Dört gündür Türkiye'deyim ve geldiğim andan itibaren bu yaza damgasını vuran alamet-i farika ile cebelleşmekteyim: Mehmettttt..!
Mehmet bildiğim kadarıyla magazinel bir kişi değil ama evinden dışarıya adım attığı anda bizim sitenin kızları ona doğru çığlıklar atarak koşuyorlar. Mehmet'in mavi bir scooter'ı, bir de internete bağlanmak istediğimizde tüm sitenin bilgisayar ekranlarında beliren kablosuz internet ağı var. Mehmet kedileri kovalamayı, yokuş aşağı koşturmayı ve araba yarışlarını seviyor; çünkü kendisi 5 yaşında.
Sitenin biri esmer biri sarışın iki dilberinin; dötten bacaklı, koca kafalı ve "r"leri söylemeyi pek beceremeyen Mehmet'i yere göğe sırdıramamasının bir hikmeti olabileceğini düşünerek, bu akşam saatlerimi balkonda (kendime kitap okuyan entel teyze süsü vererek tabii) Mehmet'i izlemekle geçirdim. Çığlık ve haykırışlarla geçen bu iki saatin sonunda, kafam tutmuş haldeyken bile, bir takım genellemelere varabileceğimi ve memleketimizin bekar kızlarına erkek neymiş görmeleri açısından bir nebze katkıda bulunabileceğimi düşünüyorum.
Akşamın o huzur dolu olması beklenen Ahmet Haşimsel kızıl saatlerinde; güneş arka yoldan çekilmiş, otlar usul usul dalgalanır, ağaçlar hışır hışır fısıldaşır, kuşlar cıvıldaşır, köpekler havlaşır ve hatta biraz kassak kuzular bile meleşirken.. Olan oluyor ve Mehmet ile hayranları öğle uykularından uyanıp, yemeklerini yiyip, zaten fazla gelen enerjilerini sağa sola fışkırtmak için sitenin sokaklarına çıkıyorlar. O anda inanın dostlar; tüm doğa bir susuyor, kuşlar, böcekler ve balkonlarda olan komşular panik içinde kaçışıyor, hatta sanki güneş tutulmasına benzer bir karanlık kaplıyor etrafı.. Bir ürperti, derinden gelecek olan baş ağrısının bir habercisi.. Yani kısacası sokaklar birkaç saat Mehmet ve hayranlarından soruluyor, ta ki birinden birinin bakıcısı ya da anane'si tehditlerle karışık serzenişlerde bulunup çocukları eve sokmayı başarana dek. Geriye yollara tebeşirle çizilmiş tavşanlar, tam park yerlerinin girişine özenle park edilmiş kamyon ve bisikletler, evcilik ve doktorculuk setlerinin renkli plastikten üyeleri kalıyor. Neyse ki Mehmet ve hayranları erken uyuyorlar, gecenin ağustos böcekli fısıltısı ve yıldızların ışıltısı bize kalıyor, yoksa altı senedir çocuksuz ve huzur dolu bir komşuluk ilişkisi içinde olan tüm site ahalisi olarak, keçileri kaçırmamamız elde değil.
Şebnem ve Mehmet geçen seneden beri yakın arkadaşlar ama bu sene yeni taşınan İnci ilişkilerine yeni bir renk getirmiş. Bizim mütevazi ve hafif göbekli Şebnem Mehmet'i etkilemek için babasının teknesiyle yaptıkları gezileri anlatır olmuş. Uzun siyah saçlı ve işveli İnci ise, anaokulunda öğrendiği şarkıları en tiz sesiyle Mehmet'e söylemekte. Bu arada Mehmet'in tüm derdinin scooter'ın kırmızı tekerleklerine dikkat çekmek olduğunu da belirtmeden geçmeyelim. Ayrıca yine bu sohbetlerden öğrendiğim kadarıyla; Mehmet'in bu haftasonu İstanbul seyahati planı var ve İnci de İstanbul'u iyi biliyor olsa ki, Mehmet'e Bağdat Caddesi'ne gidip gitmeyeceğini sordu. Giderse, orda İnci'nin dayısı varmış ve dayısı çikolata verme konusunda oldukça bonkörmüş. Demek ki nedir sevgili bloggercıklarım; altında bir araba, bir kamyon ya da en azından bir scooter olan bir erkek bulduysanız, kaçırmayacaksınız; direkt dalacaksınız kendisine. Ayrıca şarkılar söyleyecek, Bağdat'taki çikolata madeninden bahsedecek, onu kendinize bağlayacaksınız. Aşkınızı anlatan temsili bir tavşan figürünü onun kapısı önüne beyaz tebeşirlerle nakşedecek, kendisi öğle uykusundan uyanır uyanmaz avaz avaz bağırarak, çığlıklar atarak karşılayacaksınız. Benim bu akşam saatlerinde öğrendiğim ve size de belletmek istediğim budur. Şimdi izninizle bir ağrı kesici alıp, akşamın geri kalanını huzur içinde geçirebilmeyi umuyorum; esen kalınız..
