun da kuruması ananemin temennisidir, zira kadın benim abuk subuk yemeklerimi Flo'nun Türk Yemeği diye öğrenmesi hadisesine fena halde kafayı taktı, beni kıtalararası ayıplamakta). Herneyse.. Ben bu alakasız malzemelerle, Osmanlı'dan günümüze sofralarımızı süsleyen, güz akşamlarının vazgeçilmez lezzeti "peynirli biber dolması"nı yapmaya karar verdim.
Öncelikle, biberlerin sapını ve çekirdeklerini kesip ayırdım, pişmeyecekleri paranoyasına kapılarak kendilerini azıcık suda 10-15dk kaynattım. Lor peynirine (Fransızların dediği gibi; güzel yemeğin sırrı Le beurre, le beurre, le beurre olduğu için) biraz tereyağ, ince kıyılmış maydonoz, azıcık fesleğen ve kıyılmış iç bademi ekledim, biraz tuz biraz da acı olmayan kırmızı biberle karıştırdım ve bu karışımı sudan alıp süzdüğüm dolmaların içine dürttüm. Daha sonra sevgili dürtülmüş biberlerimizi, sıcak ve misafirperver fırınımıza sürdüm. Yumuşayıncaya kadar (bilimsel olarak, 200 derecede yarım saat) pişirdim. Aslında lor peynirli karışıma biraz da (bilimsel olarak, iki tatlı kaşığı) bal katacaktım çünkü bir dergide bunun çok güzel bir tat dengesi yarattığını okumuştum (hayır Almanca dergi değildi, okuduğumu yanlış algıladığımı iddia edemezsiniz) ama balı tezgahın üzerine hazırlasam da valla son dakikada unutmuşum - belki de Allah tarafından engellenmiş de olabilirim.. "Allah kocayı test malzemesi gibi kullananları sevmez" (kısım 112, ayet 112).
Baktım dolmalar fırında gayet afiyetteler, keyifleri yerinde, saunaya girmiş hatunlar gibi terleyip duruyorlar. "Haçan bunun yanına ne edivereyüm?" diye düşünmeye başladım. Yanına da bir pilav edüverdüm. Valla fena da olmadı "kafadan atma peynirli biber dolması" denemem, akşama afiyetle yedik kendilerini, bugün de zehirlenme emareleri göstermediğimiz için size rahatlıkla tarifini verebiliyorum. Sevgili yaratıcı kocam bu icadıma renkerinden ötürü "trafik lambası dolması" adını verelim dediyse de, ben arama motorlarında şak diye karşınıza çıkabilmesi için klasik "peynirli biber dolması" demeyi uygun gördüm. Görüntü üstte, tadı da hafızalarda keyifle yer etti sevgili blogger'cıklarım. Şiddetle önerilir.
Son olarak; benim gibi ayda yılda bir yemek yaparsanız, sonuç ne olursa olsun, zavallı kocacığınız da bir kıymet verir, bir mutlu olur ki evlere şenlik! Bu da hikayenin kıssadan hissesi; Ceren'den Püf Noktası. Deneyin görün :P
1 Kasım 2011 Salı
Cadılar bayramı
Dün Halloween yani cadılar bayramıydı, benim için ilk .. ve son oldu! Allah düşmanıma vermesin, kabus gibi bir gündü. Anlatayım, dinleyin: Bu Halloween denen bayram, aslen İrlanda ve Amerika'da kutlanır fakat son yıllarda popüler kültürün bir yansıması olarak bazı sonradan görme ülkelere de yayılmıştır (bkz. Türkiye'deki Cadılar Bayramı kutlamaları). Aslen hıristiyanlıktaki ölüler yortusuna denk gelen bu bayramda, fakir insanlar kapı kapı gezerek yiyecek toplar, o evdekilerin ölüleri için dua ederlermiş. Zamanla bu gelenek, "korkunç" kostümlere bürünen mahalleli çocukların "trick or treat" (şeker ya da şaka) çığlıkları eşliğinde kapı kapı gezmelerine dönüşmüş. Yani çocuklar kapınıza geliyor, siz şeker veriyorsunuz ya da bir "bööö" yapıyorsunuz falan. Sevimli bir durum aslında, komşuluk ilişkileri falan gelişiyor..
