Son görüşeli beri sevgili bloggercıklarım, Münih'e birden yaz geldi. Daha bir hafta öncesine dek 5-6 derecelerde seyrederek, bizleri yün paltolarla dolaştırıp Türkiye'deki akraba ve akranlarımızın zorbalığı ve alaylarına maruz bırakan kahrolasıca Sibirya soğuk akımı Alplerin üzerinden aşamayınca; Bavyeramıza güneyden hoş bir sürpriz geldi: Afrika sıcakları. Hava birden 28 dereceye yükseliverince; yün paltoları alelacele çıkarttık, tshirtleri giyiverdik. Cıbıldak kalmış ağaçlar aniden yapraklara büründü, doğada bir papatya pörtlemesi vuku buldu. Etraf öpüşen koklaşan çiftlerle, bisiklet üstünde beyaz saçları efil efil uçuşan ve sarkık gerdanları bıngıl bıngıl bıngıldayan 80lik dede ve ninelerle, pusetlerinde cork cork ana sütü içen bebelerle, rengarenk uçurtmalar, balonlar ve mangalcılarla doldu taştı. Saatler 6'yı vurur vurmaz kendimizi işten ve okuldan dışarılara attık. Bira bahçelerine akın ettik, kestane ağaçlarının gölgesinde, şırıl şırıl akan derenin yanında tazecik pretzele, buz gibi biraya, keskin obazdaya, çıtır turpa ve keyifli dost sohbetlerine daldık.
Baktık Afrika'dan gelen sıcak hava akımı haftasonuna sarkıyor; bir mangal keyfi yaptık koca efendiyle balkonumuzda. Etobur efendiye annemin maydonozlu köftesi, otobur hanfendiye koccaman nar ekşili semizotu salatası ve hellim peyniri ile. Hatta İtalya'dan hediye gelen ve kimseye ikram etmeye kıyamadığımız şarabımızı bile açtık, kadife gibi. Oysa o gece Die lange Nacht der Musik vardı.. 400 mekan, 400 konser ama evdeki keyif bir başka dedik, gitmedik. Yıldızlara baktık, Spotify'dan gelmiş geçmiş şarkıları potpori ettik, kafalar şenlendikçe ben Sarı Gelin'i dinlettim aleman kocaya, azıcık ağladım da galiba (bu şarkıyı dinledikçe hep aklıma dağılan aileler, türke gideceğine dereye atılan bebeler, herşeyi bastırıp unutmuş neşeli ninelerin bile bu şarkıyla büründükleri sessizlikleri, buğulu gözleri geliyor be Fethiye Çetin..)
Haftasonu ben kendimi çiçekle böceğe adadım iyice. Kedici kadınlar gibi, çiçekçi kadına dönüşüyorum gittikçe.. Sardunya, Begonvil, bilimum Ege bitkisi görünce dayanamıyorum, durduramıyorum kendimi. Hani evi Ege'ye götüremiyorsan, Ege'yi eve getir misali. Ev bitki (ve bitki sineği) doldu taşıyor. Geçen seneki gibi bir de herbal garden yaptım, maydonoz ve fesleğen ile. Mis gibi, tazecik. Ha bir de sarkan orkideleri bambu sopalara bağladım, kırılacak diye korkuyorum ama bu sefer de çok çirkin oldular; aynen asker gibi "HAZIROL!"da duruyor gibiler. Bir de Benjamin'in yaprakları sarardı birden, dökülecek gibi oldu, suyunu da içmiyor nedense.. Toprak yerine hidrokültür var dibinde ve ben anlamıyorum onun dilinden. Bu canımı sıkıyor biraz. Onun dışındakiler mutlu gibiler şimdilik.
Biraz da Bavyera köylerine uzandık Pazar günü. Etraf çılgın gibi papatyaya, vızır vızır böceğe ve cıvıl cıvıl kuşa bürünmüş. Köy evinin birinde erkek tavuskuşu çirkin dişisine tüylerini açıp kırpıştırarak cilve yapıyordu, bir süre durup onu izledik. Dişi pek oralı değilmiş gibi davranıyordu ama biz kendisine hayran kaldık, bizi cezbetti. Bu sayede de sanırım hayatımızı kurtardı, çünkü dönüşte hız sınırı olmayan otobanda 20 araba birbirine girmiş, ölü yaralı gani gani.. 30dk ile kurtarmışız belki de.. Tavuskuşuna hayran hayran bakarken..
Bu arada tabii hayatta kaçırılmaması gereken birçok hadise vuku buldu ve bahar sarhoşu ben, kafayı çiçek böcekle bozmuş bulunduğum için bu hadiselerin birçoğunu kaçırdım. Misal, Allgau Orient Rallisi başladı ve uzun yol tutkunu ben içinde yokum. Ve fakat; bu seneki rallide zaten iş yok, Almanya'nın güneyinden Azerbaycan'ın başkenti Bakü'ye gitmenin nesi macera allaseniz? Psikolojide buna ulaşamadığı ciğere pis deme hali deniyor, o ayrı. Rallicilere bol macera, keyif ve tabii doğu karadeniz minibüs şöförlerinin gazabından uzak durmalarını diliyoruz. Kısmet bir başka bahara artık (seneye gerçekten düşünüyorsanız, başvuruların açılmasıyla dolup kapanması bir oluyor, siteyi iyi takip edin). Kaçan bu ilk "büyük" balığın üzerine bir bardak su içerek, Ice Road Truckers: Deadliest Roads (India)'yı izlemeye devam..
Kaçan bir diğer "büyük" balık; dünyanın en iyi restorantı El Bulli kapanmış anasını satiim! Oysa ki ben; senede başvuran 2 milyon kişi arasından seçilen 8000 müşteriden biri olacaktım, sırf bu nedenle İspanya'ya gidecek, gözüm bir Gaudi bile görmeden, önüme bir sanat eseri görselliğinde ve tabii ki mikroskopik boyutlarda gelen 35 ana yemeği tek tek tadacak, 200 euromu efendi gibi ödeyip, mağrur ama aç bir şekilde eve dönecek, o açlığa rağmen midemde huşu içinde yatmakta olan sanat eserlerinin üzerine bir sandviç yemeyi ayıp belleyerek gurultular içinde, bir o yana, bir bu yana dönerek sabahı edecektim.. Evet yapacaktım bunu.. Kısmet değilmiş.. Restorant artık sadece bilime hizmet verecek, yeme sanatını bir üst boyuta taşımak için araştırma kurumu bünyesinde varlığını sürdürecekmiş. Öyle olsun bakalım Ferran usta..
30 Nisan 2012 Pazartesi
23 Nisan 2012 Pazartesi
Büyümiycem işte!
Bugün 23 Nisan, Ulusal Egemenlik ve ÇOCUK BAYRAMI. Atatürk bize armağan etmiş bu bayramı, babam diyo ki dünyanın başka hiçbir yerinde yokmuş böyle çocuklara armağan edilen bi bayram. Bi de "o süt bitecek!" diyo babam, ama ben içine bal koydukları bu sıcak sütü sevmiyorum ki.. Sabah canım istemiyo ki, şekerli şekerli karnım böyle hopluyo sanki. Ama içiyorum yine de, babam diyo çünkü.
Bu sabah erken uyandım, çünkü okula gidiyorum ben. Sabah öyle erken geliyo ki bazen servis, canım hiç uyanmak istemiyo. Karnım ağrıyo o zaman ama annem yinede "okula gideceksin!" diyo, gidiyorum. Ben 6 yaşındayım, okuyup yazabiliyorum. Servisle okula giderken gördüğüm bütüüün tabelaları yüksek sesle okumaya çalışıyorum ama çok hızlı geçiyo servis, okuyamıyorum. Servisteki teyze kızıyo hem, "yerine otur!" diyo. Oturuyorum. Okulda örtmenim yüksek sesle okuyunca saçımı okşuyo ama. Bazen resim çiziyoruz, ben içlerini bisürü renklerle boyuyorum, çizginin dışına hiç taşırmıyorum. O zaman örtmenim tahtaya asıyo resmimi. Bazen de anneme götürüyorum, buzdolabına asıyo annem.
Bu sabah erken uyandım ama annem okul yok dedi. Annemle babam evdeler, bayramda tatil olurmuş, çalışmazlarmış. Anneme kahvaltı hazırlıycam şimdi. Ama boyum yetmiyo mutfak masasına, sandalyeyi çeksem yetişir. Babam kızıyo, çok ses yapmışım "ne kahvaltısı, git uyu daha sabah olmadı" dedi. Ben pencereden baktım, güneş doğmuş ama babam sabah olmadı dedi, demek ki daha olmamış. Uykum bitti ki benim.. Oyuncaklarımı aradım, çok güzel bir bebek aldı annannem bana, saçları pembe, elbisesi pembe, tokaları da pembe. Ben de annem bana hep pembe elbise alsın istiyorum ama annem pembeyi benim kadar sevmiyo. Kırmızıyı seviyo ama. Olsun.
Oyuncaklarımı "okul zamanı!" diye dolaba koymuş annem. Benim boyum erişmiyo oraya. Sandalyeyi çeksem? Babam ses yapma dedi. Hem ben kocaman kız oldum artık. Okulumda derslerimde çok başarılı olucam. Bazen ne olucaksın diye soruyolar bana. Ben aslında o süslü pembe elbiseleri giyen, saçları böyle upuzuuun abla var ya.. Onun gibi olmak istiyorum ama annem söyledi ben doktor olmak istiyomuşum. Belki örtmen olurum. Ya da hem doktor hem örtmen olurum. Ama pembe elbise giyen örtmen.
Annemle babam uyandılar. Babamla bakkala ekmek almaya gittik. Babam bana çukulata da aldı ama önce sütümü bitircekmişim. Annem televizyonu açtı. Orda bazı çocuklar çimenlerin üstünde bişeyler yapıyolar. Büyükler de alkışlıyo onları. Jimnastik gibi bişiler ama ellerinde de renkli renkli bişeyler sallıyolar. Bayrakmış onlar. Çocuklar başka başka ülkelerden gelmiş, büyüklere gösteri yapıyolarmış. Anneme sordum "o oğlan niye ağlıyo?" dedim. Babam "üşümüştür" dedi. Bizim okulda da büyük abla ve abiler gösteri hazırladı ama annem beni yazdırmadı. Ben çok üşüyorum sonra öksürüyorum. Kulağım da çok ağrıyo bazen.
Babam diyo ki bugün bayrammış. Atatürk hediye etmiş tüm çocuklara. Acaba Atatürk kurdele de takmış mıdır hediyelere. Biz öyle yapıyoruz okulda. Acaba Atatürk ne hediye etmiş çocuklara? Bana da hediye gelicek mi? Masaya baktım hediye yoktu. Doğum günümde masada oluyo hediyeler. Annemin arkadaşları gelmeden açamıyorum ama. Bir de pasta yiyoruz. Çukulatalı. Örtmenimin verdiği matematik ve yazı ödevlerimi bitirir bitirmez babam beni parka götürücekmiş. Orda salıncak var çooooook büyük. Sanki ayaklarım bulutlara deyiyo gibi oluyo. Ödevimi yapmak istemiyorum, biraz ağladım. Televizyondaki çocukları izlemek de istemiyorum. Çizgi film yok mu bu sabah?
