Bu haftasonu hiç keyfimiz yok, bir arkadaşımızı aniden kaybettik. Böyle anlarda insan durup bir kendi hayatına bakıyor, gidişatı sorguluyor falan. Tabii evden çıkmak falan istemiyorsun, salona yayılıp sadece Legolarla oynayıp, Dvd izleyip, "What a drag it is getting old..." diye başlayan Rolling Stones şarkısını dinlemek istiyorsun.. Böyle yapıyoruz bu haftasonu. Salona yayıldık, oynuyoruz, kocamla ben..
Lego; Danimarka'nın dünya çocuklarına ve çocuk kalanlarına armağanı. Danimarka dilinde "iyi oyunlar" anlamına gelen Leg Goth kelimesinden türetilmiş, 1939'da. O gün bu gündür; oyun oynarken aynı zamanda da küçük kasların gelişimini, el becerisini, koordinasyon ve planlama becerilerini kazandırıyor bize. Mütiş bir oyuncak; hafızayı ve yaratıcılığı geliştiriyor. Yaşamı yıkıp yıkıp yeniden yapabilmeyi öğretiyor. Kırılganlığı gösteriyor, sabrın sınırlarını yoklatıyor.
Bir çok araştırmaya, filme, kitaba konu oldu ama benim en heyecan içinde izlediğim James May'in BBC'de yayınlanan "Oyuncak Hikayeleri" isimli mini dizisinde, 3.3 milyon lego parçasından inşa ettiği, iki katlı evdi. Duşunda su akan, koltukları ve yatakları olan bu ev inanılmaz hoşuma gitmişti..
Biraz aklımızı dağıtmaya ihtiyacımız var. Önce en üstteki uçağı yaptık, yetmedi. Şimdi yandaki eski uçak gemisini söküp yeni ve daha büyük bir tane yapıyoruz. Sanırım birkaç hafta alacak tamamlanması.
30 Nisan 2011 Cumartesi
29 Nisan 2011 Cuma
Kilo problemi
Tüm kadın ırkının rejime girdiği bu güzel bahar günlerinde, kilo üzerine binlerce yazı yazılıyor. Kilo ile ilgili olup rejim ile hiç alakası bulunmayan (bu nedenle de az tirajlı gazetelerden birinin köşesinde kenarında ufak bir yer tutan) ilginç bir haber dikkatimi çekti. Kilo biriminin belirlenmesinde kullanılan "uluslararası kilogram prototipi" (ya da Pt-10lr)nin son ölçümden bu yana kilo kaybettiği keşfedilmiş! Kilomuz zayıflamış!
İlk bakışta çeşitli ekoller arasındaki hesaplama yöntem farklılıklarının bu soruna neden olduğu düşünülmüş, üstelik bu ekollerin hiçbirinin de uzlaşmaya varmak istememesi ve kendi sisteminin doğruluğunda diretmesi de işi iyice karıştırmış. Bunun yanı sıra, kilo biriminin belirleyicisi ve Paris'te dikkatli bir şekilde korunmakta olan platinyum/iridyum silindirinin, 100 yıldan biraz uzun bir süre içinde anlamlı düzeyde kilo kaybetmesinin nedenleri de fizikçiler arasında popüler bir araştırma konusuna dönüşmüş. Tüm bu araştırmalar bir mutabakata vardığında, (2015'te olacağı öngörülüyormuş) kilomuz tekrar hesaplanacak ve yeniden belirlenecekmiş.
Aklıma tabii hınzırlıklar geldi; demek ki kilomuz bile kaç kilo olduğunu saklıyor! Medya çağında yaşayan kadınların kilolarını eksik söylemesi çok normal o zaman. Bir de şu var, medya sektöründe çalışanlar benden iyi bilir, artık elalem "photoshop diyeti" yapıyor, yani gayet balık etinizle güzel güzel pozlar veriyorsunuz dergi kapaklarına, grafik tasarımcılar oranızı buranızı inceltiyor, cildinizi ışıltıyor, bacak boyunuzu uzatıyor yani sizi "kilolarınızla barışık yaşatıyor". Biz de yiyoruz. Açıkcası Münih sokaklarında koşuştururken çekilen bir reklam filmini ve yıldızlarını yakınen görme fırsatım olalı beri ve selülitlerini ağzım bir karış açık fark edeli beri ben yemiyorum bu "incecik fıstıklar" hadisesini. Selülitsiz kadın yok kardeşim, iyi grafik tasarımcılar var ama.
Aslında kilo problemi çağımıza özgü. Yaşlı insanlara sorun, eskiden tombul, kıvrım kıvrım kadınlar modaymış, zayıfa çelimsiz ve hastalıklı gözüyle bakılırmış. Yani yaşlılardan "seni iyi gördüm, yanaklarına renk gelmiş" yorumunu duyduğunuzda anlayın ki kilo almışsınız; onların "iyi gördüm" ya da "balıketli" kavramı biraz "genişce" çünkü. Bizim gereksiz 3-5 kilo vermek için çırpınma halimize de akıl hastalığı gözüyle bakıyorlar (ki aslında çoğu normal insan da reklamlardaki fiziğe ulaşmak için saçma sapan çabalar sarfediyor, doğru aslında). Sanırım gramına dek kilomuzu ölçmek ve bunu diğerleriyle karşılaştırmak yorucu ve yıpratıcı.
Kilo kavramı gibi zaman kavramı da çağımıza özgü. Mesela eski insanın "saniye" ya da "salise" birimine ne ihtiyacı vardı, hiç düşündünüz mü? Bence bırakın dakikayı, çoğu zaman saat bile önemsizdi eskiden. Bir "öğlenden önce" vardı, bir "öğle vakti", bir "kuşluk vakti" bir de "gece".. İnsan tatildeyken de hemen bu zaman kavramlarına dönüyor. Ne zaman stresli bir haldeysek, dikkat edin o zaman dakika ve saniye gibi kavramlar hayatımızda yer kaplamaya başlıyor.
Gözüken o ki; kesin, tam ölçümlerden uzak kalsak sanırım çok daha rahat ve mutlu bir yaşam süreceğiz.
İlk bakışta çeşitli ekoller arasındaki hesaplama yöntem farklılıklarının bu soruna neden olduğu düşünülmüş, üstelik bu ekollerin hiçbirinin de uzlaşmaya varmak istememesi ve kendi sisteminin doğruluğunda diretmesi de işi iyice karıştırmış. Bunun yanı sıra, kilo biriminin belirleyicisi ve Paris'te dikkatli bir şekilde korunmakta olan platinyum/iridyum silindirinin, 100 yıldan biraz uzun bir süre içinde anlamlı düzeyde kilo kaybetmesinin nedenleri de fizikçiler arasında popüler bir araştırma konusuna dönüşmüş. Tüm bu araştırmalar bir mutabakata vardığında, (2015'te olacağı öngörülüyormuş) kilomuz tekrar hesaplanacak ve yeniden belirlenecekmiş.
