Amerikalıların aksine, Almanlar da bizim gibi eve girişte ayakkabılarını çıkartırlar. Yeni evler genelde yerden ısıtmalıdır ama daha eski evlerde ya da Bavyera geleneklerini koruyan ailelerde aynen bizimki gibi ev terlikleri de vardır hatta. Ama genellikle çorapla, yazın çıplak ayakla da gezilir, aynen bizde olduğu gibi. Sanırım aradaki tek fark "aman kızım taşa basma üşütürsün" diyen Türk analarının eksikliği :)
Ben çocukluğumdan beri taşa mümkünse çıplak ayak basan biriyim. Kafayı saymazsanız üşüttüğüm, yani bu nedenle üsüttügüm, görülmüş şey değildir. Bir tek duş camını ya da adam gibi yıkanmayı akıl edemeyen bazı şuursuzların geride bıraktıkları ıslak banyolardan çok huylanır, onda bile bazen terlik giymek yerine ayaklarımın dış ayasına yamuk yılık basarak, ayak parmaklarımı yukarı kaldırarak tuhaf Hint fakirleri gibi yürür, üşenmez bez alıp yerleri kurularım. Böyle yürürken insan bazen bileğini burkuyor, pek tavsiye etmem ama nedense sanki özellikle de parmaklarım ıslak yüzeye değerse mikrop alacakmışım, hani havuzdan bu şekilde mantar kapacakmışım korkusu da var bilinçsizce.. Huylanırım umuma açık ıslak yerlerden, orda mutlaka giyerim terliğimi yani.
Fakat yüzey ıslak değilse hatta doğanın o yumuşacık koynundaysam, kimse beni tutamaz çıkarır atarım ayakkabıyı terliği. Çıplak ayakla kayalara tırmanmak, dikenli dallı bile olsa çıplak ayakla bahçe sulamak, kumda yürümek, hele hele çimde yürümek şahanedir. Hele ıslak çim, bana ıslak havuz kenarında yaşadıklarımın 180 derece aksi hisler verir ve çok rahatlatır, kendi kendime gülümsetir. Bu hisleri bu günlerde sık sık yaşıyorum ve tüm olumsuz enerjinin üzerimden toprağa akıp gittiğini, rahatlayıp gevşediğimi hissediyorum.
Bizim kız görüntüde benim kopyam olduğu halde, davranış ve alışkanlıklarda hiç bana çekmemiş bu konularda (ve aslında bir çok konuda da). Çimene hem de su ustteki fotodaki annemlerin cennet bahcesindeki mis gibi, yumusacik cimene, çıplak ayak mümkün değil basmıyor, kumdan azami surette huylanıyor, bebekken bile böyle bulaştırarak dökerek yediği olmadı! Catalı bırak bıçakla peçeteyle İngiliz kraliyetinin gözbebeği Charlotte prenses misali yiyor. Pek hos bir durum degil, cunku psikolog olarak kirli bir cocuktan daha cok asiri temiz bir cocuktan korkarim ben.. Dogal degil cunku "temiz kalmayi basaran" bir cocuk.. Ama tuhaf iste, boyleleri de var ve ailenin verdigi egitim ya da davranis kurallari degil, bizzat cocugun icinden gelen, kisiligiyle ozdeslesmis durumlar bunlar.. Aklimin almadigi "cime basmaktan rahatlama ozurlu insan tipi"ni bizzat kendim buyutuyorum, kisacasi :) Tuhaf ki ne tuhaf..
Bu da bana sunu ogretiyor, cocuklarimiz bizden doguyor ama bizim malimiz, bizim gibi olmasini isteyebilecegimiz ya da bizim basaramadigimiz hayallerimizi gerceklestirecek hayat planimiz, projelerimiz degiller.. Onlar bizden farkli, kendi sahislarina ozgu huy ve hayallere sahip bireyler. Bize gore yanlis yolda da olsalar, secimleri bizim deger ve tutumlarimizdan cok farkli da olsa, onlari kabul etmek, onlara destek vermek, olsa olsa deneyimlerimizi aktarip yanlis yollarina isik olmak ama hayat secimlerine mudahale etmemek bizim ebeveynlik gorevimiz. Ne zor is yarabbi!
