Dün Handan’ın şu yazısını okuyunca, benim de yazmak istediklerim var diye düşündüm. Sürekli aldığın, kullanıp attığın bu dünyada peki sen geriye ne veriyorsun?
Ben bir psikolog olarak yaklaşacağım bu konuya. Son beş - özellikle pandemiyi içine alan iki senedir yoğun olarak varoluşsal kaygılar duyan, dünyadaki yer ve anlamını sorgulayan ve sonunda da “hiç bir anlamı yok, her şey kötüye gidiyor, umutsuz vakayız biz” noktasına gelen insanlarla çalışıyorum. Gerek Türkiye’deki sosyo-psikolojik anlamda basık hava, gerek tüm bu kısırdöngüyü kırıp Almanya’ya gelmiş ama yine de mutlu olamamış insanlar bana soruyor: “Aslında görünürde her şeye sahibim, yani en azından diğer insanlara bakıp şükrediyorum ama içimde rüzgârlar esiyor, hiç bir şeyden zevk alamıyorum, umut duyamıyorum, sanki bir kâbusta gibiyim uyanamıyorum, neden mutsuzum, neden bir türlü bu bulantı içinden çıkamıyorum?”
Görüşmeler uzadıkça gelip dayandığımız nokta hep şu oluyor: Hayata geri ödemen ne? Aldıklarının karşılığında peki sen ne veriyorsun?
Terapist olarak gözlemim, insanların “doyum” hissinin almaktan değil, aldığı kadar da vermekten geldiği. Gönüllü yapılan işler meselâ, başkasına yardım etme davranışı, özellikle de bireysel değil grup içinde gerçekleştirilen eylemler; depresyon hastalarında (ve hattâ anksiyete bozukluklarında da) ilaçtan daha fazla iyileşme sağlıyor! Keza “amaç arayışı” krizleri sırasında “amacı arama, yarat” yaklaşımı yani anlamı eylemde bulmak insanları bu kısır döngüden çıkartıyor.
Gönüllü işler arasında sadece yardım etmek, hayrına işler yapmak değil, bir de “gelecek için çalışmak” var. Yani sonuçlarını asla göremeyeceğimiz bir dava uğruna, beklentisiz ve çoğunlukla karşılığını da alamadan uğraş vermek.
Bir çocuk yetiştirirken meselâ, amacımız çocuğu mutlu etmek değildir, onu ilerideki yaşama hazırlamaktır. Üstelik bunu belki de hiç göremeyeceğimizi bile bile yaparız. Bunun için ona sağlıklı yeme alışkanlığı, kendini çevresel zararlardan uzak tutma yetisi, bedenini koruma ve bakma alışkanlığı verir ve ona hayatta bir amaç bulması için de eğitim, ilgiler, yetenekler konusunda destek oluruz. Ancak tüm bunlar karşılandığında “neşe” ya da neşenin uzun süreli hali olan mutluluk gelir. Yoksa anlık ve dışarıdan verilen mutluluğun (bir şeker daha yiyiversin, azıcık daha tabletle oynayıversin, aman ödevini de yapmayıversin) sürekli bir mutluluk olamayacağı aşikârdır. Ebeveynlik işte tam olarak budur. Çocuğu yapmanın “geri ödemesi” o çocuğa ebeveynlik yapmaktır ve bu ödemeyi verdiğimiz ölçüde “mutlu” hissederiz.
Hayatın her alanında da böyledir. Geri ödemeler vardır. Bu ödemeleri yapmazsak mutlu olamayız. Doğanın en güzel yerine ev yaparız ama o evin bahçesi yeşillenmeden, çektiğimiz kuyu suyundan yoğrulan ekmek pişip de yarısı komşuya verilmeden ya da kurduğumuz çardakta bir dostun derdini dinleyip bir kahve ikram etmeden mutluluğu bulamayız. Yani paylaşmak, kendinden bir şey (bir yemek, bir hizmet ya da bir zaman bile olabilir bu!) üretip bir başkasına (insan olması da gerekmez, bir hayvana bir birkiye de olabilir bu) vermek, kısaca “geri vermek”, insan yaşamının doyumu için gereklidir.
Dünyanın en kutsalı; ev ekmeği.
Bu noktada Handan’ın yazısına geri dönecek olursam, doğadan yüzyıllardır aldığımızı ona geri vermek zorundayız. Sadece “çocuklarımızın geleceği” için değil, kendimiz için de. Kendi iç huzurumuz, işe yarama ve aidiyet yani genel anlamda yaşamla tamamlanmışlık hissimiz için de..
