Stone Town
Tanzanya'nın cennet adası Zanzibar'ın başkenti StoneTown'a, Dar es Salaam'dan 2 saatlik efil efil bir feribot seferiyle ulaşılıyor. Adaya ayak basar basmaz ilk sürpriz gezginleri bekliyor: aşı kartlarınızdaki sarı humma kayıtları kontrol edilerek, pasaportlarınıza yeni damgalar basılıyor. Zanzibar resmi ve politik açıdan Tanzanya'ya bağlı olsa da, psikolojik açıdan kendisini hala "union"dan ayrı bir ülke olarak görüyor; dolayısıyla kendi gümrük sistemi var.
Stone Town'da bizim Ortadoğu'dan alışkın olduğumuz daracık sokaklar, taş evler, evlerin önünde "buibui" (dedikodu) yapan rengarenk çarşaflı kadınlar, binlerce çocuk, her tür ıvır zıvırı bulabileceğiniz kapalı ve açık Arap çarşıları, balık, tropik meyveler ve envai çeşit baharat kokusu, bizi birden sıcakkanlı bir merhaba ile kuşatıyor. Stone Town biraz Umman'ı, biraz Fas'ı, biraz da Kudüs'ü hatırlatıyor bana ve bu nedenle kendimi evde hissettiriyor.
StoneTown'da kente adını veren taş evlerden birinde kalmalısınız, bu evlerin odaları her zaman muhteşem bir iç-avluya açılıyor. Avluda taşın gri-beyazına inat, cart pembe begonviller, sapsarı sinamekiler, mosmor flamboyant çiçekleri oluyor. Dışarıdan satıcıların ve sokakta oynayan çocukların sesleri geliyor. Yerden oldukça yüksek, temiz bir yatakta deliksiz bir uyku, enfes kahvaltılar ve Arap tarzı bir divanın şenlendirdiği balkonda oturarak, Hint Okyanusu'nun turkuaz sularında oynaşan pirogue'ları (Vasconcelos'un "Kayığım Rosinha" hikayesindeki gibi, ağaç gövdelerinden oyulma, küçük kayıklar) ve onların bir büyük ağabeyi olan yelkenli Dhow'ları izlemek, insana sonsuz bir keyif veriyor. Öğle güneşi ve rutubetin tavan yaptığı anlarda yapılabilecek en doğru şey bu öğle keyifleri. Katherine Hepburn ve Humphrey Bogart'ın "Afrika Kraliçesi" filminde, Katherine'in sıcak çarpması sırasında dediği gibi; insan kova kova soğuk su dökünmek istiyor ama kovayı kaldırmak bile yeniden terletiyor!
Ancak akşam saatlerinde odadan ayrılacak ve labirent-kentte Queen'in efsanevi sesi Freddy Mercury'nin doğduğu evi arayacak enerjiyi bulabiliyorum. Sokağı ve Mercury restoranını bulmak kolay ama ailenin hangi evde yaşadığı tam olarak bilinmiyor. Freddy yaşamının ilk beş yılını bu cennet adada geçirmiş, bu kumsallarda çıplak ayak koşturmuş ve bu turkuaz denizde yüzmüş.
Queen'den sonra, sıradaki durak tabii ki kahvesi ve baharatlı/sütlü Massala çayı ile ünlü kahvehanelerden biri olmalı. Pürüzsüz bir kakao ciltte ışıldayan bembeyaz dişlerini göstererek kikir kikir kikirdeyen, cart mor ya da cart turkuaz çarşaflı ergen kızlar, sizi severlerse, çayın yanında birer "Kashata" getirirler. Bu kashata denen ince kurabiye; kırk çeşit baharatın, susamın, fındık, fıstık ve şekerin birleşiminden oluşan cennetten düşme bir şey.. Hele Masala çayına bandıra bandıra yemek..
Ordan aldığınız enerjiyle daracık sokaklara girmeli ve binlerce incik cincik dükkanın arasında kaybolmalı ve ardından mucizevi bir şekilde kendinizi Beit El Ajaib (Acaip Ev)'in önünde bulmalısınız. Ulusal müze, eski saray ve ortamın hakikaten en acaip görünüşlü binası bu. Hemen önünde yemyeşil bir park ve onun da önü okyanus.. Parkın içine gece pazarı kurulmuş, aynen Morocco'daki gibi ızgara standları ve taze meyve suları ile turistik eşyalar içiçe. Şekerkamışı suyu sıkan adamı, şişe geçirilmiş envai çeşit balık ve deniz hamsülünü, çeşit çeşit ekmekleri izlemek inanılmaz keyifli ama mideyi daha yeni düzeltmişken risk almak mantıklı değil.
Benim önerim, okyanusa bakan bir teras restoranında günü sonlandırmayı tercih edin ve mümkünse menüdeki en Swahili tarzı yemeği ısmarlayın. Mesela Muzlu king fish (balık) ızgara,ya da klasikten şaşmayanlar için: hindistancevizli balık köri. O baharatlar, o lezzet patlamaları.. Muhteşem bir ziyafet, muhteşem bir kent!
StoneTown'da insan sıkılmadan 4-5 gün rahat kalabilir. Ama Zanzibar sadece bu kent değil, adayı mutlaka dolaşmanızı, farklı küçük balıkçı köylerini de görmenizi öneririm. Onlarca köyden benim en çok hoşuma giden, bakir kumsalları ve daha sakin yapısı ile turistlerin çok fazla tercih etmediği Matemwe'dir.
Matemwe
Stone Town'dan doğu sahilindeki bu ufacık balıkçı köyüne, turistlerin klimalı shuttle-minibüslerini görmemezliğe gelerek, yerli halkın tercihi "dalla dalla" (pikap)lardan birine atlayarak gitmelisiniz. Denizin hemen önünde, palmiye ağaçlarının altındaki basit ve sade bungalowlarda konaklamalısınız. Etrafta sizden başta çok az beyaz turist göreceksiniz ve onlar da sizin kafada; sakin ve deniz aşığı, samimi ve doğal insanlar olacaktır.
Adanın bu yakasının en önemli özelliği, dalış bölgeleridir. En az 2-3 gününüzü dalışa ayırmanızı öneririm. Bölgede 30-35 metrede batıklar var ama bu kadar derine meraklı değilseniz, çok daha sığ sularda, mercan resiflerinde milyonlarca rengarenk balığı görebilirsiniz. 28derece su ve 250bar hava ile dalışlar bitmek bilmiyor burda, muhteşem! Deniz canlılarının biyo-çeşitlilik yelpazesi kesinlikle Kızıldeniz'den daha geniş ve çevre adalardaki mercan resiflerince sağlanan bembeyaz kum Maldivler'den bile daha ince ve kusursuz. Hele yunuslar! Masmavi denizin ortasında birdenbire 13-15 tanesi beliriveriyor ve dakikalarca teknenin yanında yüzerek size eşlik ediyorlar. Ben herzaman yaptığım gibi tekneden ayaklarımı denize sallıyorum, bembeyaz köpükler bileklerimi yalıyor. Biraz uzansam, ayaklarım yumuşacık sırtlarına değecek sanki..
Sizi şaşırtabilecek bir başka durum da gel-git. Deniz, gel-git nedeniyle 20mt içeri kaçıyor ve birkaç saat sonra tekrar geri geliyor. Bu harika görüntüde bembeyaz yelkenli tahta Dhow'lar balığa çıkıyor. Günlük deniz mahsülünü köyden balıkçılar sağlıyor, köye en yakında kalan bungalowların sahibi Muhammet ve Hüseyin kardeşler pişiriyor, siz de afiyetle yiyorsunuz. Yemekler inanılmaz güzel, binlerce çeşit baharat ve hindistancevizi sütü ile pişen balığın, ızgara ıstakozun, ahtapot salatasının, körili karidesin sonu yok gibi.. Öyle de ucuz!
Matemwe cennet gibi bir yer. Sabahtan akşama dek denizle iç-içesiniz. Bu da yetmezse bembeyaz kumsalda çıplakayak yürüyüş, deniz kabukları toplamak ve sağdan soldan geçen insanlarla "jambolaşmak" (merhabalaşmak) yapabileceğiniz aktiviteler. Gerisi yok. Birsürü kitap götürmeyi unutmayın!
Zanzibar'a Genel Bakış
Tanzanya Türklerden vize istiyor, fakat vizenizi ülkeye girişte ücretini ödeyerek alabiliyorsunuz. Zanzibar'a ayrıca vize almanıza gerek yok ama pasaportunuza süslü bir damga alıyorsunuz. Ada son derece turistik, her bütçeye uygun konaklama ve yeme-içme imkanı mevcut. Ayrıca alışveriş cenneti olduğu için overland afrika gezginlerine son dakikada binlerce janjanlı hediyelik eşya ve baharat sunuyor. Kültür ve tarih açısından son derece zengin, Afrika kıtasının ünlü fatihi David Livingstone'un ve daha onlarca gezginin kıtaya ilk ayak bastığı nokta oluşu nedeniyle de ilginç. Ayrıca köle ticareti ve tarihe damgasını vuran sosyal olayların yanı sıra, kara büyü ve hayalet hikayeleriyle de ünlü. En az bir hafta kalıp asla sıkılmayacağınız bir cennet ada. Biz, hastalık nedeniyle yolumuzu ne yazık ki burada sonlandırdık ve çok istediğimiz halde Tanzanya'nın geri kalanını ve Kenya'yı göremeden ani bir kararla geri dönmek zorunda kaldık. Bu isabetli bir karardı çünkü hayati tehlike sınırına yaklaşmıştık. Fakat Masai Mara, Serengeti, Ngorongoro krateri, Kilimanjaro, Nairobi, Nakuru gölü ve daha niceleri içimizde kaldı.. Bir dahaki sefere artık..
Ayrıntılı bilgi ve gezi günlüğüm için: http://www.cerenmus.travellerspoint.com/
Ceren - Ocak 2011
22 Aralık 2010 Çarşamba
19 Aralık 2010 Pazar
Malawi Seyahati
Sınır Kapısı
Afrika'nın kalbine ulaşabilmek için, öyle bir yolculuk yapıyorsunuz ki, başınıza gelenler pişmiş tavuğun başına gelmiyor. O efsanevi yolculuk bizim için Zambia'nın başkenti Lusaka'da başladı. Sabaha karşı Lusaka'nın ıssız sokaklarında ve otobüs garında bulunmak son derece ürkütücü ve tehlikeli. O nedenle o saatte sizi hostelden alacak bir taksi şöförü ayarlamanız yerinde olacaktır. Adamlar 4 dolar için bütün gece kapıda bekliyor ve sizi tam zamanında otobüsünüze yetiştiriyor. Terminalde önceki gün aldığınız biletlerin gerçekten bir otobüse ait olduğunu gördüğünüzde şaşırıyor ve seviniyorsunuz. 70 kişilik 3x2'lik koltuklardan oluşan otobüste kendinize bir yer bulduğunuzda, bangır bangır müzik de, ağlaşan çocuklar da, sabahın köründe tavuk butu yiyen şöför de, ortada yatan soğan çuvalları da, gıdaklayan tavuklar da umrunuzda olmuyor.
Malawi sınır kapısı tam bir macera. Aslında Malawi Türk vatandaşlarından vize istiyor ve Avrupalılar gibi elinizi kolunuzu sallaya sallaya gidip sınır kapısında alamıyorsunuz, Lusaka'dan başvurmanız ve 10 gün beklemeniz gerekiyor. Fakat noel döneminde kapalı olan konsolosluk nedeniyle, ben elimi kolumu sallaya sallaya sınıra gittim ve ayrıntılarını gezi gümcemde uzun uzun anlattığım gibi, binbir macera sonunda vizemi aldım. Alınabiliyor.
Lilongwe
Başkentlerin hiçbiri sevimli değildir, ama Lilongwe'nin eski kent bölümünün kendine özgü bir tatlılığı var. Pazar yeri, yemyeşil bahçeleri ve güleryüzlü insanları ile sizi büyülüyor. Eski kentte Mufasa Backpackers'da kalmanızı ve hemen altındaki Hint Lokantası'na mutlaka uğramanızı öneririm çünkü kuzeye gidiyorsanız bu sizin Dar es Salaam'a kadarki son yemeğiniz olacak. Bu kentte fazla vakit kaybetmeden göle ulaşmaya bakın, çünkü Malawi demek gölün çevresindeki minicik köyler demek..
Monkey Bay
Monkey Bay, hemen yakınındaki Cape MacLear kadar turistik değil ama ondan çok daha güzel bir köy. Konaklama imkanınız son derece sade odalar ya da kamp kurabileceğiniz alanları olan Mufasa Rustic Camp. Adından da anlaşılacağı gibi son derece basit imkanları var, elektrik yok ve tuvaletler ortak. Ayrıca su sistemi de gölden sağlanıyor ve arıtma yok. Doğa ile içiçesiniz ve kumsalda, gölün hemen yanında çadırda uyuyabilme ve göle devamlı dalıp çıkabilme lüksünüz var. Kamp alanında ayrıca, muhteşem bir baobab ağacı var. Geceleri de binlerce ateş böceği çıkıyor ortaya ve milyonlarca yıldızın altında onları izlemek, kurbağa seslerini ve diğer börtü böceği dinlemek muhteşem birşey.
Cape MacLear
Malawi gölünün kıyısına kurulu, imkanları biraz daha iyi olan, daha turistik bir başka kasaba da MacLear Burnu. Burna, Monkey Bay'den pikaplar işliyor ve oldukça keyifli ve hop hop hoplatan bir saatlik bir yolculukla varılıyor.