25 Ağustos 2011 Perşembe
Meselemiz; ötekiler..
Birçoklarınız sevmeyecek bu yazıyı, hatta yükseklerden biryerlerden başıma bela getirecek belki bir zaman. Ama sustukça; sıra farklı olana, en sonunda da bizlere gelecek.
Almanya'da bana en çok sorulan sorulardan biri "kürt meselesi". Aynı soruyu birçok farklı türevde duydum; en sık "Doğu'daki problem neden yıllardır çözülemiyor", biraz daha nadir "Kürtlerle Türkler neden anlaşamıyor" ve arada sırada "Kürdistan'daki insanları neden öldürüyorsunuz?" diye soruyorlar bana. İşin doğrusu, politikayla ilgilenen bir insan değilim ben, üstelik 80'li-90'lı yıllarda büyüyen her nesil gibi Doğu'da yaşanan problemlerin kaynağından bir haberim. Bizler hep medyadan izliyoruz olan biteni, orda uzakta bir "köy" var, o köyün "bizim" köyümüz olması gerekiyor, gitmiyoruz ve görmüyoruz ama köy "bizim".
Ben Doğu ve Güneydoğu'ya 2001 yılında gittim ilk kez, sırtımda çantam ve yanımda kendim gibi hayattan bir haber 2 kızkardeş-arkadaşla. Orda gördüklerim, yaşadıklarım hiç de medyada anlatılanlara benzemedi. İnsanlar bize bazen kötü kötü baktı, bazen açık dille onaylanmadık, bazen de çok ilgi ve sevgi gördük. Yani Batı'daki gibi. Ama Mardin'in Süryanileri, Ağrı'daki Ermeni nineler, Doğu Karadeniz'deki Lazlar ve bize "öğretilmemiş" nice değişik kültürle harmalandık. Her seyahatte olduğu gibi, ben Doğu'dan farklı bir insan olarak döndüm. Hala yüzümü gülümseten anılarla birlikte. Belki o nedenle; yani o "uzaktaki köy"e bir "gidipte görmüş" olmanın getirdiği bir iç burukluğuyla cevaplıyorum bana gelen soruları. Aynı nedenle buraya da yazıyorum şimdi.
"Kürt meselesi" denen sorun, aslında iki yaramaz çocuğun itişip kakışması gibi. Ama bu çocuklar itişirken; gencecik insanlar ölüyor, anneler ağlıyor, her iki tarafa da silah ve savaş teknolojileri satan leş kargalarının ekmeğine yağ sürülüyor. Tüm bunlar olup biterken; zaten akdeniz kanının, doğu mizacının doğal getirisi ve medyanın verdiği gazla, kitleler birbirlerine düşman ediliyor. Bu sadece kürt meselesinde değil; türbansever kesimle türbansevmez kesim arasında, aleviyle suni arasında, saçı kırmızı olanla saçı siyah olan arasında, kadınlarla erkekler arasında, kanarya severlerle kediseverler arasında falan da yaşanıyor Türkiye'de. Yani asıl sorun: "biz ve onlar".. "Biz kendimiz gibi olanı severiz, başka türlü bişey olanı sevmeyiz, istemeyiz". Almanya'da da 1920-30'larda yaşananlar tam da bunlar değil miydi?
Şimdi bize "ama siz de bu sorunu bi türlü çözemediniz haa" diye çemkiren Avrupalı yıllarca bize silah sattı ve satıyor. Kendi ordularını dağıtırken, askerliği tamamen paralı profesyonel ordunun hizmetine alırken, vicdani reddi kabul ederken ve kendi sınırlarını komşularına açarken; nedense Afrika'ya, Orta Doğu'ya ve bize savaş teknolojileri satıyor, silahlanma yarışını el altından destekliyor.