Aklıma tabii hınzırlıklar geldi; demek ki kilomuz bile kaç kilo olduğunu saklıyor! Medya çağında yaşayan kadınların kilolarını eksik söylemesi çok normal o zaman. Bir de şu var, medya sektöründe çalışanlar benden iyi bilir, artık elalem "photoshop diyeti" yapıyor, yani gayet balık etinizle güzel güzel pozlar veriyorsunuz dergi kapaklarına, grafik tasarımcılar oranızı buranızı inceltiyor, cildinizi ışıltıyor, bacak boyunuzu uzatıyor yani sizi "kilolarınızla barışık yaşatıyor". Biz de yiyoruz. Açıkcası Münih sokaklarında koşuştururken çekilen bir reklam filmini ve yıldızlarını yakınen görme fırsatım olalı beri ve selülitlerini ağzım bir karış açık fark edeli beri ben yemiyorum bu "incecik fıstıklar" hadisesini. Selülitsiz kadın yok kardeşim, iyi grafik tasarımcılar var ama.
Aslında kilo problemi çağımıza özgü. Yaşlı insanlara sorun, eskiden tombul, kıvrım kıvrım kadınlar modaymış, zayıfa çelimsiz ve hastalıklı gözüyle bakılırmış. Yani yaşlılardan "seni iyi gördüm, yanaklarına renk gelmiş" yorumunu duyduğunuzda anlayın ki kilo almışsınız; onların "iyi gördüm" ya da "balıketli" kavramı biraz "genişce" çünkü. Bizim gereksiz 3-5 kilo vermek için çırpınma halimize de akıl hastalığı gözüyle bakıyorlar (ki aslında çoğu normal insan da reklamlardaki fiziğe ulaşmak için saçma sapan çabalar sarfediyor, doğru aslında). Sanırım gramına dek kilomuzu ölçmek ve bunu diğerleriyle karşılaştırmak yorucu ve yıpratıcı.
Kilo kavramı gibi zaman kavramı da çağımıza özgü. Mesela eski insanın "saniye" ya da "salise" birimine ne ihtiyacı vardı, hiç düşündünüz mü? Bence bırakın dakikayı, çoğu zaman saat bile önemsizdi eskiden. Bir "öğlenden önce" vardı, bir "öğle vakti", bir "kuşluk vakti" bir de "gece".. İnsan tatildeyken de hemen bu zaman kavramlarına dönüyor. Ne zaman stresli bir haldeysek, dikkat edin o zaman dakika ve saniye gibi kavramlar hayatımızda yer kaplamaya başlıyor.
Gözüken o ki; kesin, tam ölçümlerden uzak kalsak sanırım çok daha rahat ve mutlu bir yaşam süreceğiz.
27 Nisan 2011 Çarşamba
En güzel hediye
Son bir haftada iki muhteşem hediye aldım, yazmadan geçemeyeceğim. Bu muhteşem hediyelerden ilki tam 30 sene öncesinden geldi! Evet, zaman makinasının bizzat kullanımına şahit oldum.
Bahsetmek istediğim bu ilk hediyem; aile arşivinde uzun tozlu yıllar boyunca bozulmadan kalan bir ses kasetinin dijital ortama dönüştürülmüş hali ve 2 yaşındaki bendeniz şarkılar söylüyor, oyuncaklarımla oynuyor ve bıdı bıdı birşeyler anlatıyorum. Arka planda ise ananem, dedelerim, amcam ve halam sohbet ediyorlar. İnanılmaz birşey, kendi sesimi duymayı bırakın, aramızdan 10-15 yıldan fazla zaman önce ayrılan dedelerimin sesini duyuyorum! Muhteşem bir an.. Beynimin gizli bölmelerinde çoktan yitip gitmiş, ama bir kasetin içinde geri hediye edilmiş bana! Sanki kayıp çocukluğun yeniden keşfi. İnsan tüm ayrıntıları yakalamaya çalışıyor; o arkadaki tıkırtı nedir, dedemin sesi böyle miydi gerçekten, ananem ne kadar gençmiş, benim oynadığım o hışır hışır şey ne, çay mı içiliyor, başka kimler var.. Boğazımız düğümlendi, gözlerimiz doldu, annem ve babamla dinledik.. 30 sene öncesine gittik, sevdiklerimizi hatırladık, güldük, hüzünlendik. Çok güzel bir hediyeydi, teşekkürler!
İkinci hediyemi ise 10dk. önce aldım ve gözlerim mutluluktan dolu dolu oldu. Utanmasam hönküre hönküre ağlayacağım. Avustralya maceramızın bize kazandırdığı iki muhteşem dostumuzdan bir email, diyolar ki; "Sevgili Ceren ve Florian. Sizi tanıyınca aşkın gerçek olduğuna ve bizim de başımıza gelebileceğine inandık. Sizinle geçen zamanda birbirimizi sevdiğimizi farkettik. Siz evlendiğinizde, evliliğin insanları sıradanlaştırmadığına, hatta zenginleştirdiğine inandık. Sizinle geçen zamanda evlilik fikrine yabancı olmadığımızı farkettik. Sizin evliliğinizden ilham aldık, el ele yürüdüğünüz yoldan sizi takip etmeye karar verdik. Siz bizim olmak istediğimiz örnek çiftsiniz, hep mutlu ve beraber kalın" diyorlar.. Ya ben ne bileyim, böyle bi içim bi mutlulukla, bi kıvançla, bi sevgiyle falan doldu. Bi utandım, bi sevindim, bi allak bullak oldum. Kimse bana böyle güzel bir hediye vermemişti. Hani ben bi şekilde onların mutluluğuna katkıda bulunmuşum, bir güzel şeyin inşasına yardım etmişim, bi ufak vida falan koymuşum. Bu muhteşem bir mutluluk, sanki bana bir çift kanat hediye edilmiş gibi, uçuyorum da uçuyorum! Teşekkürler!
Bahsetmek istediğim bu ilk hediyem; aile arşivinde uzun tozlu yıllar boyunca bozulmadan kalan bir ses kasetinin dijital ortama dönüştürülmüş hali ve 2 yaşındaki bendeniz şarkılar söylüyor, oyuncaklarımla oynuyor ve bıdı bıdı birşeyler anlatıyorum. Arka planda ise ananem, dedelerim, amcam ve halam sohbet ediyorlar. İnanılmaz birşey, kendi sesimi duymayı bırakın, aramızdan 10-15 yıldan fazla zaman önce ayrılan dedelerimin sesini duyuyorum! Muhteşem bir an.. Beynimin gizli bölmelerinde çoktan yitip gitmiş, ama bir kasetin içinde geri hediye edilmiş bana! Sanki kayıp çocukluğun yeniden keşfi. İnsan tüm ayrıntıları yakalamaya çalışıyor; o arkadaki tıkırtı nedir, dedemin sesi böyle miydi gerçekten, ananem ne kadar gençmiş, benim oynadığım o hışır hışır şey ne, çay mı içiliyor, başka kimler var.. Boğazımız düğümlendi, gözlerimiz doldu, annem ve babamla dinledik.. 30 sene öncesine gittik, sevdiklerimizi hatırladık, güldük, hüzünlendik. Çok güzel bir hediyeydi, teşekkürler!