Herneyse.. Ben hiç cadılar bayramı yaşayamadım, Amerikan filmlerindeki çocukların yaptığı gibi ev ev gezinip "trick or treat" diye serzenişlerde bulunamadım.. İçimde kalan(!) bu ukdemi, dün itibarıyle sonunda gerçekleştirmeye niyetliydim. Başıma gelenler ise, pişmiş tavuğun başına gelmedi.. İlk aksilik, Almanya'da cadılar bayramının kutlanmıyor oluşunu öğrenmemle başladı. Neyse ki bizim yaşadığımız mahalle Münih'in zengin ve paralarını her türlü abuk subuk fikre saçmaya açık tiplerinin yaşadığı bir bölge. Burdaki insanlar kapılarının önlerine iki hafta önceden balkabaklarını dizip, çocuklarına kostüm alma yarışına girdikleri için, ben de haklı olarak mahalle sınırlarında küçük çaplı bir festivale kendimi hazırladım. Sabah erkenden kalkıp marketten birkaç çeşit şekerleme aldım, özenle oyulmuş ve içine mum yerleştirilmiş balkabağımı kapıya oturttum. Sarı ve kırmızı yapraklardan bir aranjman yaptım ve akşamki atraksiyon öncesi okuluma gitmek üzere evden çıktım.
Bu sıra doktora çalışmamın yan dalı için bazı makalelere dalmış haldeyim, bazı sorularım oluyor haliyle, onun için hocayla randevulaştık, ona gideceğim. Benim yan dalım olan "Kültürlerarası İletişim" (IKK) bölümü taaaaa şehrin öbür ucunda, ulaşabilmek için en az bir saat yol tepiyorum. Teptim o yolu. Girdim binaya. Etrafta garip bir sessizlik hakim. İkinci kata çıktım, işler daha ürkütücü bir hal aldı. Loş bir ışık koridorda, in cin top oynuyor! Üçüncü kat, aynı.. Sekreterlik, kitli. Bölüm tatilde! Koca üniversite çalışıyor, IKK tatilde! Hay ben böyle bölümün.. Bre adam, madem tatildesiniz, bana ne diye randevu veriyorsun?! Kısacası Kültürlerarası İletişim bölümü tamamen Almanca eğitim verdiği için ne kültürlerarası, ne de iletişim becerilerine sahip. Bu bölüme mail yazarsınız, bir hafta sonra cevap alırsınız "bu sorunuzu lütfen öğrenci işlerine sorunuz".. Neyse. Sinir oldum, çıktım. Eve döneceğim, tren yok. Raylardan biri yerinden çıkmış, neyse ki zamanında fark edilmiş, ama tüm sistem çökmüş, trenler durmuş. Kısacası, ben 4 saatimi boşa harcamış ve sinirlenmiş halde eve vardım.