Parkta düştüm, dizimin üstü kanadı. Babam kızdı, dizimde hep sıyrık oluyo, kaldırınca yine kanıyo. Öyle fazla koşup hoplarsam düşermişim. Büyüyünce çirkin olurmuşum. Ben istemiyorum ki büyümeyi zaten. Büyük çocuklar hiç oyun oynamıyo. Hepsi ders çalışıyo. Yoksa güzel okula gidemezmişler. Güzel okulda ingilizce öğreniceklermiş, başka dersler de varmış; o zaman daha güzel okula gidicekmişler. Çok büyük abiler var. Ben bazen amca diyince kızıyolar ama amca gibi sakalları var. Onlar gidicekmiş o okula. Ben sakal sevmiyorum, babamın sakalı öpünce batıyo ki. Ben büyümiycem, sakallı abilerin okuluna da gitmiycem.
Akşam oldu. Babamla yaptığım ödevimi bitirdim. Annem, akşam yemeğinden beri ağzımda tuttuğum köfteyi görünce çok kızdı. Oyuncaklarımı çıkarıcaktı yatmadan önce ama kızınca unuttu. Ben de korktum, söyleyemedim. Pembe bebeğimle uyumama izin verdi ama. Beni yatırırken öpen babama "Yarın da bayram mı?" dedim, "nerdeee keşke hergün tatil olsa.. yarın iş var iiiş" dedi. Büyüyünce işe gidiyor annelerle babalar, o zaman çok geç dönüyorlar eve. Ben uyumak istemiyorum ama bazen uyuyorum onları görmeden. Ben büyümiycem, işe de gitmiycem. Pembe bebeğimle oynıycam hep. Bugün 23 Nisan Çocuk ve Tatil Bayramı. Annemle babam işe gitmedi. Beni de okula yollamadılar. Oyuncaklarımla da oynayamadım ama Atatürk bugünü hediye etmiş çocuklara. Hemde pembe fiyonk bağlamış. Bak inanmazsan masanın üstünde, bak!
Bu sabah erken uyandım, çünkü okula gidiyorum ben. Sabah öyle erken geliyo ki bazen servis, canım hiç uyanmak istemiyo. Karnım ağrıyo o zaman ama annem yinede "okula gideceksin!" diyo, gidiyorum. Ben 6 yaşındayım, okuyup yazabiliyorum. Servisle okula giderken gördüğüm bütüüün tabelaları yüksek sesle okumaya çalışıyorum ama çok hızlı geçiyo servis, okuyamıyorum. Servisteki teyze kızıyo hem, "yerine otur!" diyo. Oturuyorum. Okulda örtmenim yüksek sesle okuyunca saçımı okşuyo ama. Bazen resim çiziyoruz, ben içlerini bisürü renklerle boyuyorum, çizginin dışına hiç taşırmıyorum. O zaman örtmenim tahtaya asıyo resmimi. Bazen de anneme götürüyorum, buzdolabına asıyo annem.
Bu sabah erken uyandım ama annem okul yok dedi. Annemle babam evdeler, bayramda tatil olurmuş, çalışmazlarmış. Anneme kahvaltı hazırlıycam şimdi. Ama boyum yetmiyo mutfak masasına, sandalyeyi çeksem yetişir. Babam kızıyo, çok ses yapmışım "ne kahvaltısı, git uyu daha sabah olmadı" dedi. Ben pencereden baktım, güneş doğmuş ama babam sabah olmadı dedi, demek ki daha olmamış. Uykum bitti ki benim.. Oyuncaklarımı aradım, çok güzel bir bebek aldı annannem bana, saçları pembe, elbisesi pembe, tokaları da pembe. Ben de annem bana hep pembe elbise alsın istiyorum ama annem pembeyi benim kadar sevmiyo. Kırmızıyı seviyo ama. Olsun.
Oyuncaklarımı "okul zamanı!" diye dolaba koymuş annem. Benim boyum erişmiyo oraya. Sandalyeyi çeksem? Babam ses yapma dedi. Hem ben kocaman kız oldum artık. Okulumda derslerimde çok başarılı olucam. Bazen ne olucaksın diye soruyolar bana. Ben aslında o süslü pembe elbiseleri giyen, saçları böyle upuzuuun abla var ya.. Onun gibi olmak istiyorum ama annem söyledi ben doktor olmak istiyomuşum. Belki örtmen olurum. Ya da hem doktor hem örtmen olurum. Ama pembe elbise giyen örtmen.
Annemle babam uyandılar. Babamla bakkala ekmek almaya gittik. Babam bana çukulata da aldı ama önce sütümü bitircekmişim. Annem televizyonu açtı. Orda bazı çocuklar çimenlerin üstünde bişeyler yapıyolar. Büyükler de alkışlıyo onları. Jimnastik gibi bişiler ama ellerinde de renkli renkli bişeyler sallıyolar. Bayrakmış onlar. Çocuklar başka başka ülkelerden gelmiş, büyüklere gösteri yapıyolarmış. Anneme sordum "o oğlan niye ağlıyo?" dedim. Babam "üşümüştür" dedi. Bizim okulda da büyük abla ve abiler gösteri hazırladı ama annem beni yazdırmadı. Ben çok üşüyorum sonra öksürüyorum. Kulağım da çok ağrıyo bazen.
Babam diyo ki bugün bayrammış. Atatürk hediye etmiş tüm çocuklara. Acaba Atatürk kurdele de takmış mıdır hediyelere. Biz öyle yapıyoruz okulda. Acaba Atatürk ne hediye etmiş çocuklara? Bana da hediye gelicek mi? Masaya baktım hediye yoktu. Doğum günümde masada oluyo hediyeler. Annemin arkadaşları gelmeden açamıyorum ama. Bir de pasta yiyoruz. Çukulatalı. Örtmenimin verdiği matematik ve yazı ödevlerimi bitirir bitirmez babam beni parka götürücekmiş. Orda salıncak var çooooook büyük. Sanki ayaklarım bulutlara deyiyo gibi oluyo. Ödevimi yapmak istemiyorum, biraz ağladım. Televizyondaki çocukları izlemek de istemiyorum. Çizgi film yok mu bu sabah?
Parkta düştüm, dizimin üstü kanadı. Babam kızdı, dizimde hep sıyrık oluyo, kaldırınca yine kanıyo. Öyle fazla koşup hoplarsam düşermişim. Büyüyünce çirkin olurmuşum. Ben istemiyorum ki büyümeyi zaten. Büyük çocuklar hiç oyun oynamıyo. Hepsi ders çalışıyo. Yoksa güzel okula gidemezmişler. Güzel okulda ingilizce öğreniceklermiş, başka dersler de varmış; o zaman daha güzel okula gidicekmişler. Çok büyük abiler var. Ben bazen amca diyince kızıyolar ama amca gibi sakalları var. Onlar gidicekmiş o okula. Ben sakal sevmiyorum, babamın sakalı öpünce batıyo ki. Ben büyümiycem, sakallı abilerin okuluna da gitmiycem.
Akşam oldu. Babamla yaptığım ödevimi bitirdim. Annem, akşam yemeğinden beri ağzımda tuttuğum köfteyi görünce çok kızdı. Oyuncaklarımı çıkarıcaktı yatmadan önce ama kızınca unuttu. Ben de korktum, söyleyemedim. Pembe bebeğimle uyumama izin verdi ama. Beni yatırırken öpen babama "Yarın da bayram mı?" dedim, "nerdeee keşke hergün tatil olsa.. yarın iş var iiiş" dedi. Büyüyünce işe gidiyor annelerle babalar, o zaman çok geç dönüyorlar eve. Ben uyumak istemiyorum ama bazen uyuyorum onları görmeden. Ben büyümiycem, işe de gitmiycem. Pembe bebeğimle oynıycam hep. Bugün 23 Nisan Çocuk ve Tatil Bayramı. Annemle babam işe gitmedi. Beni de okula yollamadılar. Oyuncaklarımla da oynayamadım ama Atatürk bugünü hediye etmiş çocuklara. Hemde pembe fiyonk bağlamış. Bak inanmazsan masanın üstünde, bak!
Münih'in ünlü simaları
Her kentte vardır; yaşadığımız kentin inceliklerini öğrenip, onu evimiz olarak görmeye başladığımızda, günlük yaşamının içinde rastlayıp kanıksadığımız, kentin dokusuyla bir bütün oluşturmuş, şahsen tanımasak da önümüze çıkıverdiklerinde kendimizi tanış hissettiğimiz, hani birden yok olsalar kentimizi (kendimizi?) eksik bulacağımız insanlar. Hani mesela 10 senedir her gün o köşe başında duran simitçi, kentin en işlek caddesinde 40 senedir balık satan o adam.. Daha özel örnek derseniz; İstanbul'da İstiklal'de söylevler haykırarak yürüyen o şizofren genç, Bursa'da Heykel'de ellerine geçirdiği ayakkabılarla emekleyerek dolaşan felçli adam, Ankara'da Amerikan Konsolosluğu önünde yaz kış dolanan sivil polis kız vs. Aslında belki de kendi hallerinde yaşayıp giden, ancak kentte bir şekilde dikkatimizi çekip gözümüzün alıştığı, artık kentten ayıramadığımız insanlar.
Münih'te de kentle özdeşleşmiş, "sıradan" şahsiyetlerden birkaç tane var tabii. Bunlardan ilki; benim üniversitemin ana kapısının metro çıkışına kurduğu mavi beyaz naylondan seyyar sebze-meyve dükkanının sahibi Bavyeralı Didi. Bu adamcağız sattığı meyvelerinden çok, hiçbir eğitimi olmamasına rağmen yaptığı tutarlı hava tahminleri ile ünlü ve yan iş olarak yerel bir TV kanalında hava durumunu sunuyor. Masmavi bir yaz akşamı tutup "yarın yağmur var, sel geliyor" derse, ertesi sabah tek bir bulut olmasa dahi, hiçbir Münih'li şemsiyesiz dışarı çıkmıyor. O derece iddialı.
İkinci şahsiyet; Münih'in ana metro istasyonu Marienplatz'da yaşayan, yüzü kırmızı yaralarla kaplı, kokusunu 10 metre öteden duyabileceğiniz, elindeki onlarca poşetle iki büklüm halde dolaşıp duran evsiz kadın. Bu kadını da neredeyse her gün aynı istasyonda görüyorum ve her konuda bir yasa ya da kural olan Almanya'da, akıl ve beden sağlığı bozuk olduğu bariz bu kadına nasıl olup da hiçbir yardım kurumunun sahip çıkmadığını anlayamıyorum. Hoş, bazı evsizlerde ileri derecede kapalı alan korkusu olur ve götürüldükleri merkezlerde kalmaktansa, donma tehlikesine rağmen dışarıda yatmayı tercih ederler.. Yine de bu kadına, kokusuna, pisliğine ve çaresizliğine alışmış olmak utandırıyor ve üzüyor beni.