İncecik bir buz tabakası üzerinde ne dolaplar dönüyor, biz de buz pateni izlemeye sevdalı bir ırk olarak izliyoruz; "alkışla" diyorlar alkışlıyoruz, "kışkışla" diyorlar kışkışlıyoruz. Facebook'ta her gün "Yılmadan" yazan bir milliyetçi yazarın saçmalıkları paylaşılıyor, etrafta al hilaller dalgalanıyor, "öteki" bazı renklere düşmanız, gördüğümüz yerde yakıyoruz, çeşitli hayvan aleminden benzetmelerle "renklendirilen", sonu hiçbiryere gitmeyen nefret kusmalar, havada yumruklar falan.. Gazetelerin köşe yazarlarının, artık bir mahalle çığırtkanlığına dönen akşam kuşağı habercilerinin tirajı arttıkça ekmeğinlerine daha çok bal sürülüyor; ırkçı ve milliyetçi yazılarını okumak istemesek bile sosyal medyadaki paylaşımlarla gözümüze sokuluyor. Savaşı lanetleme adı altında aslında kendileri gündem yaratarak, kardeşi kardeşe düşürerek, ellerine de silah vererek bu insanlar kendi ceplerini dolduruyorlar. Öteyandan iç odalarda anneler, kardeşler, eşler, bebeler sessiz sessiz ağlıyor, "bi susun, bi sessiz olun, ölüye bir saygı.." diyemiyorlar. Ölen evlatlarının bedeni bile devletin ya da örgütün ya da kamunun olmuş artık. Ne acı.
Bu manzaralar uzunca bir süre bitmez. Batıdaki aydınlar ne kadar kucaklaşırsa kucaklaşsın, iki halkın gençleri duvarları barış renkleriyle istedikleri kadar boyasın, bitmez. En baştan kaynaklanıyor sorun, "biz ve ötekiler" diye ayırdığımız andan. Yeni nesil işte tam olarak buna karşı durmalıdır. Her gün küreselleşen dünyada "biz ve onlar" diye birşey yoktur, olamaz. Karşımızdakini kendimize uydurmadan, onu farklı renkleriyle kabullenmeliyiz. Bizim doğrularımızın gerçek doğrular olmayabileceğini, bakış açısı ve yorumun farklılıklarıyla yaşamalıyız. Paranoyakça; bize herkes düşman, bizim bizden başka dostumuz yok, biz hepimiz biriz falan gibi 1950'lerden kalma fikir ve kavramlarla bu yola devam edersek daha çok Mehmet'ler, Boran'lar, Roji'ler, Gül'ler heba olacak.
Almanya'da bana en çok sorulan sorulardan biri "kürt meselesi". Aynı soruyu birçok farklı türevde duydum; en sık "Doğu'daki problem neden yıllardır çözülemiyor", biraz daha nadir "Kürtlerle Türkler neden anlaşamıyor" ve arada sırada "Kürdistan'daki insanları neden öldürüyorsunuz?" diye soruyorlar bana. İşin doğrusu, politikayla ilgilenen bir insan değilim ben, üstelik 80'li-90'lı yıllarda büyüyen her nesil gibi Doğu'da yaşanan problemlerin kaynağından bir haberim. Bizler hep medyadan izliyoruz olan biteni, orda uzakta bir "köy" var, o köyün "bizim" köyümüz olması gerekiyor, gitmiyoruz ve görmüyoruz ama köy "bizim".
Ben Doğu ve Güneydoğu'ya 2001 yılında gittim ilk kez, sırtımda çantam ve yanımda kendim gibi hayattan bir haber 2 kızkardeş-arkadaşla. Orda gördüklerim, yaşadıklarım hiç de medyada anlatılanlara benzemedi. İnsanlar bize bazen kötü kötü baktı, bazen açık dille onaylanmadık, bazen de çok ilgi ve sevgi gördük. Yani Batı'daki gibi. Ama Mardin'in Süryanileri, Ağrı'daki Ermeni nineler, Doğu Karadeniz'deki Lazlar ve bize "öğretilmemiş" nice değişik kültürle harmalandık. Her seyahatte olduğu gibi, ben Doğu'dan farklı bir insan olarak döndüm. Hala yüzümü gülümseten anılarla birlikte. Belki o nedenle; yani o "uzaktaki köy"e bir "gidipte görmüş" olmanın getirdiği bir iç burukluğuyla cevaplıyorum bana gelen soruları. Aynı nedenle buraya da yazıyorum şimdi.
"Kürt meselesi" denen sorun, aslında iki yaramaz çocuğun itişip kakışması gibi. Ama bu çocuklar itişirken; gencecik insanlar ölüyor, anneler ağlıyor, her iki tarafa da silah ve savaş teknolojileri satan leş kargalarının ekmeğine yağ sürülüyor. Tüm bunlar olup biterken; zaten akdeniz kanının, doğu mizacının doğal getirisi ve medyanın verdiği gazla, kitleler birbirlerine düşman ediliyor. Bu sadece kürt meselesinde değil; türbansever kesimle türbansevmez kesim arasında, aleviyle suni arasında, saçı kırmızı olanla saçı siyah olan arasında, kadınlarla erkekler arasında, kanarya severlerle kediseverler arasında falan da yaşanıyor Türkiye'de. Yani asıl sorun: "biz ve onlar".. "Biz kendimiz gibi olanı severiz, başka türlü bişey olanı sevmeyiz, istemeyiz". Almanya'da da 1920-30'larda yaşananlar tam da bunlar değil miydi?