Eve girdim. Susuzluktan dilim damağıma yapışmış. Bizim burda musluk suyu içiliyor, musluğun kolunu kaldırmamla, kol elimde kaldı. Ben şok içinde, elimde demir, foşur foşur fışkıran su.. Önce bir umut dürttüm kolu geri yerine, tabii ortadaki metal parça kopmuş, ne kol yerine giriyor ne musluk kapanıyor. O panikle Flo'ya telefon ettim "kol elimde kaldı, musluktan su fışkırıyor, yetiş!" diye. Adam şehrin öbür ucunda, işyerinde.. Ne yapsın? Neyse vanayı buldum, kapattım. Bu arada adamlar hem banyoya hem mutfağa ayrı vanalar koymuş, buna şaşırdım ve sevindim. Çünkü saniyenin onda biri kadar zamanda, gözümden evin su basmış, komşunun sinir krizi geçirmiş görüntüleri ya da daha beteri suyun iptal edilmesi ve bizim banyosuz kalmamız olasılığı falan da geçmişti. Herneyse.. Kocam annesini aradı, annesi tamirciyi aradı, tamirci nazlandı, kayınvalide bastırdı, tamirci 3 gün sonraya randevu verdi, tamirci 400 euro civarı masraf çıkarttı (şaka gibi, bizim Türkiye'nin gözünü seveyim! Bu metal parçayı değiştiriverirsin olur biter, ama burda öyle değil; tüm armatür değişecek, ayrıca adam trafikte eve gelme süresini de çalışma saatinden sayıyor falan). Ne yaparsın, tamam dedik, elimiz mahkum. "Resmen bir i-pad fiyatı!" dedik kocamla (malum bizim nesil fiyatları ancak elektronik aletlerin fiyatıyla karşılaştırarak algılayabiliyor).
Tüm bunlar olup biterken akşam olmuş (saatlerin bir saat geri alınması hiç iyi olmadı, erkenden kararıveriyor ortalık). Flo'nun annesi aradı, uğrayıp bakacak. Zil çaldı. Ben tabii heyecan içinde atıldım kapıya, Elf soyundan gelme kayınvalidemin sarı kafası ve mavi gözlerini bekliyorum.. Kapıyı açmamla dudaklarından kan sızan, baştan aşağı simsiyah pelerinli bir Dracula ile karşılaştım ve akabinde öyle bir çığlık attım ki, tüm mahalle inledi.. Çocuk da ben de bir süre kendimize gelemedik, ta ki çocuk titrek bir ses ve yoğun bir alman aksanıyla "trick ODER treat" diyene dek.. Aldığım tüm şekerlemeleri çocuğa verdim, kapıyı kapattım ve kitledim. Sanırım çocuk da aldığı tüm şekerlerle koşarak evine gitmiş ve annesine sarılmıştır.
İşte böyle bir cadılar bayramı deneyimim oldu, yok bundan sonra bidaha da almıyım ben.. Allah düşmanıma dahi vermesin!
Herneyse.. Ben hiç cadılar bayramı yaşayamadım, Amerikan filmlerindeki çocukların yaptığı gibi ev ev gezinip "trick or treat" diye serzenişlerde bulunamadım.. İçimde kalan(!) bu ukdemi, dün itibarıyle sonunda gerçekleştirmeye niyetliydim. Başıma gelenler ise, pişmiş tavuğun başına gelmedi.. İlk aksilik, Almanya'da cadılar bayramının kutlanmıyor oluşunu öğrenmemle başladı. Neyse ki bizim yaşadığımız mahalle Münih'in zengin ve paralarını her türlü abuk subuk fikre saçmaya açık tiplerinin yaşadığı bir bölge. Burdaki insanlar kapılarının önlerine iki hafta önceden balkabaklarını dizip, çocuklarına kostüm alma yarışına girdikleri için, ben de haklı olarak mahalle sınırlarında küçük çaplı bir festivale kendimi hazırladım. Sabah erkenden kalkıp marketten birkaç çeşit şekerleme aldım, özenle oyulmuş ve içine mum yerleştirilmiş balkabağımı kapıya oturttum. Sarı ve kırmızı yapraklardan bir aranjman yaptım ve akşamki atraksiyon öncesi okuluma gitmek üzere evden çıktım.