İkinci hediyemi ise 10dk. önce aldım ve gözlerim mutluluktan dolu dolu oldu. Utanmasam hönküre hönküre ağlayacağım. Avustralya maceramızın bize kazandırdığı iki muhteşem dostumuzdan bir email, diyolar ki; "Sevgili Ceren ve Florian. Sizi tanıyınca aşkın gerçek olduğuna ve bizim de başımıza gelebileceğine inandık. Sizinle geçen zamanda birbirimizi sevdiğimizi farkettik. Siz evlendiğinizde, evliliğin insanları sıradanlaştırmadığına, hatta zenginleştirdiğine inandık. Sizinle geçen zamanda evlilik fikrine yabancı olmadığımızı farkettik. Sizin evliliğinizden ilham aldık, el ele yürüdüğünüz yoldan sizi takip etmeye karar verdik. Siz bizim olmak istediğimiz örnek çiftsiniz, hep mutlu ve beraber kalın" diyorlar.. Ya ben ne bileyim, böyle bi içim bi mutlulukla, bi kıvançla, bi sevgiyle falan doldu. Bi utandım, bi sevindim, bi allak bullak oldum. Kimse bana böyle güzel bir hediye vermemişti. Hani ben bi şekilde onların mutluluğuna katkıda bulunmuşum, bir güzel şeyin inşasına yardım etmişim, bi ufak vida falan koymuşum. Bu muhteşem bir mutluluk, sanki bana bir çift kanat hediye edilmiş gibi, uçuyorum da uçuyorum! Teşekkürler!
17 Nisan 2011 Pazar
Bir masumun ölümü
Jon Krakauer'in Türkçe'ye "Özgürlük Yolu" olarak çevrilen "Into the Wild" (ki bence orijinal ismi olan "death of the innocent" - bir masumun ölümü - çok daha uygundu) adlı romanını bitirdim. Gerçek yaşamdan derlenmiş ve Sean Penn'in yönettiği başarılı bir filme de dönüşmüş. Tabii ki kitap, tabii ki orjinal dilinde, çok daha etkileyici. Dün tüm gün elimden bırakamadığım kitabın son sayfasını çevirdim, ama kafamda kapanamayan hikayelerden biri oldu.
Konu; 1990 yılında 22 yaşındaki Christopher McCandless'ın üniversiteden yüksek dereceyle mezun olur olmaz, tüm mal varlığından arınıp (24.000 doları bir hayır kurumuna bağışlayarak ve geri kalan parasını da yakıp kül ederek) sırtına bir çanta atıp, hayali olan Alaska'ya doğru yola çıkmasını anlatıyor. Tuttuğu minimalist günlükten, kardeşinin hakkında toplayabildiği bilgilerden ve yollardaki iki senede karşısına çıkan insanlardan dinliyoruz onu. O aslında sadece vahşi yaşama doğru değil, kendi içinde bir yolculuğa da çıkıyor. Bunu da öyle inanarak ve öyle hissederek yapıyor ki; masumluğuna, çocukluğuna kapılıyorsunuz, yerine kendinizi koyuyorsunuz.. Tıpkı Hermann Hesse'nin karakteri Sidharta gibi; ama yaşamın anlamını bulan Sidharta'dan farklı olarak, Chris 24 yaşının sonunda, Alaska'da yaşama veda ediyor. Son üç ayını geçirdiği, sonsuzluğa terk edilmiş mavi bir minibüsün içinde. Yalnız. Ve günlüğüne not ettiği son cümlelerden biri; "mutluluk ancak paylaşıldığı zaman gerçektir" oluyor. Yalnız başına ölen Chris'in.
Can alıcı noktalardan biri; onu bulan avcılar minibüsün içinde kamerasını da buluyorlar ve bu kameranın içinden çıkan son fotoğrafta, minibüsün önünde gülümseyerek otururken görüyoruz onu. Gözlerinde "anlamış" ya da "bulmuş" olan insanın sakin ve durgun ifadesi var.
Sanırım bu kitapta beni etkileyen noktalardan biri; benim de yıllardır (tam olarak üniversiteyi bitirmeden bir önceki yıldan beri) yollarda olmam. Alıp başımı gitmeyi seviyorum ben de; Hindistan'da Matheran'da rüzgarın sesini dinlemeyi, Laos'ta şakır şakır yağan yağmurun altında öylece durmayı, Afrika'da açlığın son raddesinde bir mango ağacı bulup sevinmeyi, Mısır'da Kızıldenize doğan güneşi izlemeyi.. O nedenle anlıyorum Chris'i, insanlardan kaçmasını, yapayalnızken doğada kalabalık içindeymiş gibi hissetmesini, kendine en yakın noktada diğerlerinden en uzakta olmasını anlıyorum. Ve onun başına gelen (yenilebilir sandığı bir ot yüzünden zehirlenmesi ve onu ölüme götüren hastalık, güçsüzlük ve umutsuzluk), benim de yakınımda gezdi birkaç kez. Onun için kendimle özdeşleştirebiliyorum ve bu nedenle beni çok etkiledi.
Bazı insanlar, üzüntülerini ve korkularını paylaşmayı sever. İnsansız yapamaz bazıları. Bense çılgınlar gibi günlük yazdığım halde, konuşmayı pek sevmem. Daha içedönük insanlardanım ben, yalnızken kendi dünyasıyla dopdolu olan insanlardan. Chris gibi, pek çok kez yalnız gittiğim oldu. Aslında her seyahat bir kaçıştır. Bazen yoğun bir iş yaşamından kaçış, bazen aileden - sorumluluklardan kaçış, bazen deneyimsizlikten, hiçbirşey görmemiş olma gerçeğinden kaçış.. Bazen de kendinden, diğerlerinden, yaşanan olaylardan kaçış. Ben bazen kimseye söylemeden, bir kış vakti ananemin ege'nin sessiz sedasız bir kıyı kasabasındaki yazlığına kaçtım, bazen Fas'ta bir labirent-köye.. Sayıyorum; kaçarken kaçarken 56 ülke görmüşüm. Yani dünyadaki 194 ülkenin 56'sı; dünyanın yaklaşık 1/4'ünden az fazla eder. Fena değil.. Ama önemli olan kantitatif (nicel) değerler değil, kalitatif (nitel) değerler. Bu anlarda; en çok da yürürken, çok ama çok uzak yolları yürürken anladım hayatı; o da ne kadar anlayabildiysem tabii.. 1/4'ünü anladığımı sanmıyorum. Bir şeyi çok iyi anladım ama. Nereye gidersen git, kendinden uzaklaşamıyorsun. Eğer kendi içinde huzuru sağlayamamışsan, kafan doluysa, istersen uzaya git, aynı odun halinle geri dönersin.
Chris gibi biryerlerde ölüp kalır mıyım bu gidişlerimde bilmiyorum. Böyle birşey olursa, onun gibi benim kameramdan da gülümseyen bir fotoğrafım çıkar. Ben de son anımda Tanrı'ya teşekkür etmiş olurum. Ölümüm, bir büyük şehirdeki anlamsız koşturmacalardan, soğuk bir hastanenin beyaz çaşaflarında yaşanandan daha huzur dolu olur. Daha masum ölürüm, daha inançlı, daha anlamlı.
Bu açıdan Chris şanslı. Diğer açıdan ise; ölümünden önce, yanlış bitkiyi yediğini, zehirlendiğini anladığı için dehşete kapılıyor, umutsuz ve yalnız; kendi kelimeleriyle: çok korkuyor. Afrika'da ben de yaşadım bu korkuyu, ölüm olasılığını düşünürken ve dünyanın bir ucunda yapayalnızken yaşanan korku, ya da dehşet diyelim, çok çok yoğun, çok gerçek. Bu açıdan üzülüyorum yaşadıklarına ve yalnızlığına. Ama ölüm kısa bir an aslında; yaşamla kıyaslanınca önemsiz. Sanırım insan ölüme ne kadar yakınsa bunu o denli iyi anlıyor.