Şimdi bize "ama siz de bu sorunu bi türlü çözemediniz haa" diye çemkiren Avrupalı yıllarca bize silah sattı ve satıyor. Kendi ordularını dağıtırken, askerliği tamamen paralı profesyonel ordunun hizmetine alırken, vicdani reddi kabul ederken ve kendi sınırlarını komşularına açarken; nedense Afrika'ya, Orta Doğu'ya ve bize savaş teknolojileri satıyor, silahlanma yarışını el altından destekliyor.
İncecik bir buz tabakası üzerinde ne dolaplar dönüyor, biz de buz pateni izlemeye sevdalı bir ırk olarak izliyoruz; "alkışla" diyorlar alkışlıyoruz, "kışkışla" diyorlar kışkışlıyoruz. Facebook'ta her gün "Yılmadan" yazan bir milliyetçi yazarın saçmalıkları paylaşılıyor, etrafta al hilaller dalgalanıyor, "öteki" bazı renklere düşmanız, gördüğümüz yerde yakıyoruz, çeşitli hayvan aleminden benzetmelerle "renklendirilen", sonu hiçbiryere gitmeyen nefret kusmalar, havada yumruklar falan.. Gazetelerin köşe yazarlarının, artık bir mahalle çığırtkanlığına dönen akşam kuşağı habercilerinin tirajı arttıkça ekmeğinlerine daha çok bal sürülüyor; ırkçı ve milliyetçi yazılarını okumak istemesek bile sosyal medyadaki paylaşımlarla gözümüze sokuluyor. Savaşı lanetleme adı altında aslında kendileri gündem yaratarak, kardeşi kardeşe düşürerek, ellerine de silah vererek bu insanlar kendi ceplerini dolduruyorlar. Öteyandan iç odalarda anneler, kardeşler, eşler, bebeler sessiz sessiz ağlıyor, "bi susun, bi sessiz olun, ölüye bir saygı.." diyemiyorlar. Ölen evlatlarının bedeni bile devletin ya da örgütün ya da kamunun olmuş artık. Ne acı.
Bu manzaralar uzunca bir süre bitmez. Batıdaki aydınlar ne kadar kucaklaşırsa kucaklaşsın, iki halkın gençleri duvarları barış renkleriyle istedikleri kadar boyasın, bitmez. En baştan kaynaklanıyor sorun, "biz ve ötekiler" diye ayırdığımız andan. Yeni nesil işte tam olarak buna karşı durmalıdır. Her gün küreselleşen dünyada "biz ve onlar" diye birşey yoktur, olamaz. Karşımızdakini kendimize uydurmadan, onu farklı renkleriyle kabullenmeliyiz. Bizim doğrularımızın gerçek doğrular olmayabileceğini, bakış açısı ve yorumun farklılıklarıyla yaşamalıyız. Paranoyakça; bize herkes düşman, bizim bizden başka dostumuz yok, biz hepimiz biriz falan gibi 1950'lerden kalma fikir ve kavramlarla bu yola devam edersek daha çok Mehmet'ler, Boran'lar, Roji'ler, Gül'ler heba olacak.
9 Ağustos 2011 Salı
Amanın, dedeler çıldırdı !?!
Dedelere bir haller olmuş a dostlar; dün okuduğum gazete haberlerinin birinde 85'lik dedenin teki 75'lik karısını "benimle ilgilenmiyor" diye göğsünden ve karnından bıçaklamış, 79'luk bir başka dede ise 72'lik karısını öldürüp kıtır kıtır kesmiş, 75'lik bir diğeri ise 85'lik komşusuna saldırıp tecavüz etmiş! Dedeler cozutmuş yahu!
