31 Ağustos 2012 Cuma

Ana babalı haller


Haftasonu annemle babam Türkiye'den ziyaretimize geldiler. "Misafirlik üç gündür" diyen atamızın sözüne uyup, hemencecik de geri döndüler. Kısacık haftasonu ziyaretleri hepimize güzel bir değişiklik oldu; yine Avusturalya'dan dönüp bu kadar yakın bir ülkeye yerleşmemizin ne kadar isabetli bir karar olduğunu düşündük, ılık ve yer yer yağışlı Avrupa yazının keyfini çıkarttık ve tabii evde anne baba olmasının tatlı ve sıcak huzurunu hissettik. Ben yaptığımız yürüyüşleri, bira bahçesinde birden yağmura yakalanmamızı, evde yaptığımız kahvaltıları tek geçerim. Hele yolda görüp durduğumuz, sevinç çığlıkları atarak, koşarak daldığımız bir ahududu tarlası macerası var ki.. Ailecek 1,5kg ahududu topladık dalından ve adet olduğu üzere en az 1,5kg da mideye indirdik; fiyatlar zaten %200 zamlı olduğu için, toplarken yeme zevki hoşgörülüyor. Bazen düşünüyorum da, artık bura benim evim oldu ama keşke tüm ailem ve tüm arkadaşlarım da benimle birlikte Münih'te yaşasalardı.. Burası sanırım dünyanın en güzel kenti, bir tek insan sevdiklerinden ayrı olmasa..

Annemle babam çok ilginç tipler gibi geliyor bana ama büyük ihtimalle hepimizinkiler öyledir. Annem yanında kendi bahçesinden koparttığı 1kg yeşil biber ve bir cam kavanozda zeytin getirmiş! Babam çeşit çeşit kuruyemiş almış. Boğazlarından geçmiyormuş yoksa.. Bu kadarla kalsa iyi; bir de her ziyaretimde, bu "eşek kadar" yaşıma bakmadan seyahat harçlığı vermeye kalkıyorlar bana! Ben genellikle cebime, çantama sokuşturulan bu harçlıkları keşfedip geri bırakıyorum ve akabinde de tam giderayak "ben büyüdüm yahu artık kendi ayaklarımın üzerinde duruyorum" ile "sen bizim için sonsuza dek çocuksun" temalı ufak tartışmalar yaşanıyor, bazen gözyaşları dökülüyor falan. Bu sefer böyle birşey yaşanmadı, ne konusu geçti, ne de çantamda cebimde bir kabartı keşfettim ve haliyle ben de "anladılar yahu büyüdüğümü" diye küçük çaplı bir sevinç yaşadım. Ama tabii kazın ayağı öyle değilmiş, anne baba değişmezmiş sevgili dostlar. Annemler döndükten sonra mail yazıp "salon kitaplığında duran Filipinler rehber kitabının içine bak! seni seviyoruz" diye adeta bir 007 James Bond pusulası yollamışlar. Gittim baktım heyecanla, define adasının haritası mı çıkacak ne çıkacak? Ne çıkabilir? Kitabın içinden hayli yüklü bir mebla çıktı; sinirlensem mi, üzülsem mi, yoksa gülsem mi bilemedim. Yaratıcılıklarına şapka çıkarıyorum. Bu yaşta bayramlık almış oldum annemle babamdan. İnsana ağır geliyor bu haller.. Tamam şu an öğrenciyim ama, eşek kadar olduk artık, elimiz ekmek tutar halde, kendi yağımızda kavrulalım istiyoruz. Ama anne baba yüreği de böyle birşey heralde; gelirken biber, giderken para..

Birini yolcu etmek, insana bir boşluk hissi veriyor. Sanki birşeyler eksik kalmış gibi.

19 Ağustos 2012 Pazar

Bilinç akışı

Bu gece, yine düşüncelerimin akış hızına yetişemiyorum. O zaman bırak aksın bilincin; yazmak en iyisi..

Beni düşündüren çok şey var hayatta; çünkü herşeyin nedenini, nasılını merak ederim. Mesela; Andre Gide "her türlü kötülüğü yapabilecekken birşey yapmamak; işte bu iyiliktir" derken doğruyu mu söylüyordu? Ya da neden herkesin hakkını hep ben, şövalye gibi korumaya ve savunmaya kalkıyorum? Sonra herkes "aman, kötü olmamak" adına geri çekilince neden ben tek başıma ortada kalıyorum? Kendi hakkımı neden diğerlerininki kadar iyi savunamıyorum? Neden herkes bir yolunu bulmuş ilerlerken, ben Bilge Karasu gibi "kurabiyeyi yeme isteği ile, elimde kalan parçanın gittikçe küçülmesi gerçeği arasında ikilemde kalmak"tayım? Belki de Dostoyevski gibi "fazla duyarlı olma hastalığı"na yakalandım? Oysa Ahmet Hamdi Tanpınar gibi boşverebilirdim de, nasılsa "günler gelip geçmekteler, kuşlar gibi uçmaktalar"..

Oysa, birşey yapmalı! Orhan Pamuk'un Beyaz Kale'de betimlediği "sıradan genç" gibi ben de herkesten daha akıllı ve yaratıcıyım, bundan kuşkum yok! O zaman?

Belki Lao Tzo haklı, çok fazla "arıyorum"; oysa aradıkça yitiriyorum. Gönlümde olan, hakkımda hayırlı mı; hakkımda hayırlı olana gönlüm razı mı? Belki de tüm mesele bu! Ayrıca bazı şeyleri yaparken öğreniyor insan, ararken değil. Moliere gibi; "..ve akıl yürütmeler aklı alıp götürdü.." olmasın sonum?