Bu sıra doktora çalışmamın yan dalı için bazı makalelere dalmış haldeyim, bazı sorularım oluyor haliyle, onun için hocayla randevulaştık, ona gideceğim. Benim yan dalım olan "Kültürlerarası İletişim" (IKK) bölümü taaaaa şehrin öbür ucunda, ulaşabilmek için en az bir saat yol tepiyorum. Teptim o yolu. Girdim binaya. Etrafta garip bir sessizlik hakim. İkinci kata çıktım, işler daha ürkütücü bir hal aldı. Loş bir ışık koridorda, in cin top oynuyor! Üçüncü kat, aynı.. Sekreterlik, kitli. Bölüm tatilde! Koca üniversite çalışıyor, IKK tatilde! Hay ben böyle bölümün.. Bre adam, madem tatildesiniz, bana ne diye randevu veriyorsun?! Kısacası Kültürlerarası İletişim bölümü tamamen Almanca eğitim verdiği için ne kültürlerarası, ne de iletişim becerilerine sahip. Bu bölüme mail yazarsınız, bir hafta sonra cevap alırsınız "bu sorunuzu lütfen öğrenci işlerine sorunuz".. Neyse. Sinir oldum, çıktım. Eve döneceğim, tren yok. Raylardan biri yerinden çıkmış, neyse ki zamanında fark edilmiş, ama tüm sistem çökmüş, trenler durmuş. Kısacası, ben 4 saatimi boşa harcamış ve sinirlenmiş halde eve vardım.
Eve girdim. Susuzluktan dilim damağıma yapışmış. Bizim burda musluk suyu içiliyor, musluğun kolunu kaldırmamla, kol elimde kaldı. Ben şok içinde, elimde demir, foşur foşur fışkıran su.. Önce bir umut dürttüm kolu geri yerine, tabii ortadaki metal parça kopmuş, ne kol yerine giriyor ne musluk kapanıyor. O panikle Flo'ya telefon ettim "kol elimde kaldı, musluktan su fışkırıyor, yetiş!" diye. Adam şehrin öbür ucunda, işyerinde.. Ne yapsın? Neyse vanayı buldum, kapattım. Bu arada adamlar hem banyoya hem mutfağa ayrı vanalar koymuş, buna şaşırdım ve sevindim. Çünkü saniyenin onda biri kadar zamanda, gözümden evin su basmış, komşunun sinir krizi geçirmiş görüntüleri ya da daha beteri suyun iptal edilmesi ve bizim banyosuz kalmamız olasılığı falan da geçmişti. Herneyse.. Kocam annesini aradı, annesi tamirciyi aradı, tamirci nazlandı, kayınvalide bastırdı, tamirci 3 gün sonraya randevu verdi, tamirci 400 euro civarı masraf çıkarttı (şaka gibi, bizim Türkiye'nin gözünü seveyim! Bu metal parçayı değiştiriverirsin olur biter, ama burda öyle değil; tüm armatür değişecek, ayrıca adam trafikte eve gelme süresini de çalışma saatinden sayıyor falan). Ne yaparsın, tamam dedik, elimiz mahkum. "Resmen bir i-pad fiyatı!" dedik kocamla (malum bizim nesil fiyatları ancak elektronik aletlerin fiyatıyla karşılaştırarak algılayabiliyor).
Tüm bunlar olup biterken akşam olmuş (saatlerin bir saat geri alınması hiç iyi olmadı, erkenden kararıveriyor ortalık). Flo'nun annesi aradı, uğrayıp bakacak. Zil çaldı. Ben tabii heyecan içinde atıldım kapıya, Elf soyundan gelme kayınvalidemin sarı kafası ve mavi gözlerini bekliyorum.. Kapıyı açmamla dudaklarından kan sızan, baştan aşağı simsiyah pelerinli bir Dracula ile karşılaştım ve akabinde öyle bir çığlık attım ki, tüm mahalle inledi.. Çocuk da ben de bir süre kendimize gelemedik, ta ki çocuk titrek bir ses ve yoğun bir alman aksanıyla "trick ODER treat" diyene dek.. Aldığım tüm şekerlemeleri çocuğa verdim, kapıyı kapattım ve kitledim. Sanırım çocuk da aldığı tüm şekerlerle koşarak evine gitmiş ve annesine sarılmıştır.
