29 Eylül 2010 Çarşamba
Duman..
İnsanoğlu çok vefasız.. Şu an barınakta kendine sahip arayan Duman, bir zamanlar bahçeli bir evin köpeğiymiş. Evde yangın çıkınca dumanların içine dalıp evin iki çocuğunu sürükleyerek dışarıya çıkarmış. Evin iki çocuğunun hayatını kurtarmış. Şu an barınakta kendine sahip arayan Duman..
Bir köpek daha fazla ne yapabilir ki....?
İletişim: 0 533 650 23 09 - 0 541 650 23 10 (İstanbul)
22 Eylül 2010 Çarşamba
Kim Kimdir - Bölüm II
85 yaşındadır. Ailemizin temel direği ve herkesin her an nerde ve ne yaptığını bildiği için, haberleşme merkez üssüdür. Gündemi takip eder, gazetesini her gün satır satır okur, aktif bir sosyal çevreden hoşlanır, teknolojik gelişmeleri sorar, hayata hepimizden çok bağlıdır. Hayatı yaşanması gibi yaşar; fazla önem vermeden ama fazlasıyla değer vererek..
Ela gözleri sürmelidir, dudaklarını büzmesi ünlüdür. Sabah 11 şekerli türk kahvesi, olmazsa olmazıdır. Çiçekli basma entarileri, düğünümde bana hediye ettiği yarım asırlık inci küpeleri, kıvırcık kıvırcık kahve bukleleri ve kalkık burnuyla bu yaşında bile çok güzel bir kadındır. Ellerimizin küçük parmaklarının kıvrımları ve prenses-inadımız birbirimize benzer.
Kışları Ankara'da Paris Caddesi'nde, yazları Karaburun'da tüm şehre tepeden bakan, faleze kurulu yazlık evinde yaşamaktadır. Ankara'daki evin merdivenlerinden, Karaburun'daki evin ise fıstık çamı dikenlerinden hiç hoşlanmaz. Aşırı temiz, titiz, saatlerce suyla oynayan türde "klasik" bir türk kadını olup, hala bizim yaptığımız dipköşe temizliği beğenmez. 12 yaşında her sabah, annesinin ahşap evinin tahtalarını sabunlu suyla ovuşunu bu vesileyle ve gururla sık sık dile getirmekten de çekinmez.
Susuzluk çekilden günlerde su dolu küvette oyuncaklarımı yüzdürmeme, dedemin son yıllarında Alzheimer'la boğuşurken benim ergenlik bunalımlarıma ve sert çıkışlarıma, onun kuşağının arzu ettiği cici ev kızlarından olmayıp maceracı bir erkek-fatma olmama ses çıkarmamış, bana her zaman 7 çocuk büyütmenin uzmanlığı ve anlayışıyla yaklaşmıştır. Meslek yaşamımda, çocuk psikolojisi ve pedagoji alanlarında hala danıştığım temel kaynağımdır.
Üzüntülü ortamlarda bulunmayı sevmez. Hayatı ciddiye alan insanları sıkıcı bulur. Gülmeyi, komşularıyla buluşmayı, gezmeyi çok sever. Dizi ve beli yüzünden son yıllarda zorlansa da, gezerken ağrılarının hafiflediği aile ve dost çevresinde bilinmektedir. Yeter ki vapura binilmesin, deniz üzerinde seyahat edilmesin.. 83 yaşında, bu yaz, benim için ilkkez uçağa binmiş ve korkulanın aksine çok hoşlanmış, tüm yol boyunca "pamuk tarlaları"na benzettiği bulutları izlemiştir. Yenilikleri ve gelişimi sever, meraklıdır.