Bir diğer şahsiyetler - ki bunlar iki kişi olup asla birbirlerinden ayrı görüldükleri olmamıştır - kentin genç, özgürlükçü ve hip merkezi Schwarbing'de yaşayan, bellerine kadar uzun sarı saçları ve tek tüy olmayan göğüslerini gururla ifşa eden siyah file tshirt ile caddelerde el ele turlayan gay çift. Bunlara da cuma geceleri happy hour öncesi rastlamanız garanti olup, gözünüzü dikip dik dik bakmanız halinde size öpücük göndermeleri kaçınılmazdır.
Günümüz Münih'inden, kanıksadığımız insan manzaraları bunlar. Onlarsız Münih, Münih olmaz ki.. Bir de geriye kalan %95'lik kısım var - ki bunların ilk bölümü %80'i Y kuşağını da içine alan hipster gençlik. Yandaki resimde en tipik aksesuarları ve olmazsa olmazlarının bir örneğini görebileceğiniz bu arkadaşlara her köşe başında, her kahverengi Mini Cooper'ın içinde, her ev partisinde rastlamak normal de; artık o kadar sıradan hale geldiler ve o kadar bir örnek oldular ki, bireyleri topluluklardan ayırabilmek, (benim için zaten normal şartlarda zor olan) isim-yüz ilişkisini kurabilmek, kendilerini nasıl hala "farklı" addedebildiklerini anlayabilmek imkansız hale gelmeye başladı.
Yavaş yavaş baharın gelmesiyle birlikte, kış aylarını palto ve kalın kazaklara bürünerek sonsuz bir sıkıntı içinde geçirmiş olan hipsterlerimiz de yavaş yavaş açılmaya, kıçlarının çatalını en belirgin şekillerde gözümüze sokmaya başladılar. Ben bu kıç çatalı gösterme olayını kat-i surette anlayamıyor ve maruz bırakıldığım her yeni kıç çatalıyla birlikte biraz daha içime kapanıyor, biraz daha hayatı sorgular hale geliyordum. Lakin şu yanda sizinle paylaştığım açıklamayı okuyunca, herşey beyaz bir ışık kümesiyle sarmalanarak anlam kazandı ve artık kıç çatallarına çok farklı bir gözle bakar, durumu X (bu ben oluyorum) ve Y kuşakları arasındaki çatışmaya bağlar ve "gençlik işte pey pey pey" der geçer oldum. Başka türlü insan akıl sağlığını koruyamıyor çünkü. Sonunda "evladım belini ört belini, üşüteceksin böbrekleri" diyen anne ve ananeme benzemekten korkuyorum, a dostlar..
Elimi sallasam 5-10 hipstere çarpar bu kentte ama genel güruhun tamamı öyle değil. Bir de geleneksel Dirndl ve Lederhosen kıyafetleri içinde bira bahçelerini şenlendiren klasik Bavyera ahalisi var - ki bunlar da Münih'te yaşayan %95 sıradan insan nüfusunun rahat bir %15'ini oluşturuyor. İnanınız insanlar bu şekilde sokakta geziyor, günlük işlerini yapıyor, 1 senedir burda yaşadığımı ve hala bir Dirndl sahibi olmadığımı duyunca sinir krizleri ve şaşkınlık nöbetleri geçiriyorlar. Aslında evet, beni ziyarete gelen aile ve arkadaşları havaalanında geleneksel kıyafetler içinde karşılamak ve şok üstüne şok yaşatmak var ama bu kıyafetler 250-300 euro'dan başladığı için, itiraf edeyim öğrenci halimle henüz tam bir Bavyeralı olamıyor, bunu entegrasyon sürecimin bir sonraki aşamasına havale ediyorum.
Ve son olarak; sıradan halkın kıç çatalı ya da gerdan tümseği göstermeye pek hevesi olmayan, geriye kalan %5'i.. Bu insancıklar bir zamanlar "akıllı, uslu, edepli, iyi aile kızı, doktor mühendis çıktı evladım" diye tabir edilen, aslında son derece sıradan, bayık, içimizi daraltan, normalliği anormal bir hal alan, sen-ben-biz gibi insanlar işte. Bu güruhun moda anlayışı uyumlu renkler, göze batmayan rahat ve kullanışlı elbiseler, hadi hadi kafaya bir Audrey şapkası, ele bir bileklik, modadan çok hava şartlarından korunmak için edinilmiş bir güneş gözlüğü. Bunların erkekleri çok güzel yemek yapar, kadınları da herşeyi fazla okumuş, fazla araştırmış, fazla gözlemlemiş olup, tutar bu fenomeni kendine blog post'u yapar. Tamamı kendini herkesten farklı görüp, hiçbir sınıfa koyamadığı için, narsistik kişilik bozukluğu sınırında gelip gider.
İnsanları neden kategorilere ayırma ihtiyacı içindeyim bilmiyorum ama sanırım bu benim dünyayı anlamama ve bu tuhaf haliyle kabul edebilmeme yardımcı oluyor..
Münih'te de kentle özdeşleşmiş, "sıradan" şahsiyetlerden birkaç tane var tabii. Bunlardan ilki; benim üniversitemin ana kapısının metro çıkışına kurduğu mavi beyaz naylondan seyyar sebze-meyve dükkanının sahibi Bavyeralı Didi. Bu adamcağız sattığı meyvelerinden çok, hiçbir eğitimi olmamasına rağmen yaptığı tutarlı hava tahminleri ile ünlü ve yan iş olarak yerel bir TV kanalında hava durumunu sunuyor. Masmavi bir yaz akşamı tutup "yarın yağmur var, sel geliyor" derse, ertesi sabah tek bir bulut olmasa dahi, hiçbir Münih'li şemsiyesiz dışarı çıkmıyor. O derece iddialı.
İkinci şahsiyet; Münih'in ana metro istasyonu Marienplatz'da yaşayan, yüzü kırmızı yaralarla kaplı, kokusunu 10 metre öteden duyabileceğiniz, elindeki onlarca poşetle iki büklüm halde dolaşıp duran evsiz kadın. Bu kadını da neredeyse her gün aynı istasyonda görüyorum ve her konuda bir yasa ya da kural olan Almanya'da, akıl ve beden sağlığı bozuk olduğu bariz bu kadına nasıl olup da hiçbir yardım kurumunun sahip çıkmadığını anlayamıyorum. Hoş, bazı evsizlerde ileri derecede kapalı alan korkusu olur ve götürüldükleri merkezlerde kalmaktansa, donma tehlikesine rağmen dışarıda yatmayı tercih ederler.. Yine de bu kadına, kokusuna, pisliğine ve çaresizliğine alışmış olmak utandırıyor ve üzüyor beni.
Bir diğer şahsiyetler - ki bunlar iki kişi olup asla birbirlerinden ayrı görüldükleri olmamıştır - kentin genç, özgürlükçü ve hip merkezi Schwarbing'de yaşayan, bellerine kadar uzun sarı saçları ve tek tüy olmayan göğüslerini gururla ifşa eden siyah file tshirt ile caddelerde el ele turlayan gay çift. Bunlara da cuma geceleri happy hour öncesi rastlamanız garanti olup, gözünüzü dikip dik dik bakmanız halinde size öpücük göndermeleri kaçınılmazdır.
Günümüz Münih'inden, kanıksadığımız insan manzaraları bunlar. Onlarsız Münih, Münih olmaz ki.. Bir de geriye kalan %95'lik kısım var - ki bunların ilk bölümü %80'i Y kuşağını da içine alan hipster gençlik. Yandaki resimde en tipik aksesuarları ve olmazsa olmazlarının bir örneğini görebileceğiniz bu arkadaşlara her köşe başında, her kahverengi Mini Cooper'ın içinde, her ev partisinde rastlamak normal de; artık o kadar sıradan hale geldiler ve o kadar bir örnek oldular ki, bireyleri topluluklardan ayırabilmek, (benim için zaten normal şartlarda zor olan) isim-yüz ilişkisini kurabilmek, kendilerini nasıl hala "farklı" addedebildiklerini anlayabilmek imkansız hale gelmeye başladı.
Yavaş yavaş baharın gelmesiyle birlikte, kış aylarını palto ve kalın kazaklara bürünerek sonsuz bir sıkıntı içinde geçirmiş olan hipsterlerimiz de yavaş yavaş açılmaya, kıçlarının çatalını en belirgin şekillerde gözümüze sokmaya başladılar. Ben bu kıç çatalı gösterme olayını kat-i surette anlayamıyor ve maruz bırakıldığım her yeni kıç çatalıyla birlikte biraz daha içime kapanıyor, biraz daha hayatı sorgular hale geliyordum. Lakin şu yanda sizinle paylaştığım açıklamayı okuyunca, herşey beyaz bir ışık kümesiyle sarmalanarak anlam kazandı ve artık kıç çatallarına çok farklı bir gözle bakar, durumu X (bu ben oluyorum) ve Y kuşakları arasındaki çatışmaya bağlar ve "gençlik işte pey pey pey" der geçer oldum. Başka türlü insan akıl sağlığını koruyamıyor çünkü. Sonunda "evladım belini ört belini, üşüteceksin böbrekleri" diyen anne ve ananeme benzemekten korkuyorum, a dostlar..
Elimi sallasam 5-10 hipstere çarpar bu kentte ama genel güruhun tamamı öyle değil. Bir de geleneksel Dirndl ve Lederhosen kıyafetleri içinde bira bahçelerini şenlendiren klasik Bavyera ahalisi var - ki bunlar da Münih'te yaşayan %95 sıradan insan nüfusunun rahat bir %15'ini oluşturuyor. İnanınız insanlar bu şekilde sokakta geziyor, günlük işlerini yapıyor, 1 senedir burda yaşadığımı ve hala bir Dirndl sahibi olmadığımı duyunca sinir krizleri ve şaşkınlık nöbetleri geçiriyorlar. Aslında evet, beni ziyarete gelen aile ve arkadaşları havaalanında geleneksel kıyafetler içinde karşılamak ve şok üstüne şok yaşatmak var ama bu kıyafetler 250-300 euro'dan başladığı için, itiraf edeyim öğrenci halimle henüz tam bir Bavyeralı olamıyor, bunu entegrasyon sürecimin bir sonraki aşamasına havale ediyorum.
Ve son olarak; sıradan halkın kıç çatalı ya da gerdan tümseği göstermeye pek hevesi olmayan, geriye kalan %5'i.. Bu insancıklar bir zamanlar "akıllı, uslu, edepli, iyi aile kızı, doktor mühendis çıktı evladım" diye tabir edilen, aslında son derece sıradan, bayık, içimizi daraltan, normalliği anormal bir hal alan, sen-ben-biz gibi insanlar işte. Bu güruhun moda anlayışı uyumlu renkler, göze batmayan rahat ve kullanışlı elbiseler, hadi hadi kafaya bir Audrey şapkası, ele bir bileklik, modadan çok hava şartlarından korunmak için edinilmiş bir güneş gözlüğü. Bunların erkekleri çok güzel yemek yapar, kadınları da herşeyi fazla okumuş, fazla araştırmış, fazla gözlemlemiş olup, tutar bu fenomeni kendine blog post'u yapar. Tamamı kendini herkesten farklı görüp, hiçbir sınıfa koyamadığı için, narsistik kişilik bozukluğu sınırında gelip gider.