Yani ister çöplerinizi ayırın, ister tohum çeşitliliği için uğraşın, ister denizleri yol kenarlarını temizleyin elinizle, ağaç dikin, ister daha alım ve tüketim aşamasında frenleyin kendinizi, israfa karşı savaşın, ister nükleer enerjiye karşı köprülere zincirleyin ya da daha büyük devlet politikalarını değiltirebilecek adımlar atın ama bir şey yapın! Ve elinizden geliyorsa başkalarıyla birleşin, çocuğunuz olsun komşunuz olsun, ortak bir şeyler yapın ki yaptığınızın etkisini görüp daha da motive olun. Sadece internetten “like etmek”le kalmayın. Eyleme geçin. Göreceksiniz o mutsuzluk ve umutsuzluk hissi bir şeyler yaptıkça azalacak.. Yerini “ben elimden geleni yapıyorum”a (yap”tım” değil, yapıyorum) bıraktığında, insanın içi de daha az dağlanıyor, hissedeceksiniz.
Bizim buralarda denize gidilmez, inilir. Günlük dilde şu şekilde kullanılır; “ben denize iniyorum..”. Bunun nedenini sana göstermek istedim bugün.
Fakat geceden başlamalı, çünkü gün buralarda hep geceden başlar.
Dün gece, yalnızlığın insana bir bıçak gibi saplandığı gecelerdendi. Sadece yaz aylarına özgü, kavuniçi doğan dolunay öyle güzeldi ki, insan yanında biri olmayıp kelimelere ve ünlem işaretlerine dökemezse sanki o an hiç olmamış, yaşanmamış gibi algılıyor ve içinde büyük bir boşluk hissediyordu. Dün gece dünyanın sayısız güzel köşesinin her birinde, milyonlarca insanın dudaklarından değilse bile aklından “sen de burada olsaydın..” cümlesi akmış olmalı. Yüzlerce dilde.
Dolunaydan ya da üstünde çadır kurup yattıkları killi toprağın içinde ilk bakışta fark edilmeyen ufak çakıl taşlarının sertliğinden uyuyamayan, şehrin kalabalığından birkaç gün olsun doğaya kaçmış kampçılar bu sabaha geç başlar diye umarak, bir zamanlar kimseciklerin bilmediği / olmadığı bu koya (Dolungaz) yürüdüm. Yol, zeytin yeşilinin bağrından kıvrıla kıvrıla koyu maviye iniyor. Suya yaklaştıkça insanın düşünceleri de serinliyor.
Beyaz kayalıklara oturdum. Henüz güneşin yakmaya başlamadığı, dolunaylı gecenin izlerinin kaya oluklarından akıp gitmediği, rüzgârın sessizliğinin kulakları doldurduğu ufak bir köşe buldum ve yazmaya başladım.
Çevremden kendi hızları içinde bir sürü insan gelip geçerken, dünyayı bir salyangozun yavaşlığında - ya da belki o sonsuz telaşında algıladım.
Denizin ve rüzgârın sesini insan sesleri bastırmaya kalkınca, kulaklığımı taktım. Yıllardır hiç şaşmayan şekilde High Hopes’un ritmik piyano tuşlarıyla bastırdım insan sesini. The ringing of the division bell had begun……
Neden sonra, güneş ensemi ve omuzlarımı yakmaya, etraf kalabalıklaşmaya başlayınca, kaçma vaktinin geldiğini anladım.
Geldiğim yoldan, taşlı kumda sabahtan kalan kendi ayak izlerime basarak, adeta kendimden tek bir iz, çöp, ses, koku bırakmadan, gerisin geriye tırmandım kıvırcık saçlı sarışın yolu.
En tepeden son bir defa bakıp sabah denizime, onu ondan belki de hiç anlamayacak olan gürültülü insanlara bırakıp.. sessizce ayrıldım.
Bu sabah yine 7’yi az geçe evden çıktım. Dağları aşarken, avuçiçlerimle otlara belli belirsiz dokunarak yürümeye devam ederken, otların o en uç kısımlarındaki püsküllerin avuçlarımı gıdıklamalarına bayılıyorum. Bazen durup kokladığım ve isimlerini bulmaya çalıştığım da oluyor. Bu durumumla ilgili aklıma Pamuk’tan şu cümle takıldı: “saray haremine hapsolduğu yıllar Sultan'a tek tek eşyalara, otlara, bulutlara, böceklere ve kuşlara dikkat etmeyi öğretmişti.”