30 Haziran 2016 Perşembe
25 Haziran 2016 Cumartesi
Her gün, sadece o günü yaşamak
Ingilizce'de "Take life one day at a time" diye bir atasozu vardir, asagi yukari "her gun sadece o gunu yasa" anlamina gelir. Son zamanlarda, sanirim birkac aydir, basarabildigimi dusundugum ve begendigim bir oguttur bu.
Biz bazi ekoldeki anksiyete terapistleri de, aslinda anksiyeteyi "gelecege dair duyulan kaygi", depresyonu ise "gecmiste ilan bitene dair duyulan kaygi" olarak tanimlar ve bu sorunlarin temelinde "icinde bulundugumuz su ani yasayamamak" oldugunu one sureriz. Yani danisana ani yasamayi ogretebilirsek, depresyon da anksiyete de kendiliginden gececektir.
Fakat tabii insan dusunen ve zaman mekan mantigi mevhumuna sahip bir canli ve gecmise takilabiliyor, gelecekle ilgili kuruntular yaratabiliyor. Herseyi bosverip ani yakalamak, biraz saf gonulluluk gibi kaliyor en hafif anlamda. Iste bu noktada "ani yakalamak" aslinda, icinde bulundugun anin farkindaligini yaratmak, endise ve pismanliklardan bu sayede kendini yalitmak anlamina geliyor. Bu; mutlu ve doyumlu bir yasam gecirebilmek icin, ogrenilmesi gereken bir yeti.
"Her gun sadece o gunu yasa!" ogretisi de bu noktada onemli. Cunku bazen oyle cok hayat listeleri ve planlanmis isler yaratiyoruz ki, hayat monotonlasiyor, rutine ve basari / basarisizlik listesine donuyor, bu da yasam doyumunu dusuruyor, memnuniyeti azaltiyor, kisiyi ruhsal sorunlara yaklastiriyor. Oysa her gun, o gun icin sadece 3 ulasilabilir madde koymakla baslasak, bu bile bir kardir. Mesela,
1. bu gunun bitiminde cocuklarin bir sekilde doymus, temiz ve guvenli halde yataga gitmelerini saglayacagim
2. bugun ne kadar yogun olursa olsun, 5 dakikami kendime ayiracagim ve bu 5dk boyunca kimsenin isine kosmayacagim, yapmak zorunda oldugum bir seyi degil, zevk aldigim bir seyi yapacagim
3. bugun ne kadar kotu / zor gecerse gecsin, mutlaka bir an olsun guzellik kapimi calmistir. Gun icinde olan guzel bir seyi hatirlayip, bir sure onu dusunecek ve gulumseyecegim.
Bu kadar. Bu sekilde baslanabilir, gerisi hayal gucunuze bagli gelisecektir zaten. Bu egzersizlere basladigimdan ve yasamimi bilincli olarak yavaslatmayi denemeye basladigimdan beri, gunlerimden hem daha cok verim aliyorum (kosturup durnak aslinda insana normalden fazla zaman kaybettiriyor) hem de aslinda gercekten benim icin su hayatta neler onemli, neler vaz gecilebilir ogreniyor, kendimi daha derinden tanimaya basladigimi (ve belki de gunun birinde gercekten sevecegimi bile) hissediyorum. Bu yonde bir kisisel gelisim bana daha samimi, dogal geliyor.
Ve her gun sadece o gunu yasamak.. Gelecege dair plan yaparken secici olmak, hayati planlarla degil, gercek deneyimlerle doldurmak. Bunlar hayati anlamli kiliyor, icini dolduruyor. Bir de yaris ati gibi haldir huldur soluksuzca yasamayi degil, kendini idareli kullanmayi da ogretiyor insana. Ölüme bu kadar takilan entellektuel zihin, aslinda yasama anlam vermeye calisiyor, hepsi bu.