İşte böyle bir cadılar bayramı deneyimim oldu, yok bundan sonra bidaha da almıyım ben.. Allah düşmanıma dahi vermesin!
Kütüphane Fantazisi
Bu fotoğrafta gördüğünüz yer cennet değil, Stockholm Kütüphanesi. Beni buraya kilitleseniz, hiç sorunsuz birkaç sene geçirebilirim - eğer bir ömür değilse.. Kütüphanelere ilgim çok küçükken başladı; okumayı söker sökmez, kitapların o keskin kokusu genzimi yakmaya ve bu koku çikolatalı süt kokusundan bile daha çok hoşuma gitmeye başladığı zaman. Ailem her yaz beni ananemle dedemin yazlığına taşırken, nerdeyse kendi ağırlığımda bir bavul kitabımı da taşırdı. Yatağımın başucundaki göze koyardım, iki kule; biri okunacaklar, diğeri okunanlar. İki kule ki; biri eksilirken diğeri yükselen. Aralarından da deniz gözükür.
Muhteşem koleksiyonlarım vardı; sadece hikaye kitapları değil, çizgi romanlar da. Vardı dedim; hala içim titrer hatırladıkça.. Annem evde kullanılmayan eşya sevmez, bir yaz oyuncaklarımla kitaplarım yok oldular. Büyümüşüm..... Onları ihtiyacı olan çocuklara vermişiz, onlar oynayacaklarmış oyuncaklarla (tamam bu iyi, zaten sıkılmıştım o çocukça şeylerden) ama kitaplar??? Annem de pişman oldu tabii ama nerden bilsin kadın, onun için çizgi roman okunur biter, çizgi romanın koleksiyonu mu olurmuş?? Oysa bendeki REDKITler şimdi inanılmaz değerli, bendekilerde RED sigara içiyor, saçı sarı.. Sonra saçını siyaha boyadı, sigarayı bıraktı. Neyse ayrıntılarda kaybolmayalım, giden gitti.
Bu bana ders oldu. Sonraki yıllarda kitaplarımı özenle biriktirir, ilk sayfasına adımı ve kitap bittiğinde hangi şehirde olduğumu yazar, alfabetik sırayla kitaplığıma dizer oldum. Evet biraz takıntılı bir uğraş ama küçük yaşta öğrendiğim kaybetme korkusu beni bu hallere soktu sevgili blogger'cıklarım, herkesin bir tuhaf huyu oluyor işte. Benimki(lerden biri) de bu "kütüphane fantazisi". Böyle bir hayalim var, birgün kocaman bir kütüphanem olacak evimde. Bir rahat kocaman koltuk, bir okuma lambası ve binlerce kitabım. Bursa'daki odama girenleri şimdiden "hooo" dedirten ufak çaplı bir kitaplığım oldu bile; sanırım 300-400 civarına ulaştım. Bir de ek dergiler, seyahat kitapları falan var, onları saymıyorum. Bazen odama gelen konuklar "bunların hepsini okudun mu?" türünde anlamsız bir yorum yapsa da (yok kiloyla aldım ben onları, dekoratif amaçlı), genellikle odaya girenler hemen kitaplığa yöneliyor ve kısa süre sonra "aaa ben de çok severim bu yazarı, aaa benim de başucu kitabımdır, aaa bunu sen de okudun mu acaip bişeydi dimi" sözleri uçuşuyor havada. Keyifli.