Evinde her zaman karamelli çikolatalı gofret bulunur, çikolatayı, "koko"lu dondurmayı ve sütlü-hamurlu-şekerli tatlıları sever. Gençliğinde sıskalık hastalık gibi algılandığı için ve ailenin tek çocuğu olduğu için, balık yağları ve pekmezlerle beslenmiş, evin uşakları çantasını okula kadar taşımıştır. Bağda dört nala ata bindiği "kızlık" hikayelerini zevkle dinletir. Dedemle 1940'ların sonunda aşık olup evlenmiş ve isimleri kafiyeli üç kız çocuğu ve iki kız torunundan sonra, aileye nihayet bir erkek torun gelmiş ve bu olay kendisini sevince boğmuş ve hüngür hüngür ağlatmış, o sırada bebekleriyle oynayan beni de çok şaşırtmıştır. Çocukluğumun ilk 5 yılının tamamı, okul yıllarımın her senesinin 3 yaz, 1 kış tatili olmak üzere 4 tam ayı ve üniversite için İstanbul'a ilk gittiğim senenin tamamı onun yanında geçmiştir. Kaba bir hesapla bu, 15 sene yani yaşamımın neredeyse yarısı eder!
Bana verdiği emeği ödemem mümkün değildir. En çok sevdiğim, güvenli limanım, daha uzun yıllar boyunca hep yanımda ve yaşamımda olsun istediğim bitanecik "ananem"dir!
Ela gözleri sürmelidir, dudaklarını büzmesi ünlüdür. Sabah 11 şekerli türk kahvesi, olmazsa olmazıdır. Çiçekli basma entarileri, düğünümde bana hediye ettiği yarım asırlık inci küpeleri, kıvırcık kıvırcık kahve bukleleri ve kalkık burnuyla bu yaşında bile çok güzel bir kadındır. Ellerimizin küçük parmaklarının kıvrımları ve prenses-inadımız birbirimize benzer.
Kışları Ankara'da Paris Caddesi'nde, yazları Karaburun'da tüm şehre tepeden bakan, faleze kurulu yazlık evinde yaşamaktadır. Ankara'daki evin merdivenlerinden, Karaburun'daki evin ise fıstık çamı dikenlerinden hiç hoşlanmaz. Aşırı temiz, titiz, saatlerce suyla oynayan türde "klasik" bir türk kadını olup, hala bizim yaptığımız dipköşe temizliği beğenmez. 12 yaşında her sabah, annesinin ahşap evinin tahtalarını sabunlu suyla ovuşunu bu vesileyle ve gururla sık sık dile getirmekten de çekinmez.
Susuzluk çekilden günlerde su dolu küvette oyuncaklarımı yüzdürmeme, dedemin son yıllarında Alzheimer'la boğuşurken benim ergenlik bunalımlarıma ve sert çıkışlarıma, onun kuşağının arzu ettiği cici ev kızlarından olmayıp maceracı bir erkek-fatma olmama ses çıkarmamış, bana her zaman 7 çocuk büyütmenin uzmanlığı ve anlayışıyla yaklaşmıştır. Meslek yaşamımda, çocuk psikolojisi ve pedagoji alanlarında hala danıştığım temel kaynağımdır.
Üzüntülü ortamlarda bulunmayı sevmez. Hayatı ciddiye alan insanları sıkıcı bulur. Gülmeyi, komşularıyla buluşmayı, gezmeyi çok sever. Dizi ve beli yüzünden son yıllarda zorlansa da, gezerken ağrılarının hafiflediği aile ve dost çevresinde bilinmektedir. Yeter ki vapura binilmesin, deniz üzerinde seyahat edilmesin.. 83 yaşında, bu yaz, benim için ilkkez uçağa binmiş ve korkulanın aksine çok hoşlanmış, tüm yol boyunca "pamuk tarlaları"na benzettiği bulutları izlemiştir. Yenilikleri ve gelişimi sever, meraklıdır.