O zaman uyan! Uyan ve kahvenin kokusunu içine çek.

Hamiş: Üstteki fotoğraf, Münih Flaucher'daki bir köprü üzerindeki "aşk kilitleri". Evlenenler bu köprüye gelip, üzerinde isimlerinin bulunduğu renkli bir kilit asıyorlar. Sonsuza dek birbirlerine "kilitlenmiş" oluyorlar. Bazılarına sonradan eklenmiş kurdeleler ya da minik kilitler de var, çocuklarının isimlerini de kitliyorlar kendilerine. Oysa aşk ya da genel anlamıyla birini sevmek demek; bence serbest bırakmaktır, kuş gibi uçmaktır, midedeki binlerce kelebektir, biryere sonsuza dek bağlanmak değil, yepyeni birşeylere yelken açmaktır. Bu yüzden biz evlenirken; köprülere kilitler değil, okyanusa çiçekler atmayı tercih ettik.. Bence iyi de ettik..

Alplerin tepelerinde damıtılmış düşünceler


Ayaklarımla düşündüğümü artık iyice biliyorsunuz. Düşüncelerimin özellikle Alplerin tepelerinde yoğunlaştığını, damıtıldığını, sadeleşip bana geri döndüğünü artık ben de anladım. Belki de bu yüzden dağları sevmeye başladım son zamanlarda. Bir süredir, haftasonları bir tam günümüzü dışarıda fiziksel efor sarfederek geçiriyoruz. Sabah hafif bir kahvaltının ardından, kendimizi genellikle Alplere ya da bisikletliysek kapkara ormanlara vuruyoruz. Biryerlere tırmanıyoruz, biryerlerden gelen buz gibi derelere ayak sokuyoruz, biryerlerde oturup bizi umursamadan geviş getirip duran tombul ineklerin çıngıraklarını dinliyoruz. Alplere özgü tahtadan dağ kulübelerinde atıştırmalık molalar verip, inişe geçiyoruz. Akşam gün batarken yorgun, kokarca gibi giriyoruz eve. Doğru banyoya. Aptal kutusuna, dünyada ne olup bittiğine bak azıcık, sonra yatağa.

Beni uyku tutmuyor genellikle bu tip fiziksel efor sarfettiğim günlerin gecelerinde. Yorgunluktan uyuyamamak diye birşey varmış gerçekten de! O zaman genellikle ya Soyut'a birşeyler çiziktiriyorum, ya da buraya yazıyorum. Bazısını yayınlıyorum, bazısı taslaklarda kalıyor. Bugün yumuşacık çimeni teperken, gün boyu düşündüğüm; iki can dostumun çıkmadan önce mail kutumda gördüğüm maillerinden birer cümleydi. İlki "normal bir ilişki nedir?" diyordu, ikincisi ise "en son ne zaman kendimi güvende hissettim bilmiyorum" diyordu. Alplerin tepelerinde düşünmek için ne kadar güzel konular bunlar..

Alplerin berrak havası, sessiz sesi, buz gibi suyu damıttı "normal"i; dedi ki: normal diye belirlenmiş birşey yoktur. Normal her farklı zamanda, her farklı ortamda, her farklı kişide, kendini tekrar belirleyen bir kavramdır. Tıpkı genel bir "iyi" ya da "kötü"nün olamayacağı gibi, genellenebilen bir normallik de yoktur. Dolayısıyla "artık normal bir ilişki istiyorum" dediğinizde; havaya konuşursunuz, suya konuşursunuz, rüzgara konuşursunuz ve sesiniz Alplerin girintili çıkıntılı dehlizlerinde, vadilerinde ve yamaçlarında kaybolur gider. Normal bir ilişki istemek, sizin "iyi" ya da "kötü" diye belirlediğiniz kıstaslara uyan bir ilişkidir, içinde bulunduğunuz ruh haline, toplumun genel geleneksel yapısına uygun düşen sıfatlar topluluğudur. Bugünkü belirleyiciler yarına uymaz, bugünün doğrusu ve güzeli yarın çoktan eskiyecektir. Normal bir ilişki istiyorsanız, en başta beklenmedik'e hazırlıklı olmayı, bu anda burada olanı olduğu gibi kabullenip mutlu olmayı öğrenmeniz gerekir. Alpler kulağıma bunu fısıldadı..

Güvende hissetmek de kişinin bakış açısıyla ilişkilidir, doruklarda doğup bahar boyunca akan coşkun sudaki tek bir damla kadar yerinizin olduğunu algılamakla ilgilidir. Herşeyin kendi etrafınızda değil, sizin herşeyin etrafında ve herşeyin de diğer başka herşeyin etrafında döndüğünü kabullenmekle ilgilidir. Kapkaranlık bir gecede yıldızlara bakıp, sizden daha büyük birşeylere ait olduğunuz, çok büyük bir planın ufacık bir detayı kadar önemsiz ya da tam o kadar çok önemli olduğunuzu anlamakla ilgilidir. Bir yaprağın yeşil damarlarına, bir hayvanın cam gözlerine bakıp; kendinizden birşeyler görebilmekle ilgilidir. O zaman ne olursa olsun güvende hissedersiniz kendinizi, çünkü genel planı görebilirsiniz artık ve ufacık bir detayın genel planı aslında hiç etkilemediğini de. Bunu da fısıldadı Alpler..

Tarih tekerrürden ibaretse, aynı zamanda hiçkimse tarihten ders almıyor demektir. Alpler bunu damıttı..