Benim için de biraz böyle bu. Kendimden başka bir çocuğun olmadığı bir ortamda, yalnız denebilecek bir çocukluk bana eşyaların, bitki ve hayvanların da bir ruhu olduğunu fark ettirdi. Üstünde yattığım gri halının kırmızı soluk laleleri meselâ konuşmayı çok severdi ve türlü hikâyelerle uyuturdu beni.. Öylece yerde, laleli halının üstünde, bir yanağın buz gibi taş fayansta uyunan öğle uykularını hatırlar mısın? Çocukluğun kayıp cenneti…
Ya da tırtılların kelebeğe dönüşmesini izleyecek kadar yavaş bir zaman algısı içindeyken, böceklerin o mucizevi sohbetini dinlemeyi? Ufak antenlerini birbirine tokuşturarak selamlaşan karıncalar, yaz boyu aşk şarkıları söyleyen cırcırlar, geceye tatlı bir gizem katan çeşit çeşit böceğin dünyasında bir Gulliver gibi hissettin mi sen de kendini? Panteistik bir dünya görüşüne sahip olmamda yani evrendeki tüm varlıkların birbirleriyle ve tanrıyla arasında bir bağ olduğuna inanmamda bu yılların etkisi büyüktür.
Fakat son yıllarda kendi içime dört duvar arasına ve tamamen çocuk iş odaklı bir hayata kapanmamın yarattığı körlük nedeniyle, bu bağı hissedememeye başladım. Bulduğum her boş anımı yürüme bahanesiyle doğanın kollarına atılmakla geçirmemin de nedeni bu.
Bu sabah “uzun yol” yürüdüm. Deniz ve çalılıklar arasından 2,5 saat sonra vardığım “uzak” köyden telefon ettim eve ve “beni alabilir misiniz” diyerek koordinatlarımı bildirdim.
Orda ve o an bir karar verdim! Bu Ekim sonu Kasım başı 4 gün izin alacağım ve tek başıma Türkiye’ye geleceğim. 4 gün boyunca Mimas Yolu’nu (Efes kısmı değil sadece Çeşme yarımadası kısmını) yürüyeceğim! Hem bildiğim yerler hem de kolay bir parkur. Likya yolu projem için ilk adım diyelim mi? :) Evet diyelim!
En sondan başlayacağım. Çünkü Temmuz’un son gününde, finalde yani, hissettiğim duygu dehşet mi desem, şok mu desem, Temmuz yine yapacağını yaptı mı desem? 31 Temmuz 2021 hayatımın "asla unutulmayacak" günlerinden biri olarak tarihe şöyle geçti:
Afrikalı gariban kadının biri gözlerimin önünde, araba garajına inen merdiven boşluğunda doğurdu!
Alışverişimi yapmış, 4 yaşındaki oğlumla arabama inerken merdiven boşluğundan gelen çığlıklardan korktum önce, itiraf edeyim. Yerde hafif pembeli sular görünce de kesin içti içti kustu, belki de şizofrenik, atak geçiriyor, bulaşmayayım şimdi diye düşündüm ama yine de bir şey dürttü içimden ve kapıdan içeri baktığım o 1-2 saniyede, kadının yüzündeki ifadeden her şeyi anladım! İnsan yüzü gerçekten her şeyi anlatıyor, kelimelere ihtiyaç yok..
Afrikalı bir kadın, mülteciydi sanırım, yerel kıyafetler içinde rengarenk, merdivene oturmuş acı ve korku içinde nasıl çığlık çığlığa bağırıyor! Böyle anlarda sakinliğiyle ünlü ben bile ne yapacağımı bilemedim; kadına mı koşayım, 112'yi mi çağırayım, bağırtılara ve kana korkan kendi çocuğumu mu yatıştırayım.. Hemen üst kata koştum, benim gibi bağırtılara gelen bir aileyi kadının yanına koydum. Biz paramediklerle geri gelene dek yani 10dk içinde kadın doğurmuş, geldiğimizde kucağında Afrika karası, simsiyah saçlı ufacık bir bebek.. Paramedikler hemen kapıyı kapattı rahat müdahale edebilmek için, bebeğin hiç sesi kıpırtısı yoktu, ölü müydü sağ mıydı onu bile göremedim. Yalan yok, bakamadım da..