Bu haftasonu da böyle geçti; kitaba gömüldüm, düşüncelere gömüldüm. Yalnız olmadığıma ve evimde olduğuma sevindim. Mutluluğu paylaşmak lazım diyorsa Chris, paylaşmak lazım o zaman.
Konu; 1990 yılında 22 yaşındaki Christopher McCandless'ın üniversiteden yüksek dereceyle mezun olur olmaz, tüm mal varlığından arınıp (24.000 doları bir hayır kurumuna bağışlayarak ve geri kalan parasını da yakıp kül ederek) sırtına bir çanta atıp, hayali olan Alaska'ya doğru yola çıkmasını anlatıyor. Tuttuğu minimalist günlükten, kardeşinin hakkında toplayabildiği bilgilerden ve yollardaki iki senede karşısına çıkan insanlardan dinliyoruz onu. O aslında sadece vahşi yaşama doğru değil, kendi içinde bir yolculuğa da çıkıyor. Bunu da öyle inanarak ve öyle hissederek yapıyor ki; masumluğuna, çocukluğuna kapılıyorsunuz, yerine kendinizi koyuyorsunuz.. Tıpkı Hermann Hesse'nin karakteri Sidharta gibi; ama yaşamın anlamını bulan Sidharta'dan farklı olarak, Chris 24 yaşının sonunda, Alaska'da yaşama veda ediyor. Son üç ayını geçirdiği, sonsuzluğa terk edilmiş mavi bir minibüsün içinde. Yalnız. Ve günlüğüne not ettiği son cümlelerden biri; "mutluluk ancak paylaşıldığı zaman gerçektir" oluyor. Yalnız başına ölen Chris'in.
Can alıcı noktalardan biri; onu bulan avcılar minibüsün içinde kamerasını da buluyorlar ve bu kameranın içinden çıkan son fotoğrafta, minibüsün önünde gülümseyerek otururken görüyoruz onu. Gözlerinde "anlamış" ya da "bulmuş" olan insanın sakin ve durgun ifadesi var.
Sanırım bu kitapta beni etkileyen noktalardan biri; benim de yıllardır (tam olarak üniversiteyi bitirmeden bir önceki yıldan beri) yollarda olmam. Alıp başımı gitmeyi seviyorum ben de; Hindistan'da Matheran'da rüzgarın sesini dinlemeyi, Laos'ta şakır şakır yağan yağmurun altında öylece durmayı, Afrika'da açlığın son raddesinde bir mango ağacı bulup sevinmeyi, Mısır'da Kızıldenize doğan güneşi izlemeyi.. O nedenle anlıyorum Chris'i, insanlardan kaçmasını, yapayalnızken doğada kalabalık içindeymiş gibi hissetmesini, kendine en yakın noktada diğerlerinden en uzakta olmasını anlıyorum. Ve onun başına gelen (yenilebilir sandığı bir ot yüzünden zehirlenmesi ve onu ölüme götüren hastalık, güçsüzlük ve umutsuzluk), benim de yakınımda gezdi birkaç kez. Onun için kendimle özdeşleştirebiliyorum ve bu nedenle beni çok etkiledi.
Bazı insanlar, üzüntülerini ve korkularını paylaşmayı sever. İnsansız yapamaz bazıları. Bense çılgınlar gibi günlük yazdığım halde, konuşmayı pek sevmem. Daha içedönük insanlardanım ben, yalnızken kendi dünyasıyla dopdolu olan insanlardan. Chris gibi, pek çok kez yalnız gittiğim oldu. Aslında her seyahat bir kaçıştır. Bazen yoğun bir iş yaşamından kaçış, bazen aileden - sorumluluklardan kaçış, bazen deneyimsizlikten, hiçbirşey görmemiş olma gerçeğinden kaçış.. Bazen de kendinden, diğerlerinden, yaşanan olaylardan kaçış. Ben bazen kimseye söylemeden, bir kış vakti ananemin ege'nin sessiz sedasız bir kıyı kasabasındaki yazlığına kaçtım, bazen Fas'ta bir labirent-köye.. Sayıyorum; kaçarken kaçarken 56 ülke görmüşüm. Yani dünyadaki 194 ülkenin 56'sı; dünyanın yaklaşık 1/4'ünden az fazla eder. Fena değil.. Ama önemli olan kantitatif (nicel) değerler değil, kalitatif (nitel) değerler. Bu anlarda; en çok da yürürken, çok ama çok uzak yolları yürürken anladım hayatı; o da ne kadar anlayabildiysem tabii.. 1/4'ünü anladığımı sanmıyorum. Bir şeyi çok iyi anladım ama. Nereye gidersen git, kendinden uzaklaşamıyorsun. Eğer kendi içinde huzuru sağlayamamışsan, kafan doluysa, istersen uzaya git, aynı odun halinle geri dönersin.
Chris gibi biryerlerde ölüp kalır mıyım bu gidişlerimde bilmiyorum. Böyle birşey olursa, onun gibi benim kameramdan da gülümseyen bir fotoğrafım çıkar. Ben de son anımda Tanrı'ya teşekkür etmiş olurum. Ölümüm, bir büyük şehirdeki anlamsız koşturmacalardan, soğuk bir hastanenin beyaz çaşaflarında yaşanandan daha huzur dolu olur. Daha masum ölürüm, daha inançlı, daha anlamlı.
Bu açıdan Chris şanslı. Diğer açıdan ise; ölümünden önce, yanlış bitkiyi yediğini, zehirlendiğini anladığı için dehşete kapılıyor, umutsuz ve yalnız; kendi kelimeleriyle: çok korkuyor. Afrika'da ben de yaşadım bu korkuyu, ölüm olasılığını düşünürken ve dünyanın bir ucunda yapayalnızken yaşanan korku, ya da dehşet diyelim, çok çok yoğun, çok gerçek. Bu açıdan üzülüyorum yaşadıklarına ve yalnızlığına. Ama ölüm kısa bir an aslında; yaşamla kıyaslanınca önemsiz. Sanırım insan ölüme ne kadar yakınsa bunu o denli iyi anlıyor.
Bu haftasonu da böyle geçti; kitaba gömüldüm, düşüncelere gömüldüm. Yalnız olmadığıma ve evimde olduğuma sevindim. Mutluluğu paylaşmak lazım diyorsa Chris, paylaşmak lazım o zaman.
13 Nisan 2011 Çarşamba
"Unutmak için içiyorum" yalanmış!
Tabu-deviren-gillerden bir son dakika nöro-psikoloji buluntusu: sanılanın aksine, alkol, hafızayı ve öğrenme süreçlerini güçlendiriyormuş! Yapılan son çalışmalarda, alkol ve benzeri bağımlılık yapıcı maddelerin dopamin düzeyleri üzerinde direkt etkisi olduğu ve öğrenme/öğrenileni hatırlama kapasitemizde artışa neden oldukları bulunmuş. Buna göre, alkol kullanımı kısa süreli hafızada bazı sorunlara neden olsa da (beş tekila devirdikten sonra bülbül kesilerek tavlanan kızın adını ertesi sabah unutmak gibi), bilinçaltı düzeyde öğrenilen ya da uzun süreli hafızada saklanan anı ve bilgilerin güçlenmesine neden oluyormuş (yani Damat Ferit, Necla'yı n-unutmak n-için n-içtikçe n-daha da n-derinden n-hatırlıyor..)