Bursa'daki kitaplığı Münih'teki evime taşıyamadım. Bunun nedeni; kitaplar çok ağır, kutulamak, kargo falan yapmak lazım, biraz pahalıya mal olacak ve biz her 2 senede bir ülke değiştirdiğimiz için henüz güvenemedim kendime. Ama özlüyorum kitaplığımın kokusunu.. Münih'in en sevdiğim kitapçısı ise Hugendubel; çünkü hem kocaman hem de oturma alanları var. Alıyorsunuz kitabı elinize, bakıyor, kokluyor, okuyorsunuz hatta. Aynen Boston Cambridge'deki gibi. Orda da kitapçılar böyle bir hizmet sunuyorlar; bazı kitapların kabı açılmış oluyor, onları kitapçıdan dışarı çıkarmadığınız ve hasar vermediğiniz sürece gidip gelip o kitapçının okuma koltuğunda okuyabiliyorsunuz. Kendi kitaplığım olana dek, benim için güzel bir avuntu..
Muhteşem koleksiyonlarım vardı; sadece hikaye kitapları değil, çizgi romanlar da. Vardı dedim; hala içim titrer hatırladıkça.. Annem evde kullanılmayan eşya sevmez, bir yaz oyuncaklarımla kitaplarım yok oldular. Büyümüşüm..... Onları ihtiyacı olan çocuklara vermişiz, onlar oynayacaklarmış oyuncaklarla (tamam bu iyi, zaten sıkılmıştım o çocukça şeylerden) ama kitaplar??? Annem de pişman oldu tabii ama nerden bilsin kadın, onun için çizgi roman okunur biter, çizgi romanın koleksiyonu mu olurmuş?? Oysa bendeki REDKITler şimdi inanılmaz değerli, bendekilerde RED sigara içiyor, saçı sarı.. Sonra saçını siyaha boyadı, sigarayı bıraktı. Neyse ayrıntılarda kaybolmayalım, giden gitti.
Bu bana ders oldu. Sonraki yıllarda kitaplarımı özenle biriktirir, ilk sayfasına adımı ve kitap bittiğinde hangi şehirde olduğumu yazar, alfabetik sırayla kitaplığıma dizer oldum. Evet biraz takıntılı bir uğraş ama küçük yaşta öğrendiğim kaybetme korkusu beni bu hallere soktu sevgili blogger'cıklarım, herkesin bir tuhaf huyu oluyor işte. Benimki(lerden biri) de bu "kütüphane fantazisi". Böyle bir hayalim var, birgün kocaman bir kütüphanem olacak evimde. Bir rahat kocaman koltuk, bir okuma lambası ve binlerce kitabım. Bursa'daki odama girenleri şimdiden "hooo" dedirten ufak çaplı bir kitaplığım oldu bile; sanırım 300-400 civarına ulaştım. Bir de ek dergiler, seyahat kitapları falan var, onları saymıyorum. Bazen odama gelen konuklar "bunların hepsini okudun mu?" türünde anlamsız bir yorum yapsa da (yok kiloyla aldım ben onları, dekoratif amaçlı), genellikle odaya girenler hemen kitaplığa yöneliyor ve kısa süre sonra "aaa ben de çok severim bu yazarı, aaa benim de başucu kitabımdır, aaa bunu sen de okudun mu acaip bişeydi dimi" sözleri uçuşuyor havada. Keyifli.
Bursa'daki kitaplığı Münih'teki evime taşıyamadım. Bunun nedeni; kitaplar çok ağır, kutulamak, kargo falan yapmak lazım, biraz pahalıya mal olacak ve biz her 2 senede bir ülke değiştirdiğimiz için henüz güvenemedim kendime. Ama özlüyorum kitaplığımın kokusunu.. Münih'in en sevdiğim kitapçısı ise Hugendubel; çünkü hem kocaman hem de oturma alanları var. Alıyorsunuz kitabı elinize, bakıyor, kokluyor, okuyorsunuz hatta. Aynen Boston Cambridge'deki gibi. Orda da kitapçılar böyle bir hizmet sunuyorlar; bazı kitapların kabı açılmış oluyor, onları kitapçıdan dışarı çıkarmadığınız ve hasar vermediğiniz sürece gidip gelip o kitapçının okuma koltuğunda okuyabiliyorsunuz. Kendi kitaplığım olana dek, benim için güzel bir avuntu..