Hayat ne tuhaf, merdiven boşluğunda doğmak ne acaip. Kendi oğlumu nasıl yatıştırayım bilemediğim için, kucakladım çıktım, arabaya bindiğimde tir tir titriyordum... Bu tip olayların genelde "Ölümlü" şekli bulur beni; kazalar, ani ölümler, kucağımda can vermeler, çaresizlikler.. "Doğumlusu" ilk defa başıma geldi, şaşkınım. Doğum olumlu, en azından umut dolu bir olay olsa bile, çok sarsıldım.. İnşallah oğlumu yatıştırmak için uydurduğum "en iyi senaryo" yaşanmıştır ve bebek iyidir, evindedir şimdi. Aklımda dönüp duruyor bu olay hâlâ etkisi geçmedi..
Malawi'den..
Bunun dışında aslında Temmuz çok sakin geçti. Bakalım bu ay neler yapmışım :)
ÇALIŞTIM:
Temmuz'u tek kelimeyle özetlemek gerekirse şu kelimeyi seçerim: çalıştım. Pandeminin başından beri ilk defa bu kadar yoğun çalıştım ama HİÇ şikayetçi değilim. Aklımı doldurmak, bir süredir dağınık, oradan oraya uçuşan düşüncelerimi işe odaklamak bana iyi geldi. İnsanlar durduk yere işkolik olmuyor..
Uzun zamandır katılmam gereken iki vaka analizine (terapistlerin bir araya gelip onları zorlayan / geliştiren vakalar hk. birbirlerine sunum yaptıkları bir ortak çalışma) katıldım. Bazı geceler çocuklar uyuduktan sonra toplantılarım oldu ki bu yıllardır yapmadığım, "çok yorgunum" diye yapmaktan kaçındığım bir şeydi ama içimden bir şey "doğru zaman" diyor, haydi bakalım.. Varoluşçu Terapi sürekli karşıma çıkan ve beni çok heyecanlandıran bir alan, kendi alanımdan biraz uzak ama "ölüm korkusu" ve "yas süreci" konusunda yıllardır Bilişsel Terapilerde eksik hissettiğim, zorlandığım noktalara ilaç gibi geliyor.. Bu konuda bu sene kendimi geliştirmek ve sertifika içeren bir kursa katılmak istiyorum. Kafayı çizip alan bile değiştirebilirim aslında, o kadar hoşuma gidiyor ve beni heyecanlandırıyor ki! Ama şimdilik "yan dal" olarak götürmekte fayda var.
Yürüyüş terapilerim için seçtiğim yollardan biri..
Türkiye'de beraber çalıştığım bir hoca var, onunla sık sık yazışmak da çok iyi geldi bu ay. Sizi bilmem ama ben 40 yaşımda bile hâlâ mentorlara ihtiyaç duyuyorum, sanırım aynı yoldan daha önce yürümüş birilerini görmek, konuşmak, bana iyi geliyor.. Duygusal meselelerimde de böyle bu.. Fakat dikkat ediyorum, mesleğimde de "yaşadığım" bir konuda danışmanlık vermek, teoride çok iyi bildiğim ama deneyimlemediğim bir konuda vermekten çok daha doğal geliyor bana. Bu nedenle asıl alanım anksiyete, depresyon, ortam değişimlerine uyum sorunları, ebeveyn-çocuk bağlanma süreci gibi konulara kaydı yıllar içinde :) Fakat asıl ölüm, ayrılık ve yas süreçleri beni heyecanlandıran, aslında korkutan, belki ihtiyacım olan "mesleki challenge".. Çünkü damdan düşenin halini en iyi..... belki. Kendi travmalarımdan bir "anlam" ve "yarar" çıkarma isteği de olabilir bu tabii.
AŞI OLDUM:
Bu ayın ilk günlerinde ve son günlerinde iki aşımı da 3 hafta arayla oldum, bitirdim, şükür. Bende yan etki yapmadı ama eşim ikinci aşıdan sonra baya perişan oldu (corona geçirirken de o benden daha fazla etkilenmiş hatta hastanelik olmuştu bilmem alakası var mıdır). Aslında sonradan "yahu saksıyı hiç çalıştıramıyorum, bende de yan etki çok oldu deyip yan gelip yatsaydım ya iki gün" dediysem de :))) Fırsat çoktaaan geçmiş gitmiş oldu.