Bu vesileyle, tüm arkadaş ve aile camiasında hala düşünüp düşünüp cevabını bulamadığımız bir "ceren'in tuhaf dünyası fenomeni"ni de çözmüş bulunuyorum. Demek ki; üniversitenin 1. yılı Toktamış Ateş'in Devrim Tarihi dersinin final sınavında, "nasılsa Tokta herkesi bırakıyor, ne uğraşıcam amaaaağn" diyerek, bir önceki gece o yılların "in" mekanı Roxy'de çılgınlar gibi eğlendiğim ve sabahın köründeki sınava da sarhoş kafayla girip 135 kişinin içinde en yüksek notlardan birini aldığım o mübarek zamanda, demek ki alkol hafızamı dürtmüş ve taaa dönem başında öğrendiğim bilgilerin gün ışığına çıkmasına ve sınav kağıdı üzerine sihirli bir değnekle nakşedilmesine yaramış..mış.. Haaa, şimdi oldu..
Aslında, sevgili meslekdaşlarım bu araştırmaları yaparlarken, benim gibi tuhaflık abidelerinin hayatlarındaki anlaşılamayan olguları değil "alkol ve benzeri keyif verici maddelerin aşırı ve yanlış kullanımı sonucunda oluşan bağımlılıkların önüne nasıl geçebiliriz" sorusunun cevabını arıyorlar. Anlaşılan o ki, bu cevabı kısmen de bulmuşlar.
Beyindeki nörotransmitter düzeyleri ve öğrenme sonucu oluşan snapsisler (hafıza hücreleri arasındaki kısa yollar, bağlantılar da denebilir) arasındaki ilişki zaten biliniyordu ama bu ilişkide alkol ve diğer bağımlılık yapıcı maddelerin (ve hatta kumar vs gibi davranışların) rolü tam anlaşılamıyordu. Bu madde ve davranışların, beyindeki ödül mekanizmasını harekete geçirdiği ve "yürrü be aslanım, kim tutar seni" dedirttiği yönünde şüpheler vardı. Bu son çalışmalar da gösterdi ki, beynimizdeki snapsisler, alkole ve diğer bağımlılık yapıcı madde ve davranışlara duyarlı hale geliyor, alkol alındığı anda hemen birbirleriyle etkileşime geçerek hafızayı dürtüyor. Yani daha anlaşılmaz bir dille anlatmaya çalışırsam; "keyif verici maddeler"den aldığımız "keyif", bizi bu maddeleri genel anlamda "keyif"e ulaşma amacıyla tekrar tekrar kullanmaya itiyor ve sonuç itibarıyle; bağımlılığı "öğreniyoruz". Sonra da, unut unutabilirsen Necla'yı tabii..
Demek ki neymiş; alkol alınıp alınıp Necla hatırlanmayacak, hatırlansa dahi cep telefonundan "seni seviyorum uleyynnn" türü mesajlar atılmayacak! Kıssadan hisse.
Tokta'ya sevgilerimle..
Bu vesileyle, tüm arkadaş ve aile camiasında hala düşünüp düşünüp cevabını bulamadığımız bir "ceren'in tuhaf dünyası fenomeni"ni de çözmüş bulunuyorum. Demek ki; üniversitenin 1. yılı Toktamış Ateş'in Devrim Tarihi dersinin final sınavında, "nasılsa Tokta herkesi bırakıyor, ne uğraşıcam amaaaağn" diyerek, bir önceki gece o yılların "in" mekanı Roxy'de çılgınlar gibi eğlendiğim ve sabahın köründeki sınava da sarhoş kafayla girip 135 kişinin içinde en yüksek notlardan birini aldığım o mübarek zamanda, demek ki alkol hafızamı dürtmüş ve taaa dönem başında öğrendiğim bilgilerin gün ışığına çıkmasına ve sınav kağıdı üzerine sihirli bir değnekle nakşedilmesine yaramış..mış.. Haaa, şimdi oldu..
Aslında, sevgili meslekdaşlarım bu araştırmaları yaparlarken, benim gibi tuhaflık abidelerinin hayatlarındaki anlaşılamayan olguları değil "alkol ve benzeri keyif verici maddelerin aşırı ve yanlış kullanımı sonucunda oluşan bağımlılıkların önüne nasıl geçebiliriz" sorusunun cevabını arıyorlar. Anlaşılan o ki, bu cevabı kısmen de bulmuşlar.
Beyindeki nörotransmitter düzeyleri ve öğrenme sonucu oluşan snapsisler (hafıza hücreleri arasındaki kısa yollar, bağlantılar da denebilir) arasındaki ilişki zaten biliniyordu ama bu ilişkide alkol ve diğer bağımlılık yapıcı maddelerin (ve hatta kumar vs gibi davranışların) rolü tam anlaşılamıyordu. Bu madde ve davranışların, beyindeki ödül mekanizmasını harekete geçirdiği ve "yürrü be aslanım, kim tutar seni" dedirttiği yönünde şüpheler vardı. Bu son çalışmalar da gösterdi ki, beynimizdeki snapsisler, alkole ve diğer bağımlılık yapıcı madde ve davranışlara duyarlı hale geliyor, alkol alındığı anda hemen birbirleriyle etkileşime geçerek hafızayı dürtüyor. Yani daha anlaşılmaz bir dille anlatmaya çalışırsam; "keyif verici maddeler"den aldığımız "keyif", bizi bu maddeleri genel anlamda "keyif"e ulaşma amacıyla tekrar tekrar kullanmaya itiyor ve sonuç itibarıyle; bağımlılığı "öğreniyoruz". Sonra da, unut unutabilirsen Necla'yı tabii..
Demek ki neymiş; alkol alınıp alınıp Necla hatırlanmayacak, hatırlansa dahi cep telefonundan "seni seviyorum uleyynnn" türü mesajlar atılmayacak! Kıssadan hisse.
Tokta'ya sevgilerimle..
9 Nisan 2011 Cumartesi
Çalışamama hali
İki gün sonra önemli bir sınavım var ve ben sabahtan beri çalışmak dışında her türlü aktivitenin içindeyim. Ne kadar dost-aile bireyi varsa telefonlaştım, evde yenebilecek tüm abur cuburu yedim, tüm haber sayfalarını gezdim, bekleyen emailleri cevapladım, mükellef bi kahvaltı ettim, bisikletle kısa bir gezintiye çıktım ve hatta evi bile temizledim ama ders çalışmaya bir türlü oturamadım.
Victor Hugo da benim gibi-gillerden olsa gerek, çünkü demiş ki: "çalışmak uçup gidebilecek bir alışkanlıktır; bırakması kolay, yeniden başlaması zordur". Aslında otursam, saatlerce güzelce çalışabiliyorum ama sorun "oturmak" zaten. Ay tembelim a dostlar. Bahar gelmiş, etrafı çiçek böcek bürümüş. Yapmak istediğim son şey sınavlara çalışmak!
Konsanstrasyon problemleri çocukluğumdan beri başımın derdi. Herkes Fransızca sınıfında tahtaya bakar, ben camdan dışarı; herkes zamanında az az çalışır, ben son dakikada yumurta totoya dayanınca panik ataklar ve kan-ter-gözyaşı üçlemesi eşliğinde ertesi sabahki sınava hazırlanırım.