Biz bazi ekoldeki anksiyete terapistleri de, aslinda anksiyeteyi "gelecege dair duyulan kaygi", depresyonu ise "gecmiste ilan bitene dair duyulan kaygi" olarak tanimlar ve bu sorunlarin temelinde "icinde bulundugumuz su ani yasayamamak" oldugunu one sureriz. Yani danisana ani yasamayi ogretebilirsek, depresyon da anksiyete de kendiliginden gececektir.
Fakat tabii insan dusunen ve zaman mekan mantigi mevhumuna sahip bir canli ve gecmise takilabiliyor, gelecekle ilgili kuruntular yaratabiliyor. Herseyi bosverip ani yakalamak, biraz saf gonulluluk gibi kaliyor en hafif anlamda. Iste bu noktada "ani yakalamak" aslinda, icinde bulundugun anin farkindaligini yaratmak, endise ve pismanliklardan bu sayede kendini yalitmak anlamina geliyor. Bu; mutlu ve doyumlu bir yasam gecirebilmek icin, ogrenilmesi gereken bir yeti.
"Her gun sadece o gunu yasa!" ogretisi de bu noktada onemli. Cunku bazen oyle cok hayat listeleri ve planlanmis isler yaratiyoruz ki, hayat monotonlasiyor, rutine ve basari / basarisizlik listesine donuyor, bu da yasam doyumunu dusuruyor, memnuniyeti azaltiyor, kisiyi ruhsal sorunlara yaklastiriyor. Oysa her gun, o gun icin sadece 3 ulasilabilir madde koymakla baslasak, bu bile bir kardir. Mesela,
1. bu gunun bitiminde cocuklarin bir sekilde doymus, temiz ve guvenli halde yataga gitmelerini saglayacagim
2. bugun ne kadar yogun olursa olsun, 5 dakikami kendime ayiracagim ve bu 5dk boyunca kimsenin isine kosmayacagim, yapmak zorunda oldugum bir seyi degil, zevk aldigim bir seyi yapacagim
3. bugun ne kadar kotu / zor gecerse gecsin, mutlaka bir an olsun guzellik kapimi calmistir. Gun icinde olan guzel bir seyi hatirlayip, bir sure onu dusunecek ve gulumseyecegim.
Bu kadar. Bu sekilde baslanabilir, gerisi hayal gucunuze bagli gelisecektir zaten. Bu egzersizlere basladigimdan ve yasamimi bilincli olarak yavaslatmayi denemeye basladigimdan beri, gunlerimden hem daha cok verim aliyorum (kosturup durnak aslinda insana normalden fazla zaman kaybettiriyor) hem de aslinda gercekten benim icin su hayatta neler onemli, neler vaz gecilebilir ogreniyor, kendimi daha derinden tanimaya basladigimi (ve belki de gunun birinde gercekten sevecegimi bile) hissediyorum. Bu yonde bir kisisel gelisim bana daha samimi, dogal geliyor.
Ve her gun sadece o gunu yasamak.. Gelecege dair plan yaparken secici olmak, hayati planlarla degil, gercek deneyimlerle doldurmak. Bunlar hayati anlamli kiliyor, icini dolduruyor. Bir de yaris ati gibi haldir huldur soluksuzca yasamayi degil, kendini idareli kullanmayi da ogretiyor insana. Ölüme bu kadar takilan entellektuel zihin, aslinda yasama anlam vermeye calisiyor, hepsi bu.
22 Haziran 2016 Çarşamba
Uyuyan kişiyi izlemekteki huzur
Onu izledigimden habersiz..