AĞIRLADIM - AĞIRLANDIM:
Bu ay sürekli misafir ağırladım. Yemekli, yatılı, pastalı kekli, genç yetişkin çocuk hatta dört ayaklı her türlü misafir. Eğlenceliydi aslında ama sürekli yatak yorgan yıkamak ve kurutmaktan helak oldum. Fakat tuhaf bir keyif de aldım, sanki Corona öncesi eski zamanlara dönmüşüz gibi.. Çocuklar da bir iki defa partilere kutlamalara katıldılar. 1,5 senedir yok böyle kutlamalar burada. Hatta eşim bir de düğüne katıldı (çocuk kabul etmedikleri için ben "yırttım"). Çocuk kabul edilmeyen düğünleri çok anlamsız buluyorum ama sanırım düğün sahibi kendi çocuğu olunca anlıyor bunu.. Ama düğün sevmediğim için, çocukları bahane edip katılmamayı da çok şahane buluyorum :))
YEDİM (Ama yetmedi!):
"Lüks" kelimesi malum, yaşadığınız yere göre değişiyor. Simitle beyaz peynir ikilisi de benim için lüks.. Aslında ofisime bisikletle 5dk uzaklıkta bir Türk simitçisi var ve tam çıtır İstanbul simiti yapıyorlar! Fakat haftaiçleri öyle yoğun oluyorum ki, bir türlü yolum düşmüyor. Fakat simit özlemim öyle bir noktaya ulaştı ki, bir Pazar sabahı atladım bisikletime, hem de buz gibi (11 derece!) yağmurlu bir havaya da 30dk bisiklet sürmeye de aldırış etmedim, koştum simitçime. Simitleri ve ben sevmesem de bizimkilerin çok sevdiği peynirli su böreğini çıtır çıtır alıp eve getirdiğimde ise..... beni acı bir sürpriz bekliyordu: Hain köfte simitçi, beni yanlış anlamış ve 3 simit yerine 1 simit koymuş pakete! O 1 simiti 4 parçaya, kalbimi de bin parçaya bölerek........ Ah ah....
HAYAL KURDUM:
Dunvegan, İskoçya'da.. Nasıl güzel gözüküyor değil mi? Burada kadrolu prenses olarak yaşamak hayalleri kurdum, hatta fotoğrafın sağ alt köşesinde denize doğru uzanan şeyi "su kaydırağı" olarak hayal ettim falan.. Yeniden hayal kurmaya başlamış olmak aslında beni mutlu eden.. Öyle uzun zaman olmuştu ki kendimi "nasılsa olmayacak, vaktini hayalle harcama" diye ketleyeli, halbuki hayal kurmak belki de yaşamın biricik ve tek "destekçisi".. Ne kadar imkânsız, o kadar özgür! Hayal kurmak stresli olduğum dönemde bana çok iyi geliyor, düşüncelerimi konudan uzaklaştırıp dağıtmaya yarıyor, bunca zamandır neden kendimi uzak tuttum bu hayat kurtarıcıdan bilmem. Sanırım bırakamadım kendimi, daha ciddi daha yetişkin daha gerçekçi konuları düşünmeliyim dedim. Oysa hepimizin biraz "gerçeklerden kaçmaya" ihtiyacı var!
ÇOK ŞAŞIRDIM:
Oğlumun çocuk bahçesinde bulduğu bu tüylü vatandaşa bayıldım. Böyle tüylü bir tırtıl acaba nasıl bir kelebek olacak diye düşündüm :) Ne kadar muhteşem canlılar var etrafımızda, sanki bu dünyaya ait değiller gibi. Ya da biz ait değiliz... evet.
ÇOK SEVDİM:
Bu ay kendime tam sevdiğim renkte kavuniçi güller bulup aldım. Hava serin olduğu için, vazoda tam 21 gün dayandı bu güller! 21 gün boyunca her baktığımda mutlu oldum.. Hep "küçücük şeyler" aslında bizi mutlu eden, sevindiren, yaşamaya devam ettiren..
ÇOK GÜLDÜM ve hak verdim evet değiştirmeliyiz :))
Michael McIntryre'ın "password" hakkında söyledikleri uzun zamandır en çok güldüğüm şey oldu. Şuraya iliştireyim videoyu. Adam doğru söylüyor, bence kulak verin derim :))))
OKUDUM:
Bu ay yine sanki sadece bana konuştu bazı kitaplar.. Sanki ben sordum, onlar cevapladı..
"Bunların hepsi ay ışığının yüzünden oluyor, aşırı parladığında okyanus huzursuzlanıyor, usul usul salınmak yerine çırpınmaya başlıyor" - Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı.