İnsanları neden kategorilere ayırma ihtiyacı içindeyim bilmiyorum ama sanırım bu benim dünyayı anlamama ve bu tuhaf haliyle kabul edebilmeme yardımcı oluyor..
18 Nisan 2012 Çarşamba
Doktor dövmek
Memlekette yeni moda; doktor dövmek.. Aslında yeni falan değil, senelerdir şiddet görüyor sağlık çalışanları. Kaç kere seslerini duyurmaya çalıştılar; basın açıklamaları yaptılar, yetmedi. İş durdurma eylemleri yaptılar, yetmedi. Sonunda bir doktor dövülürken öldü.. Yetecek mi?
Annem, babam, sayısız arkadaşım doktor diye yazmıyorum bu yazıyı. Elimize ufacık birşey batınca, azıcık başımız ağrıdığında, ayağımız burkulduğunda, belimiz tutulduğunda "doktorum, civanım" diye koşa koşa gitmesini biliyoruz. İlacımızı yazdırırken, muayene koltuğunda yatarken iltifatlar etmeyi biliyoruz. Kuyruğumuz sıkıştığında efendi efendi sıramızın gelmesini beklemeyi de biliyoruz. İşimiz düştüğünde önce yağ çekiyoruz, işimiz bittikten sonra dövüyoruz. Bu nasıl mantık?
Annemle babam; hadi 7 sene genel tıp, 4 sene uzmanlığı sayma; 35 senelik doktorlar. Bu insancıklar 20 yaşından 63 yaşına kadar, önceleri haftada 2-3 gece, sonra 1 gece, şimdi ayda 2-3 gece nöbet tuttular. Sabah işe 7.30'da gidiyor, akşam 5'te dönüyorlar (ki bu durum sadece son 3-5 seneye özgü, önceden 6-7'den önce dönemezlerdi), gece saat 3'te çalan telefona cevap veriyor, yetmezse o saatte hastaneye gidiyorlar. Önemli özel bir günlerinde acil ameliyatları çıkabiliyor. Bazen akılları hastanede kalıyor, haftasonu millet ekmek gazete almaya markete giderken, onlar "hastaları bir yoklamaya" hastaneye gidiveriyorlar. Yemek masasında bile bazen hastanın durumunu konuşuyorlar. Ve bunu ekşi bir suratla değil, gerçekten severek ve isteyerek yapıyorlar. Birçok şeyden ödün vererek. 35 senedir.
Annemle babamı beyaz önlükle, yeşil ameliyat giysisiyle gördüğüm çok oldu. Gurur duydum hep. Doktor olmak gurur duyulacak birşeydir çünkü. Siz hayatınızda kaç kişinin hayatını kurtardınız bilmiyorum ama, ben 1 kişininkini bile kurtarmadım. Oysa annemle babam kaba bir hesapla her gün en an 50 hasta görüyor; hadi bazısı turp gibi ama doktor dövmeye geldi diyelim. geriye kalanlardan kontrolleri at, acili, ameliyatı kat falan dersek günde en az 5-10 kişininkini kurtarıyorlar demektir bu. Günde! hayat kurtarmayı da geç, kaç kişinin hayat kalitesini arttırabildiniz, ağrılarını dindirebildiniz, yeniden yaşama gücü verdiniz? Artık onları saymayalım bile..
Arada çıkmıyor mu, çıkar. Tüm mesleklerde çıkar; paragöz, hilekar, kötü niyetli insan. Ya da safi yeteneksiz olabilir, hata yapabilir her insan her meslekte. Ama bizim memlekette doktor dövmek artık normal birşey gibi algılanmaya başlandı. Nedenler de "poliklinikte bana sert konuştu, hastama yanlış tedavi uyguladı, ameliyatta dedemi öldürdü". Tamam, bir haksızlığa uğramış da olabilirsin ama bunun yolu saldırmak mıdır?
Sağlık sektöründe ters giden çok şey var. Bir doktora poliklinikte günde 100 hasta baktırmak, hastane güvenliğini süs olarak koyup bıçakla tabancayla bile dalabiliyor olmak, doktora meslek sigortası şart koşmamak, doktor ve hasta haklarını belirlememek, uygulamamak, bilmemek.. Sadece birkaçı. Ülkemizde hasta hakları son birkaç senedir konuşulan ve uygulanan kavramlar. Aman hasta zarar görmesin, aman madur olmasın, aman üzülmesin, aman canı acımasın, aman beklemesin.. Tamam güzel ama nerede bunun karşılığı? Nerede doktorun can güvenliği? Nerede mesleki şerefinin, mesleğini gerçekleştirebileceği minimum şartların korunması?
Doktorlar yarın eylemde; acil dışında iş bırakıyorlar. Haklılar. Kelle koltukta çalışılmaz. Haklarını alacaklarını umuyor ve destekliyorum.
Annem, babam, sayısız arkadaşım doktor diye yazmıyorum bu yazıyı. Elimize ufacık birşey batınca, azıcık başımız ağrıdığında, ayağımız burkulduğunda, belimiz tutulduğunda "doktorum, civanım" diye koşa koşa gitmesini biliyoruz. İlacımızı yazdırırken, muayene koltuğunda yatarken iltifatlar etmeyi biliyoruz. Kuyruğumuz sıkıştığında efendi efendi sıramızın gelmesini beklemeyi de biliyoruz. İşimiz düştüğünde önce yağ çekiyoruz, işimiz bittikten sonra dövüyoruz. Bu nasıl mantık?
Annemle babam; hadi 7 sene genel tıp, 4 sene uzmanlığı sayma; 35 senelik doktorlar. Bu insancıklar 20 yaşından 63 yaşına kadar, önceleri haftada 2-3 gece, sonra 1 gece, şimdi ayda 2-3 gece nöbet tuttular. Sabah işe 7.30'da gidiyor, akşam 5'te dönüyorlar (ki bu durum sadece son 3-5 seneye özgü, önceden 6-7'den önce dönemezlerdi), gece saat 3'te çalan telefona cevap veriyor, yetmezse o saatte hastaneye gidiyorlar. Önemli özel bir günlerinde acil ameliyatları çıkabiliyor. Bazen akılları hastanede kalıyor, haftasonu millet ekmek gazete almaya markete giderken, onlar "hastaları bir yoklamaya" hastaneye gidiveriyorlar. Yemek masasında bile bazen hastanın durumunu konuşuyorlar. Ve bunu ekşi bir suratla değil, gerçekten severek ve isteyerek yapıyorlar. Birçok şeyden ödün vererek. 35 senedir.
Annemle babamı beyaz önlükle, yeşil ameliyat giysisiyle gördüğüm çok oldu. Gurur duydum hep. Doktor olmak gurur duyulacak birşeydir çünkü. Siz hayatınızda kaç kişinin hayatını kurtardınız bilmiyorum ama, ben 1 kişininkini bile kurtarmadım. Oysa annemle babam kaba bir hesapla her gün en an 50 hasta görüyor; hadi bazısı turp gibi ama doktor dövmeye geldi diyelim. geriye kalanlardan kontrolleri at, acili, ameliyatı kat falan dersek günde en az 5-10 kişininkini kurtarıyorlar demektir bu. Günde! hayat kurtarmayı da geç, kaç kişinin hayat kalitesini arttırabildiniz, ağrılarını dindirebildiniz, yeniden yaşama gücü verdiniz? Artık onları saymayalım bile..
Arada çıkmıyor mu, çıkar. Tüm mesleklerde çıkar; paragöz, hilekar, kötü niyetli insan. Ya da safi yeteneksiz olabilir, hata yapabilir her insan her meslekte. Ama bizim memlekette doktor dövmek artık normal birşey gibi algılanmaya başlandı. Nedenler de "poliklinikte bana sert konuştu, hastama yanlış tedavi uyguladı, ameliyatta dedemi öldürdü". Tamam, bir haksızlığa uğramış da olabilirsin ama bunun yolu saldırmak mıdır?
Sağlık sektöründe ters giden çok şey var. Bir doktora poliklinikte günde 100 hasta baktırmak, hastane güvenliğini süs olarak koyup bıçakla tabancayla bile dalabiliyor olmak, doktora meslek sigortası şart koşmamak, doktor ve hasta haklarını belirlememek, uygulamamak, bilmemek.. Sadece birkaçı. Ülkemizde hasta hakları son birkaç senedir konuşulan ve uygulanan kavramlar. Aman hasta zarar görmesin, aman madur olmasın, aman üzülmesin, aman canı acımasın, aman beklemesin.. Tamam güzel ama nerede bunun karşılığı? Nerede doktorun can güvenliği? Nerede mesleki şerefinin, mesleğini gerçekleştirebileceği minimum şartların korunması?
Doktorlar yarın eylemde; acil dışında iş bırakıyorlar. Haklılar. Kelle koltukta çalışılmaz. Haklarını alacaklarını umuyor ve destekliyorum.
15 Nisan 2012 Pazar
Karlı bir nisan pazarı, sabah saat 10 civarı
Kahvaltının gerçekten mutlulukla bir ilgisi olmalı, sevgili Süreya.. Yoksa yeni yeni beliren tomurcukların üzerine lapa lapa kar yağan bu Nisan sabahında, insan nasıl olur da yaşam sevincini koruyabilir ki? Evet, lapa lapa kar yağıyor bahar dallarına ve biz 5 insan evladı ve bir köpek kızı, oturmuşuz sıcacık kahvaltı masasına, arada pencereye atılan endişeli kaçamak bakışlar da sayılmasa, olan biten herşey normalmiş gibi davranıyoruz. Bir Nisan sabahı, bir pazar kahvaltısı..
Kahvaltıları, diğer öğünlerden çok daha fazla seviyorum. Rengarenk masaya yayılmayı, birazcık peynir, birazcık ekmek, bir yudum çay arasına sıkıştırılmış kahkahaları.. Uzattıkça uzatılan yumurta soyma ayinlerini, zeytin çekirdeğini çatalın üstüne çıkartıp, büyük bir ciddiyetle ve denge ile soyulan yumurta kabuklarının arasına yerleştirmeyi.. İşin doğrusu, ne yediğim bulunduğum yere ve beraber olduğum insanlara göre az çok değişse de (bunu daha önce yazmıştım) kahvaltı yapmaktan aldığım keyif asla değişmiyor.