Otizm spektrum bozukluklarından çok çok nadiren gözüken, "Yağmur Adam" filminden de hatırlayacağınız "Asperger Sendromu" denen bir hastalık vardır. Bu bireyler bir konuda (örneğin matematik) çok çok çok "ileri zeka" ya da "yetenek" gösterirler, fakat tüm otizm spektrum hastalıklarında olduğu gibi sosyal zekaları, benlik algıları ve empati yetenekleri çok geridedir. Alandaki araştırmalar bu bireylerde belirli bir konuya yönelik "aşırı odaklanma" sorunu olduğunu belirledi. Yani Asperger'liler öyle bi canla başla odaklanıyor ki belirli bir konuya, onların dikkatini hiçbirşey dağıtamıyor, tüm algıları konunun dışına kapanıyor, %100 bir ilgi ile eğiliyorlar ilgi duydukları konulara. Geçen yıllarda Aspergerli bir danışanım olmuştu, bu kızcağızın tüm ilgisi köpekbalıklarıydı ve köpekbalıkları konusunda dünya çapında otorite kabul edilen araştırmacılar kadar bilgiliydi. Ama tabii gün boyu başka birşey araştırmıyor, düşünmüyor ve konuşmuyordu; ki bu da sosyal açıdan kendisini oldukça zor duruma sokuyordu.
Bugün birkaç saatliğine Aspergerli olmayı diledim, şu sınav konusu canımı sıkıyor. Endişeli bir "kal gelme hali"ndeyim, bu da elimi kolumu bağlıyor, saçma sapan işler yapıyorum. Yapmam gereken işin çevresinde dolanıp bir türlü içine giremiyorum. Genel olarak karakterim de böyle; normal bir insana kıyasla çok daha fazla şeyle aynı anda ilgileniyorum, bir türlü tek birşeye odaklanamıyorum. Bir Asperger'li bulup odaklanma konusunda özel ders almalı..
Victor Hugo da benim gibi-gillerden olsa gerek, çünkü demiş ki: "çalışmak uçup gidebilecek bir alışkanlıktır; bırakması kolay, yeniden başlaması zordur". Aslında otursam, saatlerce güzelce çalışabiliyorum ama sorun "oturmak" zaten. Ay tembelim a dostlar. Bahar gelmiş, etrafı çiçek böcek bürümüş. Yapmak istediğim son şey sınavlara çalışmak!
Konsanstrasyon problemleri çocukluğumdan beri başımın derdi. Herkes Fransızca sınıfında tahtaya bakar, ben camdan dışarı; herkes zamanında az az çalışır, ben son dakikada yumurta totoya dayanınca panik ataklar ve kan-ter-gözyaşı üçlemesi eşliğinde ertesi sabahki sınava hazırlanırım.
Otizm spektrum bozukluklarından çok çok nadiren gözüken, "Yağmur Adam" filminden de hatırlayacağınız "Asperger Sendromu" denen bir hastalık vardır. Bu bireyler bir konuda (örneğin matematik) çok çok çok "ileri zeka" ya da "yetenek" gösterirler, fakat tüm otizm spektrum hastalıklarında olduğu gibi sosyal zekaları, benlik algıları ve empati yetenekleri çok geridedir. Alandaki araştırmalar bu bireylerde belirli bir konuya yönelik "aşırı odaklanma" sorunu olduğunu belirledi. Yani Asperger'liler öyle bi canla başla odaklanıyor ki belirli bir konuya, onların dikkatini hiçbirşey dağıtamıyor, tüm algıları konunun dışına kapanıyor, %100 bir ilgi ile eğiliyorlar ilgi duydukları konulara. Geçen yıllarda Aspergerli bir danışanım olmuştu, bu kızcağızın tüm ilgisi köpekbalıklarıydı ve köpekbalıkları konusunda dünya çapında otorite kabul edilen araştırmacılar kadar bilgiliydi. Ama tabii gün boyu başka birşey araştırmıyor, düşünmüyor ve konuşmuyordu; ki bu da sosyal açıdan kendisini oldukça zor duruma sokuyordu.
Bugün birkaç saatliğine Aspergerli olmayı diledim, şu sınav konusu canımı sıkıyor. Endişeli bir "kal gelme hali"ndeyim, bu da elimi kolumu bağlıyor, saçma sapan işler yapıyorum. Yapmam gereken işin çevresinde dolanıp bir türlü içine giremiyorum. Genel olarak karakterim de böyle; normal bir insana kıyasla çok daha fazla şeyle aynı anda ilgileniyorum, bir türlü tek birşeye odaklanamıyorum. Bir Asperger'li bulup odaklanma konusunda özel ders almalı..
5 Nisan 2011 Salı
Yeme beni!
Kocam yumurta seviyor, ben sevmem. Ama her yumurta aldığımda, onları buzdolabına dizmeden önce hepsine birer karakter biçerim ve üzerlerine ispirtolu kalemle suratlar çizerim. Kocam kahvaltı için buzdolabını her açtığında önce birkaç dakika güler, sonra o günkü ruh haline göre ya bir ilkokul bebesi, ya bir tımarhane kaçkını, ya bir aşifte hatun tiplemesi, ya bir hukuk profesörü, ya da bir sivilceli ergen seçer ve kaynatır kendilerini..
Eğlenceli bir durum, tavsiye ederim.
Eğlenceli bir durum, tavsiye ederim.
3 Nisan 2011 Pazar
Sanata bakış (ya da bakamayış)
Bugün enfes bir bale izledim; yani daha doğrusu yarım yamalak, tam önüme stratejik bir şekilde konuşlandırılmış dünyanın en uzun ve saniyenin onda biri süresinde en fazla miktarda kıpırdayan adamından fırsat bulup da sahneyi görebildiğim kadarıyla.. Tiyatro, bale, opera ve konser salonlarının vazgeçilmez tiplemeleri vardır. Bu geceki baleyi izlemeye çalışır görünürken, aslen içten içe küfür dağarcığımı zorlamakta olduğum esnada, bu konuda tez elden bloguma yazmalıyım diye düşündüm.
İlk tiplememiz; plastik poşet çıtırdatan teyze. Yahu teyze, ne var allahaşkına o plastik poşetin içinde, bu kadar elhem bir şekilde haşır huşur çıkarmaya zorluyorsun? Leblebi mi var, ne var yaaa. Hayır hışırdadıkça zorluyorsun, o neyse artık poşetin de en dibinde oluyor hep! Tam oh buldu, çıkardı diyoruz, bu sefer geri çantana sokuyorsun hışır hışır o poşeti. Delirttin beni!
İkinci tiplememiz; burnunu hönkürerek silen, muhtemelen orgeneral emeklisi amca. Amca, az daha zorlarsan sanırım beynin topyekün çıkacak o mendile. Ayrıca selpak denen birşey icad edildi geçen yüzyıl, kullansana. Evde nasıl yıkıyorsun o bez mendilleri, nerde kurutuyorsun, niye özellikle iskoç kareli modelleri seçiyorsun. Mide safra bırakmadın be adam!
Üçüncü tiplememiz; klasik müzik konserlerinin olmazsa olmazı: eserin tam Adagio'dan Allegro'ya geçtiği noktada verilen 2-3 saniyelik arada büyük bir inanç ve şevkle öksürerek gırtlak temizleyen, C-10 ila E-20 numaralı koltuklarda ikamet eden o 10 kişilik ekip. Yahu kardeşim, sanki arya söylüyorsunuz, sanki sizden 5 saniye içinde topluluk önünde konuşma yapmanız bekleniyor, bırakın gırtlağınız bir süre kamaşık kalsın. Yediniz bitirdiniz ömrümü!