Gölün bu kısmında, ilginç bir şekilde göle sadece çocuklar, ördekler ve muzungular (beyaz adam / turist anlamına gelen sık sık duyacağınız bir kelime) giriyor. Burda halk gölden balık avlıyor, çanağını çömleğini yıkıyor, elbise yatak yorgan yıkıyor, hadi en fazla elini ayağını yıkıyor ama yüzmüyor. Kamp alanları göl kıyısında, her bütçeye uygun seçenekler var. Ayrıca tüm köy halkıyla sosyalleşme, kuruyan balıkları izleme, çocuklarla oynama, tüm gün hamaklarda yatıp yuvarlanma gibi aktiviteler söz konusu. Eğer sıkılırsanız kano gezileri, dalış ve tırmanış sporlarını da yapabilirsiniz.
Kuzey Malawi
Malawi'nin turistik olmaktan son derece uzak, devasa bitkilerin yuttuğu, rengarenk, boy boy böcek, örümcek ve kertenkelerin kol gezdiği kuzey bölgesinde, kendinizi tamamen doğa ile bütünleşmiş hissediyorsunuz. Burada bitkiler ve insanlar daha sert mizaçlı, doğanın renkleri daha koyu ve Afrika'nın o bildiğimiz açlık ve sağlık sorunları daha belirgin. Beyaz adam yok çevrede ve bu iyi mi kötü mü tam bilemiyorsunuz. Ağaçlardan mango toplamak, bulduğunuzda yemek yemek, genelde açlık çekmek olası.
Nkhata Bay dalış için muhteşem bir bölge, efsanevi kedi balığını görmeniz an meselesi. Kamp alanları güvenli ve sizi günlerce oyalayabilecek bir manzara var. Makuzi Beach kamp alanı oldukça iyi ve öndeki kumsalda, kumsal satıcıları tarafından rahatsız edilmeden sabahtan akşama dek yüzebilir, güneşlenebilirsiniz. Buradan Tanzanya'ya devam edecekler için bir hatırlatma; Tanzanya yolu birkaç vasıta değiştirmenizi gerektiren, oldukça uzun bir yol, o nedenle bol bol dinlenin ve enerji toplayın bu güzel kasabada.
Malawi Genel
Orta Afrika'daki tüm ülkeler gibi Malawi de son derece az gelişmiş bir ülke. Buna rağmen, Zambia ile karşılaştırılınca lise eğitimi yaygın, hayvancılık ve tarım daha gelişmiş. İnsanlar bambu ve kerpiç evler yerine pişmiş topraktan yapılma evlerde yaşıyor, hastane sayısı daha fazla, insanlar genel olarak daha sakin ve güleryüzlü. Ülke demokrasi ile yönetiliyor ve bu nedenle Sam Amcadan yardım alınıyor. McDonalds KFC falan daha orta afrikaya girmemiş (neyseki) ama CocaCola ve Fanta bu ülkelerin resmi içeceği gibi birşey. Bakkal önüne oturup birer kola açmak, yerli halkla kaynaşmak için birebir.
Yetersiz ve yanlış beslenme ne yazık ki Malawi'deki en yaygın sorunlardan biri. Malawi, (Orta Afrika'da sıklıkla rastlandığı gibi) toprağı verimli olmasına rağmen, yanlış yönetimler yüzünden açlıkla savaşan ülkelerden biri. Maize denen ve lapa yapımında kullanılan irmik türü bir un var, bir de bunun da beteri, hiçbir besleyici değeri olmayan, sadece çok hızlı ve zahmetsiz yetişen cassava denen bir bitki var. Bunun yaprakları da öğütülüp tatsız tuzsuz bir ekmeğe dönüşüyor, suya katıp içecek yapıyorlar, lapa yapıyorlar.. İnsanlar bununla doyuyor ama beslenemiyor, çocukların karınları hep kocaman kocaman, bacakları incecik, sırttan kemikleri sayılıyor.
Evet, Afrika aç ve gezginler de aç kalıyor. Sadece üzeri sineklerle kaplı kızarmış tavuk parçaları, nshima denen lapa, kalitesiz bisküvi ve cipsler var etrafta, başka bir yiyecek bulmak mümkün değil. Neden böyle anlamıyorum çünkü güneşli ve yağışlı bir memleket burası ve tarıma açık araziler var, sebze ve meyve bulunamıyor, süt ve peynir zaten hayal. Çok takıntı yapmamak lazım beslenmeyi, çünkü Afrika'nın açlığının bilincinde olarak seyahat etmelisiniz buraya. Başkentlerde bazen süpermarkette bura için fahiş bir meblalara konserve mantar ya da fasülye bulunuyor. Birkaç kez böyle elimiz kolumuz dolu çıkıp aç insanları görünce yolda tüm paketleri dağıttık ve tekrar dönüp kendimize birşeyler alalım diye markete gittiğimizde, çoktan kapanmış olduğunu görüp aç uyuduk. Çocuklara süt falan almaya çalıştım ama süt tozu dışında bulamadım. Bu nedenle mutlaka vitamin hapları alın yanınıza.
Sağlık bir başka problem. Göl tatlı su olduğu için, içme suyu, banyo, çamaşır bulaşık suyu ve diğer tüm ihtiyaçlar için kullanılıyor. Özellikle Bilharzia denen bir parazit yaygın (süründürüyor ama tedavisi kolay ve yaygın). Dişinizi mutlaka içme suyundan fırçalayın ama açıkçası tabak çanak herşey gölde yıkanıyor yani önünde sonunda hasta olacaksınız, hazırlıklı gidin. Sıtma da, diğer tüm hastalıklar da çok yaygın. Ben son derece ağır bir şekilde hastalandım ve 1 haftada 5 kilo kaybettim. Açıkçası son derece zor ve korkutucu günlerdi ve seyahatimizi kısa kesmemize de neden oldu sonunda. Doktor ve hastane yok, ulaşım çok aksak ve zor, bu nedenle genel olarak bağışıklık sisteminiz düşükse, hamile ya da devamlı ilaç kullanan biriyseniz, ufak çocuğunuz varsa, Malawi'ye gitmenizi önermem. Şartlar oldukça ağır, seyahat etmek de zor.
Malawi çok ucuz, günlük 25 euroya şahane bir otelde kalabilirsiniz. Kamp yapacaksanız, kumsaldaki satıcılara dikkat edin, yankesicilik almış başını yürümüş halde. Yine de, genel olarak insanları ve çocukları çok güzel Malawi'nin, konuşmayı da çok seviyorlar. Tüm zorlukları göze aldığınızda, benim gibi siz de Malawi'ye aşık olup döneceksiniz.
Daha fazla bilgi ve seyahat günlüğüm için: http://cerenmus.travellerspoint.com/
Afrika'nın kalbine ulaşabilmek için, öyle bir yolculuk yapıyorsunuz ki, başınıza gelenler pişmiş tavuğun başına gelmiyor. O efsanevi yolculuk bizim için Zambia'nın başkenti Lusaka'da başladı. Sabaha karşı Lusaka'nın ıssız sokaklarında ve otobüs garında bulunmak son derece ürkütücü ve tehlikeli. O nedenle o saatte sizi hostelden alacak bir taksi şöförü ayarlamanız yerinde olacaktır. Adamlar 4 dolar için bütün gece kapıda bekliyor ve sizi tam zamanında otobüsünüze yetiştiriyor. Terminalde önceki gün aldığınız biletlerin gerçekten bir otobüse ait olduğunu gördüğünüzde şaşırıyor ve seviniyorsunuz. 70 kişilik 3x2'lik koltuklardan oluşan otobüste kendinize bir yer bulduğunuzda, bangır bangır müzik de, ağlaşan çocuklar da, sabahın köründe tavuk butu yiyen şöför de, ortada yatan soğan çuvalları da, gıdaklayan tavuklar da umrunuzda olmuyor.
Malawi sınır kapısı tam bir macera. Aslında Malawi Türk vatandaşlarından vize istiyor ve Avrupalılar gibi elinizi kolunuzu sallaya sallaya gidip sınır kapısında alamıyorsunuz, Lusaka'dan başvurmanız ve 10 gün beklemeniz gerekiyor. Fakat noel döneminde kapalı olan konsolosluk nedeniyle, ben elimi kolumu sallaya sallaya sınıra gittim ve ayrıntılarını gezi gümcemde uzun uzun anlattığım gibi, binbir macera sonunda vizemi aldım. Alınabiliyor.
Lilongwe
Başkentlerin hiçbiri sevimli değildir, ama Lilongwe'nin eski kent bölümünün kendine özgü bir tatlılığı var. Pazar yeri, yemyeşil bahçeleri ve güleryüzlü insanları ile sizi büyülüyor. Eski kentte Mufasa Backpackers'da kalmanızı ve hemen altındaki Hint Lokantası'na mutlaka uğramanızı öneririm çünkü kuzeye gidiyorsanız bu sizin Dar es Salaam'a kadarki son yemeğiniz olacak. Bu kentte fazla vakit kaybetmeden göle ulaşmaya bakın, çünkü Malawi demek gölün çevresindeki minicik köyler demek..
Monkey Bay
Monkey Bay, hemen yakınındaki Cape MacLear kadar turistik değil ama ondan çok daha güzel bir köy. Konaklama imkanınız son derece sade odalar ya da kamp kurabileceğiniz alanları olan Mufasa Rustic Camp. Adından da anlaşılacağı gibi son derece basit imkanları var, elektrik yok ve tuvaletler ortak. Ayrıca su sistemi de gölden sağlanıyor ve arıtma yok. Doğa ile içiçesiniz ve kumsalda, gölün hemen yanında çadırda uyuyabilme ve göle devamlı dalıp çıkabilme lüksünüz var. Kamp alanında ayrıca, muhteşem bir baobab ağacı var. Geceleri de binlerce ateş böceği çıkıyor ortaya ve milyonlarca yıldızın altında onları izlemek, kurbağa seslerini ve diğer börtü böceği dinlemek muhteşem birşey.
Cape MacLear
Malawi gölünün kıyısına kurulu, imkanları biraz daha iyi olan, daha turistik bir başka kasaba da MacLear Burnu. Burna, Monkey Bay'den pikaplar işliyor ve oldukça keyifli ve hop hop hoplatan bir saatlik bir yolculukla varılıyor.
Gölün bu kısmında, ilginç bir şekilde göle sadece çocuklar, ördekler ve muzungular (beyaz adam / turist anlamına gelen sık sık duyacağınız bir kelime) giriyor. Burda halk gölden balık avlıyor, çanağını çömleğini yıkıyor, elbise yatak yorgan yıkıyor, hadi en fazla elini ayağını yıkıyor ama yüzmüyor. Kamp alanları göl kıyısında, her bütçeye uygun seçenekler var. Ayrıca tüm köy halkıyla sosyalleşme, kuruyan balıkları izleme, çocuklarla oynama, tüm gün hamaklarda yatıp yuvarlanma gibi aktiviteler söz konusu. Eğer sıkılırsanız kano gezileri, dalış ve tırmanış sporlarını da yapabilirsiniz.
Kuzey Malawi
Malawi'nin turistik olmaktan son derece uzak, devasa bitkilerin yuttuğu, rengarenk, boy boy böcek, örümcek ve kertenkelerin kol gezdiği kuzey bölgesinde, kendinizi tamamen doğa ile bütünleşmiş hissediyorsunuz. Burada bitkiler ve insanlar daha sert mizaçlı, doğanın renkleri daha koyu ve Afrika'nın o bildiğimiz açlık ve sağlık sorunları daha belirgin. Beyaz adam yok çevrede ve bu iyi mi kötü mü tam bilemiyorsunuz. Ağaçlardan mango toplamak, bulduğunuzda yemek yemek, genelde açlık çekmek olası.
Nkhata Bay dalış için muhteşem bir bölge, efsanevi kedi balığını görmeniz an meselesi. Kamp alanları güvenli ve sizi günlerce oyalayabilecek bir manzara var. Makuzi Beach kamp alanı oldukça iyi ve öndeki kumsalda, kumsal satıcıları tarafından rahatsız edilmeden sabahtan akşama dek yüzebilir, güneşlenebilirsiniz. Buradan Tanzanya'ya devam edecekler için bir hatırlatma; Tanzanya yolu birkaç vasıta değiştirmenizi gerektiren, oldukça uzun bir yol, o nedenle bol bol dinlenin ve enerji toplayın bu güzel kasabada.
Malawi Genel
Orta Afrika'daki tüm ülkeler gibi Malawi de son derece az gelişmiş bir ülke. Buna rağmen, Zambia ile karşılaştırılınca lise eğitimi yaygın, hayvancılık ve tarım daha gelişmiş. İnsanlar bambu ve kerpiç evler yerine pişmiş topraktan yapılma evlerde yaşıyor, hastane sayısı daha fazla, insanlar genel olarak daha sakin ve güleryüzlü. Ülke demokrasi ile yönetiliyor ve bu nedenle Sam Amcadan yardım alınıyor. McDonalds KFC falan daha orta afrikaya girmemiş (neyseki) ama CocaCola ve Fanta bu ülkelerin resmi içeceği gibi birşey. Bakkal önüne oturup birer kola açmak, yerli halkla kaynaşmak için birebir.
Yetersiz ve yanlış beslenme ne yazık ki Malawi'deki en yaygın sorunlardan biri. Malawi, (Orta Afrika'da sıklıkla rastlandığı gibi) toprağı verimli olmasına rağmen, yanlış yönetimler yüzünden açlıkla savaşan ülkelerden biri. Maize denen ve lapa yapımında kullanılan irmik türü bir un var, bir de bunun da beteri, hiçbir besleyici değeri olmayan, sadece çok hızlı ve zahmetsiz yetişen cassava denen bir bitki var. Bunun yaprakları da öğütülüp tatsız tuzsuz bir ekmeğe dönüşüyor, suya katıp içecek yapıyorlar, lapa yapıyorlar.. İnsanlar bununla doyuyor ama beslenemiyor, çocukların karınları hep kocaman kocaman, bacakları incecik, sırttan kemikleri sayılıyor.