Neden cozutmuş acaba bu dedeler? Ninelere niye saldırmışlar? Hayır nineler dedeleri 50-60 sene boyunca deli ettiyse "ümüğümü yidin bre kadın" demek için niye bunca zaman beklemiş bu dedeler? Bazı çiftler çocukları 30'lu yaşlara gelince (özellikle de kız çocuklar evlenip barklanınca) boşanıyorlar, gerekçeleri de "zaten yıllardır geçinemiyoruz, çocuklar için katlandık" falan oluyor. Gerçekte ise; 55-60'lı yaşlara gelinip yaşamın büyük kısmının geçtiğini fark ettiklerinde, insanlar durup "ben ne yapıyorum, yaşamımı neden istemediğim şekilde sürdürüyorum, değer mi?" diye soruyorlar kendilerine. Kalan zamanı kendi isteklerine uygun değerlendirmeye çalışıyorlar. Kalan zaman da, yaşam süresinin uzaması ile 30 seneye kadar yükseldiği için bir noktada haklılar da.. 30 senede insan neler yapar, bir düşünün. Bazen 60'lık 70'lik kişilerin birden emekli olup en yakın dağa çıkıp paraşütle atladıklarına, bir tekne satın alıp dünyayı gezdiklerine, ve de bazı durumlarda 20'lik çıtırlarla "takılıp" madara olduklarına şahit oluyoruz. Bence güzel birşey insanın kafasına göre dolu dolu yaşaması, ama tabii 20-30'larında değil de yaş 60-70'e geldiğinde bunu yapmaya kalkışmak tuhaf kaçıyor. Toplumda çok konuşuluyorlar; bazen ayıplanıyorlar, bazen arkalarından gülünüyor, bazen de gizli gizli gıpta ediyor yaşıtları onlara.. Bu dedeler de belki 60'larında boşanmış olsalardı nineleri böyle kesmeye kalkmazlardı. Kimbilir?
Bir başka açıdan bakarsak, dedeler demans ya da yaşlılık paranoyası denen hastalıktan ya da diğer psikolojik sorunlardan muzdarip de olabilirler. Bazen dedeler nineleri deli gibi kıskanıp soluk aldırmaz hale gelebiliyor; bizim de komşu dedelerden biri eline mutfak bıçağını kaptığı gibi "sen başka adamlara bakıyosun" diye bağırarak 70'lik komşu nineyi kovalamıştı. Bu olaydan sonra adamcağızı huzurevine, kadıncağızı da huzura kavuşturduklarını belirtmeme gerek yok sanırım..
İşin ilginç tarafı, bu tip sıyırma durumları genellikle dedeler için geçerli. Erkekler yaşlılıkta görülen psikolojik sorunları daha fazla yaşıyorlar. Ayrıca erkekler kadınlara oranla daha erken tahtalı köy tek gidiş bilet hakkı kazanıyorlar. Bu da belli yaştan sonra resmen kelle koltukta yaşamakta olduğunu gördüğümüz ninelere doğanın bir nevi kıyağı olsa gerek. Sağlıklı yaşlanmalar sevgili blogger'cıklarım!
Neden cozutmuş acaba bu dedeler? Ninelere niye saldırmışlar? Hayır nineler dedeleri 50-60 sene boyunca deli ettiyse "ümüğümü yidin bre kadın" demek için niye bunca zaman beklemiş bu dedeler? Bazı çiftler çocukları 30'lu yaşlara gelince (özellikle de kız çocuklar evlenip barklanınca) boşanıyorlar, gerekçeleri de "zaten yıllardır geçinemiyoruz, çocuklar için katlandık" falan oluyor. Gerçekte ise; 55-60'lı yaşlara gelinip yaşamın büyük kısmının geçtiğini fark ettiklerinde, insanlar durup "ben ne yapıyorum, yaşamımı neden istemediğim şekilde sürdürüyorum, değer mi?" diye soruyorlar kendilerine. Kalan zamanı kendi isteklerine uygun değerlendirmeye çalışıyorlar. Kalan zaman da, yaşam süresinin uzaması ile 30 seneye kadar yükseldiği için bir noktada haklılar da.. 30 senede insan neler yapar, bir düşünün. Bazen 60'lık 70'lik kişilerin birden emekli olup en yakın dağa çıkıp paraşütle atladıklarına, bir tekne satın alıp dünyayı gezdiklerine, ve de bazı durumlarda 20'lik çıtırlarla "takılıp" madara olduklarına şahit oluyoruz. Bence güzel birşey insanın kafasına göre dolu dolu yaşaması, ama tabii 20-30'larında değil de yaş 60-70'e geldiğinde bunu yapmaya kalkışmak tuhaf kaçıyor. Toplumda çok konuşuluyorlar; bazen ayıplanıyorlar, bazen arkalarından gülünüyor, bazen de gizli gizli gıpta ediyor yaşıtları onlara.. Bu dedeler de belki 60'larında boşanmış olsalardı nineleri böyle kesmeye kalkmazlardı. Kimbilir?