Bazı pazar sabahları dışarıda arkadaşlarla brunch yapıyoruz ama evde yapılan kahvaltının keyfi bence çok başka. Birkere insan özen gösteriyor tüm ayrıntılara, çiçek gibi döşüyor masasını. Sonra yiyeceklerle sohbetin dengede olmasına çabalıyor, biri diğerinin önüne geçmesin istiyor. Sonra herkesin kişisel damak zevkini ayrı ayrı tatmin etmek gerekiyor; azıcık akdenizin sıcaklığı, azıcık orta avrupa'nın esintisi, birazcık kuzeyin soğuğu, güneyin şekerli ağdalı tadı.. Herbiri olsun istiyor insan. Böyle, sahanda yumurtaysa gözgöz olsun beyazı, kayısı gibi sarısı.. Omletse, Datça'nın yaban kekiği koksun mis gibi.. Menemense sivri biberi, domatesi Türkiye gibi capcanlı dursun.. Domatesi salatalığı soyup getirme mesela, üzerine azıcık yeşillik at ya da ne bileyim tak bir kürdana çeri domatesi, üstüne aynı boyda minik mozzarella peyniri, en üste bir yaprak taze fesleğen (mutfağında bir saksıda her daim bulunmalı fesleğen, Akdenizlisin sen!)
Ekmekler çıtır çıtır, çeşit çeşit olsun; masanın baş köşesinde otursun. Kahve mis gibi kokutsun bütün evi, çaysa demlensin iyice. Süt ve portakal suyu orkestranın gerisinde alsın yerlerini, kutusuyla yeşil çayın yanında. Belki tercih eden olur, bilemezsin ki.. Balın içine metal kaşık sokma! Annenin öğrettiği gibi. Reçele girer miydi ki? Paşabahçenin sağlam cam kaşıklarını sok sen yine, garanti olsun. Bak yine unutuyorsun kesme şekeri, kendin kullanmıyorsun diye.. Olur mu canım?! Hadi bir de tuz getir oldu olacak, battı balık yan gider.. Hiç değilse deniz tuzu olsun bari, daha sağlıklı diyorlar. Ya da daha az zararlı.
Karlı bu nisan pazarı, sabah saat 10 civarı diye sözleştik. Herşey hazır, misafirler asla gecikmez Almanya'da. Nisan'da kar yağsa da mı gecikmezler? Yok, yine de gecikmezler. Yine gecikmediler. B. elmalı turta getirmiş, mis gibi kokuyor, alsın yerini başköşede. Ben Bursa'da büyüdüm ama Bursalılar gibi getirileni ikram etmemezlik etmem. Öyledir adet Bursa'da, görgüsüzlük diyenler bile var hediyenin sahibine ikram edilmesine.. Saçmalık! Bana ikram edilmeyecekse ne diye o yaş pastanın en güzelinden seçeyim, o susamlı çubukların en çıtırından alayım ki? Çiçek alır giderim o zaman, yemeyeceksem nasılsa. Obur muyum ben? Neyse uzatma.. Turta sen geç başköşeye, ekmekler azıcık yana.
Beş kişiyiz bu sabah, bir de Leyla. Evimize ilkkez bir hayvan geldi, yaşasın! O heyecanlı meraklı tüm odaları dolaşıp, Beagel türüne özgü koca burnunu her dolap köşesine sokup çıkardıkça, ben Semo'yu özlüyorum.. Çok özlüyorum.. Bak gitti bile camın köşesine. Cam bizim salonda yere kadar ya, yattı oraya. Hem yolu gözlüyor, hem bizi. Birimiz ufak atıştırmalık verecek gibi olursa koşarak gelir, yoksa bütün gün orda kalır artık.
Kahve kokusuna peynir kokusu, ona domatesin kırmızısı, yumurtanın sarısı, bol kahkaha, son dedikodular, şaşkınlık, geride Paris Jazz Radio'nun tınıları, onu bastıran bir kahkaha seli daha; artık hepsi birbirine karıştı.. Dışarıda kar lapa lapa, içerisi Kandinsky'nin rengarenk oda tabloları gibi sıcacık, gürültülü ve karmançorman. Kısaca; mutlu.
Kahvaltıları, diğer öğünlerden çok daha fazla seviyorum. Rengarenk masaya yayılmayı, birazcık peynir, birazcık ekmek, bir yudum çay arasına sıkıştırılmış kahkahaları.. Uzattıkça uzatılan yumurta soyma ayinlerini, zeytin çekirdeğini çatalın üstüne çıkartıp, büyük bir ciddiyetle ve denge ile soyulan yumurta kabuklarının arasına yerleştirmeyi.. İşin doğrusu, ne yediğim bulunduğum yere ve beraber olduğum insanlara göre az çok değişse de (bunu daha önce yazmıştım) kahvaltı yapmaktan aldığım keyif asla değişmiyor.
Bazı pazar sabahları dışarıda arkadaşlarla brunch yapıyoruz ama evde yapılan kahvaltının keyfi bence çok başka. Birkere insan özen gösteriyor tüm ayrıntılara, çiçek gibi döşüyor masasını. Sonra yiyeceklerle sohbetin dengede olmasına çabalıyor, biri diğerinin önüne geçmesin istiyor. Sonra herkesin kişisel damak zevkini ayrı ayrı tatmin etmek gerekiyor; azıcık akdenizin sıcaklığı, azıcık orta avrupa'nın esintisi, birazcık kuzeyin soğuğu, güneyin şekerli ağdalı tadı.. Herbiri olsun istiyor insan. Böyle, sahanda yumurtaysa gözgöz olsun beyazı, kayısı gibi sarısı.. Omletse, Datça'nın yaban kekiği koksun mis gibi.. Menemense sivri biberi, domatesi Türkiye gibi capcanlı dursun.. Domatesi salatalığı soyup getirme mesela, üzerine azıcık yeşillik at ya da ne bileyim tak bir kürdana çeri domatesi, üstüne aynı boyda minik mozzarella peyniri, en üste bir yaprak taze fesleğen (mutfağında bir saksıda her daim bulunmalı fesleğen, Akdenizlisin sen!)
Ekmekler çıtır çıtır, çeşit çeşit olsun; masanın baş köşesinde otursun. Kahve mis gibi kokutsun bütün evi, çaysa demlensin iyice. Süt ve portakal suyu orkestranın gerisinde alsın yerlerini, kutusuyla yeşil çayın yanında. Belki tercih eden olur, bilemezsin ki.. Balın içine metal kaşık sokma! Annenin öğrettiği gibi. Reçele girer miydi ki? Paşabahçenin sağlam cam kaşıklarını sok sen yine, garanti olsun. Bak yine unutuyorsun kesme şekeri, kendin kullanmıyorsun diye.. Olur mu canım?! Hadi bir de tuz getir oldu olacak, battı balık yan gider.. Hiç değilse deniz tuzu olsun bari, daha sağlıklı diyorlar. Ya da daha az zararlı.
Karlı bu nisan pazarı, sabah saat 10 civarı diye sözleştik. Herşey hazır, misafirler asla gecikmez Almanya'da. Nisan'da kar yağsa da mı gecikmezler? Yok, yine de gecikmezler. Yine gecikmediler. B. elmalı turta getirmiş, mis gibi kokuyor, alsın yerini başköşede. Ben Bursa'da büyüdüm ama Bursalılar gibi getirileni ikram etmemezlik etmem. Öyledir adet Bursa'da, görgüsüzlük diyenler bile var hediyenin sahibine ikram edilmesine.. Saçmalık! Bana ikram edilmeyecekse ne diye o yaş pastanın en güzelinden seçeyim, o susamlı çubukların en çıtırından alayım ki? Çiçek alır giderim o zaman, yemeyeceksem nasılsa. Obur muyum ben? Neyse uzatma.. Turta sen geç başköşeye, ekmekler azıcık yana.
Beş kişiyiz bu sabah, bir de Leyla. Evimize ilkkez bir hayvan geldi, yaşasın! O heyecanlı meraklı tüm odaları dolaşıp, Beagel türüne özgü koca burnunu her dolap köşesine sokup çıkardıkça, ben Semo'yu özlüyorum.. Çok özlüyorum.. Bak gitti bile camın köşesine. Cam bizim salonda yere kadar ya, yattı oraya. Hem yolu gözlüyor, hem bizi. Birimiz ufak atıştırmalık verecek gibi olursa koşarak gelir, yoksa bütün gün orda kalır artık.
Kahve kokusuna peynir kokusu, ona domatesin kırmızısı, yumurtanın sarısı, bol kahkaha, son dedikodular, şaşkınlık, geride Paris Jazz Radio'nun tınıları, onu bastıran bir kahkaha seli daha; artık hepsi birbirine karıştı.. Dışarıda kar lapa lapa, içerisi Kandinsky'nin rengarenk oda tabloları gibi sıcacık, gürültülü ve karmançorman. Kısaca; mutlu.
12 Nisan 2012 Perşembe
Avrupa'daki Türk çocukları fenomeni
Çocuk milleti komik bir millet azizim.. Burada doğum oranı 1.31 (bizde 2.12) yani toplumda zaten fazla çocuk yok, olanları da okul çağındaysalar (3 yaştan itibaren) dışarıda görmeniz mümkün değil. Ya okuldalar, ya spordalar, ya müzikteler, ne bileyim illa bir faliyet, bir hobi içindeler işte.. Tatillerde de ya okul gezisindeler ya da sessiz sakin, bir köşede akşama kadar kendi kendilerini oyalayabiliyorlar. Büyüklerin sosyal ortamlarına çocukların girmesi pek sık görülmeyen ve aslında pek de hoş karşılanmayan durumlar. Aileler gece çıktığında çocuklar genelde 18-20 yaşlarındaki bakıcıları ile evde ders çalışıyor ya da oyun oynuyorlar. Restorantlarda, kafelerde puset içindeki bebekler dışında çocuk görmek mümkün değil.
Ama diyelim aile bakıcı bulamadı ya da (yahu aklıma başka bir durum da gelmiyor) diyelim bir aksilik oldu, o zaman çocuk da sosyal bir ortama girmek durumunda kaldıysa; bu çocuklar inanılmaz sessiz sakin, ellerinde bir oyuncak, bir kitap öyle uslu uslu oturuyorlar. 4 yaşındaki de böyle, 14 yaşındaki de. Ama böyle berbat bir "büyümüşte küçülmüş" bilgiçliği de yok çocuklarda, böyle sıkıcı/aptal bir sakinlik de yok, sadece çok "edepli" ya da "yerinde" davranan normal gelişim düzeyindeki çocuklar işte.. Hepsi bu şekilde. Yani neredeyse hepsi..
Sokakta, kafede, çeşitli sosyal ortamlarda eğer bücür biri koşturup duruyorsa, sağa sola saldırıp etrafı kurcalıyorsa, sesi boru gibi ya da tiz perdeden çıkıyorsa, "mamaaağğğ" diye ağlasa bile, bilin ki "öz hakiki has Türk çocuğu"dur o! Türk çocuklarımızı aşağılamak için demiyorum; ki yaramaz çocuğu da bir noktaya kadar severim şahsen ama yavrucuğum, beni hiç yanıltmıyorsunuz be Türk çocukları.. Türk anaları.. Türk babaları..