Uyurken izledigim baska insanlar da oldu. Beni uyurken izleyenler de mutlaka olmustur. Asagi yukari uyuyan bir insan icin bu hisleri duyariz degil mi; huzurlu, sakin bir uzaklik hissi. Kim bilir beyni ona hangi goruntuleri sunuyor, gunun tortusundan secilenler, kimseye acmadigi fantaziler, korkular belki. Bazen dudaklar kipirdar hafifce, belki ruyasinda birine seni seviyorum diye fisildadi, ya da isyerinde patrona kiziyor, istifayi basiyor su an, o tek kas da kalkti bak, olay ciddi belli ki..
Bazense sadece uyurlar. Ritmik nefes alis verisler, arada hafifce ic cekmeler, bir yandan obur yana donmeyle degisen ritm, uyku ahengi..
Odayi ya da hayati paylastigin kisilerin nasil uyudugunu bilirsin. Bazisi yaz kis ince de olsa bir ortunun guvenini ister uzerinde, bazisi ayaklarini sigdiramaz yataga illa ki tasirir uctan yandan, bazisi yastigi bir sevgili gibi kucaklar, bazisi kolunu basinin altina yoldas eder. Bazi uykuya gecis rituellerini ogrenirsin beraber yasadigin insanlarin, oylesine siradan, o kadar da ilginctir.
Ölümü de dusundurur sana bu uykulari gizlice izleme aliskanligi, meslegi geregi binlerce insanin olumune sahit olmus annenin sozu aklina gelir, "kimi uyur gibi huzurlu, kimi acidan kasilmis yuzler" sozu.. Oysa tum kaslarin gevsedigini sanarsin olumle.. Gercekten hissettigim, sanki biri bir salteri indiriyor, o kadar.. Gerisi karanlik bosluk yokluk.. Derin, ruyasiz bir uyku gibi. 19.yy basinda oluleri yasiyormus gibi giydirip poz verdirtip son fotograflarini cekmek cok yayginmis, biliyor muydunuz? Hatta cogu fotograf olulerin fotografidir, yasayanlar fotograf cektirmezdi o donemde deniyor, malum hareketsiz uzun sure beklemek gibi teknik sorunlar da var.. Mesela su yandaki fotodaki tum cocuklarin olu oldugunu soylesem..? 1800'lerde insanlar sandigimiz kadar "naif zarif" falan degilmis, tuhaf zevkleri ve aliskanliklari varmis, gercekten urkutucu..
Ölü bir insani degil ama onun bir tik oncesi ve yakini olabilecek uyuyan bir insani izlemeyi severim; bazen otobus ve ucak yolculuklarinda, bazen o huzurlu sessizlikte kendim uyku tutmazken tanidigim yuzlerde.. Sanirim tuhaf bir huzur buluyorum; icten, rol yapmayan, kendi gibi gorunen, bundan gayri de sansi olmayan bu yuzlerde..
10 Haziran 2016 Cuma
Yaz okumaları üzerine
Benim için; en azından çocukluğum, gençliğim ve genç yetişkinliğimin büyük bir kısmında; yaz mevsimi demek, deniz ve kitap demekti. Okullar kapanıp da 3 aylığına ananemin yazlığına "göçme"mevsimim geldiğinde, kitap dolu bavullar hazırlayışım, sonra onları o deniz gören yatağımın başucundaki mermer pervaza sıralayışım, kitapların arasından görülen o masmavilik.. Yavaş yavaş yazın olgunlaşmasıyla gelen cırcır böcekleri, incir ve üzüm ağaçlarının baygın kokuları, uzayıp giden ve insana hiç bitmeyecekmiş hissi veren Ağustos öğleden sonraları.. Yaz bu demekti, ne şanslıymışım..