Dördüncü tiplememiz; karanlık salon sevişgenleri. Sevgili sevgililer; neden el ele oturup, kalp kalbe konser dinlemek, efendice eser izlemek yerine; ille kafa kafaya, omuz omuza oturmak, mümkün olduğu ölçüde fiziksel teması yakalama özlemi içindesiniz? Kardeşim o koltuklar herkes kafa tokuştursun, devamlı öpüşsün niyetiyle tasarlanmamış, aradaki boşluktan arkadaki zat sahneyi görmeye çabalıyor, sizden daha ilginç durumlar vuku buluyor o sahnede. Gözünüzü seveyim gidin evinizde sevişin yahu!
Beşinci tiplememiz; ikinci gongdan sonra, ortam kararmaya başlarken salona apar topar gelip tüm sırayı tek tek tribünlerde meksika selamı veren seyirciler misali kaldırıp oturtan, önümden geçerken ille güzelim ayacığıma basan, koca poposunu ille burnuma, koluma falan sürten, banka memuresi abla. Abla ne işin var senin burda, ayrıca senin yerin F12, bir ön sırada o..
Altıncı tiplememiz; saçlarına aslan yelesi süsü veren, takmış takıştırmış, sürmüş sürüştürmüş, pre-menopozlu frapan teyze. Biliyorum bu biletleri roraty club'taki kokoşlara satmak pek kolay olmadı ve kimler gelmiş, kimler gelmemiş diye kontrole gelmen de büyük incelik. Ama o aslan yelen sayesinde sahnenin ancak 1/3'ünü görebildik, kokun da burnumuzu deldi. Ah be teyzecim, bu salonlar biraz sıcak olmuyor mu, bir ateş basmıyor mu, sen bir dışarı çıksan, soluk alıp gel(me)sen?
Yedinci tiplememiz; yeni anne. Memelerin 2 metre önde girdin salona, endişeli yüz ifaden ve ikidebir saatine bakman bizi şüphelendirdi. Biliyorum arkadaşlarına "doğurdum ama sosyal hayattan da kopmadım" mesajı verme endişesi içindesin ama aklın da belli ki evdeki bakıcıda. İkinci yarıda hala eve doğru yola çıkmamışsan, koltukta uyuyup kalmış olduğundandır. Sana acıyoruz, merhametle yerinde bırakıyoruz seni. Horlama ama, ne olursun.
Sekizinci tiplememiz; derin derin soluk alıp veren, boş zamanlarında telefon sapıklığı yaptığından şüphelendiğim abimiz. Kardeşim sendeki nasıl körüklü bir ciğerdir, dağa tırmanmıyorsun, konser dinliyorsun. Serotonin salgılıyorsun, stresten uzaklaşıyorsun, rahatlıyorsun. Bi akciğer uzmanına görün, tıp fakültesinde birinci sınıflara akciğer mankeni falan ol, bi git uzaklaş yakınımdan yahu.
Dokuzuncu tiplememiz; en çocuk-sevgili sesiyle "ayyyşkımmmm biliyo musuuun, ben de küçükken bale yapayyydım" diyen hatun kişilik. Yavrucum, çocukken hangimiz bale yapmadı, bunu kıvançla sevgiline anlatmayı bırak artık. Hadi sıkıyosa şimdi kaldır bi bacağını yukarı 180derece, desteksiz. Yapabiliyo musun, donun ne renk, hepimiz görelim. Aksi taktirde bi sus kardeşim. İl-gi-len-mi-yo-ruz!
Ve son tiplememiz; gülme krizine giren ergen. Seviyorum seni :) Özellikle kendini uçarcasına dışarı atışın, elini ağzına kapatışın.. O hain arkadaşın dürtüp durmasa, sen eminim bu konseri, bu oyunu, bu baleyi en hayranlıkla deneyimleyen kişi olacaktın. Sağlık olsun, bir dahakine.. Yine gel ama, e mi! Sensiz çekilmiyor bu tiplemeler.
İlk tiplememiz; plastik poşet çıtırdatan teyze. Yahu teyze, ne var allahaşkına o plastik poşetin içinde, bu kadar elhem bir şekilde haşır huşur çıkarmaya zorluyorsun? Leblebi mi var, ne var yaaa. Hayır hışırdadıkça zorluyorsun, o neyse artık poşetin de en dibinde oluyor hep! Tam oh buldu, çıkardı diyoruz, bu sefer geri çantana sokuyorsun hışır hışır o poşeti. Delirttin beni!
İkinci tiplememiz; burnunu hönkürerek silen, muhtemelen orgeneral emeklisi amca. Amca, az daha zorlarsan sanırım beynin topyekün çıkacak o mendile. Ayrıca selpak denen birşey icad edildi geçen yüzyıl, kullansana. Evde nasıl yıkıyorsun o bez mendilleri, nerde kurutuyorsun, niye özellikle iskoç kareli modelleri seçiyorsun. Mide safra bırakmadın be adam!
Üçüncü tiplememiz; klasik müzik konserlerinin olmazsa olmazı: eserin tam Adagio'dan Allegro'ya geçtiği noktada verilen 2-3 saniyelik arada büyük bir inanç ve şevkle öksürerek gırtlak temizleyen, C-10 ila E-20 numaralı koltuklarda ikamet eden o 10 kişilik ekip. Yahu kardeşim, sanki arya söylüyorsunuz, sanki sizden 5 saniye içinde topluluk önünde konuşma yapmanız bekleniyor, bırakın gırtlağınız bir süre kamaşık kalsın. Yediniz bitirdiniz ömrümü!
Dördüncü tiplememiz; karanlık salon sevişgenleri. Sevgili sevgililer; neden el ele oturup, kalp kalbe konser dinlemek, efendice eser izlemek yerine; ille kafa kafaya, omuz omuza oturmak, mümkün olduğu ölçüde fiziksel teması yakalama özlemi içindesiniz? Kardeşim o koltuklar herkes kafa tokuştursun, devamlı öpüşsün niyetiyle tasarlanmamış, aradaki boşluktan arkadaki zat sahneyi görmeye çabalıyor, sizden daha ilginç durumlar vuku buluyor o sahnede. Gözünüzü seveyim gidin evinizde sevişin yahu!
Beşinci tiplememiz; ikinci gongdan sonra, ortam kararmaya başlarken salona apar topar gelip tüm sırayı tek tek tribünlerde meksika selamı veren seyirciler misali kaldırıp oturtan, önümden geçerken ille güzelim ayacığıma basan, koca poposunu ille burnuma, koluma falan sürten, banka memuresi abla. Abla ne işin var senin burda, ayrıca senin yerin F12, bir ön sırada o..
Altıncı tiplememiz; saçlarına aslan yelesi süsü veren, takmış takıştırmış, sürmüş sürüştürmüş, pre-menopozlu frapan teyze. Biliyorum bu biletleri roraty club'taki kokoşlara satmak pek kolay olmadı ve kimler gelmiş, kimler gelmemiş diye kontrole gelmen de büyük incelik. Ama o aslan yelen sayesinde sahnenin ancak 1/3'ünü görebildik, kokun da burnumuzu deldi. Ah be teyzecim, bu salonlar biraz sıcak olmuyor mu, bir ateş basmıyor mu, sen bir dışarı çıksan, soluk alıp gel(me)sen?