Evinde her zaman karamelli çikolatalı gofret bulunur, çikolatayı, "koko"lu dondurmayı ve sütlü-hamurlu-şekerli tatlıları sever. Gençliğinde sıskalık hastalık gibi algılandığı için ve ailenin tek çocuğu olduğu için, balık yağları ve pekmezlerle beslenmiş, evin uşakları çantasını okula kadar taşımıştır. Bağda dört nala ata bindiği "kızlık" hikayelerini zevkle dinletir. Dedemle 1940'ların sonunda aşık olup evlenmiş ve isimleri kafiyeli üç kız çocuğu ve iki kız torunundan sonra, aileye nihayet bir erkek torun gelmiş ve bu olay kendisini sevince boğmuş ve hüngür hüngür ağlatmış, o sırada bebekleriyle oynayan beni de çok şaşırtmıştır. Çocukluğumun ilk 5 yılının tamamı, okul yıllarımın her senesinin 3 yaz, 1 kış tatili olmak üzere 4 tam ayı ve üniversite için İstanbul'a ilk gittiğim senenin tamamı onun yanında geçmiştir. Kaba bir hesapla bu, 15 sene yani yaşamımın neredeyse yarısı eder!
Bana verdiği emeği ödemem mümkün değildir. En çok sevdiğim, güvenli limanım, daha uzun yıllar boyunca hep yanımda ve yaşamımda olsun istediğim bitanecik "ananem"dir!
21 Eylül 2010 Salı
Uykuda konuşmak ve bozuntuya vermemeye çalışmak
Uykumda konuşuyorum ve hatta iyice abarttığım geceler yürüdüğüm de oluyor. Uyanınca da bozuntuya vermemeye çalışıyorum. Sanki tamamen kendimdeymişim gibi, o anki davranışımı mantık silsilesi içine sokmaya çalışıyorum. Misal, kendimi odanın ortasında amaçsız bir şekilde dikilirken bulunca sanki çişim gelmiş gibi yapıp tuvalete gidiyorum. Saçma sapan konuşmalarımı ise düzeltmek daha bir zor oluyor. Misal, "tüm tuzlukları sen saklıyorsun" demişim dün gece, çevir kazı yanmasın, tabii çevirebilirsen.. Bir de utanıyorum, buraya yazdığıma bakmayın. Komik bir durum uyur-gezer-konuşurluk..
Aslında hayal dünyamızın geniş oluşu, iç zenginliğimiz falan diyip kıvırmak lazım bu halimizi. Biz uyur-gezer-konuşurlar rüyalarımızda gezegenler-arası seyahat, mor lahanalar denizinde yüzmek falan gibi absürd konularla boğuşan tipleriz.. Eh biraz heyecanlanıp bunu dışa vurmamız çok mu fena? Enteresanız yahu, sevin bizi!
İngiltere'de bir süredir kocası "Adam"ın gece sayıklamalarını bloguna yazan bir kadıncaaz var. Hakikaten çok eğlenceli, güldürücü ve düşündürücü bir blog, tavsiye ederim. İnşallah benim kocamın aklına gelmez beni böyle madara etmek, arada yazdıklarımı çeviri motorunda çevirtip okuyormuş da.. Kuşkulandım..
15 Eylül 2010 Çarşamba
Uzay Psikolojisi
Gezegenimizin içine ettik.. Ama uzayda yaşam artık hayal olmaktan çıkıyor, en büyük kanıtı da 2012'de üç üniversitede birden "aerospace psychology" (uzay psikolojisi) alanında doktora programının açılıyor olması!
Evet, itiraf ediyorum: Büyülendim! Tam benlik bu program.. İçinde bilinmezlik var, seyahat var, uyum sorunları, anksiyete ve terapileri var; daha ne olsun?! İnsanoğlu dünyadan uzaya doğru kanatlandığı anda, önümüzde yeni bir evrenin kapıları açılıyor. Uzayda yaşam ve beraberinde getirdiği yeni grup dinamikleri, acaba "sıla hasreti" ile tanımlanabilecek mi, yoksa çok farklı uyum sorunları mı yaşanacak? Yeni bir ekosistem, yeni bir yaşam alanı, yeni davranışlar, yeni grup dinamikleri mi getirecek önümüze? Farklı kültürler mi, farklı davranış motifleri mi merkezinde olacak tartışmaların? Peki ya biyoloji, fiziksel sorunlar, değişen nöropsikolojik sistem? Hormonlar, nörotransmitterler, vücut bileşenleri aynı şekilde mi davranacak uzayda? Yoksa mikroevrenimiz makro düzeyde hızla evrimleşecek ve yeni ortama adapte olacak mı? Peki fiziksel evrimin hızına sosyal evrim nasıl tepki verecek?