Bir başka açıdan bakarsak, dedeler demans ya da yaşlılık paranoyası denen hastalıktan ya da diğer psikolojik sorunlardan muzdarip de olabilirler. Bazen dedeler nineleri deli gibi kıskanıp soluk aldırmaz hale gelebiliyor; bizim de komşu dedelerden biri eline mutfak bıçağını kaptığı gibi "sen başka adamlara bakıyosun" diye bağırarak 70'lik komşu nineyi kovalamıştı. Bu olaydan sonra adamcağızı huzurevine, kadıncağızı da huzura kavuşturduklarını belirtmeme gerek yok sanırım..
İşin ilginç tarafı, bu tip sıyırma durumları genellikle dedeler için geçerli. Erkekler yaşlılıkta görülen psikolojik sorunları daha fazla yaşıyorlar. Ayrıca erkekler kadınlara oranla daha erken tahtalı köy tek gidiş bilet hakkı kazanıyorlar. Bu da belli yaştan sonra resmen kelle koltukta yaşamakta olduğunu gördüğümüz ninelere doğanın bir nevi kıyağı olsa gerek. Sağlıklı yaşlanmalar sevgili blogger'cıklarım!
1 Ağustos 2011 Pazartesi
Münih ve Yakın Çevresinde Gezilecek Yerler
Uzun zamandır yazmak istiyorum bu yazıyı aslında ama bana göre bir şehri tanıyorum diyebilmek için, en az 6 ay orada yaşamak gerekiyor ve benim için bu süre daha yeni yeni tamamlandı. Artık gönül rahatlığı içinde size "benim Münih'im"i tanıtabilirim. Bu yazımda, daha önce hiç denemediğim ama hep aklımda olan bir üslub kullanacağım; şehri "gezgine özel" anlatacağım. Yani her zevke göre, her isteğe göre şehri yeniden yaratacağım; çünkü Münih hem durağan, hem de yaşayan; hem tüm heybetiyle tarih kokan, hem de sabaha kadar kıpır kıpır bir şehir.
Entellektüel gezgine özel; Tarihi ve Kültürel Münih:
Münih; Bavyera eyaletinin başkenti ve Almanya'nın en büyük üçüncü kentidir. Şehrin bilinen tarihi 1158 yılında başlar ve Bavyera dilindeki adı olan München "rahibin yeri" anlamına gelmektedir. Şehir bu adını, doğu ile batı arasında tuz ticareti yapan Benedikt rahiplerinden almıştır. O yıllarda tuz, altından daha değerli bir madendi ve kervanlar ipek yolu gibi tuz yolunu da teperlerdi. Münih'in upuzun ve heyecan dolu maceralı tarihini buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.
Isar nehrinin kıyısında, Alpler'in eteklerindeki bu kent manastırlarıyla da ünlüydü. Dinin etkisi Almanya'nın diğer kentleriyle kıyaslandığında Münih'te fazladır, fakat kentin sanayileşme hızı da bir o kadar yüksektir. Bu nedenle de ortaya zengin ve dindar bir örüntü çıkar. Bu örüntünün etkileri ile; politik açıdan muhafazakar, ticari açıdan liberal, sosyal ve kültürel açıdan girişimci ve zengin bir Münih ortaya çıkmıştır.
İkinci Dünya Savaşı sırasında fazlasıyla bombalanmış olsa da, Münih'te her adım başı tüm heybetleriyle dimdik ayakta kalmayı başarmış eski binaları görebilirsiniz. Bunların en güzeli, kuşkusuz Münih denince ilk akla gelen o topuzlu iki kulesiyle, şehrin tam anlamıyla merkezindeki Marienplatz'da bulunan Frauenkirche (Meryem Ana Kilisesi)'dir. 15.yy'ın Gotik mimari anlayışıyla yapılan bu kiliseyi nisan-ekim arasında ziyaret ederseniz, kuzeydeki minareye tırmanma imkanı da bulabilirsiniz. Diğer zamanlarda ise, Neues Rathaus'un (yeni belediye binası) 85mt'lik kulesinden şehri kuşbakışı izleyebilirsiniz. Ayrıca; ballı çörekler ve kahve eşliğinde ayarı kaçırılmış bir kahvaltıdan sonra enerji patlaması yaşarsanız, St.Peters Kilisesinin 306 basamakla ulaşılan kulesinin en tepe noktasından görülen şehrin panaromik görüntüsününün üzerine söylenecek söz yoktur! Gotik mimarinin ağırlığı üstünüze çöktüyse, yürüyüş mesafesindeki Asam Kilisesi'ne kendinizi atın ve barok döneminin en abartılı örneklerinden birini görün.
Oradan kısa bir yürüyüşle Residenz (Saray)'a geçebilir ve soylu sınıfın örf ve adetleri ile hazinelerine ve gravürlü odalardaki sergilere göz atabilirsiniz. Saray bahçesi yazın çeşitli müzisyenlere ev sahipliği yapıyor ve çimlerde oturup müzik dinleyerek soluklanmak için de birebir.
Tabii ki binalar kadar içlerindeki de ilginizi çekiyorsa, Müze Kenti Münih sizi tatmin edecek kadar bol sayıda nitelikli müzeye ev sahipliği yapıyor, üstelik müze girişleri pazar günleri sadece 1 Euro! Kentte zamanınız gerçekten azsa ya da yağmurlu havaya yakalandıysanız, ilk olarak Münchner Stadtmuseum'u (kent müzesi) ziyaret etmenizi öneririm. Müze tarih meraklılarını olduğu kadar, fotoğraf, kukla ve müzik enstrümanları koleksiyonu ile sanat tarihi meraklılarını da mutlu edecektir. Altes Rathaus'un içindeki Spielzeug Museum (Oyuncak Müzesi) de ayrı bir alem ve çok eğlenceli, acil bir durumda çocuğunuzu oraya park edip kendinizi hemen yakınlardaki Oktoberfest ve Bira Müzesine de atabilirsiniz.
Şehrin Judisches Museum (Yahudi Müzesi) Nazi dönemi Almanya'sının yaşattığı acıları gözler önüne seriyor. Eğer Yahudi Tarihi'ne ya da Nazi Almanyası'na dair daha çok şey öğrenmek isterseniz, bu müzenin dışında, Münih'ten 15km uzakta bulunan Dachau'daki Toplama Kampı'nı ziyaret edebilirsiniz. Oldukça çarpıcı ve uzun süre aklınızdan çıkamayacak acı bir deneyim olacağı için, 12 yaşından küçük çocuklar için uygun değil.
Şehrin bir başka önemli müzesi Deutsches Museum, merkezden birazcık uzakta ama özellikle bilim ve teknolojiye ilginiz varsa, mutlaka görülmesi gerekir. İçeride taş devrinden uzay çağına muhteşem bir koleksiyon var ve özellikle uçaklar, içinde gezebileceğiniz denizaltı ve çeşitli bilimsel deneyler sizi saatler hatta günler boyu mutlu edebilir. Bu müzeyi gezmeyi düşünüyorsanız, en az bir gününüzü ayırın ve müze planını alarak gezin, yoksa akşam saatlerinde müze kapanırken daha sergilerin onda birini görmemiş olarak hüzün içinde ayrılmanız gerekebilir; tecrübeyle sabittir. Araba ve motor tutkunları tabii ki BMW Genel Merkezi'ni, Siemens'i ve binaların içindeki müzeleri de gezebilirler.
Sanat sözcüğü sizin için resim sergileri ve görsel sanatlar anlamına geliyorsa; Münih'te bir ömür geçirebilirsiniz. Ama seyyah olarak burdaysanız ve zamanınız kısıtlıysa, uçaktan iner inmez Maxvorstadt'a koşun ve Pinakothek Sanat Müzelerini gezin. Ayrıca Maxvorstadt üniversitelere ve şehir kütüphanesine de ev sahipliği yapıyor ve benim günlerimin çoğu bu bölgede geçtiği için, şehrin bir muamması olarak, Bermuda şeytan üçgeni gibi bir alanda nevrotik bir şekilde koşturmakta olan beni de görebilirsiniz. Alte Pinakothek, 14-18.yy Avrupa sanatçılarına (Dürer bunların en bilinen örneklerinden biri); Neue Pinakothek ise 19-20.yy sanatçılarına ev sahipliği yapar. İçerideki Van Gogh, Cezanne, Friedrich eminim sizi havalara uçuracak ve en az bir gününüzü alacaktır. Pinakothek der Moderne ise; son yüz yılın sanatçılarına ayrılmış olup Picasso, Klee, Kandinsky, Andy Warhol, Joseph Beuys gibi isimlerin yanında Art Nouveau ve Bauhaus devriminin en muhteşem eserlere de ev sahipliği yapar. En alt kattaki Eames koltuklar ve ilk Apple bilgisayarlar eminim sizi büyüleyecektir.
Eğer imkanınız varsa, biletleri oldukça önceden internetten almak kaydıyla StadtOper'de bir etkinliğe katılın, binanın içi de dışı kadar muhteşem. Daha ekonomik sanat aktiviteleri için, şehrin turizm ofislerine ya da adım başı caddelerde görebileceğiniz ilan panolarına bakabilirsiniz. Bazı kiliselerde özellikle noel döneminde çoğu ücretsiz klasik müzik dinletileri oluyor, kaçırmayın.