Evet, Afrika aç ve gezginler de aç kalıyor. Sadece üzeri sineklerle kaplı kızarmış tavuk parçaları, nshima denen lapa, kalitesiz bisküvi ve cipsler var etrafta, başka bir yiyecek bulmak mümkün değil. Neden böyle anlamıyorum çünkü güneşli ve yağışlı bir memleket burası ve tarıma açık araziler var, sebze ve meyve bulunamıyor, süt ve peynir zaten hayal. Çok takıntı yapmamak lazım beslenmeyi, çünkü Afrika'nın açlığının bilincinde olarak seyahat etmelisiniz buraya. Başkentlerde bazen süpermarkette bura için fahiş bir meblalara konserve mantar ya da fasülye bulunuyor. Birkaç kez böyle elimiz kolumuz dolu çıkıp aç insanları görünce yolda tüm paketleri dağıttık ve tekrar dönüp kendimize birşeyler alalım diye markete gittiğimizde, çoktan kapanmış olduğunu görüp aç uyuduk. Çocuklara süt falan almaya çalıştım ama süt tozu dışında bulamadım. Bu nedenle mutlaka vitamin hapları alın yanınıza.
Sağlık bir başka problem. Göl tatlı su olduğu için, içme suyu, banyo, çamaşır bulaşık suyu ve diğer tüm ihtiyaçlar için kullanılıyor. Özellikle Bilharzia denen bir parazit yaygın (süründürüyor ama tedavisi kolay ve yaygın). Dişinizi mutlaka içme suyundan fırçalayın ama açıkçası tabak çanak herşey gölde yıkanıyor yani önünde sonunda hasta olacaksınız, hazırlıklı gidin. Sıtma da, diğer tüm hastalıklar da çok yaygın. Ben son derece ağır bir şekilde hastalandım ve 1 haftada 5 kilo kaybettim. Açıkçası son derece zor ve korkutucu günlerdi ve seyahatimizi kısa kesmemize de neden oldu sonunda. Doktor ve hastane yok, ulaşım çok aksak ve zor, bu nedenle genel olarak bağışıklık sisteminiz düşükse, hamile ya da devamlı ilaç kullanan biriyseniz, ufak çocuğunuz varsa, Malawi'ye gitmenizi önermem. Şartlar oldukça ağır, seyahat etmek de zor.
Malawi çok ucuz, günlük 25 euroya şahane bir otelde kalabilirsiniz. Kamp yapacaksanız, kumsaldaki satıcılara dikkat edin, yankesicilik almış başını yürümüş halde. Yine de, genel olarak insanları ve çocukları çok güzel Malawi'nin, konuşmayı da çok seviyorlar. Tüm zorlukları göze aldığınızda, benim gibi siz de Malawi'ye aşık olup döneceksiniz.
Daha fazla bilgi ve seyahat günlüğüm için: http://cerenmus.travellerspoint.com/
16 Aralık 2010 Perşembe
Zambia Seyahati
Namibya'dan geliş
Namibya ile Zambiya arasındaki Katima Mulila sınır kapısına ulaşabilmek için, başkent Windhoek'tan 18 saatlik oldukça maceralı bir yol katetmeniz gerekiyor. Intercape otobüsleriyle yine akşam saatlerinde ve gecikmelerle başlayan yolculuğumuz, dura kalka uzadıkça uzadı ve teknik sorunlarla can sıkıcı bir hal aldı ve toplam 24 saat sürdü. Ayrıca Swahili dilinde en çok kullanılan kelime olan "Hakuna Matata!" nın anlamını da öğretti bize: "No problem!"
Akşam hava kararırken, felaket yorgun halde ulaşabildiğimiz Livingstone'da kendimizi yer bulabildiğimiz tek otele, gecesi 5 dolarlık bir backpacker hosteline attık. Sivrisinekler tüm gece canımızı okuduktan sonra, sabah erkenden pansiyonu değiştirip Livingstone'da mutlaka konaklamanızı önereceğim "Fawlty Towers Lodge" a kendimizi attık. Havuz ve wireless imkanı ile şipşirin bungalowlar ya da ortadaki çimenlik alana kamp kurma imkanınız var. Cennetten çıkma bir yer. "Afrika'nın Bağrına" hoş geldiniz!
Livingstone - Victoria Şelalesi
Livingstone son derece turistik bir kasaba, yine de şartlar ağır. Sokaklardaki beyaz insanların sayısının gözle görünür derecede azaldığını hemen fark edeceksiniz. Sıtma son derece yaygın ve AIDS her 7 insandan 1'inde var. Ülkedeki yaşam süresi 39 yıl, yani kendinizi yaşlılardan biri olarak görebilirsiniz. Çocuk çok fazla ve çoğu AIDSli doğuyor, mezarlıklar kalabalık, mezarlar küçücük.. Açlık, yanlış beslenme, temiz su bulamama, pislik, perişanlık, bilgisizlik..
Buna rağmen Livingstone son derece turistik bir kasaba, çünkü dünyanın 7. harikasına ev sahipliği yapıyor. Victoria Şelalesi; Zambezi nehrinin Zimbabwe ile Zambiya ülkelerinin arasında 1.7km genişliğinde muhteşem bir uçurum oluşturarak - tam 108mt'den - dökülmesi ile akıllara durgunluk verecek ölçüde muhteşem bir doğa olayı. Klasik "ölmeden görülmesi gerekenler" listesinde yer alıyor tabii ki - bazı insanların ölmek için buraya gelip, bu muhteşem görüntü karşısında yaşamı seçtiklerine dair hikayeler var. Üç gün milli parka ayrılmalı ve şelalenin karşısında, yanında ve ÜSTÜNDE!! yürünmeli. Biz önce Zimbabwe ile Zambiyayı ayıran köprüden baktık kendisine. Afrika'ya seyahat etmek sizin için yeterince maceralı değilse, Zam-Zim arasındaki bu köprüde, Zambezi nehrine doğru her türlü çılgın aktiviteyi (bunjee jumping, sliding, free jump vs vs.) yapabilmek mümkün. Sonra biraz daha yanaştık şelaleye, hemen karşı kıyısından bir daha baktık alıcı gözle.
Milli park bir nevi yağmur ormanı, çünkü şelalenin suları (o minik su damlaları) buharlaşarak devamlı yağmur etkisi yaratıyor. Yerel dilde buna "Mosi-o-Tunya" deniyor. Madem ıslanmışız, madem mayolar içimizde, pabuçları da çıkardık, yerel bir genç çocuğun peşine takıldık. Çocuk bizi şelalenin tam tepesinde suların oynaştığı kıvrımların üstüne götürdü, kayalara tırmanıp, şelalenin oluşturduğu "meleklerin havuzu" adı verilen göletlerde yüzdük. En sonunda da "şeytanın havuzu"na girdik, yani hani BARAKA filminin açılışında gördüğünüz, şelalenin azgın sularının 108mt aşağıya döküldüğü o muhteşem noktanın hemen üzerinde, uçuruma sadece 20-30cm uzakta oturup, suların içinde yatabildiğiniz ve şelalenin dökülüşünü, muhteşem gök kuşaklarını izlediğiniz o akıllara durgunluk veren, herkesin gitmeye cesaret edemediği noktaya! İnanılmaz bir deneyimdi! Ertesi günlerimizi de yüzerek, şelalenin üstünden altına, kenarından öbür ucuna bakarak, oturup gök kuşağını izleyerek geçirdik. Yapılabilecek bir başka aktivite, eğer dolunay zamanıysa LUNAR gökkuşağı denen muhteşem doğa olayını görmek.
Livingstote'da yapılacak bir başka aktivite, Zambezi nehrinde gün batımı tekne turları. Bu romantik ötesi akşamın bir başka güzelliği de, nehrin flora ve faunasını sadece turistlerle değil, yerel halkla da bütünleşerek izlemeniz. Genellikle yemekli ve bol bol MOSI birası içeren turlar bunlar.
Livingstone'da yerel mutfağı merak ederseniz, şehrin merkezinde ufacık bir lokanta var, kime sorsanız gösterir denen türden. Fakat çok büyük ve süslü tabaklar beklemeyin, Orta Afrika'da açlık temel bir sorun ve önünüze de yerel mutfak namına Nshima (bir nevi yabani mısır unundan bizdeki irmik tatlısını andıran ama şekersiz ve tuzsuz lapa) gelebilir. Yanında gelen sıcak su dolu kasede parmaklarınızı yıkadıktan sonra bu nshimadan ufak parçalar koparıyorsunuz, elinizde yuvarlayıp gelen sulu yemeğe (benim favorim yer fıstığı ile dövülmüş ıspanak püresi) batırıyorsunuz, onu da ağzınıza atıyorsunuz. Pek hijyenik ve iştah açıcı değil. Ama doyuruyor..
Başkent Lusaka
Livingstone'dan sizi birçok kente ulaştıracak olan başkent Lusaka'ya sabahın erken saatlerinde atlayacağınız bir otobüsle 8 saatlik sonsuz bir işkence sonrasında (bangır bangır çalınan afrikan müziğini, üçlü sert sıralarda uyuşan bacaklarınızı, yan koltukta gıt gıt gıdaklayan tavukları ve bitmeyen yolu kastediyorum) ulaşıyorsunuz. Lusaka ölü bir kent, kentin girişindeki tabelaya adeta "kapalıyız!" yazısı asılmış gibi. Bu evrende kendinize "neden buradayım?" diye soracağınız az sayıda yerden biri, ne yazık ki Malawi yolunda zorunlu bir kavşak, otobüs değiştirme ve bir nefes alma noktası. Fazla zaman geçirilecek bir kent değil ama zorunlu olarak kalmanız gerekiyorsa (Malawi vizesi ile ilgili sıkıntıları bir sonraki yazımda okuyunuz) Chachacha Backpackers'da konaklamanızı öneririm. Ayrıca Greg'in yemeklerini mutlaka tadın, kendisinin de söylediği gibi kuzeye devam edecekler için uzun zaman süresince yiyebileceğiniz tek besin değeri içeren ve tadı tuzu yerinde (yani mükemmel) yemek.
Zambia Genel
Zambia Türklerden vize istiyor ve bunu Güney Afrika'da ya da Namibya'da halletmeniz gerekiyor. 1 iş günü içinde kolaylıkla vizenize kavuşabiliyorsunuz. Ülkede sıtma ve aklınıza gelen-gelmeyen her tür egzotik hastalık çok yaygın, bu nedenle suyunuza, yemeğinize ve hijyene dikkat edin. Gerekli aşıları ve sıtma ilacınızı seyahat öncesinde mutlaka temin edin. Livingstone son derece turistik bir kasaba ve bu nedenle yankesicilik ve dolandırıcılık yaygın. Diğer kasabalarda ise, gece ve tenhada can güvenliği riskleri ve kaçırılmalar yaşanabiliyor.
Ülke son derece ucuz, günlük 25 euro'ya krallar gibi yaşayabilirsiniz. Otellerin bahçelerinde çadır kurma imkanı var ama Livingstone dışında cibinlikli temiz bir yatak her zaman bulunamayabiliyor. Orta Afrika'da uyuşturucular heryerde, fakat satıcıların bir kısmı polisle çalışıyor ve turistleri ağa düşürüp yüklü miktarlarda rüşvet almak ya da hapis cezaları son derece yaygın. Otobüslere haftasonu binecekseniz sürücünün ayık olmasına dikkat edin çünkü içki problemi Zambia'da ciddi boyutlarda.
Tüm bunlara rağmen, ülkenin geneli son derece rahat ve ileri görüşlü insanlardan oluşuyor. İnsanlar çok yardımsever ve genel olarak turistlere olumlu bakılıyor. Sadece Livingstone'u değil ülkenin iç bölgelerini ve milli parklarını da gezmenizi öneririm.
Daha ayrıntılı bilgi ve gezi notlarım için: http://cerenmus.travellerspoint.com/
Namibya ile Zambiya arasındaki Katima Mulila sınır kapısına ulaşabilmek için, başkent Windhoek'tan 18 saatlik oldukça maceralı bir yol katetmeniz gerekiyor. Intercape otobüsleriyle yine akşam saatlerinde ve gecikmelerle başlayan yolculuğumuz, dura kalka uzadıkça uzadı ve teknik sorunlarla can sıkıcı bir hal aldı ve toplam 24 saat sürdü. Ayrıca Swahili dilinde en çok kullanılan kelime olan "Hakuna Matata!" nın anlamını da öğretti bize: "No problem!"
Akşam hava kararırken, felaket yorgun halde ulaşabildiğimiz Livingstone'da kendimizi yer bulabildiğimiz tek otele, gecesi 5 dolarlık bir backpacker hosteline attık. Sivrisinekler tüm gece canımızı okuduktan sonra, sabah erkenden pansiyonu değiştirip Livingstone'da mutlaka konaklamanızı önereceğim "Fawlty Towers Lodge" a kendimizi attık. Havuz ve wireless imkanı ile şipşirin bungalowlar ya da ortadaki çimenlik alana kamp kurma imkanınız var. Cennetten çıkma bir yer. "Afrika'nın Bağrına" hoş geldiniz!
Livingstone - Victoria Şelalesi
Livingstone son derece turistik bir kasaba, yine de şartlar ağır. Sokaklardaki beyaz insanların sayısının gözle görünür derecede azaldığını hemen fark edeceksiniz. Sıtma son derece yaygın ve AIDS her 7 insandan 1'inde var. Ülkedeki yaşam süresi 39 yıl, yani kendinizi yaşlılardan biri olarak görebilirsiniz. Çocuk çok fazla ve çoğu AIDSli doğuyor, mezarlıklar kalabalık, mezarlar küçücük.. Açlık, yanlış beslenme, temiz su bulamama, pislik, perişanlık, bilgisizlik..
Buna rağmen Livingstone son derece turistik bir kasaba, çünkü dünyanın 7. harikasına ev sahipliği yapıyor. Victoria Şelalesi; Zambezi nehrinin Zimbabwe ile Zambiya ülkelerinin arasında 1.7km genişliğinde muhteşem bir uçurum oluşturarak - tam 108mt'den - dökülmesi ile akıllara durgunluk verecek ölçüde muhteşem bir doğa olayı. Klasik "ölmeden görülmesi gerekenler" listesinde yer alıyor tabii ki - bazı insanların ölmek için buraya gelip, bu muhteşem görüntü karşısında yaşamı seçtiklerine dair hikayeler var. Üç gün milli parka ayrılmalı ve şelalenin karşısında, yanında ve ÜSTÜNDE!! yürünmeli. Biz önce Zimbabwe ile Zambiyayı ayıran köprüden baktık kendisine. Afrika'ya seyahat etmek sizin için yeterince maceralı değilse, Zam-Zim arasındaki bu köprüde, Zambezi nehrine doğru her türlü çılgın aktiviteyi (bunjee jumping, sliding, free jump vs vs.) yapabilmek mümkün. Sonra biraz daha yanaştık şelaleye, hemen karşı kıyısından bir daha baktık alıcı gözle.
Milli park bir nevi yağmur ormanı, çünkü şelalenin suları (o minik su damlaları) buharlaşarak devamlı yağmur etkisi yaratıyor. Yerel dilde buna "Mosi-o-Tunya" deniyor. Madem ıslanmışız, madem mayolar içimizde, pabuçları da çıkardık, yerel bir genç çocuğun peşine takıldık. Çocuk bizi şelalenin tam tepesinde suların oynaştığı kıvrımların üstüne götürdü, kayalara tırmanıp, şelalenin oluşturduğu "meleklerin havuzu" adı verilen göletlerde yüzdük. En sonunda da "şeytanın havuzu"na girdik, yani hani BARAKA filminin açılışında gördüğünüz, şelalenin azgın sularının 108mt aşağıya döküldüğü o muhteşem noktanın hemen üzerinde, uçuruma sadece 20-30cm uzakta oturup, suların içinde yatabildiğiniz ve şelalenin dökülüşünü, muhteşem gök kuşaklarını izlediğiniz o akıllara durgunluk veren, herkesin gitmeye cesaret edemediği noktaya! İnanılmaz bir deneyimdi! Ertesi günlerimizi de yüzerek, şelalenin üstünden altına, kenarından öbür ucuna bakarak, oturup gök kuşağını izleyerek geçirdik. Yapılabilecek bir başka aktivite, eğer dolunay zamanıysa LUNAR gökkuşağı denen muhteşem doğa olayını görmek.
Livingstote'da yapılacak bir başka aktivite, Zambezi nehrinde gün batımı tekne turları. Bu romantik ötesi akşamın bir başka güzelliği de, nehrin flora ve faunasını sadece turistlerle değil, yerel halkla da bütünleşerek izlemeniz. Genellikle yemekli ve bol bol MOSI birası içeren turlar bunlar.
Livingstone'da yerel mutfağı merak ederseniz, şehrin merkezinde ufacık bir lokanta var, kime sorsanız gösterir denen türden. Fakat çok büyük ve süslü tabaklar beklemeyin, Orta Afrika'da açlık temel bir sorun ve önünüze de yerel mutfak namına Nshima (bir nevi yabani mısır unundan bizdeki irmik tatlısını andıran ama şekersiz ve tuzsuz lapa) gelebilir. Yanında gelen sıcak su dolu kasede parmaklarınızı yıkadıktan sonra bu nshimadan ufak parçalar koparıyorsunuz, elinizde yuvarlayıp gelen sulu yemeğe (benim favorim yer fıstığı ile dövülmüş ıspanak püresi) batırıyorsunuz, onu da ağzınıza atıyorsunuz. Pek hijyenik ve iştah açıcı değil. Ama doyuruyor..
Başkent Lusaka
Livingstone'dan sizi birçok kente ulaştıracak olan başkent Lusaka'ya sabahın erken saatlerinde atlayacağınız bir otobüsle 8 saatlik sonsuz bir işkence sonrasında (bangır bangır çalınan afrikan müziğini, üçlü sert sıralarda uyuşan bacaklarınızı, yan koltukta gıt gıt gıdaklayan tavukları ve bitmeyen yolu kastediyorum) ulaşıyorsunuz. Lusaka ölü bir kent, kentin girişindeki tabelaya adeta "kapalıyız!" yazısı asılmış gibi. Bu evrende kendinize "neden buradayım?" diye soracağınız az sayıda yerden biri, ne yazık ki Malawi yolunda zorunlu bir kavşak, otobüs değiştirme ve bir nefes alma noktası. Fazla zaman geçirilecek bir kent değil ama zorunlu olarak kalmanız gerekiyorsa (Malawi vizesi ile ilgili sıkıntıları bir sonraki yazımda okuyunuz) Chachacha Backpackers'da konaklamanızı öneririm. Ayrıca Greg'in yemeklerini mutlaka tadın, kendisinin de söylediği gibi kuzeye devam edecekler için uzun zaman süresince yiyebileceğiniz tek besin değeri içeren ve tadı tuzu yerinde (yani mükemmel) yemek.
Zambia Genel
Zambia Türklerden vize istiyor ve bunu Güney Afrika'da ya da Namibya'da halletmeniz gerekiyor. 1 iş günü içinde kolaylıkla vizenize kavuşabiliyorsunuz. Ülkede sıtma ve aklınıza gelen-gelmeyen her tür egzotik hastalık çok yaygın, bu nedenle suyunuza, yemeğinize ve hijyene dikkat edin. Gerekli aşıları ve sıtma ilacınızı seyahat öncesinde mutlaka temin edin. Livingstone son derece turistik bir kasaba ve bu nedenle yankesicilik ve dolandırıcılık yaygın. Diğer kasabalarda ise, gece ve tenhada can güvenliği riskleri ve kaçırılmalar yaşanabiliyor.
Ülke son derece ucuz, günlük 25 euro'ya krallar gibi yaşayabilirsiniz. Otellerin bahçelerinde çadır kurma imkanı var ama Livingstone dışında cibinlikli temiz bir yatak her zaman bulunamayabiliyor. Orta Afrika'da uyuşturucular heryerde, fakat satıcıların bir kısmı polisle çalışıyor ve turistleri ağa düşürüp yüklü miktarlarda rüşvet almak ya da hapis cezaları son derece yaygın. Otobüslere haftasonu binecekseniz sürücünün ayık olmasına dikkat edin çünkü içki problemi Zambia'da ciddi boyutlarda.
Tüm bunlara rağmen, ülkenin geneli son derece rahat ve ileri görüşlü insanlardan oluşuyor. İnsanlar çok yardımsever ve genel olarak turistlere olumlu bakılıyor. Sadece Livingstone'u değil ülkenin iç bölgelerini ve milli parklarını da gezmenizi öneririm.
Daha ayrıntılı bilgi ve gezi notlarım için: http://cerenmus.travellerspoint.com/
9 Aralık 2010 Perşembe
Namibya Seyahati
Windhoek
Güney Afrika'nın uyuşuk kenti Uppington'da uluslararası taşımacılıkta iyi bir isim olan Intercape otobüslerine doluşup gece boyu yol aldıktan ve sınır kapısında didik didik arandıktan sonra, öğlen saatlerine doğru Namibya'nın sevimli başkenti Windhoek'a vardım. Varır varmaz da, apayrı bir coğrafyada ve çok farklı bir kültürel yapıda olduğumu hissettim. İnsanlar daha bir güler yüzlü, renkler daha bir koyulaştı, ortam daha bir beklediğim gibi: Afrikalı! Yaşasın!
Başkenti yürüyerek gezmek lazım, bir de "Joe'nun barı"na mutlaka uğramak lazım. Son derece turistik ama aynı zamanda yerel bir mekan! Duvarlarda yerel eşyalar, av hayvanlarının doldurulmuş kafaları, 19.yy'dan kalma içki şişeleri, yerel süsler ve bunların arasında birsürü Windhoek sakini bara oturmuş, gülerek sohbet ediyor. Menü deseniz ayrı bi macera. "Savana Şiş" mutlaka deneyin. Gelenler şişte sırayla: "Devekuşu eti, haşlanmış mısır, Timsah eti, haşlanmış biber, Zebra eti, haşlanmış patlıcan, Kudu (bir tür geyik) eti, haşlanmış havuç, Tavuk". Yerel Windhoek birası da güzel.
Yine de başkentte kısa bir dinlenme (ve aslında rotadaki gelecek ülkelerin konsolosluklarından vize başvurusunda bulunma) molasından sonra, hemen bir araba kiralayıp ülkeyi karış karış gezmeye koyuldum. Araba kiraları 7 günlük 250 euro civarında ve benzin sudan ucuz, yollar son derece güvenli ve rahat.
Namib Çölü ve İskelet Sahili
Windhoek'tan, Atlaktik okyanusuna kurulu Swakopmund'a 4 saatte gidiliyor. Yolda iyice serpilmiş çöl bitkileri ve 2 metrelik karınca yuvaları ile elektrik direklerine kurulu devasa kuş yuvaları gördüm. Sonra birden kendimi Atlantik'in dev dalgalarının önünde buluverdim. Rengarenk Bavyera evleri, Almanca sokak isimleri ve Alman kafe ve restorantlarıyla dolu küçük bir Almanya bu "Swakopmund". Sevimli bir sahil kasabası, ucuz kamp alanları ve her tür adrenalin sporunu yapma imkanı var. Sevimli kafelerde birşeyler atıştırıp, okyanusa karşı şarabınızı yudumlayabilirsiniz. Fakat 15 derecelik suyuyla okyanusa girmek cesaret istiyor.
Ertesi sabah erkenden, ünlü İskelet Sahili'ne doğru yola düştüm. Burası okyanusun bitip çölün başladığı, renklerin sadece mavi ve sarı tonlarından oluştuğu, bir bitkinin, bir hayvanın ve bir yudum suyun bulunmadığı, dünyanın en kıraç çöllerinden biri ve ismini 16.yy'da buraya çakılan ve cehennemi birkaç günün (belki de sadece saatin) ardından ölen Portekizli denizcilerden almış ve ünlü bir portekiz şairi 19.yy'da bu bölgeyi ziyareti sırasında "cehennemin kapıları varsa eğer, burada bu kapıları gördüm" demiş. 500km boyunca benzin istasyonu olmaması ve genel olarak turistik bir bölge sayılmadığı için yardım araçlarının azlığı, dikkatsiz sürücülerin başına hayli dert açıyor, dikkat edin.
İskelet sahilinin sisli ve ağır havasından yorulup, insana devamlı serap gördürten kuruluktaki çölde doğuya doğru ilerlemeye karar verdim ve ülkenin Brandberg denen iç çöllerine yöneldim. Bu bölgede "Himba" denen, tüm vücutlarını bir çeşit orkide yağı, süt ve çeşitli baharatlardan oluşan kıpkırmızı bir sıvıyla kaplayan, asla duş almayan ve sadece edep yerleri örtülü insanlar yaşıyor. Saçları ve derileri inanılmaz güzel ve kıpkırmızı. Bembeyaz çölde harika bir görüntü. Himbalar genelde hayvancılıkla uğraşıyor ve ateşe tapıyorlar. Avustralya yerlileri gibi, çölde su bulmak, yön bulmak ve şimdilerde turistlere satmak için değerli taş bulmakta uzmanlar.
2750mt'lik Brandberg dağının eteği; mandalina ve nar ağaçlarıyla, rengarenk çiçeklerle dolu bir vaha. Bölgede tarihi taş çağına giden çok güzel duvar resimleri var, özellikle birinde görülen "beyaz kadın" figürü oldukça ünlü. Bu resimlerde çoğu zaman günlük yaşam ve avlanma hikayeleri oluyor, tabii genellikle kimin kimi avladığı pek anlaşılmıyor.. Adını bu resimden alan White Lady kamp alanı muhteşem bir yer. Çadırınızı kıpkırmızı batan güneşe karşı kuruyorsunuz, ufak bir kamp ateşi yakıp, konservelerinizi açıyorsunuz, muhteşem bir sessizlik ve gümbür gümbür doğanın senfonisi! Ayrıca bölge Afrika fillerinin doğal yaşam alanı olduğu için, gece sizi ziyaretleri söz konusu.. Şanslıysanız. Bana birkaç çakal ve ufak kemirgenler düştü.
Etosha Milli Parkı
Etosha, işte o Afrika belgesellerinde ve filmlerinde gördüğümüz, hayran kaldığımız ve gidince hayranlığımızı bin kat daha arttıran yerlerden biri. Doğa muhteşem kokuyor, sesler inanılmaz, hayvanlar yanıbaşınızda ve kendinizi masal aleminde sanıyorsunuz. Etosha, Namibya'nın Angola'ya yakın kuzeyinde ve pan denen yağışlı mevsimde göle dönen, kuru mevsimde bembeyaz çöl olan düzlüğü, savanası, çalılık alanları ile yüzlerce tür hayvana ev sahipliği yapan, ayrıca kendi arabanızla, kendi başınıza safari yapabileceğiniz ve içindeki kamp alanlarında konaklayabileceğiniz muhteşem bir milli park. Sıcaklık 40 dereceleri buluyor ve saatlerce direksiyon sallayacağınız için sıcak çarpmasına dikkat etmelisiniz. En az iki üç gün kalınmalı. Ben haritadaki her yola girip çıktım, iki günde binlerce hayvan gördüm, yine de yetmedi. İki farklı kamp alanında toz toprak içinde, sulak alan bulmuş manda yavruları kadar mutlu şekilde kamp yaptım. Addo (G. Afrika)'da görülenler listesine ek: çeşitli ceylanlar, maral, antilop, springbok, tavşan, çakal, sırtlan, zürafa, gergedan, bufalo, fil, zebra, sincap, rengarenk kuşlar.. En güzeli sabah güneş doğarken ve akşam güneş batarken safariye çıkmak, çünkü bu saatte hayvanlar oldukça aktifler. Size sadece arabayı uygun bi açıyla park edip, sağınızdan solunuzdan geçen binlerce hayvanı hayranlıkla izlemek kalıyor. Onlar da sizi izliyor! Bayıldığım: zebraların totoları ve zürafaların ön ayaklarını zorum zorum ayıra ayıra su içmeye eğilmeleri..