"Mucizeler beklemeye hakkımız yok mu? diyordun. Zaten kala kala bir o hakkımız kaldı galiba. Bu üzüntülerden yorulur da belki günün birinde isyan eder, böyle bir mucizeyi kolaylaştırabiliriz." , "Ne olacak bizim bu halimiz Nahit? Yaz geçiyor sen gelmiyorsun. Belki bir gün geleceksin ama o kadar geç gelmiş olacaksın ki seni gördüm mü görmedim mi, doğru dürüst anlayamadan kalkıp geri döneceksin. Benim için tahammül edilmez bir devir daha başlayacak. üstelik o devir kim bilir ne kadar uzun sürecek. Hayatımızın hiç düşünmeden feda edebileceğimiz seneleri o kadar çok mu? Ömrümüzü hep böyle birbirimizden uzak mı geçireceğiz?" , "Sükûnet bulmamız için bir arada olmamız lazım. Yazı ile halimizi anlatamıyoruz." , "Hasretim canına tak etmeden bana mektup yazma demiştin. Hasretim daha senden ayrıldığım gün başladı, artarak devam ediyor, her yerde seni arıyorum.." - Orhan Veli, Yalnız Seni Arıyorum (Nahit Hanım'a Mektuplar)
"Above all, he said to himself, he needed to slow down and start telling stories again, to work his way back into a world populated by minds other than his own." , "Forge on. Write your heart out and do not worry." - Auster, 4.3.2.1
"İnsan neden acaba bir yandan da yıkmaya, her şeyi kaos haline getirmeye bayılır? Üzerinde uğraştığı yapıyı bitirmekten, gayesine ulaşmaktan içgüdüsel olarak ürkmesinden mi kaynaklanıyor bu yoksa? sadece uzaktan sevmek, sadece yapmak ama içinde yaşamak istememek. Kimi insan gayeyi değil, gayeye giden yolu sever." - Dostoyevski, Yeraltından Notlar.
FARK ETTİM:
Hayatımdan tek bir insan çıkınca bu kadar yalnızlaşacabileceğimi hiç düşünmemiştim.. Bu çok korkutucu bir his.. Bu ay, kendimi oyalamayı bıraktım, bu korkumla yüzleştim ve bu sayede de porselenden yapılmadığımı fark etmeye başladım. Çok sevdiğim birini kaybedince, içimde esen rüzgârlardan çok korkuyorum ben. Kendimi yapayalnız, kırılgan hissediyor, kırılıp döküleceğimden, bin parçaya ayrılıp bu sefer kendimi toparlayamayacağımdan korkuyorum. Gidişlerden değil de, ardında kalan acıdan korkuyorum.
Oysa acıyı yaşamak lazım.. 4 ay oldu ama çok özlüyorum Elif'i, bazen canım ondan başkasına tek bir kelime yazmak istemiyor, hâlâ gördüğüm her güzel şeyi ilk onunla paylaşma "içgüdü"mden sıyrılamadım.. Meselâ şu. Bir akşam saatinde şans eseri önüme çıkan bu ufak göl kenarı, kelimelere dökemeyeceğim kadar ona ve bana ait bir yer gibi geldi bana.... Güneşin şefkatli sıcaklığı, yeşilin tonu, suyun dinginliği, tahta iskele ve bir saat sonra sağanağa dönüşecek gri bulutlar. Keşke dedim, keşke burada olsaydın..
Ama bu ay, bu duygularla savaşmaktan, dikkatimi dağıtmaya çalışmaktan vazgeçtim. Canım ondan başkasına yazmak istemedi mi, yazmadım.. Günlerce yazmadım. Bu iyi geldi, kendimi zorla neşelendirmedim, canım ağlamak istediğinde ağladım, onu özlediğimde "seni çok özledim" yazıp ufak bir kağıda, bizim ufak dereciğe bıraktım. Tuna Nehri'ne karışan, sonunda da Karadeniz'e dökülen o ufak dereciğe.. Ona yazmadan ona yazmanın bir yolunu buldum böylece..
Bu ufak kağıtçıkları dereye bırakırken şunu hissettim: Elif'in gidişi bana sanki bir olgunluk kattı, sanki benden daha önce gidenleri bile anlamamı sağladı, yumuşattı özlemleri, insanca yaklaşmamı sağladı. Bu benim için gerçekten çok büyük bir adım aslında, sessizce ve yapayalnız yürüdüğüm yaşam yolunda....
ve.. son olarak DİNLEDİM:
Bu ay fazla müzik dinlemedim, genelde radyo (Avusturya radyosu FM 4) açıktı. Fakat şu podcast'i dinledim ve konu biraz eski olsa da yaklaşım çok hoşuma gittiği için paylaşmak istedim: