"Unutulmaya hazır ne varsa, Temmuz gibi tutuşuyor aklımda.." diyen Haydar Ergülen'e katılmamak elde değil. Münih'e yaz geldi ve "ce-e!" yapıp aynı hızla da geri kaçtı. Artık acemisi olmadığım için bu kentin, bu bana sürpriz olmadı; bu yaz artık buradaki 3. yazım ve nihayet bu yaz hazırlıksız yakalanmadım. Yine de şaşırtıcı oluyor bu kentte kazaksız, çorapsız, hatta ve hatta şemsiyesiz dolaşabilmek. İki hafta da olsa..
Hava 30 derecenin üstüne çıkınca, biz tüm kent deliriyoruz. Herkes yakaları yukarı kaldırılmış Polo tshit'leri giyip (ne beter bir moda bu yahu, ne anlamsızlıktır bu?!), üstü açık arabalara doluşup, eşarpları rüzgarla savura savura, nehir ve göl kenarlarına doluşuyor. Daha sportmen olanlarımız Alplerin tepelerinde dağ bayır dolaşıyor, bakınız burdan okuyunuz.
Türkiye'de sizlerin Mayıs ortasından Ekim başına dek yapabildiğiniz nice yaz aktivitesini, biz burada 2 hafta içinde gerçekleştirmek durumundayız yoksa yaz kaçıveriyor ve biz doyamadan kalıveriyoruz. İki haftalık yaz boyunca her sabah erkenden kalkıp "amanın bugün de mi güneş var?" diye şaşırmayı takiben, hızla çantaya üç beş parça eşyayı (yedek dondur tshirttür havludur kitaptır) atıp, iki litre suyumuzu, elmalı sodamızı ve hızla hazırlanmış peynirli sandviçlerimizi de kumanya niyetine hazırlayıp, bisikletlere atlayıp soluğu evimizin yakınlarındaki Würm nehrinin kenarında oluşan doğal kumsallarda ya da ufak göletlerde alıyoruz. Küçük Joe'nun sakin ve serin İstanbul sabahının aksine, Münih ahalisi sabahın 6'sında kalkıp maraton falan koşma huyunda oldukları için, yollar kalabalık ve cıvıl cıvıl. Hatta biraz geç kalsak (misal saati 9.30 falan etsek) göl kenarlarında oturacak birkaç metrekarelik çimenlik bulmak zorlaşmaya başlayabiliyor..
Benim gibi soğuk sudan hiç hazzetmeyen biri bile kendini Alplerin doruklarından gelen buz gibi suların içine atıp neşeli çığlıklar atarak yüzebiliyorsa, Münih'e yaz gelmiş demektir. Yüzmek dışında Isar nehrinde sörf yapmak, buz gibi ve berraklıkta son nokta Alp göletlerinde dalış yapmak, yelken üfürmek, kano kulaçlamak, koca koca adamlar ve kadınlar olarak bir elimizde soğuk bira ile şamrel tipi simitlerin içinde ya da deniz yatakları üzerinde nehrin en üst noktasından en alt noktasına doğru tembel tembel "akmak" ya da bir portakalı hırsından ağlatacak denli turuncu olana dek güneş altında geviş getirmek de diğer aktiviteler arasında tabii.
Kahvaltılık sandviçlerimizi ya da Bavyera adeti olarak saat öğlen 12'yi vurmadan tüketilmesi şart koşulan beyaz sosis ve beyaz birayı mideye indirdikten sonra, işe gidebilir (6'da kalkarsanız, tüm bunları yapıp yine de 9'da işte olursunuz tabii ki) ya da şehrin aylak takımındansanız (bu yaz Maya sayesinde benim de olduğum gibi), tüm günü göl/nehir kenarında hak yüzerek, kah okuyarak, kah yiyerek içerek geçirebilirsiniz. Akşam programı ise bambaşkadır. İş çıkışı Isar kıyısında buluşulur, mangala herkes getirdiği birşeyleri atar, hardallı patates salataları ya da peynir tabakları ortaya konur, yine biralar, Spezi'ler, elma sodaları açılır. Yine yüzülür, yenir, içilir. Ya da bira bahçesinde buluşulur ve kestane ağaçlarının koca yaprakları altında sohbetler uzar da uzar. Ya da bir açık hava sinemasına ya da açık hava operasına gidilir, parkta çimenlere uzanılır, yıldızlar ışıl ışılken sevdiceğin göbeğine yatılır ve güzel bir film izlenir.