Fakat bu cennetin tek kötü yanı, sivrisineklerce de kuşatılmış olması. Gitmeden 2 gün önce sıtma ilaçlarınızı mutlaka almaya başlamanız gerekiyor ne yazık ki.
Namibya Genel Bilgiler
Namibya Türklerden vize istiyor, İstanbul ya da Cape Town'daki elçiliklerden 1 gün içinde kolaylıkla alınabiliyor. Namibya son derece modern ve düzenli bir Afrika ülkesi, aradığınız her ihtiyacınızı marketlerde bulabilirsiniz. Sıtma, Sarı Humma, Hepatit A ve B, Tüberküloz ile Meningokoksit Menenjit aşılarını mutlaka olmanız öneriliyor. Ülke genel olarak güvenli, fakat Afrika'daki her şehirde olduğu gibi hava karardıktan sonra etrafta dolaşmanız riskli.
Ayrıntılı bilgi ve seyahat günlüğüm için tıklayınız: http://cerenmus.travellerspoint.com
Ceren - Aralık 2010.
Güney Afrika'nın uyuşuk kenti Uppington'da uluslararası taşımacılıkta iyi bir isim olan Intercape otobüslerine doluşup gece boyu yol aldıktan ve sınır kapısında didik didik arandıktan sonra, öğlen saatlerine doğru Namibya'nın sevimli başkenti Windhoek'a vardım. Varır varmaz da, apayrı bir coğrafyada ve çok farklı bir kültürel yapıda olduğumu hissettim. İnsanlar daha bir güler yüzlü, renkler daha bir koyulaştı, ortam daha bir beklediğim gibi: Afrikalı! Yaşasın!
Başkenti yürüyerek gezmek lazım, bir de "Joe'nun barı"na mutlaka uğramak lazım. Son derece turistik ama aynı zamanda yerel bir mekan! Duvarlarda yerel eşyalar, av hayvanlarının doldurulmuş kafaları, 19.yy'dan kalma içki şişeleri, yerel süsler ve bunların arasında birsürü Windhoek sakini bara oturmuş, gülerek sohbet ediyor. Menü deseniz ayrı bi macera. "Savana Şiş" mutlaka deneyin. Gelenler şişte sırayla: "Devekuşu eti, haşlanmış mısır, Timsah eti, haşlanmış biber, Zebra eti, haşlanmış patlıcan, Kudu (bir tür geyik) eti, haşlanmış havuç, Tavuk". Yerel Windhoek birası da güzel.
Yine de başkentte kısa bir dinlenme (ve aslında rotadaki gelecek ülkelerin konsolosluklarından vize başvurusunda bulunma) molasından sonra, hemen bir araba kiralayıp ülkeyi karış karış gezmeye koyuldum. Araba kiraları 7 günlük 250 euro civarında ve benzin sudan ucuz, yollar son derece güvenli ve rahat.
Namib Çölü ve İskelet Sahili
Windhoek'tan, Atlaktik okyanusuna kurulu Swakopmund'a 4 saatte gidiliyor. Yolda iyice serpilmiş çöl bitkileri ve 2 metrelik karınca yuvaları ile elektrik direklerine kurulu devasa kuş yuvaları gördüm. Sonra birden kendimi Atlantik'in dev dalgalarının önünde buluverdim. Rengarenk Bavyera evleri, Almanca sokak isimleri ve Alman kafe ve restorantlarıyla dolu küçük bir Almanya bu "Swakopmund". Sevimli bir sahil kasabası, ucuz kamp alanları ve her tür adrenalin sporunu yapma imkanı var. Sevimli kafelerde birşeyler atıştırıp, okyanusa karşı şarabınızı yudumlayabilirsiniz. Fakat 15 derecelik suyuyla okyanusa girmek cesaret istiyor.
Ertesi sabah erkenden, ünlü İskelet Sahili'ne doğru yola düştüm. Burası okyanusun bitip çölün başladığı, renklerin sadece mavi ve sarı tonlarından oluştuğu, bir bitkinin, bir hayvanın ve bir yudum suyun bulunmadığı, dünyanın en kıraç çöllerinden biri ve ismini 16.yy'da buraya çakılan ve cehennemi birkaç günün (belki de sadece saatin) ardından ölen Portekizli denizcilerden almış ve ünlü bir portekiz şairi 19.yy'da bu bölgeyi ziyareti sırasında "cehennemin kapıları varsa eğer, burada bu kapıları gördüm" demiş. 500km boyunca benzin istasyonu olmaması ve genel olarak turistik bir bölge sayılmadığı için yardım araçlarının azlığı, dikkatsiz sürücülerin başına hayli dert açıyor, dikkat edin.
İskelet sahilinin sisli ve ağır havasından yorulup, insana devamlı serap gördürten kuruluktaki çölde doğuya doğru ilerlemeye karar verdim ve ülkenin Brandberg denen iç çöllerine yöneldim. Bu bölgede "Himba" denen, tüm vücutlarını bir çeşit orkide yağı, süt ve çeşitli baharatlardan oluşan kıpkırmızı bir sıvıyla kaplayan, asla duş almayan ve sadece edep yerleri örtülü insanlar yaşıyor. Saçları ve derileri inanılmaz güzel ve kıpkırmızı. Bembeyaz çölde harika bir görüntü. Himbalar genelde hayvancılıkla uğraşıyor ve ateşe tapıyorlar. Avustralya yerlileri gibi, çölde su bulmak, yön bulmak ve şimdilerde turistlere satmak için değerli taş bulmakta uzmanlar.
2750mt'lik Brandberg dağının eteği; mandalina ve nar ağaçlarıyla, rengarenk çiçeklerle dolu bir vaha. Bölgede tarihi taş çağına giden çok güzel duvar resimleri var, özellikle birinde görülen "beyaz kadın" figürü oldukça ünlü. Bu resimlerde çoğu zaman günlük yaşam ve avlanma hikayeleri oluyor, tabii genellikle kimin kimi avladığı pek anlaşılmıyor.. Adını bu resimden alan White Lady kamp alanı muhteşem bir yer. Çadırınızı kıpkırmızı batan güneşe karşı kuruyorsunuz, ufak bir kamp ateşi yakıp, konservelerinizi açıyorsunuz, muhteşem bir sessizlik ve gümbür gümbür doğanın senfonisi! Ayrıca bölge Afrika fillerinin doğal yaşam alanı olduğu için, gece sizi ziyaretleri söz konusu.. Şanslıysanız. Bana birkaç çakal ve ufak kemirgenler düştü.
Etosha Milli Parkı
Etosha, işte o Afrika belgesellerinde ve filmlerinde gördüğümüz, hayran kaldığımız ve gidince hayranlığımızı bin kat daha arttıran yerlerden biri. Doğa muhteşem kokuyor, sesler inanılmaz, hayvanlar yanıbaşınızda ve kendinizi masal aleminde sanıyorsunuz. Etosha, Namibya'nın Angola'ya yakın kuzeyinde ve pan denen yağışlı mevsimde göle dönen, kuru mevsimde bembeyaz çöl olan düzlüğü, savanası, çalılık alanları ile yüzlerce tür hayvana ev sahipliği yapan, ayrıca kendi arabanızla, kendi başınıza safari yapabileceğiniz ve içindeki kamp alanlarında konaklayabileceğiniz muhteşem bir milli park. Sıcaklık 40 dereceleri buluyor ve saatlerce direksiyon sallayacağınız için sıcak çarpmasına dikkat etmelisiniz. En az iki üç gün kalınmalı. Ben haritadaki her yola girip çıktım, iki günde binlerce hayvan gördüm, yine de yetmedi. İki farklı kamp alanında toz toprak içinde, sulak alan bulmuş manda yavruları kadar mutlu şekilde kamp yaptım. Addo (G. Afrika)'da görülenler listesine ek: çeşitli ceylanlar, maral, antilop, springbok, tavşan, çakal, sırtlan, zürafa, gergedan, bufalo, fil, zebra, sincap, rengarenk kuşlar.. En güzeli sabah güneş doğarken ve akşam güneş batarken safariye çıkmak, çünkü bu saatte hayvanlar oldukça aktifler. Size sadece arabayı uygun bi açıyla park edip, sağınızdan solunuzdan geçen binlerce hayvanı hayranlıkla izlemek kalıyor. Onlar da sizi izliyor! Bayıldığım: zebraların totoları ve zürafaların ön ayaklarını zorum zorum ayıra ayıra su içmeye eğilmeleri..
Fakat bu cennetin tek kötü yanı, sivrisineklerce de kuşatılmış olması. Gitmeden 2 gün önce sıtma ilaçlarınızı mutlaka almaya başlamanız gerekiyor ne yazık ki.
Namibya Genel Bilgiler
Namibya Türklerden vize istiyor, İstanbul ya da Cape Town'daki elçiliklerden 1 gün içinde kolaylıkla alınabiliyor. Namibya son derece modern ve düzenli bir Afrika ülkesi, aradığınız her ihtiyacınızı marketlerde bulabilirsiniz. Sıtma, Sarı Humma, Hepatit A ve B, Tüberküloz ile Meningokoksit Menenjit aşılarını mutlaka olmanız öneriliyor. Ülke genel olarak güvenli, fakat Afrika'daki her şehirde olduğu gibi hava karardıktan sonra etrafta dolaşmanız riskli.
Ayrıntılı bilgi ve seyahat günlüğüm için tıklayınız: http://cerenmus.travellerspoint.com
Ceren - Aralık 2010.
5 Aralık 2010 Pazar
Güney Afrika Seyahati
Cape Town
İlk defa anakara Afrika'sında olmanın heyecanını gizleyemiyorum. Kuzeyler (Akdeniz'e kıyısı olan ülkeler), bana hep sanki Afrika değilmiş gibi gelir. Yollarda gezinen zürafaları, inci dişleriyle bembeyaz gülümseyen siyah yüzleri arıyor gözlerim.. Ama o ne naiflik, ne büyük bir yanılgı; Güney Afrika Cumhuriyeti'ni anakara Afrika'sından sanmak.. Ama bu kent çok modern?!? Türkiye'den çok daha temiz, düzenli ve yaşanılası. Hatta Avrupa'ya bile aşık atacak nitelikte. Şok içindeyim!
Sırt çantamı Woodstock'ta bulunan otele attığım gibi, el-yüz bile yıkamadan kendimi hemen sokaklara atıyorum. Woodstock merkezin biraz dışında ve tüm rehber kitaplarda yazan, geceleri elimi kolumuzu sallaya sallaya her yere giremeyeceğim, girsek de çıkamayacağım. Sanki şehir hava kararınca bir zombi-kente dönüşüyor; üzerlerinde her tür silahı taşıyan ve kullanmaktan çekinmeyen sokak çeteleri ve yılda 6000 cinayet ile, geçen hafta kaçırılıp öldürülen iki turistin haberi beynimde dönüp duruyor.
Şehrin merkezinde, waterfront'da (limanda) güneş batarken renkler muhteşem. Keyfini çıkara çıkara biramı yudumluyor ve insanları izliyorum. Fakat şaşılası şey, etrafta o güzel çikolata yüzlerden eser yok, kent merkezinde herkes beyaz! İklim de o kadar benzer ki, acaba yanlışlıkla Avustralya'ya mı geldim diyorum.
Ertesi sabah erkenden güneşi koskocaman halde tepede yakalayınca, caddelere atıldım. Şu kırmızı turist otobüsleri vardır ya, her kentte.. Ona atladım ve her kuruşuna değdi! Önce tam bir tur yaptım, sonra istediğim duraklarda inip binerek bütün gün şehri, CT'ın simgesi Table Mountain'i ve Camp's Bay'i ezberlercesine gezdim. Zaten şehir ufacık ve düzenli olduğu için insan hemen zihinsel haritasını çiziveriyor. İlk günün izlenimi, CT inanılmaz bir şehir; bi nevi Miami, bi nevi Beverly Hills. İnsanlar okyanusa bakan falezlere kurulu evlerde yaşıyor ve o kadar tembeller ki; evlere çıkmaya merdiven yok, teleferiğe benzeyen dış mekan asansörleri var! Kumsallar bembeyaz, deniz turkuaz.. Aman tanrım, cennetteyim.. Fakat, fazla rüzgarlı ve denizi 12 derecelik bir cennet bu! Ayrıca güneş fark ettirmeden çok fena yakıyor, yoğurt gibi krem sürünmenizi tavsiye ederim.