Ben çok düşündüm, yetmedi oturdum araştırdım bu acaba genetik mi eğitimle gelen bir davranış mı diye. Cevabını da inanınız bulamadım. Yani genetik olarak içimizde fıkır fıkır kaynayan bir akdeniz kanı olabilir, doğrudur. Kavgacılık, sinirlilik, tezcanlılık gibi bazı psikolojik yapılar bazı ülkelerde (orta doğu, arap yarımadası, akdeniz kıyısı ülkeleri ve güney amerika gibi) daha fazla görülüyor. Avrupa ve doğu asya ülkelerinde ise hakim yapı sakinlik, ağırbaşlılık, mesafeli sosyal ilişkiler üzerine kurulu. Hatta mülteci aileler üzerinde yapılan bazı araştırmalar, bu tip yapıların yaşanan ülke ile değil, ait olunan ırk ile alakalı olduğunu da ortaya koyuyor. Fakat aileden görülen ve kopyalanan davranış, inanç ve eğitimin; genetikten çok sosyal süreçlerle ilgili olduğu da biliniyor. Yine de; Avrupa'da artık 3. 4. kuşak Türkler söz konusuyken, onları kesin surette entegre etmeye çalışan katı programlar uygulanırken, dil - eğitim süreçleri - sosyal yaşam bu kadar Avrupalılaşmışken, "düz duvara tırmanan Türk çocuğu" fenomeninin hala ve inatla geçerli olması hakikaten takdire değer sosyal bir arıza bence. Ben mesleğimin de getirdiği gözlemci ruhumla, tabii bu çocukları ve ana babalarını doktora tezime de bloğuma da yaptıkları katkılar açısından çok şahane ve harikulade buluyorum. Çünkü bu tipler her anlamda Avrupalılarmış olup aynı zamanda hiçbir anlamda Avrupalılaşmamayı becerebilmiş haldeler. Harikulade..
Dün bu harikulade varlıklardan birini daha çok yakından gözlemleme ve dumurlardan dumur içinde kaybolma deneyimi yaşadım. Kahramanımız tabii ki 3 yaşında "sapına" kadar "errrrrkek" bir Türk çocuğu ve onun bilmemkaçıncı kuşak alamancı ana-babası. Çocuğumuz; ki kendisine bir Alican Efecan Afacan ismi daha çok yakışırdı bence; Abdurrahman isimli bir çocuk (belli ki dededen gelme bu isimle zaten Alman toplumunda baştan kaybetmiş olduğu için lütfen sempati duyalım kendisine), annesi dipten 2 parmak siyahı çıkmış sarı saçlı, daracık mavi streç kotlu, ağzında muhtemelen pembe renkli bir "çiklet" olan (bak bunu gördüm diyemem ama inanınız görmeden görmüş gibi oldum) 23-25 yaşlarında bir bağyan, babası işte bildiğiniz kirli sakallı, kara yağız iç anadolu delikanlısının Almanya'da doğmuş büyümüş muadili El Türko bir abimiz. Bu olaylar vuku bulurken kendisi tabii ki durmaksızın cep telefonuyla konuşmakta. Veled-i Şahane'miz küçük Abdurrahman - ki kendisine kısaca Abu diyeceğim kusura bakmayın üşeniyorum bu kelimeyi defalarca yazmaya - anne babası topyekün gürültülü bir şekilde eş dostla sohbet ederken sıkılmış olup, bunu tizden toka çeşitli oktav ve uzunluktaki serzenişlerle gayet iyi dile getirdikten sonra, iki ayağının üzerine bırakılmanın sevinci ile sağa sola koşturmaktadır. Pembe sakızlı annemizle telefona yapışık babamız çocuğu çayıra salmış ve "nasılsa etrafta birsürü yetişkin var, beleş babysitter, ooooh mis" edasıyla kendi hallerindedirler. Abu, yere bırakılır bırakılmaz, artık kaç zamandır aklında kurup mükemmelleştirdiği plan çerçevesinde ve 3 yaşının verdiği merak ve cesur yüreklilik ile direkt odanın sonunda bulunan asansöre koşar, düğmesine yetişir, basar, kapı açılır, Abu içine girer, diğer düğmeye basar, kapı kapanır, Abu yokolur... Perde iner.
İkinci sahnede tüm bu olan bitenin sadece 5 saniyede nasıl olabilip bitebildiğini anlayamayan, pembe sakızlı ve dar kotlu annemiz panikle yerinden fırlar, dar kotunun izin verdiği ölçüde göreceli olarak hızlı bir şekilde asansör yönüne atılır, sakızını yutar hatta bu panikle. Babamızdan "laaa Abdurrrrrrrrahmannnn kooooooom la" diye bir haykırış gelir. Gerisi panik, karmaşa ve karnını tuta tuta gülen bir cerenmus.. Babamız panikle asansörün düğmelerine basmaya başlayıp kendini merdivenlere vurmasaydı, ben de o kara yağız beldeki zincirin ucunda tabanca olup olmadığını az kaldı öğrenecektim ey dostlar.. Ama haksız mıyım yahu? Abu'muz gaibe doğru kaybolurken, El Türko merdivene koşarken, mamaaağ çikleti yutarken, ben de araya birkaç kahkaha sıkıştırmışım, ne olacak..
Velhasıl bir aile yokoldu. Çocuğu buldular mı, hangi katta buldular, bulunan çocuğa ne yaptılar bilemiyorum çünkü orada daha fazla oturamadım doğrusu. Ama bu takdire şayan iki perdelik traji-komedi için kendilerine bir Goethe (gelme) ödülü uygun görüyorum ben.. Ne diyim ki daha..
Ama diyelim aile bakıcı bulamadı ya da (yahu aklıma başka bir durum da gelmiyor) diyelim bir aksilik oldu, o zaman çocuk da sosyal bir ortama girmek durumunda kaldıysa; bu çocuklar inanılmaz sessiz sakin, ellerinde bir oyuncak, bir kitap öyle uslu uslu oturuyorlar. 4 yaşındaki de böyle, 14 yaşındaki de. Ama böyle berbat bir "büyümüşte küçülmüş" bilgiçliği de yok çocuklarda, böyle sıkıcı/aptal bir sakinlik de yok, sadece çok "edepli" ya da "yerinde" davranan normal gelişim düzeyindeki çocuklar işte.. Hepsi bu şekilde. Yani neredeyse hepsi..
Sokakta, kafede, çeşitli sosyal ortamlarda eğer bücür biri koşturup duruyorsa, sağa sola saldırıp etrafı kurcalıyorsa, sesi boru gibi ya da tiz perdeden çıkıyorsa, "mamaaağğğ" diye ağlasa bile, bilin ki "öz hakiki has Türk çocuğu"dur o! Türk çocuklarımızı aşağılamak için demiyorum; ki yaramaz çocuğu da bir noktaya kadar severim şahsen ama yavrucuğum, beni hiç yanıltmıyorsunuz be Türk çocukları.. Türk anaları.. Türk babaları..
Ben çok düşündüm, yetmedi oturdum araştırdım bu acaba genetik mi eğitimle gelen bir davranış mı diye. Cevabını da inanınız bulamadım. Yani genetik olarak içimizde fıkır fıkır kaynayan bir akdeniz kanı olabilir, doğrudur. Kavgacılık, sinirlilik, tezcanlılık gibi bazı psikolojik yapılar bazı ülkelerde (orta doğu, arap yarımadası, akdeniz kıyısı ülkeleri ve güney amerika gibi) daha fazla görülüyor. Avrupa ve doğu asya ülkelerinde ise hakim yapı sakinlik, ağırbaşlılık, mesafeli sosyal ilişkiler üzerine kurulu. Hatta mülteci aileler üzerinde yapılan bazı araştırmalar, bu tip yapıların yaşanan ülke ile değil, ait olunan ırk ile alakalı olduğunu da ortaya koyuyor. Fakat aileden görülen ve kopyalanan davranış, inanç ve eğitimin; genetikten çok sosyal süreçlerle ilgili olduğu da biliniyor. Yine de; Avrupa'da artık 3. 4. kuşak Türkler söz konusuyken, onları kesin surette entegre etmeye çalışan katı programlar uygulanırken, dil - eğitim süreçleri - sosyal yaşam bu kadar Avrupalılaşmışken, "düz duvara tırmanan Türk çocuğu" fenomeninin hala ve inatla geçerli olması hakikaten takdire değer sosyal bir arıza bence. Ben mesleğimin de getirdiği gözlemci ruhumla, tabii bu çocukları ve ana babalarını doktora tezime de bloğuma da yaptıkları katkılar açısından çok şahane ve harikulade buluyorum. Çünkü bu tipler her anlamda Avrupalılarmış olup aynı zamanda hiçbir anlamda Avrupalılaşmamayı becerebilmiş haldeler. Harikulade..
Dün bu harikulade varlıklardan birini daha çok yakından gözlemleme ve dumurlardan dumur içinde kaybolma deneyimi yaşadım. Kahramanımız tabii ki 3 yaşında "sapına" kadar "errrrrkek" bir Türk çocuğu ve onun bilmemkaçıncı kuşak alamancı ana-babası. Çocuğumuz; ki kendisine bir Alican Efecan Afacan ismi daha çok yakışırdı bence; Abdurrahman isimli bir çocuk (belli ki dededen gelme bu isimle zaten Alman toplumunda baştan kaybetmiş olduğu için lütfen sempati duyalım kendisine), annesi dipten 2 parmak siyahı çıkmış sarı saçlı, daracık mavi streç kotlu, ağzında muhtemelen pembe renkli bir "çiklet" olan (bak bunu gördüm diyemem ama inanınız görmeden görmüş gibi oldum) 23-25 yaşlarında bir bağyan, babası işte bildiğiniz kirli sakallı, kara yağız iç anadolu delikanlısının Almanya'da doğmuş büyümüş muadili El Türko bir abimiz. Bu olaylar vuku bulurken kendisi tabii ki durmaksızın cep telefonuyla konuşmakta. Veled-i Şahane'miz küçük Abdurrahman - ki kendisine kısaca Abu diyeceğim kusura bakmayın üşeniyorum bu kelimeyi defalarca yazmaya - anne babası topyekün gürültülü bir şekilde eş dostla sohbet ederken sıkılmış olup, bunu tizden toka çeşitli oktav ve uzunluktaki serzenişlerle gayet iyi dile getirdikten sonra, iki ayağının üzerine bırakılmanın sevinci ile sağa sola koşturmaktadır. Pembe sakızlı annemizle telefona yapışık babamız çocuğu çayıra salmış ve "nasılsa etrafta birsürü yetişkin var, beleş babysitter, ooooh mis" edasıyla kendi hallerindedirler. Abu, yere bırakılır bırakılmaz, artık kaç zamandır aklında kurup mükemmelleştirdiği plan çerçevesinde ve 3 yaşının verdiği merak ve cesur yüreklilik ile direkt odanın sonunda bulunan asansöre koşar, düğmesine yetişir, basar, kapı açılır, Abu içine girer, diğer düğmeye basar, kapı kapanır, Abu yokolur... Perde iner.