Bir yaz mesela Red Kit çizgi romanları ve bahçede çadır kurmakla, yemeklerimi (en severek de Ege'nin bahçelerinden toplanmışzeytinlerin yağında mis gibi pişirilmiş, buz gibi servis edilen yeşil fasülye, yanında çoban salatası ve taş gibi yoğurt yerdim o sene) bile o çadırda yemekle geçti.. Bir başka yazı ise, Agatha Christie'lere dalmış, tüm seriyi okumuş, gecenin puslu karanlığında yatağımdan sadece başımı kaldırarak denize bakarak, dalgaları dinleyerek, anca ergenlik öncesine mahsus o sakin ve meraklı dönemde insana hasıl olan o dingin hayallerle dolu yani Herkül gibi bir dedektif olduğumu ve o Ege kasabasının sakladığı tüm gizemleri çözdüğümü hayal ederek geçirmiştim. Bir başka yaz - o yaz ne çok yağmur yağmıştı - Rus klasiklerini keşfetmiş, Dostoyevski mi Tolstoy'mu ikilemine hiç bulaşmadan hepsini yalayıp yutmuş, sonra yıllarca döne döne okuduğum aynı kitaplarda daha derin başka bir şeyler olduğunu keşfedip durmuştum.
Yaz demek, masmavi bir denizde yüzerken aklının hala o romanda olması demekti. İyi bir romanın içinde yaşamak ve bittiğinde sanki yaz sonu anca bir sonraki yaza kavuşacağın yakın bir dosta veda ediyormuşsun gibi bir düğüm hissetmek demekti..
Her yaz kulelerce kitap okurdum, çoğu zaman öyle ayrı bir dünyada yaşardım ki, adımı defalarca seslendiklerini bile duymaz, bazen "yeter artık gözlerine yazık"ı duymadan elimden kitabı bırakmaz, çevremde olan bitenin ayırdına varamazdım. Bu bana normal gelirdi, oysa ne büyük lüksmüş..
Artık senede 25-30 kitap anca okuyabiliyorum, Bunun nedeni benim yetişkin dünyasının sorumlulukları içinde asla kendimle baş başa kalamamam mı, yoksa şu an sadece bahane üretiyor olmam mı, emin değilim.. Her neyse; bu yaz kısacık da olsa, denizsiz de olsa, kendimle baş başa, kitaba gömülü birkaç güncük olsun yaşamak istiyorum..
Bir yaz mesela Red Kit çizgi romanları ve bahçede çadır kurmakla, yemeklerimi (en severek de Ege'nin bahçelerinden toplanmışzeytinlerin yağında mis gibi pişirilmiş, buz gibi servis edilen yeşil fasülye, yanında çoban salatası ve taş gibi yoğurt yerdim o sene) bile o çadırda yemekle geçti.. Bir başka yazı ise, Agatha Christie'lere dalmış, tüm seriyi okumuş, gecenin puslu karanlığında yatağımdan sadece başımı kaldırarak denize bakarak, dalgaları dinleyerek, anca ergenlik öncesine mahsus o sakin ve meraklı dönemde insana hasıl olan o dingin hayallerle dolu yani Herkül gibi bir dedektif olduğumu ve o Ege kasabasının sakladığı tüm gizemleri çözdüğümü hayal ederek geçirmiştim. Bir başka yaz - o yaz ne çok yağmur yağmıştı - Rus klasiklerini keşfetmiş, Dostoyevski mi Tolstoy'mu ikilemine hiç bulaşmadan hepsini yalayıp yutmuş, sonra yıllarca döne döne okuduğum aynı kitaplarda daha derin başka bir şeyler olduğunu keşfedip durmuştum.
Yaz demek, masmavi bir denizde yüzerken aklının hala o romanda olması demekti. İyi bir romanın içinde yaşamak ve bittiğinde sanki yaz sonu anca bir sonraki yaza kavuşacağın yakın bir dosta veda ediyormuşsun gibi bir düğüm hissetmek demekti..
Her yaz kulelerce kitap okurdum, çoğu zaman öyle ayrı bir dünyada yaşardım ki, adımı defalarca seslendiklerini bile duymaz, bazen "yeter artık gözlerine yazık"ı duymadan elimden kitabı bırakmaz, çevremde olan bitenin ayırdına varamazdım. Bu bana normal gelirdi, oysa ne büyük lüksmüş..