Ertesi günkü izlenimlerim bundan 180 derece farklı oldu. Sabahtan bir grup turistle birlikte Township'lere, (yani banliyölere) gidiyoruz. Banliyöler, ne yazık ki Cape Town'da yaşayan beyazların görmediği, eğitimli siyahlarının görmek istemediği, suçun kol gezdiği, fakirliğin insanın inanamadığı boyutlarda olduğu kenar mahalleleri. Güvenlik nedeniyle sadece tur gruplarının girmesine izin veriliyor, asla kendi başınıza gitmemelisiniz. Kendi de banliyöden olan rehberimiz anlatıyor: Langa Township 1901'de kurulmuş, amaç hepsi bulaşıcı hastalık taşıdığına inanılan siyah (ve renkli; örneğin asyalılar gibi ne siyah ne beyaz olanlar) insanları şehirden uzaklaştırmak. İnsanlar evlerinden atılmış ve buralara sürülmüş. 1994'ten beri bu insanların "eğitimli"lerini tekrar şehre getirme çabası var ama tabii ki gettoya eğitimin ulaşmaması ve AIDS başta olmak üzere bulaşıcı hastalıkların akılalmaz boyutlarda olması, bu "çaba"ları bilinçli olarak geçersiz kılıyor. Gettodaki yaşam çok ağır, insanlar tek göz barakalarda, cam kırıkları ve çöplerin arasında yaşıyor. Tuvaletler dışarda, kız-erkek tüm çocukların kafası sıfıra vurulmuş ve zıp-zıp zıplayan bitleri görebiliyorsunuz. Çocuklara para vermek yasak, yoksa her gelenden dilenmeye başlayacaklarını söyledi rehberimiz. Kontrast inanılmaz, dün nerdeydik, bugün nerdeyiz.. Dünkü villalar nerde, bugünkü tek göz barakalar nerde.. Banliyöde (göreceli olarak) daha lüks evler de var, iki odası ve tuvaleti olan. Bunlar banliyöde çalışan, eli para gören insanlara ait. Bu insanlar doğdukları yerden ayrılmıyor. Akşam iner ve ben otele dönerken, kontrasttan yorgun gözlerim zonkluyor.
Garden Route
Güney Afrika'nın en manzaralı ve en görülesi yeri, CapeTown ile Port Elizabeth arasında, en güneydeki Ümit Burnu'nu da içine alan yaklaşık 350km'lik bir yol. Kenardaki "babunları beslemeyin, saldırıyorlar" yazıları ile "dikkat penguen çıkabilir" tabelaları arasında kıvrım kıvrım ilerleyen, falezlere ve turkuaz denize paralel, bir çok küçük sahil kasabasından geçen bu yolda, en az bir hafta geçirmenizi öneririm. Yol öyle keyifli ki; birden ovaya iniliyor, kurak kumsallar yola taşmış, sonra tekrar içlere doğru yöneliniyor ve tüm bitki örtüsü yeniden değişiyor. Bu sefer dizi dizi şarap bağları, şirin mandıralar, rüzgar değirmenleri.. Franschoek'te en sevdiğim ağaç - o narin Jacaranda - tüm heybetiyle masmavi açmış, binlercesi, sıra sıra! Bu güzelliğin ortasında birçok otel ve motel de var ama biz kamp kurmayı tercih ediyoruz; bağların birinden aldığımız şarabı açıyoruz, doğayı dinliyoruz. Rüzgar, kurbağalar, sessizlik..
Garden Route bölgesi Port Elizabeth'te sona eriyor ama kuzeydoğuda Mozambik'e kadar takip edebileceğiniz bir kıyı sahili var. Bu sahil bizim Australya'nın güneybatı kıyısına çok benzediği için ilgimizi fazla çekmedi, ayrıca mevsim ve vize koşulları nedeniyle Mozambik ve Zimbabwe'yi es geçerek, Namibya üzerinden Zambiya'ya geçmeye karar verdik. Bu nedenle PortElizabeth'ten ülkenin turist çekmeyen kuzeyine kıvrıldık. Burada kaçırılmaması gereken, Port Elizabeth'e 80km uzakta Addo Milli Parkı'dır. Bu parkta 490 civarında fil yaşıyor ve kendi arabanızla toprak yolda 40km hızla safari yapabiliyorsunuz. Araçtan inmek yasak, çünkü bölgede leopar ve aslanlar da var. 3 saatte 100ün üzerinde fil, bir o kadar da zebra, tavus kuşu, geyik, kunduz, yılan, kaplumbağa, yaban domuzu ve ceylan gördük. Arabayı park edip, kocaman bir fil ailesinin 3mt ilerimizden geçişini izlemek muhteşemdi!
Addo'dan sonra 1.5 günde "1000km'lik dümdüz bir çizgi" diyebileceğim yolu aşarak Güney Afrika'nın en kuzey ve en ölü kenti Uppington'a vardık. Buradan Namibya otobüsleri kalkıyor ve otobüsü beklerken, kentin içinden geçen kavuniçi renkli bir derede zıplaşan kurbağalar izleniyor. Bunun dışında pek bir özelliği olmayan bir ara kent bu.
Genel Bilgiler
Güney Afrika Cumhuriyeti Türklere vize uygulamıyor, ülkelerimiz arasında saat farkı yok. İklimi oldukça yumuşak, fakat güneyde kışlar sert ve bol rüzgarlı geçiyor. Ülkede sıtma riski yok ve CapeTown dışında oldukça güvenli bir ülke. Çadır düşünüyorsanız, konaklamak için kapalı kamp alanlarını tercih etmelisiniz. Son derece modern ve gelişmiş bir ülke olduğu için tüm seyahat ihtiyaçlarınızı karşılayabilir ve modern ulaşım araçlarını kullanarak sorunsuz ve keyifli yolculuklar yapabilirsiniz. Uçak biletiniz dışında, konaklama, yeme içme ve ören yerleri girişleri dahil günlük kişisel harcamalarınız 50-70 Euro dolayında olacaktır.
Ayrıntılı bilgi ve seyahat günlüğüm için: http://cerenmus.travellerspoint.com/
İlk defa anakara Afrika'sında olmanın heyecanını gizleyemiyorum. Kuzeyler (Akdeniz'e kıyısı olan ülkeler), bana hep sanki Afrika değilmiş gibi gelir. Yollarda gezinen zürafaları, inci dişleriyle bembeyaz gülümseyen siyah yüzleri arıyor gözlerim.. Ama o ne naiflik, ne büyük bir yanılgı; Güney Afrika Cumhuriyeti'ni anakara Afrika'sından sanmak.. Ama bu kent çok modern?!? Türkiye'den çok daha temiz, düzenli ve yaşanılası. Hatta Avrupa'ya bile aşık atacak nitelikte. Şok içindeyim!
Sırt çantamı Woodstock'ta bulunan otele attığım gibi, el-yüz bile yıkamadan kendimi hemen sokaklara atıyorum. Woodstock merkezin biraz dışında ve tüm rehber kitaplarda yazan, geceleri elimi kolumuzu sallaya sallaya her yere giremeyeceğim, girsek de çıkamayacağım. Sanki şehir hava kararınca bir zombi-kente dönüşüyor; üzerlerinde her tür silahı taşıyan ve kullanmaktan çekinmeyen sokak çeteleri ve yılda 6000 cinayet ile, geçen hafta kaçırılıp öldürülen iki turistin haberi beynimde dönüp duruyor.
Şehrin merkezinde, waterfront'da (limanda) güneş batarken renkler muhteşem. Keyfini çıkara çıkara biramı yudumluyor ve insanları izliyorum. Fakat şaşılası şey, etrafta o güzel çikolata yüzlerden eser yok, kent merkezinde herkes beyaz! İklim de o kadar benzer ki, acaba yanlışlıkla Avustralya'ya mı geldim diyorum.
Ertesi sabah erkenden güneşi koskocaman halde tepede yakalayınca, caddelere atıldım. Şu kırmızı turist otobüsleri vardır ya, her kentte.. Ona atladım ve her kuruşuna değdi! Önce tam bir tur yaptım, sonra istediğim duraklarda inip binerek bütün gün şehri, CT'ın simgesi Table Mountain'i ve Camp's Bay'i ezberlercesine gezdim. Zaten şehir ufacık ve düzenli olduğu için insan hemen zihinsel haritasını çiziveriyor. İlk günün izlenimi, CT inanılmaz bir şehir; bi nevi Miami, bi nevi Beverly Hills. İnsanlar okyanusa bakan falezlere kurulu evlerde yaşıyor ve o kadar tembeller ki; evlere çıkmaya merdiven yok, teleferiğe benzeyen dış mekan asansörleri var! Kumsallar bembeyaz, deniz turkuaz.. Aman tanrım, cennetteyim.. Fakat, fazla rüzgarlı ve denizi 12 derecelik bir cennet bu! Ayrıca güneş fark ettirmeden çok fena yakıyor, yoğurt gibi krem sürünmenizi tavsiye ederim.
Ertesi günkü izlenimlerim bundan 180 derece farklı oldu. Sabahtan bir grup turistle birlikte Township'lere, (yani banliyölere) gidiyoruz. Banliyöler, ne yazık ki Cape Town'da yaşayan beyazların görmediği, eğitimli siyahlarının görmek istemediği, suçun kol gezdiği, fakirliğin insanın inanamadığı boyutlarda olduğu kenar mahalleleri. Güvenlik nedeniyle sadece tur gruplarının girmesine izin veriliyor, asla kendi başınıza gitmemelisiniz. Kendi de banliyöden olan rehberimiz anlatıyor: Langa Township 1901'de kurulmuş, amaç hepsi bulaşıcı hastalık taşıdığına inanılan siyah (ve renkli; örneğin asyalılar gibi ne siyah ne beyaz olanlar) insanları şehirden uzaklaştırmak. İnsanlar evlerinden atılmış ve buralara sürülmüş. 1994'ten beri bu insanların "eğitimli"lerini tekrar şehre getirme çabası var ama tabii ki gettoya eğitimin ulaşmaması ve AIDS başta olmak üzere bulaşıcı hastalıkların akılalmaz boyutlarda olması, bu "çaba"ları bilinçli olarak geçersiz kılıyor. Gettodaki yaşam çok ağır, insanlar tek göz barakalarda, cam kırıkları ve çöplerin arasında yaşıyor. Tuvaletler dışarda, kız-erkek tüm çocukların kafası sıfıra vurulmuş ve zıp-zıp zıplayan bitleri görebiliyorsunuz. Çocuklara para vermek yasak, yoksa her gelenden dilenmeye başlayacaklarını söyledi rehberimiz. Kontrast inanılmaz, dün nerdeydik, bugün nerdeyiz.. Dünkü villalar nerde, bugünkü tek göz barakalar nerde.. Banliyöde (göreceli olarak) daha lüks evler de var, iki odası ve tuvaleti olan. Bunlar banliyöde çalışan, eli para gören insanlara ait. Bu insanlar doğdukları yerden ayrılmıyor. Akşam iner ve ben otele dönerken, kontrasttan yorgun gözlerim zonkluyor.
Garden Route
Güney Afrika'nın en manzaralı ve en görülesi yeri, CapeTown ile Port Elizabeth arasında, en güneydeki Ümit Burnu'nu da içine alan yaklaşık 350km'lik bir yol. Kenardaki "babunları beslemeyin, saldırıyorlar" yazıları ile "dikkat penguen çıkabilir" tabelaları arasında kıvrım kıvrım ilerleyen, falezlere ve turkuaz denize paralel, bir çok küçük sahil kasabasından geçen bu yolda, en az bir hafta geçirmenizi öneririm. Yol öyle keyifli ki; birden ovaya iniliyor, kurak kumsallar yola taşmış, sonra tekrar içlere doğru yöneliniyor ve tüm bitki örtüsü yeniden değişiyor. Bu sefer dizi dizi şarap bağları, şirin mandıralar, rüzgar değirmenleri.. Franschoek'te en sevdiğim ağaç - o narin Jacaranda - tüm heybetiyle masmavi açmış, binlercesi, sıra sıra! Bu güzelliğin ortasında birçok otel ve motel de var ama biz kamp kurmayı tercih ediyoruz; bağların birinden aldığımız şarabı açıyoruz, doğayı dinliyoruz. Rüzgar, kurbağalar, sessizlik..
Garden Route bölgesi Port Elizabeth'te sona eriyor ama kuzeydoğuda Mozambik'e kadar takip edebileceğiniz bir kıyı sahili var. Bu sahil bizim Australya'nın güneybatı kıyısına çok benzediği için ilgimizi fazla çekmedi, ayrıca mevsim ve vize koşulları nedeniyle Mozambik ve Zimbabwe'yi es geçerek, Namibya üzerinden Zambiya'ya geçmeye karar verdik. Bu nedenle PortElizabeth'ten ülkenin turist çekmeyen kuzeyine kıvrıldık. Burada kaçırılmaması gereken, Port Elizabeth'e 80km uzakta Addo Milli Parkı'dır. Bu parkta 490 civarında fil yaşıyor ve kendi arabanızla toprak yolda 40km hızla safari yapabiliyorsunuz. Araçtan inmek yasak, çünkü bölgede leopar ve aslanlar da var. 3 saatte 100ün üzerinde fil, bir o kadar da zebra, tavus kuşu, geyik, kunduz, yılan, kaplumbağa, yaban domuzu ve ceylan gördük. Arabayı park edip, kocaman bir fil ailesinin 3mt ilerimizden geçişini izlemek muhteşemdi!
Addo'dan sonra 1.5 günde "1000km'lik dümdüz bir çizgi" diyebileceğim yolu aşarak Güney Afrika'nın en kuzey ve en ölü kenti Uppington'a vardık. Buradan Namibya otobüsleri kalkıyor ve otobüsü beklerken, kentin içinden geçen kavuniçi renkli bir derede zıplaşan kurbağalar izleniyor. Bunun dışında pek bir özelliği olmayan bir ara kent bu.
Genel Bilgiler
Güney Afrika Cumhuriyeti Türklere vize uygulamıyor, ülkelerimiz arasında saat farkı yok. İklimi oldukça yumuşak, fakat güneyde kışlar sert ve bol rüzgarlı geçiyor. Ülkede sıtma riski yok ve CapeTown dışında oldukça güvenli bir ülke. Çadır düşünüyorsanız, konaklamak için kapalı kamp alanlarını tercih etmelisiniz. Son derece modern ve gelişmiş bir ülke olduğu için tüm seyahat ihtiyaçlarınızı karşılayabilir ve modern ulaşım araçlarını kullanarak sorunsuz ve keyifli yolculuklar yapabilirsiniz. Uçak biletiniz dışında, konaklama, yeme içme ve ören yerleri girişleri dahil günlük kişisel harcamalarınız 50-70 Euro dolayında olacaktır.