Yeni bir alan açılıyor önümüzde, bilinmezlerle dolu bir alan! Uzay kadar, uzaydaki beden ve bilinç de muamma! Çok heyecanlandım, çok!
11 Eylül 2010 Cumartesi
Nasıl boya-badana ustası oldum..
Yurtdışında boya-badana işleri mali açıdan baya külfetli olduğu için, herkes kendi evinin duvarlarını kendi boyuyor. Bu haftasonu biz de yeni taşınan arkadaşlarımızın evinde imece usulü boya-badana kampındayız. Vasıflarıma vasıf katıp(!) part-time duvar ustası oldum, sadece boya badana değil, çivi boşluklarını falan da alçıyla dolduruyorum. İlk 30dk'lık acemilik döneminden sonra resmen ivme kazandım, "dayı, elimden her iş gelir" kıvamına geldim. Tabii..
Biz boğaz tokluğuna çalışıyoruz dayı.. Melting Moments (erime noktaları) diye kremalı bir bisküvi var, hakikaten insanın ağzında erirken, psikolojik bir "erime" de yaşatıyor. Öğlene dek kahve, 12-5 arası bira, 5'yen sonra cin-tonik. Valla duvarlar dalga dalga olmuş, çaktırmadık.. Fırçayı tutmayı bilmiyoruz ki, her işin bir püf noktası var. Karate kid'de çocuk nasıl öğreniyordu fırça kullanmayı, onu hatırlamak, uygulamak lazım. Aşağı-yukarı-aşağı-yukarı; bizim gibi, aşağı-yukarı-sağa-sola ve çapraz katlar değil. İkinci kat boyada öğrenicez bunu. Tabii..
Baya amele olduk, şarkı söyleye söyleye çalışıyoruz. Evin tavanları yüksek, arya falan söylemeye müsait. Nerdeyse banyodaki kadar iyi performans alınıyor. Bohemian Rhapsody'de biraz zorlandık. Tabii.. Şarkılar bitti, sırayla ülke marşlarımızı söyledik. Alman marşına gelince, komşular "mahalleyi neo-naziler bastı" sanmasın diye sustuk. Politik doğruculuk heryerde. Tabii..
Manu beyaz deri koltuklar almış. Bunların ayak uzatma puflarına ingilizcede "ottoman" (osmanlı) deniyormuş, çok güldüm. En güzeli de, salonda odun sobası çıtır çıtır. Manu'nun "paraya kıydım aldım gitti" diyerek kutudan çıkarttığı Bose marka ses sistemini de bağlayınca keyfimize diyecek kalmadı. Ev güzel hakikaten; bahçe falan oturmuş, ağaçlar büyük, çiçekler gürbüz. Güle güle otursunlar, ilerde "yiğenim, senin odayı ben boyadıydım" falan derim çocuklarına :) Bunun da ingilizcesi pek o kadar sevimli olmuyor. Tabii..
Ev-kurmak güzel birşey, yaratmak.. Hele insan kendi elleriyle yapınca. Hele arkadaşlarla güle-oynaya yapınca. İçimde bir inşaat işçisi mi yatıyor, bilmiyorum. Sanmıyorum! Her şeyden hemencecik usandığımı düşünürsek, benim başladığım inşaat bitmez. Tabii..
Gece oldu, iş bitti. Sobanın karşısındaki yerimi aldım. Henüz kış sayılır burda, tavanlar da yüksek. Ev de oldukça soğuk. Flo dalga geçiyor "sen kedi olarak yaratılacakmışsın, son dakikada karışıklık olmuş, insan olmuşsun" diye. Doğru valla! En sevdiğim şey, ben sıcak ve rahat bir ortamda uyuklayayım, çevremdekiler de mırıl mırıl konuşsun, gülüşsün.. Tabii..