Artık senede 25-30 kitap anca okuyabiliyorum, Bunun nedeni benim yetişkin dünyasının sorumlulukları içinde asla kendimle baş başa kalamamam mı, yoksa şu an sadece bahane üretiyor olmam mı, emin değilim.. Her neyse; bu yaz kısacık da olsa, denizsiz de olsa, kendimle baş başa, kitaba gömülü birkaç güncük olsun yaşamak istiyorum..
1 Haziran 2016 Çarşamba
Hoşçakal çatıdaki kuş
Yıllardır salonumun penceresinden bakıştığım bir kuşum var. Tesadüf olamaz, bu kuş yıllardır günün aynı saatinde aynı çatının aynı noktasına gelip beni izliyor. Ben de onu izliyorum. Karşılıklı bakışıyoruz, hayvanat bahçesi denen hapishanelerdeki tutsak gorillerin, onları cam ya da barlar arkasından izleyen insanlara boş gözlerle bakışları gibi..
Bazen boş bulunup, oturduğum koltuktan kafamı kaldırıp çatıya bir göz atıyorum, kuşum oradaysa içimi bir huzur kaplıyor. Nedensiz. Kuşum yoksa, nerede olabileceğini düşünmek, hava güzelse huzur veriyor. Yağmur ya da karlı havalarda gözüm daha sık takılıyor karşı çatının o uç noktasına.
Karşı evdekiler bu kuştan habersiz yaşayıp gidiyorlar çünkü kimse kendi çatısını göremez. Belki onların da bizim çatıya gelen kuşla bir samimiyetleri var, ben de bundan habersizim. Bu düşünce beni gülümsetiyor. Aynen bazen kendi karakterimize ait kusurları göremeyişimiz gibi..
Bu evden ayrılmamıza sadece 15 gün kaldı. Kuşum taşınma hazırlıklarını ne kadar görebiliyor, ne kadar anlam yükleyebiliyor bilmiyorum. Belki karşı çatıda olmadığı zamanlar izlediği başka hayatlardan biliyordur. Belki de günü birinde evi boş boş görecek, o da benim onu merak ettiğim gibi, benim yokluğumu merak edecek. Belki benim yerime, benim koltuğumun yerine koyduğu bir başka koltuğa oturacak bir başka kadını görecek, onu benden daha merakla izleyecek. Ya da çok uzağa gitmiyoruz ya, belki bir gün tesadüf eseri birbirimizi buluvereceğiz bir başka pencereye bakan bir başka çatıda.. Neden olmasın?
Bazen boş bulunup, oturduğum koltuktan kafamı kaldırıp çatıya bir göz atıyorum, kuşum oradaysa içimi bir huzur kaplıyor. Nedensiz. Kuşum yoksa, nerede olabileceğini düşünmek, hava güzelse huzur veriyor. Yağmur ya da karlı havalarda gözüm daha sık takılıyor karşı çatının o uç noktasına.
Karşı evdekiler bu kuştan habersiz yaşayıp gidiyorlar çünkü kimse kendi çatısını göremez. Belki onların da bizim çatıya gelen kuşla bir samimiyetleri var, ben de bundan habersizim. Bu düşünce beni gülümsetiyor. Aynen bazen kendi karakterimize ait kusurları göremeyişimiz gibi..
Bu evden ayrılmamıza sadece 15 gün kaldı. Kuşum taşınma hazırlıklarını ne kadar görebiliyor, ne kadar anlam yükleyebiliyor bilmiyorum. Belki karşı çatıda olmadığı zamanlar izlediği başka hayatlardan biliyordur. Belki de günü birinde evi boş boş görecek, o da benim onu merak ettiğim gibi, benim yokluğumu merak edecek. Belki benim yerime, benim koltuğumun yerine koyduğu bir başka koltuğa oturacak bir başka kadını görecek, onu benden daha merakla izleyecek. Ya da çok uzağa gitmiyoruz ya, belki bir gün tesadüf eseri birbirimizi buluvereceğiz bir başka pencereye bakan bir başka çatıda.. Neden olmasın?