Ayrıntılı bilgi ve seyahat günlüğüm için: http://cerenmus.travellerspoint.com/
3 Aralık 2010 Cuma
Son dakika insanı
Bu sabah 5 dakikada 55 litrelik sırt çantamı hazırladım, bana bir takdir belgesi ya da bir 5 yıldızlı aferin falan vermeliler. Tabii ki hiçbirşeyim sığmadı, apar topar-tıklım tıkış-biçimsiz birşey oldu, tek çantaya sığması gerekenler iki çantaya anca sığdı, sonunda da beni terminale geçirmeye gelen annemle babamın eline geri verilen kıpkırmızı bir uyku tulumu, el çantasına tıkılan bilgisayar ve koca SLR kamera falan, saçma sapan durumlar vuku buldu.. O görüntü 20 yılda 37 ülke gezmiş olan gezgine hiç yakışmadı..
Neden böyle oldu ben de anlamadım. Bu sefer çok salla pati gidiyorum; hatta son günün son sabahı aklıma gelen, aşı karnesindeki eksik menenjit aşısını son dakika golü olarak "cort" diye yemiş olmam da bu abuk hikayenin tuzu biberi oldu. Hemen akabinde sağlık ocağının köşesindeki Aksu fırınından alınan çıtır simit olmasa çekilir yanı yoktu, sabah sabah..
Çok serdim totoyu, nasılsa yaparım diye bıraktım herşeyi son dakikaya. Hayır, gittiğim yer Merzifon olsa neyse de, Afrika olunca bu serişin de tadı kaçıyor.. Bi silkelenip kendime gelmem lazım, ey sevgili blog! Yoksa bu kadar sermemin altında bir gayri ciddiyet ya da bir boşvermişlik mi yatıyor ne? Nasılsa tüm hayatım bir çingene edasıyla ordan oraya taşınmakla geçiyor, ondan mı artık ciddiye almıyorum bu gidiş-geliş halini? Ondan mı acaba, Delhi trafiğinin orta yerinde geviş getiren bir hint ineği kadar sakinim uçağa saatler kala? Olabilir valla..
Ama bu seferki başka, Afrika yahu.. Heyecan dorukta; zebralar-filler-burnu halkalı sarkık memeli zenciler-dizi dizi maymunlar-en sevdikleri kan grubuna sahip olan beni "hazırol"da karşılama heyecanından gözüne uyku girmeyen sivri sinekler falan, hepsi beni beklemekte. Beni daha ne maceralar bekliyor onu da bilemiyorum tabii. Okuyup görücez hep birlikte.. Ha bu vesileyle, yeni bir blog açtım, "buraya" bir süre ara verip, "oraya" taşınıyorum - bir nevi yazlıkçı mantığındayım, görüyorsunuz.. Yeni blogda foto ve harita imkanı ile emaille takip edilme lüksü falan var, o nedenle tercih ettim, sadece seyahatim süresince, geçici olarak.1 Şubat itibariyle kürkçü dükkanıma geri döneceğim, ilginize ve bilginize..
Bir başka "son dakika" haberi: Bu sabah "son dakikada" dolaptan çıkarılan soğuk yumurtaları haşlarken çatlamaması için suya 1 kaşık tuz konması gerektiğini öğrendim ve bir dizi deneyle kanıtladım. Benim gibi "son dakika" insanlarına itina ile duyurulur.
Neden böyle oldu ben de anlamadım. Bu sefer çok salla pati gidiyorum; hatta son günün son sabahı aklıma gelen, aşı karnesindeki eksik menenjit aşısını son dakika golü olarak "cort" diye yemiş olmam da bu abuk hikayenin tuzu biberi oldu. Hemen akabinde sağlık ocağının köşesindeki Aksu fırınından alınan çıtır simit olmasa çekilir yanı yoktu, sabah sabah..
Çok serdim totoyu, nasılsa yaparım diye bıraktım herşeyi son dakikaya. Hayır, gittiğim yer Merzifon olsa neyse de, Afrika olunca bu serişin de tadı kaçıyor.. Bi silkelenip kendime gelmem lazım, ey sevgili blog! Yoksa bu kadar sermemin altında bir gayri ciddiyet ya da bir boşvermişlik mi yatıyor ne? Nasılsa tüm hayatım bir çingene edasıyla ordan oraya taşınmakla geçiyor, ondan mı artık ciddiye almıyorum bu gidiş-geliş halini? Ondan mı acaba, Delhi trafiğinin orta yerinde geviş getiren bir hint ineği kadar sakinim uçağa saatler kala? Olabilir valla..
Ama bu seferki başka, Afrika yahu.. Heyecan dorukta; zebralar-filler-burnu halkalı sarkık memeli zenciler-dizi dizi maymunlar-en sevdikleri kan grubuna sahip olan beni "hazırol"da karşılama heyecanından gözüne uyku girmeyen sivri sinekler falan, hepsi beni beklemekte. Beni daha ne maceralar bekliyor onu da bilemiyorum tabii. Okuyup görücez hep birlikte.. Ha bu vesileyle, yeni bir blog açtım, "buraya" bir süre ara verip, "oraya" taşınıyorum - bir nevi yazlıkçı mantığındayım, görüyorsunuz.. Yeni blogda foto ve harita imkanı ile emaille takip edilme lüksü falan var, o nedenle tercih ettim, sadece seyahatim süresince, geçici olarak.1 Şubat itibariyle kürkçü dükkanıma geri döneceğim, ilginize ve bilginize..
Bir başka "son dakika" haberi: Bu sabah "son dakikada" dolaptan çıkarılan soğuk yumurtaları haşlarken çatlamaması için suya 1 kaşık tuz konması gerektiğini öğrendim ve bir dizi deneyle kanıtladım. Benim gibi "son dakika" insanlarına itina ile duyurulur.
Oyunlar
Haberlerde izledim, yeni nesil çocukların köşe kapmaca, saklambaç, yakar top gibi oyunları oynamadıkları ve bilmedikleri anlaşılmış. Bizim milli eğitim hemen bir acil durum komisyonu oluşturup bu oyunları müfredata katmış. Artık çocuklar okulda bir yandan dolan öbür yandan boşaltılan havuz dilemasına ek olarak bu oyunları da öğreneceklermiş. Hatta ninelerimizin dedelerimizin döneminden kalma oyunlar ve oyuncaklar, son derece antropolojik bir hassasiyetle ve arkeolojik bir çabayla araştırılıyormuş. Cami çıkışı ve kahvehanelerde, tenhada kıstırılan yaşlılara seri sualler sorulması yöntemiyle kayda geçiriliyormuş.
Valla güzel bir girişim, bu araştırma ekibine beni de alsalar, sabahtan akşama kadar uygulamalı bir eğitimden geçirseler.. Kalifiye bir işçi olurum valla, HÜ'deki masterda oyunun çocuk psikolojisindeki yeri konulu bir makale de yazdıydım. Hele rengarenk kıyafetlerimle yakartop'un aranılan oyuncularından da biriydim zamanında - 500 yıl falan önce..
Çocuk oyunlarım çok acaipti benim, kardeşsizlik ve engin bir hayal gücünün etkisi muhakkak. Bana verilen hiçbir şeyle gerçek anlamında oynamadım, ananemin düğme kutusu bir nevi Sim City'ydi benim için, ne karakterler vardı bilemezsiniz.. Hele 70'li yılların perdelerindeki püsküller, taverna gülü olma yolundaki kariyerimin ilk ve son basamakları, İzmir'in su kesintili yazlarına çözüm olarak doldurulan küvetler Atlantis maceralarımdı.. Unutamadığım bir yaz Karaburun'da alt bahçeye kurduğum nevresimden çadır ve eve girmeme inadıyla bezenmiş kampçılık deneyimlerimin, hava kararırken ananemin kızarttığı köfte patates kokusuna yenik düşmesi.. Bir başka yaz kendimi deniz kızı sandığım için mayomu çıkarmayı reddettim ve koca bir yaz boyunca gece bile yatağıma mayoyla gittim. Benim için bu hayati bir durumdu çünkü her an birinin boğulacağını ve benim halihazırda üzerimdeki mayomla denize atlayıp onu kurtaracağımı hayal ederdim. Neyse ki o yaz kimse boğulmaya kalkmadı da ben de tatlı yatağımdan çıkıp, mayo üstüne giydiğim pijamalarımdan sıyrılıp gecenin bir körü denize atlamak zorunda kalmadım.
Hey gidi günler, hey..
Aslında oyun oynamayı hiç bırakmıyoruz, tamam belki ip atlamayı ve saklambaçı unuttuk ama hepimiz bilgisayarlarımızdaki ya da ipod-pad-pid-fan-fin-fon'larımızdaki oyunları, şans oyunlarını, benim çok sevdiğim kelime oyunlarını ve en önemlisi de sporu bolca ve mümkün olan her an ve ortamda kullanıyoruz. Oyun hayatımızın en önemli alışkanlıklarından biri ve sonsuz bir devinim içinde sürekli değişen sosyal yaşamda, yeniliklere adapte olmamıza ve akıl sağlığımızı korumamıza yarıyor. Sonuçta zaten hayat da kocaman bir oyun değil mi?
Valla güzel bir girişim, bu araştırma ekibine beni de alsalar, sabahtan akşama kadar uygulamalı bir eğitimden geçirseler.. Kalifiye bir işçi olurum valla, HÜ'deki masterda oyunun çocuk psikolojisindeki yeri konulu bir makale de yazdıydım. Hele rengarenk kıyafetlerimle yakartop'un aranılan oyuncularından da biriydim zamanında - 500 yıl falan önce..
Çocuk oyunlarım çok acaipti benim, kardeşsizlik ve engin bir hayal gücünün etkisi muhakkak. Bana verilen hiçbir şeyle gerçek anlamında oynamadım, ananemin düğme kutusu bir nevi Sim City'ydi benim için, ne karakterler vardı bilemezsiniz.. Hele 70'li yılların perdelerindeki püsküller, taverna gülü olma yolundaki kariyerimin ilk ve son basamakları, İzmir'in su kesintili yazlarına çözüm olarak doldurulan küvetler Atlantis maceralarımdı.. Unutamadığım bir yaz Karaburun'da alt bahçeye kurduğum nevresimden çadır ve eve girmeme inadıyla bezenmiş kampçılık deneyimlerimin, hava kararırken ananemin kızarttığı köfte patates kokusuna yenik düşmesi.. Bir başka yaz kendimi deniz kızı sandığım için mayomu çıkarmayı reddettim ve koca bir yaz boyunca gece bile yatağıma mayoyla gittim. Benim için bu hayati bir durumdu çünkü her an birinin boğulacağını ve benim halihazırda üzerimdeki mayomla denize atlayıp onu kurtaracağımı hayal ederdim. Neyse ki o yaz kimse boğulmaya kalkmadı da ben de tatlı yatağımdan çıkıp, mayo üstüne giydiğim pijamalarımdan sıyrılıp gecenin bir körü denize atlamak zorunda kalmadım.
Hey gidi günler, hey..
Aslında oyun oynamayı hiç bırakmıyoruz, tamam belki ip atlamayı ve saklambaçı unuttuk ama hepimiz bilgisayarlarımızdaki ya da ipod-pad-pid-fan-fin-fon'larımızdaki oyunları, şans oyunlarını, benim çok sevdiğim kelime oyunlarını ve en önemlisi de sporu bolca ve mümkün olan her an ve ortamda kullanıyoruz. Oyun hayatımızın en önemli alışkanlıklarından biri ve sonsuz bir devinim içinde sürekli değişen sosyal yaşamda, yeniliklere adapte olmamıza ve akıl sağlığımızı korumamıza yarıyor. Sonuçta zaten hayat da kocaman bir oyun değil mi?
Kedi-Köpek
Hayvanlar alemini insanlar alemine yeğ tutarım! Evet, aynen böyle, kimse alınmasın. Bana daha samimi, sevimli ve rahatlatıcı geliyorlar, böceğinden sürüngenine, uçanından kaçanına, su dibindeki memelisine, ayırmadan hepsini severim. Hiçbirinden korkmam. Ama bir hayvan var ki, benim için yeri başkadır: Köpek.
14 sene birisiyle yaşamımı paylaşma şansım oldu, ondan öğrendiklerimi kimseden öğrenmedim. Muhteşem bir canlıydı; en uzman psikoloğa taş çıkartan bir empati yeteneği, kendine özgü bir mizah anlayışı vardı. Onun hakkında daha uzun yazacağım, henüz hazır değilim.. Beynimdeki yazının sesi henüz durmadı. Fakat köpek milleti genel açıdan olağanüstü bir canlı. Oyuna düşkünlükleri, yoldaş olma yetenekleri, bir kuru ekmek verdiğinizde kırk sene hürmet etmeleri ilk aklıma gelenler. Bir köpeğiniz varsa, asla canınız sıkılmaz. Bir köpeğiniz varsa, yanınızda her zaman bir arkadaşınız var demektir. Bir köpeğiniz varsa, siz zenginsiniz demektir!
Bir de kedi milleti var, onları tanıdığımı - hatta hiçbir insanın tanıyabileceğini - iddia edemem ama birkaçıyla doğaları izin verdiği ölçüde yakınlaşma imkanım oldu. Yakınlaşma derken, sayelerinde 2 kez kuduz aşısı yemem de gerekti, o nedenle biraz mesafeli olmayı öğrendim. Son 10 senedir istanbul'daki evin bahçesinde yaşayan ve keyfine göre pencereden zıplamak suretiyle, arada yemeğe ve ez gezmesine gelen sarı-kızıl tekirim var: Havuç. Gırlaması, yumuşak tüyleri, hakikaten stres önleyici. Kedisi olanlar daha uzun yaşıyormuş!