Bu yaz bir de ekstra güzellik var, evimize bisikletle sadece 5dk uzaklıkta bulunan Blutenburg (şatosu)nun önüne günebakanlar dikmişler! Bu park alanı devlete, dolayısıyla halka ait ve isteyen girip kopartsın diye bir de kutu ve tabela koymuş, üstüne de "30cent karşılığı kopartabilirsiniz" yazmışlar. Bir akşam yürüyüşüm sırasında tabelanın önünde uzunca bir süre oturdum ve insanların hakikaten o kutuya para attıklarına da şahit oldum.. Acı acı düşünmeden edemiyor insan, bizim memlekette olsa para vermek bir yana, günebakanları köküyle söküp götürürler balkonlarındaki saksılara dikmeye.. Jardzy hanım belki hatırlar, yıllar önce kuğulu parktaki kuğuları bile "söküp" götürmüşlerdi bir kısım halkımız..
Yaz geceleri de bir başka güzeldir tabii.. Dışarıda bir sürü aktivite vardır. Evdeyseniz ise, mutlaka balkonda uzun uzun oturur hoş bir sohbete ya da sürükleyici bir kitaba dalarsınız. İlla ki limonata yapmışsınızdır, önünüzde buz gibi, nane nane kokar durur. Her yaz olduğu gibi karpuza dadanır, "hakikaten yutulan çekirdekler apandisit hastalığına neden oluyo mu ki?" diye düşünmeden edemezsiniz. Bir de zıııızt zıııızt diye öten gece böceklerinin sesleriyle, hafif ürperten bir esintili gecede, incecik pikeye sarınarak uykuya dalmak vardır ya, işte o hepsinden güzeldir..
Yaz mevsimi.. Mevsimlerin en güzeli..!
29 Temmuz 2013 Pazartesi
18 Temmuz 2013 Perşembe
Kayıp lezzetler
Bektaşi üzümü diye bir şey duymuş muydunuz bilmiyorum ama, biz kendisini pişirip yedik. Burada stachelbeere (ingilizce konuşulan ülkelerde gooseberry) diye geçiyor ve sadece bu mevsimde kısa bir süre rafları süslüyor. Ben geçen seneden beri "bu nedir bu?" diye merak edip duruyordum, bu merakımı babalık izni nedeniyle bulunduğu evde işsizlikten delirip kendini aşçılığa adayan sevgili sevdicek sayesinde yendim.. Kendisi internetten tarif bulup beş çayına "bektaşi üzümlü tart" yaptı ve "akşam oturmasına" gelen birkaç arkadaşla iki gün içinde tüm tartı tükettik yahu. Şekli şemali pek güzel bu meyvenin ve oldukça da güzel ekşimsi / tatlımsı bir tadı var! Sevgili Jardzy burada olsa, bir koca dilim de o yerdi, ooo ekşi ekşi diyerek / severek.
Bir de burada rhabarber (ingilizce konuşulan ülkelerde rhubarb) diye geçen ve yine Jardzy'den aldığım bilgilere göre Türkçesi de "Işgın" olan bir başka enteresan sebze var. Kereviz sapını andıran bu sebze de son derece ekşi ve izine sadece Haziran başında 1-2 hafta izine rastlanabiliyor. Onun da aynı şekilde tartını yaptık ve aynı sosyal coşkular içinde mideye indirdik. Her iki tartı da daha az ekşi yapmak isterseniz içine ek olarak şeftali katabilirsiniz. Her iki sebzeye de uyuyor, güzel de kokusu var.