Yedinci tiplememiz; yeni anne. Memelerin 2 metre önde girdin salona, endişeli yüz ifaden ve ikidebir saatine bakman bizi şüphelendirdi. Biliyorum arkadaşlarına "doğurdum ama sosyal hayattan da kopmadım" mesajı verme endişesi içindesin ama aklın da belli ki evdeki bakıcıda. İkinci yarıda hala eve doğru yola çıkmamışsan, koltukta uyuyup kalmış olduğundandır. Sana acıyoruz, merhametle yerinde bırakıyoruz seni. Horlama ama, ne olursun.
Sekizinci tiplememiz; derin derin soluk alıp veren, boş zamanlarında telefon sapıklığı yaptığından şüphelendiğim abimiz. Kardeşim sendeki nasıl körüklü bir ciğerdir, dağa tırmanmıyorsun, konser dinliyorsun. Serotonin salgılıyorsun, stresten uzaklaşıyorsun, rahatlıyorsun. Bi akciğer uzmanına görün, tıp fakültesinde birinci sınıflara akciğer mankeni falan ol, bi git uzaklaş yakınımdan yahu.
Dokuzuncu tiplememiz; en çocuk-sevgili sesiyle "ayyyşkımmmm biliyo musuuun, ben de küçükken bale yapayyydım" diyen hatun kişilik. Yavrucum, çocukken hangimiz bale yapmadı, bunu kıvançla sevgiline anlatmayı bırak artık. Hadi sıkıyosa şimdi kaldır bi bacağını yukarı 180derece, desteksiz. Yapabiliyo musun, donun ne renk, hepimiz görelim. Aksi taktirde bi sus kardeşim. İl-gi-len-mi-yo-ruz!
Ve son tiplememiz; gülme krizine giren ergen. Seviyorum seni :) Özellikle kendini uçarcasına dışarı atışın, elini ağzına kapatışın.. O hain arkadaşın dürtüp durmasa, sen eminim bu konseri, bu oyunu, bu baleyi en hayranlıkla deneyimleyen kişi olacaktın. Sağlık olsun, bir dahakine.. Yine gel ama, e mi! Sensiz çekilmiyor bu tiplemeler.
Starkbierzeit
Starkbier ya da koyu malt birası, bugünlerde Almanya'nın Bavyera eyaletini şenlendirmekte. 20 derecelerin üstüne çıkan olağandışı bahar havası, hepimizi dışarlara, tercihen dağ tepelerinde manastırların bahçelerine kurulu biergarten'lara (birabahçeleri - bizdeki çay bahçelerinin Bavyera hali) attı: "çantalar elimizdeeee, uzun ip belimizdeeee, biz gideriz biergarten'a hey hey heeeey"
Bu bira 14.yy'da Hıristiyan rahiplerce "Paskalya Yortusu" öncesi tutulan uzun oruçlar sırasında keşfedilmiş. Hıristiyanlarda da müslümanlar ve yahudilerdeki gibi oruç yükümlüğü vardır. Yaklaşık bir ay süren oruç sırasında, sadece su ve ekmek tüketilmesi önerilir. Tabii gözünü açlık bürümüş sivrizekalı Bavyeralı rahipler, "biz bir malt birası yapalım, bolca içelim, hem güzelleşelim, hem su ihtiyacımızı giderelim, hem de malt karnımızı uzun süre tok tutsun" demişler ve ortaya starkbier çıkmış, kısa süre sonra da "halkın hizmetine" sunulmuş. Ellerine sağlık.
Bugün dört arkadaş +1 Beagle köpek (biraz deli oluyor bu cins), Alpleri gören bir manastırın biergarten'ına tırmandık. 3 saat yürüyüş ve tıklım tıkış biergartenda siparişimizi vermek için beklediğimiz 1 saatin sonunda, dilimiz damağımıza yapışmış halde (hıristiyan rahiplerden hallice) saldırdık biraya, brezel ekmeklere, kırmızı yağ biberi karışımlı camembert peynir eritmesine. İçmeyi mi bilmiyorum kardeşim? En küçük boy olan yarım litreyi içtim; yer ayaklarımın altından kayıyor, ne biçim iş.. Sorun bende değilmiş, %8 alkol oranı olan bu stark birasına alışkın olmayan tüm turist camiası yamulduk. Biertgarten'da şarkı söylemek yasak, neden yasak kardeşim?!
Çok şen ve hafif sarhoş yazıyorum bu yazıyı. Çünkü tüm gün güneş altında arkadaşlarla laklak halinde fütursuzca tüketilen yeni üretim starkbier, içindeki %8 alkol oranı ile beni benden almış halde; bir rahatlama, bir bahar çarpması hali içindeyim. Yarın soğuk hava geri geliyormuş.. Olsun, bahar kendini gösterdi artık. Almanya'da bile! Bol bol açık mekanlara çıkıla, bol bol yürüyüle, bisiklete binile, çiçek koklayıla, aşık oluna.. Şerefinize! Cheers! Prost!
Bu bira 14.yy'da Hıristiyan rahiplerce "Paskalya Yortusu" öncesi tutulan uzun oruçlar sırasında keşfedilmiş. Hıristiyanlarda da müslümanlar ve yahudilerdeki gibi oruç yükümlüğü vardır. Yaklaşık bir ay süren oruç sırasında, sadece su ve ekmek tüketilmesi önerilir. Tabii gözünü açlık bürümüş sivrizekalı Bavyeralı rahipler, "biz bir malt birası yapalım, bolca içelim, hem güzelleşelim, hem su ihtiyacımızı giderelim, hem de malt karnımızı uzun süre tok tutsun" demişler ve ortaya starkbier çıkmış, kısa süre sonra da "halkın hizmetine" sunulmuş. Ellerine sağlık.
Bugün dört arkadaş +1 Beagle köpek (biraz deli oluyor bu cins), Alpleri gören bir manastırın biergarten'ına tırmandık. 3 saat yürüyüş ve tıklım tıkış biergartenda siparişimizi vermek için beklediğimiz 1 saatin sonunda, dilimiz damağımıza yapışmış halde (hıristiyan rahiplerden hallice) saldırdık biraya, brezel ekmeklere, kırmızı yağ biberi karışımlı camembert peynir eritmesine. İçmeyi mi bilmiyorum kardeşim? En küçük boy olan yarım litreyi içtim; yer ayaklarımın altından kayıyor, ne biçim iş.. Sorun bende değilmiş, %8 alkol oranı olan bu stark birasına alışkın olmayan tüm turist camiası yamulduk. Biertgarten'da şarkı söylemek yasak, neden yasak kardeşim?!
Çok şen ve hafif sarhoş yazıyorum bu yazıyı. Çünkü tüm gün güneş altında arkadaşlarla laklak halinde fütursuzca tüketilen yeni üretim starkbier, içindeki %8 alkol oranı ile beni benden almış halde; bir rahatlama, bir bahar çarpması hali içindeyim. Yarın soğuk hava geri geliyormuş.. Olsun, bahar kendini gösterdi artık. Almanya'da bile! Bol bol açık mekanlara çıkıla, bol bol yürüyüle, bisiklete binile, çiçek koklayıla, aşık oluna.. Şerefinize! Cheers! Prost!