Bir de kedi-köpek var, yani cat-dog. Bu muhteşem çizgifilmi bir ara cnbc-e'de veriyorlardı ama uzun zamandır rastlamadım. Yarı kedi, yarı köpek olan bir canlının sosyal yaşam hjkayeleri. Tabii birbiriyle inanılmaz derecede uyumsuz olan bu iki hayvanı izlemek dehşet komik birşey. Misal: su birikintilerinde hoplamayı seven köpek, sudan deli gibi nefret eden kediyi delirtiyor vs vs. Internetten izlenebilir..
14 sene birisiyle yaşamımı paylaşma şansım oldu, ondan öğrendiklerimi kimseden öğrenmedim. Muhteşem bir canlıydı; en uzman psikoloğa taş çıkartan bir empati yeteneği, kendine özgü bir mizah anlayışı vardı. Onun hakkında daha uzun yazacağım, henüz hazır değilim.. Beynimdeki yazının sesi henüz durmadı. Fakat köpek milleti genel açıdan olağanüstü bir canlı. Oyuna düşkünlükleri, yoldaş olma yetenekleri, bir kuru ekmek verdiğinizde kırk sene hürmet etmeleri ilk aklıma gelenler. Bir köpeğiniz varsa, asla canınız sıkılmaz. Bir köpeğiniz varsa, yanınızda her zaman bir arkadaşınız var demektir. Bir köpeğiniz varsa, siz zenginsiniz demektir!
Bir de kedi milleti var, onları tanıdığımı - hatta hiçbir insanın tanıyabileceğini - iddia edemem ama birkaçıyla doğaları izin verdiği ölçüde yakınlaşma imkanım oldu. Yakınlaşma derken, sayelerinde 2 kez kuduz aşısı yemem de gerekti, o nedenle biraz mesafeli olmayı öğrendim. Son 10 senedir istanbul'daki evin bahçesinde yaşayan ve keyfine göre pencereden zıplamak suretiyle, arada yemeğe ve ez gezmesine gelen sarı-kızıl tekirim var: Havuç. Gırlaması, yumuşak tüyleri, hakikaten stres önleyici. Kedisi olanlar daha uzun yaşıyormuş!
Bir de kedi-köpek var, yani cat-dog. Bu muhteşem çizgifilmi bir ara cnbc-e'de veriyorlardı ama uzun zamandır rastlamadım. Yarı kedi, yarı köpek olan bir canlının sosyal yaşam hjkayeleri. Tabii birbiriyle inanılmaz derecede uyumsuz olan bu iki hayvanı izlemek dehşet komik birşey. Misal: su birikintilerinde hoplamayı seven köpek, sudan deli gibi nefret eden kediyi delirtiyor vs vs. Internetten izlenebilir..
1 Aralık 2010 Çarşamba
200-70-60
Afrika öncesi seyahat sigortası yaptırmak son dakikada aklıma geldi. Bu vesileyle Sunay Akın'ın çok sevdiğim bir dizesini de hatırladım: "90-60-90'ı herkes bilir, vücut ölçüleri. Ha bir de 200-70-60 var, o da tabut ölçüleri"
Hazır hislenmişken, ölüm üzerine bir-iki fikir de belirteyim istedim. Malum bu bizim toplumda bir tabudur, konuşulmaz. Lakin, Afrika'da ne olacağımız belli değil, öteyandan entellektüel açıdan hortlayarak bloguma ulaşabilecek miyim, emin de olamıyorum. Yazayım gitsin..
10dk'da 25euroya yaptırılan bir sigorta, hastalık halinde bakım ve tedavi ile ölüm halinde memlekete doğru kolilenmeyi taahhüt ediyor. Tabii inşallah ölmeden ve sürünmeden dönmek nasip olur ve sigortaya da gerek kalmaz. Ama bence iyi bir yatırım, çünkü o kadar uzaktan cenaze taşımak 20.000euro falan tutuyor.
Aslına bakılırsa, öldükten sonra cenazemin taaa Afrika'dan taşınması kadar saçma sapan birşey düşünemiyorum. Tahtalıköyden kendimi ruhen getiremedikten sonra, bedenimin o kadar macera yaşamasına, insanları tekrar tekrar üzmesine, maddi ve lojistik dertler açmasına ne gerek var, bu biiiir. Dahi Da Vinci'mizin dediği gibi; dolu dolu süren bir yaşamdan sonra gelen ölüm, uzun bir çalışma gününün ardından gerek uykuya benzer. Seyahat ederken öğrendiklerim ve tecrübe ettiklerim, yaşamımın diğer tüm anlarında bana öğretilenlerden çok daha kalıcı ve değerli oldu her zaman, o nedenle seyahat ederken gelen ölümün güzel bir ölüm olduğunu düşünüyorum. Hatta uçak kazaları, ortada ceset meset bırakmaması, mezar denen o betonarme yapının üzerime örtülmemesi ve doğa ile bütünleşme açısından bence en ideali.
İkincisi de, insan ölümüyle değil, yaşamıyla hatırlanmalı, o nedenle ölüm yıldönümlerini sevmem, mezar ziyaretlerini de. Gavurlar ne güzel kutlarlar yaşamı, sevdiklerinin cenazesinde yiyip içerek, güzel hatıraları anlatarak ve bolca gülerek.. Bizde biraz ağırdır ölüm zamanları, travması da daha uzun sürer bu nedenle. Oysa, asıl başarı, öleni güzel anılarıyla hatırlamak değil midir?
İnşallah totomuz sıkıntıya girmeden, sağlık ve afiyet içinde bir Afrika macerası yaşar ve 2 ay sonra geri döneriz diyerek ve bu kış bol olan ayva tatlısından bol bol yemenizi önererek (tatlıya bağlama gayreti içinde) izninizle çantamı hazırlamaya doğru koşuyorum.
Hazır hislenmişken, ölüm üzerine bir-iki fikir de belirteyim istedim. Malum bu bizim toplumda bir tabudur, konuşulmaz. Lakin, Afrika'da ne olacağımız belli değil, öteyandan entellektüel açıdan hortlayarak bloguma ulaşabilecek miyim, emin de olamıyorum. Yazayım gitsin..
10dk'da 25euroya yaptırılan bir sigorta, hastalık halinde bakım ve tedavi ile ölüm halinde memlekete doğru kolilenmeyi taahhüt ediyor. Tabii inşallah ölmeden ve sürünmeden dönmek nasip olur ve sigortaya da gerek kalmaz. Ama bence iyi bir yatırım, çünkü o kadar uzaktan cenaze taşımak 20.000euro falan tutuyor.
Aslına bakılırsa, öldükten sonra cenazemin taaa Afrika'dan taşınması kadar saçma sapan birşey düşünemiyorum. Tahtalıköyden kendimi ruhen getiremedikten sonra, bedenimin o kadar macera yaşamasına, insanları tekrar tekrar üzmesine, maddi ve lojistik dertler açmasına ne gerek var, bu biiiir. Dahi Da Vinci'mizin dediği gibi; dolu dolu süren bir yaşamdan sonra gelen ölüm, uzun bir çalışma gününün ardından gerek uykuya benzer. Seyahat ederken öğrendiklerim ve tecrübe ettiklerim, yaşamımın diğer tüm anlarında bana öğretilenlerden çok daha kalıcı ve değerli oldu her zaman, o nedenle seyahat ederken gelen ölümün güzel bir ölüm olduğunu düşünüyorum. Hatta uçak kazaları, ortada ceset meset bırakmaması, mezar denen o betonarme yapının üzerime örtülmemesi ve doğa ile bütünleşme açısından bence en ideali.
İkincisi de, insan ölümüyle değil, yaşamıyla hatırlanmalı, o nedenle ölüm yıldönümlerini sevmem, mezar ziyaretlerini de. Gavurlar ne güzel kutlarlar yaşamı, sevdiklerinin cenazesinde yiyip içerek, güzel hatıraları anlatarak ve bolca gülerek.. Bizde biraz ağırdır ölüm zamanları, travması da daha uzun sürer bu nedenle. Oysa, asıl başarı, öleni güzel anılarıyla hatırlamak değil midir?
İnşallah totomuz sıkıntıya girmeden, sağlık ve afiyet içinde bir Afrika macerası yaşar ve 2 ay sonra geri döneriz diyerek ve bu kış bol olan ayva tatlısından bol bol yemenizi önererek (tatlıya bağlama gayreti içinde) izninizle çantamı hazırlamaya doğru koşuyorum.
Aç Ayı
Günlük dilimizde "Acıkmak ve Ayılar" arasında ilginç bir bağ var; birçok dildeki deyim ve atasözleri bu iki kelimeyi aynı anda, aynı ortamda kullanıyor. Örneğin bizdeki "aç ayı oynamaz", Germen kökenli dillerdeki "bearhunger" yani "ayı gibi aç" ilk aklıma gelenler.
Hani Amerika'da haberlerde sıkça görürüz; yazın sıcaklarından bunalan ayılar evlerin havuzlarına girer, uzun uzun keyifli bir şekilde yüzerler. Sağdan soldan yemek yerler. Hani herşeyi de yerler, doğrusu. Ayırdıkları yemek pek yoktur. Bu durum sabahın köründe aklıma şu vesileyle geldi; sabahları bir ayı kadar aç oluyorum, insan ırkının daha gözünü tam açamadığı saatlerde, buzdolabının kapısını çoktan açmış oluyorum. Sabahki açlığım en çok sevdiğim öğün olan kahvaltıdan sonra sona eriyor neyseki; öğlen hiçbir zaman, bazen geceleri bile hiç yemek gelmez aklıma. Ama şu an saat sabahın 7.30'u, kahvaltıya sözüm olduğu için 2-3 saat de beklemek zorundayım, haliyle aklıma sadece yemek ile ilgili yazılar geliyor.
Bursa'da saklı cennetler var, İnegöl yolunda, Kestel'i geçtiğinizde, Çimento Fabrikası yönüne doğru giderseniz Saitabat Köyü'ne ulaşıyorsunuz. Yazın şelalesi ve hafif esintisi ile cennet gibi bir yer (bknz. yandaki fotom). Köy kadınlarının kooperatifinde sinide getirilen Gürcü kahvaltısı parmak yalatan cinsten. Bir de, yine aynı bölgede Kazancı Köyü vardır. Bu köy Boşnak köyüdür. Pazar sabahları erkenden bisikletçilerin akınına uğrar bu güzel yol, o nedenle arabanızı virajlı yolda dikkatli kullanın. Muhtarın yerinde menemenli güzel bir kahvaltı yapılabilir. Sonuncusu da ananemin en sevdiği yer, Mudanya'daki Mütareke Evi'nin hemen yanındaki sarı evcik. Denizin hemen üstüne kurulan tahta sette oturularak, martılar eşliğinde lezzetli ve bol çeşitli bir kahvaltı yapılabilir.
Diğer kentlerde de bu tip saklı cennetlerim var ama her horoz kendi çöplüğünde öttüğü için, onları da o kentin sakinlerine bırakmak lazım. Bir de bu konularda biraz bencilim, kimse bilmesin duymasın gitmesin ve bu mekanlar hep aynı kalsın istiyorum.
Hani Amerika'da haberlerde sıkça görürüz; yazın sıcaklarından bunalan ayılar evlerin havuzlarına girer, uzun uzun keyifli bir şekilde yüzerler. Sağdan soldan yemek yerler. Hani herşeyi de yerler, doğrusu. Ayırdıkları yemek pek yoktur. Bu durum sabahın köründe aklıma şu vesileyle geldi; sabahları bir ayı kadar aç oluyorum, insan ırkının daha gözünü tam açamadığı saatlerde, buzdolabının kapısını çoktan açmış oluyorum. Sabahki açlığım en çok sevdiğim öğün olan kahvaltıdan sonra sona eriyor neyseki; öğlen hiçbir zaman, bazen geceleri bile hiç yemek gelmez aklıma. Ama şu an saat sabahın 7.30'u, kahvaltıya sözüm olduğu için 2-3 saat de beklemek zorundayım, haliyle aklıma sadece yemek ile ilgili yazılar geliyor.
Bursa'da saklı cennetler var, İnegöl yolunda, Kestel'i geçtiğinizde, Çimento Fabrikası yönüne doğru giderseniz Saitabat Köyü'ne ulaşıyorsunuz. Yazın şelalesi ve hafif esintisi ile cennet gibi bir yer (bknz. yandaki fotom). Köy kadınlarının kooperatifinde sinide getirilen Gürcü kahvaltısı parmak yalatan cinsten. Bir de, yine aynı bölgede Kazancı Köyü vardır. Bu köy Boşnak köyüdür. Pazar sabahları erkenden bisikletçilerin akınına uğrar bu güzel yol, o nedenle arabanızı virajlı yolda dikkatli kullanın. Muhtarın yerinde menemenli güzel bir kahvaltı yapılabilir. Sonuncusu da ananemin en sevdiği yer, Mudanya'daki Mütareke Evi'nin hemen yanındaki sarı evcik. Denizin hemen üstüne kurulan tahta sette oturularak, martılar eşliğinde lezzetli ve bol çeşitli bir kahvaltı yapılabilir.
Diğer kentlerde de bu tip saklı cennetlerim var ama her horoz kendi çöplüğünde öttüğü için, onları da o kentin sakinlerine bırakmak lazım. Bir de bu konularda biraz bencilim, kimse bilmesin duymasın gitmesin ve bu mekanlar hep aynı kalsın istiyorum.