Türkiye'de bu sebze / meyveler hiç karşıma çıkmamıştı, belki annemin devamlı anlatıp durduğu çocukluğunun efsanevi "kırmızı havuç"u ya da "tatlı patates"i gibi nesli tükenen sebze ve meyvelerimizden biridir, çünkü böyle olmasa Türkçe ismi olmazdı diye düşünüyorum. Ya da gerçekten adı sanı duyulmamış ucra bir köyde birkaç metre kare alanda yetişiyor ve sadece yerli köylüler biliyor da olabilir. Ya da bizde de bektaşi üzümü ve rhubarb gani gani yetişiyor ve tüm evlere giriyor ama ben yıllardır o ulvi bektaşi üzümü ve rhubarb haftasını kaçırıyor falan da olabilirim tabii. Hangisi doğru bilmiyorum ama doğru olan bir şey var ki, o da sonuçta her ikisinin de "kayıp lezzetler" olduğu..
2 Temmuz 2013 Salı
Ateşle oyun olmaz
3 yaşındaydım, üst komşunun haşarı oğlu ananemin evini yakma girişiminde bulunduğunda. Misafirliğe gelmişler bize (hala neredeyse her gün gelir giderler ananemle babannesi birbirlerine), bizimkiler içerde sohbete ve çaya dalmış. "Haşarat" içerlerde kendi keyfine bakıyor. Bir yerlerden bulduğu kibritle oynarken perdeyi tutuşturmuş, yanlış bir şey yaptığını anladığı anda da kimseye haber vermeden kapıyı çekip üst kata geri kaçmış. TRT binası vardı ananemin evinin karşı tarafında, tv'ciler fark etmiş yanan perdeleri. Koşmuşlar hemen. müdahale edilene kadar perdeler ve duvarın bir kısmı yanmış. Felaketten dönülmüş. Kimsenin burnu kanamadan. Yıllarca bu olay benim zihnimde yer etti, rüyalarımda kırmızı alevler görerek kan ter içinde uyandım. Hala kırmızı gece lambasından korkarım.
15 yaşındaydım Sivas'ta aydın(lık), güzel insanlar yakıldığında. Dün gibi zihnimde o gün. Çok sıcak bir gündü ve ananemin yazlığındaydık geniş ailemle. Denizden çıkmıştım, saçlarımdan sular süzülüyordu ve yine de terliyordum. "Kamelya" dediğimiz üstü üzüm sarmaşıklarıyla kaplı, bambudan tavanlı, dört yandan açık, o saatte tek hava alınabilecek asma balkonda oturuyorduk. Yine çay içiyorduk. Midilli adasına karşı.
Fizik profösörü olan eniştemin olayı duyduğu anki yüz ifadesi ve acı dolu "insanları yakıyorlar, kimse de müdahale etmiyor" deyişi hala gözümün önünde ve sesi kulağımdadır. 15 yaşında, havai bir ergenken, şiirlerinden tanıdığım Metin Altıok'un ve diğer 32 insanın öldüğünü, severek okuduğum Aziz Nesin'in ve daha birçok insanın ölümden döndüğünü öğrendiğimde, "neden?" diye düşündüğümü ve kafamın karıştığını hatırlıyorum. Aradan 20 sene geçti, ben hala anlamadım, hala kafam karışık ve hala içimde aynı o günkü sıkıntı ve burukluk var.
Aklımda ananemin evinin yanan perdeleri, kırmızı gece lambası ve elinde süpürge fırçasına benzer anlamsız bir "savunma aleti" ile merdivenlerde oturan ve kameraya şaşkın şaşkın, dışarda olan bitene inanmayarak bakan Metin Altıok ve diğerleri.. Tüm bu resimler içiçe.