10 Eylül 2010 Cuma
Noma
Yüzümde bir adet ergenlik sivilcesi çıktı. Hala ergenim ya; ara ara çıkar, 2-3 gün durur, geçer. Gider gelir aynaya bakar, yüzümü ekşitip dururum. 1 adet sivilce için.
Dün BBC'de Afrika'daki Noma vakaları hakkında bir belgesel vardı. Noma, genellikle fakir 3. dünya ülkelerinde ya da Nazi Almanya'sında kamplarda ortaya çıkan bir hastalık. Temel nedeni, eksik beslenme ya da temiz suya ulaşamama gibi nedenlerle bağışıklık sisteminin çökmesi ve et yiyen bakteri türündeki bir bakterinin sistemi ele geçirmesi. Küçük uçuk gibi başlayıp, hızla yayılıyor ve deriyi yok ediyor. Basit bir antibiyotik ve beslenme desteği ile tedavi edilebiliyor ama geriye kalan yarısı boşluk, delik bir yüz. Afrika'ya giden gönüllü plastik cerrahlar başta çocuklar olmak üzere, halka tedavi imkanı veriyorlar. O şartlarda yapılan ameliyatları, anne-babaları tarafından "lanetli" diye terk edilen çocukları da tv'den bize gösteriyorlar.
Evet yüzünün yarısı yok.. 8 yaşında, yüzünün tek tarafını örtecek bir örtü takmış. Yüzünün bozulmamış diğer yanı melek gibi, ince ince örülmüş saçlarında renkli tokalar. Umutla bakıyor kameraya, belki ameliyat edilebilecek. Doktorlar uygun görürse. Görmezlerse...
Sağlıklı bir vücut neden insana yetmez oldu?
3 Eylül 2010 Cuma
İntihar üzerine..
Daha yaşım "yolun yarısı"na gelmedi ama yola beraber çıktığım, ya da benden az önce çıkmış insanlar arasından birkaçı, yola artık devam etmiyor. Bazıları çok erken vazgeçti yaşamdan. Bugün bunlardan birinin ölüm yıldönümü, ona bu yazı.. Aslında hepimiz onun düşündüklerini düşünüyoruz arada-sırada, değil mi?
Ortalama bir insan, yaşamı boyunca iki kez intihar etmeyi düşünüyormuş - sosyal bilimler araştırmalarının yalancısıyım. Fazla yüksek bir sayı sayılmaz, ben ikiden fazla düşündüm ama birşekilde kopan hayat iplerini birleştirecek gücü ve desteği buldum. Bazen insanın küçük dünyası elinden tamamen kayıp gidiyor, gidenlerin yerine yaşamaya değer birşeyler koyulamayacağı inancı geliyor. Eski alışkanlıklar zevk vermez oluyor, aynaya bakmak, boş boş konuşmak istemez oluyor insan. Ne gerek var yürümeye diyor..
Koşarken, durmaya karar veren insan, bir süre duramaz. Beynin kaslara emir vermesi, kasların da bu emri yerine getirmesi gerekir. Aynen bu şekilde, intihara karar veren insan birden yapamaz bunu. Canına kıymak için insan bir takım hazırlıklar yapar. Bir yöntem seçer, zaman belirler, yöntemi düşünür, işler ve mükemmelleştirir. Sürdürülen bu hazırlıklar sırasında insanın kendine güveni gelir. Yaşamak için bir amacı vardır artık: ölüme hazırlık. Bu; insanı neşelendirir, enerji verir, geçici bir güleryüzlü rahatlama hissi verir. İşte bu zamandır asıl korkulması gereken. Çoğu başarılı eylemin arkasında kalan kişilere sorun; "öyle neşeliydi ki.. biz hiç inanamadık" derler. Bu geçici ruh hali, planın mükemmelleştirilmesi ile yerini daha karanlık bir hüzne bırakır, bu andan itibaren geri sayım başlar, bazen dakikalar, bazen saatler, nadiren günler.