İkinci sahnede tüm bu olan bitenin sadece 5 saniyede nasıl olabilip bitebildiğini anlayamayan, pembe sakızlı ve dar kotlu annemiz panikle yerinden fırlar, dar kotunun izin verdiği ölçüde göreceli olarak hızlı bir şekilde asansör yönüne atılır, sakızını yutar hatta bu panikle. Babamızdan "laaa Abdurrrrrrrrahmannnn kooooooom la" diye bir haykırış gelir. Gerisi panik, karmaşa ve karnını tuta tuta gülen bir cerenmus.. Babamız panikle asansörün düğmelerine basmaya başlayıp kendini merdivenlere vurmasaydı, ben de o kara yağız beldeki zincirin ucunda tabanca olup olmadığını az kaldı öğrenecektim ey dostlar.. Ama haksız mıyım yahu? Abu'muz gaibe doğru kaybolurken, El Türko merdivene koşarken, mamaaağ çikleti yutarken, ben de araya birkaç kahkaha sıkıştırmışım, ne olacak..
Velhasıl bir aile yokoldu. Çocuğu buldular mı, hangi katta buldular, bulunan çocuğa ne yaptılar bilemiyorum çünkü orada daha fazla oturamadım doğrusu. Ama bu takdire şayan iki perdelik traji-komedi için kendilerine bir Goethe (gelme) ödülü uygun görüyorum ben.. Ne diyim ki daha..
6 Nisan 2012 Cuma
Paskalya bayramı
Önümüzdeki dört gün hıristiyan aleminin Paskalya Bayramı ya da seküler vatandaşlar için bahar tatili. Dışarıda 4 derece, yağmurlu, baharla uzaktan yakından alakası olmayan bir hava var ve Almanya'da bayram günleri tüm dükkanlar ve marketler yasa gereği kapalı olduğu için, şu an itibarıyla herkes evinde saklanıyor. Ben de önce spor keyfi yapıp, ardından da kocaman bir paskalya çöreğini mideye indirdikten sonra, üzüm ve bademlerin verdiği enerjiyle siz bloggercıklarıma biraz paskalya ruhu enjekte edeyim dedim.
Paskalya; her sene kuzey yarımkürede ilkbahar ekinoksu sonrası (küçük kardeşlerimiz ve aramızdaki karacahiller için, bunun gece gündüz eşitliği anlamına geldiğini ekleyelim) gözlemlenen ilk dolunaydan bir sonraki pazar günü (ay takvimlerinin kullanılmasının yarattığı karmaşaya girmeyelim hadi) kutlanır ve bu günde Hz. İsa'nın çarmıha gerilişi ile çektiği acıların sona erdiğine ve tanrının yanına yükseldiğine inanılır. Amerika'da genellikle Hz.İsa'nın çarmıha gerildiği cuma ve pazar günü dini günler olarak kabul edilirken, dini biraz daha bütün Avrupa ülkelerinde pazartesi günü de tatildir. Sağa sola sormama ve yaptığım ufak çaplı araştırmaya rağmen, pazartesi gününün tam olarak neden tatil olduğunu bulamadım ama bir ihtimal Hz.İsa'nın göğe yükselişi, yani hıristiyan alemi için kendini feda ederek onlara yeni ve temiz bir sayfa açmasının ilk günü kabul edildiği için olabilir. Ya da, tamamen yumurta tokuşturmaya ayırılmış bir gün de olabilir - bazı arkadaşlarım böyle olduğunu iddia ettikleri için yazıyorum :) inandığım için değil.
Peki ne yapılır bu Paskalya Yortusu'nda? Öncelikle, 40 gün öncesinden oruç dönemi ile vücut ve ruh temizliği yapılıyor. Bizdeki oruçtan farkı, tam bir açlık söz konusu değil. Et, yumurta, süt ürünleri, şarap, bitkisel ve hayvansal yağlar yenmiyor. Ayrıca dini seminerler takip ediliyor ve dua ediliyor. Bir çok insan bu dönemde Bethlehem'e ve Kudüs'e ziyaretlerde bulunup hacı da oluyor. Kutsal cuma günü, yani Hz. İsa'nın çarmıha gerildiği gün ve gecesinde dans etmek, şarkı söylemek ve eğlence düzenlemek de bir çok ülkede yasak (Almanya gibi son derece seküler bir ülkede bile buna dair yasalar var mesela ama tabii ki şeriat polisi gibi denetleyici tipler yok, birçok dini konu gibi bu da kişinin vicdanına bırakılmış bir durum). Paskalya günü ise, sabah güneş doğmadan kiliselerde ayin düzenleniyor. Sonrasında genellikle aileler bir arada yemek yiyorlar. Pazartesi ise dediğim gibi, yumurta boyama, tokuşturma ve yumurta ile yapılabilecek her çeşit aktivitenin gerçekleştirilmesi dışında pek bir dini durum yok sanırım.
Seküler Paskalya ise, oldukça şenlikli bir dönem olarak kutlanıyor. Bahar bayramı tadında geçen, hava güzel olduğu zaman herkesin park ve bahçelere (ya da Bavyeralı zenginlerin yaptığı gibi İtalya'daki göllerin kıyılarındaki yazlık evlerine) akın ettiği, okulların 2 hafta süreyle kapalı olduğu bir dönem bu. Market ve dükkanlarda envai çeşit yumurta şekilli çikolata ve şekerleme bulabileceğiniz, en ciddi müesseselerin (misal dişçi muayenehaneleri ıyyyy) bile renkli tavşan ve kurdelelerle süslendiği, halkın hafiften ağıra manik özellikler gösterdiği, şehrin dört bir yanında yumurta boyama, hali hazırda boyanmış ve özenle saklanmış yumurtaları bulma, eller arkada ağıza ters sokulmuş kaşık üstünde yumurta ile sağa sola amaçsız şekilde koşturma, tanımadığınız insanlardan çikolata alma, önünüze gelene renkli tavşan figürleri verme, şekeriniz tavan yapana dek şekerleme yiyip "ay gözümün önünde yuvarlak yuvarlak bişiler parlıyo ayol" diye bi koltuğa yığılma, evin gizli köşelerine sakladığınız haşlanmış ve boyanmış yumurtaların en alakasız anda önünüze çıkıp ayağınıza dolanması ile şaşırma sinirlenme sevinme mide bulantısı kalp çarpıntısı ve daha nice duyguyu bir arada yaşayacağınız bir tatil dönemi.. Bizde de bazı kendini bilmezler tarafından terörizmle özdeşleştirilmeye çalışılsa da, bahar bayramı olarak kutlanan Nevruz Bayramı'nda aslında bu adetlerden bir kısmı yapılıyor. Bu nedenle bu tip yumurta aktivitelerinin pagan dönemden geldiğine de inanabiliriz. Her ne kadar kilise, pagan kültürünü tamamen reddederek, yumurtaların boyanmasını Mary Magdalene ile Roma Kralı arasında geçen bir hikayeye dayandırsa ve şüphe içindeki Roma Kralı'nın "Hz. İsa'nın göğe yükseldiğine, şu önümdeki kase içinde bulunan yumurtalar kırmızıya dönse anca inanırım" demesi üzerine yumurtaların kıpkırmızı oluvermesine bağlasa da.. Bilemiyorum yani o kadarını.. Ben Paskalya'yı seküler kutlayanlardan olup, şu an önümdeki paskalya çöreği'nin nereden geldiğini daha çok merak edenlerdenim.
Yine de.. Tüm bu tavşan, yumurta ve kovalamaca bir yana; Hz. İsa'nın öldüğünde sadece 33 yaşında olması ve heryerine çiviler çakılmışken, tüm vücudu kanla ve acıyla kaplıyken bile tanrıya "Tanrım, onları affet.. Onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar" diye yakarması, dindar bir hıristiyanı geçelim, müslüman ya da ateist bir insanı bile düşündüren bir durum değil mi?
Dipnot. Alman Paskalya Çöreği tarifini merak eden sevgili babam ve diğer okurlarım için bir tık buraya.
Paskalya; her sene kuzey yarımkürede ilkbahar ekinoksu sonrası (küçük kardeşlerimiz ve aramızdaki karacahiller için, bunun gece gündüz eşitliği anlamına geldiğini ekleyelim) gözlemlenen ilk dolunaydan bir sonraki pazar günü (ay takvimlerinin kullanılmasının yarattığı karmaşaya girmeyelim hadi) kutlanır ve bu günde Hz. İsa'nın çarmıha gerilişi ile çektiği acıların sona erdiğine ve tanrının yanına yükseldiğine inanılır. Amerika'da genellikle Hz.İsa'nın çarmıha gerildiği cuma ve pazar günü dini günler olarak kabul edilirken, dini biraz daha bütün Avrupa ülkelerinde pazartesi günü de tatildir. Sağa sola sormama ve yaptığım ufak çaplı araştırmaya rağmen, pazartesi gününün tam olarak neden tatil olduğunu bulamadım ama bir ihtimal Hz.İsa'nın göğe yükselişi, yani hıristiyan alemi için kendini feda ederek onlara yeni ve temiz bir sayfa açmasının ilk günü kabul edildiği için olabilir. Ya da, tamamen yumurta tokuşturmaya ayırılmış bir gün de olabilir - bazı arkadaşlarım böyle olduğunu iddia ettikleri için yazıyorum :) inandığım için değil.
Peki ne yapılır bu Paskalya Yortusu'nda? Öncelikle, 40 gün öncesinden oruç dönemi ile vücut ve ruh temizliği yapılıyor. Bizdeki oruçtan farkı, tam bir açlık söz konusu değil. Et, yumurta, süt ürünleri, şarap, bitkisel ve hayvansal yağlar yenmiyor. Ayrıca dini seminerler takip ediliyor ve dua ediliyor. Bir çok insan bu dönemde Bethlehem'e ve Kudüs'e ziyaretlerde bulunup hacı da oluyor. Kutsal cuma günü, yani Hz. İsa'nın çarmıha gerildiği gün ve gecesinde dans etmek, şarkı söylemek ve eğlence düzenlemek de bir çok ülkede yasak (Almanya gibi son derece seküler bir ülkede bile buna dair yasalar var mesela ama tabii ki şeriat polisi gibi denetleyici tipler yok, birçok dini konu gibi bu da kişinin vicdanına bırakılmış bir durum). Paskalya günü ise, sabah güneş doğmadan kiliselerde ayin düzenleniyor. Sonrasında genellikle aileler bir arada yemek yiyorlar. Pazartesi ise dediğim gibi, yumurta boyama, tokuşturma ve yumurta ile yapılabilecek her çeşit aktivitenin gerçekleştirilmesi dışında pek bir dini durum yok sanırım.