Madımak'ta yaşananları anlamak yeterince zor ama sonrasında yaşananları aklı selim kimsenin anlaması ve kabullenmesi olası değil. Aradan geçen 20 senede bir türlü "yargılama" işi bitmedi, bitirilmedi ve sonunda beklenen oldu; 13 Mart 2012'de dava "zaman aşımından" düştü. Üstelik 2010 tarihinde kamulaştırılan otelin lobi kısmına bir nevi "hatıra duvarı" yapıldı ve bu duvara yakılarak ölenlerin isimlerinin yanı sıra dalga geçer gibi onları yakarken ölen iki kişinin adı da yazıldı ve Sivas Valisi Ali Kolat "olaya insan merkezli baktık, hiçbir ayrımda bulunmadık" diye bir de demeç verdi.. Yazıklar olsun.. İnsan merkezli bakmakmış.. Aklım almıyor. Yahudi soykırımında ölenlerin isimlerinin altına Hitler'in ismini yazmak gibi birşey bu. Aklım almıyor..
Ateşle oynadılar ve canlar yandı.
20 senedir yanmaya devam ediyor o canlar.
Kimse söndüremedi o yangını.
Ve hala bazıları ellerinde barutla gidiyor o yangına.
15 yaşındaydım Sivas'ta aydın(lık), güzel insanlar yakıldığında. Dün gibi zihnimde o gün. Çok sıcak bir gündü ve ananemin yazlığındaydık geniş ailemle. Denizden çıkmıştım, saçlarımdan sular süzülüyordu ve yine de terliyordum. "Kamelya" dediğimiz üstü üzüm sarmaşıklarıyla kaplı, bambudan tavanlı, dört yandan açık, o saatte tek hava alınabilecek asma balkonda oturuyorduk. Yine çay içiyorduk. Midilli adasına karşı.
Fizik profösörü olan eniştemin olayı duyduğu anki yüz ifadesi ve acı dolu "insanları yakıyorlar, kimse de müdahale etmiyor" deyişi hala gözümün önünde ve sesi kulağımdadır. 15 yaşında, havai bir ergenken, şiirlerinden tanıdığım Metin Altıok'un ve diğer 32 insanın öldüğünü, severek okuduğum Aziz Nesin'in ve daha birçok insanın ölümden döndüğünü öğrendiğimde, "neden?" diye düşündüğümü ve kafamın karıştığını hatırlıyorum. Aradan 20 sene geçti, ben hala anlamadım, hala kafam karışık ve hala içimde aynı o günkü sıkıntı ve burukluk var.
Aklımda ananemin evinin yanan perdeleri, kırmızı gece lambası ve elinde süpürge fırçasına benzer anlamsız bir "savunma aleti" ile merdivenlerde oturan ve kameraya şaşkın şaşkın, dışarda olan bitene inanmayarak bakan Metin Altıok ve diğerleri.. Tüm bu resimler içiçe.
Madımak'ta yaşananları anlamak yeterince zor ama sonrasında yaşananları aklı selim kimsenin anlaması ve kabullenmesi olası değil. Aradan geçen 20 senede bir türlü "yargılama" işi bitmedi, bitirilmedi ve sonunda beklenen oldu; 13 Mart 2012'de dava "zaman aşımından" düştü. Üstelik 2010 tarihinde kamulaştırılan otelin lobi kısmına bir nevi "hatıra duvarı" yapıldı ve bu duvara yakılarak ölenlerin isimlerinin yanı sıra dalga geçer gibi onları yakarken ölen iki kişinin adı da yazıldı ve Sivas Valisi Ali Kolat "olaya insan merkezli baktık, hiçbir ayrımda bulunmadık" diye bir de demeç verdi.. Yazıklar olsun.. İnsan merkezli bakmakmış.. Aklım almıyor. Yahudi soykırımında ölenlerin isimlerinin altına Hitler'in ismini yazmak gibi birşey bu. Aklım almıyor..
Ateşle oynadılar ve canlar yandı.
20 senedir yanmaya devam ediyor o canlar.
Kimse söndüremedi o yangını.
Ve hala bazıları ellerinde barutla gidiyor o yangına.