Biz psikologların en korktuğu dönem, karamsarlık değil, karamsarlığı takip eden neşedir. Bu dönemdeki ergene muazzam dikkat gösterilmeli, "düzeldi, artık mutlu" diye geçiştirilmemeli, mutsuzluğun nedeni ortadan kalkmadıysa, bu döneme fırtına öncesi sessizliği gözüyle bakılmalı. Aile, yakınlar ve arkadaşlar bu dönemi yaşadığından şüphelendikleri ergen için mutlaka bir uzmandan yardım istemeli. Çok geç olmadan..
Son olarak, insan nasıl vaz geçiyor biliyor musunuz? Hayatın yaşanmaya değer olduğunu fark ettiğinde. Bazen bunu geride kalanlar için yapıyor, bazen bir "neden" buluyor, bazen de açan bahar dalına, öten kuşa, yağmur sonrası toprak kokusuna daha doyamadığını düşünüyor. Bazen de merak ağır basıyor, yaşanacak günlere dair merak. Her inişin bir çıkışı olduğuna dair bir inanç. Bazen de yaşamın geri kalanını dolu dolu yaşamak ve öteki tarafta sorduklarında güzel birşeyler anlatabilmek için..
Bir köy.. Adı: Değişim..
Ege'ye, sadece isminde ilçe sayılabilecek bu köye her gelişimde, sevdiğim ve bağlandığım bir başka şeyin daha yok olduğuna ya da değiştiğine tanık oluyorum. Yazın sonunda, özellikle de zamanın duracak kadar ağır geçtiği öğle-sonralarında, insan daha çok farkına varıyor bu değişimin.
Zaten genel olarak bir zamanlar herşey bambaşkaydı; şimdikinden çok daha güzel, çok daha güler yüzlü, çok daha canlıydı. Yol asfalt değil toprakken, toz içinde kalırdık ama ne yazar, günde 2 araba bile geçmezdi ki zaten. Şimdi has kalite asfalt, hız yapan şuursuzların ezdiği kedi-köpeklere ağlıyoruz. Yolun virajları öyle çoktu ve mide bulantısı ilaçları o kadar azdı ki, bizbizeydik. Dolayısıyla köyün çocuklarıyla büyüdük, onlarla oynadık, bitlendik, yanaklarımız elma elma oldu. Şimdi yolu genişlettiler, iki otel açıldı. Gelen giden bitmiyor. O zamanlar kapılar hep açıktı, balkona serilen sedirlerde uyurduk. Şimdi pencerede bile kilit var. Eskiden elektrik kesilirdi, hep de haftada bir verilen Cousteau belgeselinin saatine denk gelirdi. Şimdi 150 kanalda izleyecek birşey bulamıyoruz. Su her zaman yoktu, doldurulan küvetin içinde yüzdürdüğüm gemilerim vardı. Yeşil tırtıllar, heryeri kaplayan üzüm bağları, kıpkırmızı açan güller vardı, bizi bırakıp nereye göçtüler..
Benimle yaşıt bir çam ağacı vardır evde, dedem dikmiş. Ananem budansın demiş, işten anlamayan geri zekalının biri ağacın kolunu kanadını kırmış. Daha da kötüsü, kurudu sanıp Semo'mun üzerindeki ardıçı dibinden kesmiş. Çok ağladım ama ne yazar, giden gitmiş.. Bağlandığım şeyler bunlar, canlı olmalarının ötesinde, 2 aylık bebekken getirildiğim bu köyde benimle büyüdükleri, hep benimle oldukları için. Değişen, değiştikçe de beni korkutan dünyada sabit duran noktalarım bunlar. Tüm değerlerim, inançlarım bu tip şeyler üzerine kurulu. Ardı arkasına kaybediyorum.. Kötü bir düş görmek gibi bu, gittikçe daha da kötüleşiyor..