Seküler Paskalya ise, oldukça şenlikli bir dönem olarak kutlanıyor. Bahar bayramı tadında geçen, hava güzel olduğu zaman herkesin park ve bahçelere (ya da Bavyeralı zenginlerin yaptığı gibi İtalya'daki göllerin kıyılarındaki yazlık evlerine) akın ettiği, okulların 2 hafta süreyle kapalı olduğu bir dönem bu. Market ve dükkanlarda envai çeşit yumurta şekilli çikolata ve şekerleme bulabileceğiniz, en ciddi müesseselerin (misal dişçi muayenehaneleri ıyyyy) bile renkli tavşan ve kurdelelerle süslendiği, halkın hafiften ağıra manik özellikler gösterdiği, şehrin dört bir yanında yumurta boyama, hali hazırda boyanmış ve özenle saklanmış yumurtaları bulma, eller arkada ağıza ters sokulmuş kaşık üstünde yumurta ile sağa sola amaçsız şekilde koşturma, tanımadığınız insanlardan çikolata alma, önünüze gelene renkli tavşan figürleri verme, şekeriniz tavan yapana dek şekerleme yiyip "ay gözümün önünde yuvarlak yuvarlak bişiler parlıyo ayol" diye bi koltuğa yığılma, evin gizli köşelerine sakladığınız haşlanmış ve boyanmış yumurtaların en alakasız anda önünüze çıkıp ayağınıza dolanması ile şaşırma sinirlenme sevinme mide bulantısı kalp çarpıntısı ve daha nice duyguyu bir arada yaşayacağınız bir tatil dönemi.. Bizde de bazı kendini bilmezler tarafından terörizmle özdeşleştirilmeye çalışılsa da, bahar bayramı olarak kutlanan Nevruz Bayramı'nda aslında bu adetlerden bir kısmı yapılıyor. Bu nedenle bu tip yumurta aktivitelerinin pagan dönemden geldiğine de inanabiliriz. Her ne kadar kilise, pagan kültürünü tamamen reddederek, yumurtaların boyanmasını Mary Magdalene ile Roma Kralı arasında geçen bir hikayeye dayandırsa ve şüphe içindeki Roma Kralı'nın "Hz. İsa'nın göğe yükseldiğine, şu önümdeki kase içinde bulunan yumurtalar kırmızıya dönse anca inanırım" demesi üzerine yumurtaların kıpkırmızı oluvermesine bağlasa da.. Bilemiyorum yani o kadarını.. Ben Paskalya'yı seküler kutlayanlardan olup, şu an önümdeki paskalya çöreği'nin nereden geldiğini daha çok merak edenlerdenim.
Yine de.. Tüm bu tavşan, yumurta ve kovalamaca bir yana; Hz. İsa'nın öldüğünde sadece 33 yaşında olması ve heryerine çiviler çakılmışken, tüm vücudu kanla ve acıyla kaplıyken bile tanrıya "Tanrım, onları affet.. Onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar" diye yakarması, dindar bir hıristiyanı geçelim, müslüman ya da ateist bir insanı bile düşündüren bir durum değil mi?
Dipnot. Alman Paskalya Çöreği tarifini merak eden sevgili babam ve diğer okurlarım için bir tık buraya.
4 Nisan 2012 Çarşamba
Modası geçmiş şeyleri sevmek
Bu sıra yazdıklarını severek takip ettiğim blog yazarlarından Glamdring, kendisini tarif ederken "modası geçmiş şeyleri severim" gibi bir cümle kullanmış, ama "modası geçmiş şeyler" diye tanımladıkları Woody, Humphrey, Joyce falan olunca insan bir tarafına aniden bir çuvaldız yemiş gibi oluyor. Bu durumda benim de modası geçmiş(?) şeyleri - hem de fazlasıyla - sevdiğim söylenebilir çünkü.. Hatta her aklı selim insanın modası geçmiş şeyleri sevdiği söylenebilir; ki bu da eski püskü, biçimsiz ve sevimsiz şeylere kitch damgasını yapıştırıp onları moda etmeye benzer bir süre sonra. En iyisi tanımlar yapıştırmadan sevmek belki de. Ama gördüğünü tanımlamak, betimlemek, kategorilere yerleştirmek; anlamak ve anlaşılmak isteyen insanoğlunun temel özelliklerinden işte. Ama tanımlayıp bir yere oturtur oturtmaz, ilgimiz de hızla sönmeye başlıyor..
Sanırım Irgandı Köprüsü'nün de başına gelen bu oldu. Bursa'nın arada sırada rüyalarıma giren, efsanesi ve hikayesi bol, tarihi mahallelerinden biri olan Yıldırım'dadır bu köprü. Gökdere üzerine kuruludur. Dünyada benzeri fazla olmayan çarşı-köprülerdendir. Yani üstü dükkan dükkan, çarşı çarşı bir köprü bu. Hem karşıya geçiyorsunuz, hem alışveriş yapıyorsunuz. 1442'de Irgandılı Ali oğlu hoca Muslihiddin yapmış. Depremler, savaşlar görmüş. Sonra modası geçmiş belki de, unutulmuş.. Ta ki modası geçmiş şeyleri seven "mevkii"li birinin dikkatini çekip de restore edilene kadar.
Bu da köprünün 2005'ten sonra aldığı hali. Şu an üzerinde takıcılık, kandilcilik, mumculuk, bıçakçılık, metal işleme sanatları, sedefkarlık, nakkaşlık ve minyatür sanatları icra ediliyor, sergileniyor ve satılıyor. Ayrıca nargile ve çay evleri de bulunuyor. Yani bu modası geçmiş köprü, son yıllarda oldukça rağbet görüyor. Ayrıca yine çok sevdiğim modası geçmiş "şey"lerden biri de, bu köprünün hemen üst taraflarından Yeşil'e doğru çıkarken, yol kenarında bulunan türbesinde yatan Ethem Dede'dir. Bu Ethem Dede, diğer yatırlardan farklı "çizgisi" ile dikkat çeken bir dedemizdir. Ben şahsen kendisine yakından hürmet duyar ve saygı beslerim. Zira kaybolan birşeyim olsun, hemen: "Ethem Dede, Ethem Dede; Gömleği keten dede; Eğer kaybolan xxxx'imi bulursam; Sana 10 (20.. 30.. artık eşyanın değerine göre arttırırım biraz) göbek atam dede" derim ve başlarım aramaya.. Sağolsun Ethem Dede genellikle buldurur bana eşyalarımı ve göbekler attırır (bazen ulu orta). Arada türbesi rüyama girer, "belki de adadığım ama atamadığım göbekler var" diye düşünür, durduk yere göbek atarım bu dedeye ben. Anlayacağınız latifesi bol, eğlenceli, pamuk şeker tadında bir dedemizdir kendisi.
Bursa'nın çok sevdiğim modası geçmiş "şey"leri bu kadarla da kalmıyor tabii. Mesela şanlı tarihimizde bir "Gurabahane-i Laklakan" vakası vardır Bursa'nın. Yine modası geçmiş kişilerden biri olan Ahmet Haşim şöyle demiş hakkında "Bilmem Bursa'yı gezerken gördünüz mü? Haffaflar Çarşısı'nın ortasında bir meydan var. Bu meydan malul hayvanların düşkünler yurdudur. Kanadı, bacağı kırık leylekler, bunamış kargalar halkın sadakasıyla yaşarlar". Evet, Gurabahane-i Laklakan bir laklaklar, leylekler, göç ederken yorgun veya hasta düşmüş kanatlılar hastanesidir! Böyle bir mekan gerçekten vardır Bursa'da. İnanmayanlar buradan inanabilirler. Bu sabah babam Afrika'dan yeni gelmiş kırlangıçlar ve yol kenarında dinlenen leylek sürüleriyle karşılaştığını yazmış. Ben nicedir görmüyorum şehirde "modası geçmiş" kuş sürülerini ama demek ki kuşlar bir şekilde biliyorlar bu kentte bir (hastaneleri olmasa da, en azından tek göz odada haftada bir gelen) veterinerleri olduğunu, kimbilir?
Sanırım Irgandı Köprüsü'nün de başına gelen bu oldu. Bursa'nın arada sırada rüyalarıma giren, efsanesi ve hikayesi bol, tarihi mahallelerinden biri olan Yıldırım'dadır bu köprü. Gökdere üzerine kuruludur. Dünyada benzeri fazla olmayan çarşı-köprülerdendir. Yani üstü dükkan dükkan, çarşı çarşı bir köprü bu. Hem karşıya geçiyorsunuz, hem alışveriş yapıyorsunuz. 1442'de Irgandılı Ali oğlu hoca Muslihiddin yapmış. Depremler, savaşlar görmüş. Sonra modası geçmiş belki de, unutulmuş.. Ta ki modası geçmiş şeyleri seven "mevkii"li birinin dikkatini çekip de restore edilene kadar.
Bu da köprünün 2005'ten sonra aldığı hali. Şu an üzerinde takıcılık, kandilcilik, mumculuk, bıçakçılık, metal işleme sanatları, sedefkarlık, nakkaşlık ve minyatür sanatları icra ediliyor, sergileniyor ve satılıyor. Ayrıca nargile ve çay evleri de bulunuyor. Yani bu modası geçmiş köprü, son yıllarda oldukça rağbet görüyor. Ayrıca yine çok sevdiğim modası geçmiş "şey"lerden biri de, bu köprünün hemen üst taraflarından Yeşil'e doğru çıkarken, yol kenarında bulunan türbesinde yatan Ethem Dede'dir. Bu Ethem Dede, diğer yatırlardan farklı "çizgisi" ile dikkat çeken bir dedemizdir. Ben şahsen kendisine yakından hürmet duyar ve saygı beslerim. Zira kaybolan birşeyim olsun, hemen: "Ethem Dede, Ethem Dede; Gömleği keten dede; Eğer kaybolan xxxx'imi bulursam; Sana 10 (20.. 30.. artık eşyanın değerine göre arttırırım biraz) göbek atam dede" derim ve başlarım aramaya.. Sağolsun Ethem Dede genellikle buldurur bana eşyalarımı ve göbekler attırır (bazen ulu orta). Arada türbesi rüyama girer, "belki de adadığım ama atamadığım göbekler var" diye düşünür, durduk yere göbek atarım bu dedeye ben. Anlayacağınız latifesi bol, eğlenceli, pamuk şeker tadında bir dedemizdir kendisi.
Bursa'nın çok sevdiğim modası geçmiş "şey"leri bu kadarla da kalmıyor tabii. Mesela şanlı tarihimizde bir "Gurabahane-i Laklakan" vakası vardır Bursa'nın. Yine modası geçmiş kişilerden biri olan Ahmet Haşim şöyle demiş hakkında "Bilmem Bursa'yı gezerken gördünüz mü? Haffaflar Çarşısı'nın ortasında bir meydan var. Bu meydan malul hayvanların düşkünler yurdudur. Kanadı, bacağı kırık leylekler, bunamış kargalar halkın sadakasıyla yaşarlar". Evet, Gurabahane-i Laklakan bir laklaklar, leylekler, göç ederken yorgun veya hasta düşmüş kanatlılar hastanesidir! Böyle bir mekan gerçekten vardır Bursa'da. İnanmayanlar buradan inanabilirler. Bu sabah babam Afrika'dan yeni gelmiş kırlangıçlar ve yol kenarında dinlenen leylek sürüleriyle karşılaştığını yazmış. Ben nicedir görmüyorum şehirde "modası geçmiş" kuş sürülerini ama demek ki kuşlar bir şekilde biliyorlar bu kentte bir (hastaneleri olmasa da, en azından tek göz odada haftada bir gelen) veterinerleri olduğunu, kimbilir?