Gece yapılan bir başka kültürel ve bir o kadar da maceralı aktivite, Gece Bekçileriyle kenti gezmek ya da Ghost-Tour denilen hayalet turları. Bunlar genellikle sizi şehrin gündüz zararsız görülen heybetli ortaçağ binalarının gece birden ürkütücü bir hal alan arka sokaklarına taşır ve ellerinizde gece lambalarıyla 2-3 saat şehirde yürümeyi ve çeşitli hikayeleri dinlemeyi içerir, çok keyifli ve wooooooooo korkutucudur...
Ortaçağ tutkunu gezgine özel Münih:
Elinizde bir ortaçağ romanı, yanıbaşınızda içinden kafanfil kokuları yükselen bir çay bardağı, İtalya-Avusturya-Almanya üçgeninde planladığınız seyahatinizin en kuzeyinde, Bavyera'dasınız. Tabii ki kaleler, saraylar ve katedraller görmek istiyorsunuz. Münih tam size göre! "Kale" denince akla gelen tüm klişelerin toplandığı Schloss Neuschwanstein mutlaka görülmeli. Münih'e yaklaşık 1 saat uzaklıkta. Yaz kış güzel, şehir merkezinden turlar da var, kendi arabanızla da gidebilirsiniz. Bu kalenin bir özelliği de Walt Disney'in kullandığı logo'daki kalenin burdan esinlenilmiş olması. O sivri minareler, bembeyaz duvarlar, arkada Alpler, hemen yakında efsane gibi bir göl. Muhteşem. Tabii bize göre. Bavyeralılar bu kaleye biraz tepkililer; kralları 2. Ludwig'in delilik eseri olup Wagner Operalarından esinlendiği ve o zamana göre akılalmaz mablalara malolup asla tamamen bitirlemediği için. İçerisi de dışarısı kadar akılalmaz, özellikle tavanına 100 kuğunun resmedildiği kabul salonu. Kaleye aşağıdaki ufak köyden 20-25 dakikada orman içinde yürüyerek tırmanılıyor ya da 10-12 kişilik at arabalarıyla çıkılıyor.
Münih merkezdeki Nymphenburg Kalesi'ne ulaşım çok kolay ve kocaman bahçesinde dolaşmak, saray odalarını gezmek ve dünyanın en kapsamlı porselen müzesini görmek keyifli. Ama benim için Münih'in merkezdeki en güzel kalesi Blutenburg. Bu küçük kale; Münih'in ikinci ırmağı olan Würm'ün kıyısına kurulu olup, bizim eve bisikletle 5dk uzaklıktadır. Önünde yaz kış yemyeşil bir çimenlik, içinde kuğu ve ördeklerin yüzdüğü bir gölet, bahçesinde yılda iki defa yapılan Şarap Festivali ve Bayvera mutfağının en leziz örneklerini tadabileceğiniz geleneksel dekoruyla restorantı bulunmaktadır. Ben haftada en az bir kez bu kaleye geldiğim için, çevresindeki geniş çimenlik alanda insanlar koşup oynadıkları için, içinde 130 dilde çocuk kitaplarının bulunduğu sevimli bir kütüphane olduğu için ve yakındaki Gotik kilisenin çanı her sabah saat tam 7'de bizi uyandırdığı için, Blutenburg mutlaka görülmeli. Tabii ki oraya kadar gelmişken yazara uğrayıp bir çay-kahve de içilmeli ;)
Keyfinin kahyasını arayan gezgine özel Münih:
Bu kadar tarih ve kültürden sonra, yaşayan şehre gelelim artık. Nerde ne yenir, ne içilir, neyin fotoğrafı çekilir? Münih Almanya'nın en zengin, lüks düşkünü, entellektüel olmasa da tüketim kültürünün cazibesine kapıldığı için yeniliklere açık kenti. Burda hepimizin aklında olan klasik asık suratlı ve yaşlı Alman görmek zor, insanlar cıvıl cıvıl. Yaz kış 7-70 değil, 2'den 92'e herkes bisiklet üstünde, parklar bahçeler dolu dolu, kahkahalar, çocuk sesleri çın çın. Hollywood ünlülerini aratmayan bol makyajlı ergenler elleri kolları paketlerle dolu geziniyor, barlar ve cafeler tıklım tıklım, festivalin biri biter diğeri başlar. Peki siz seyyahlar neler yapmalısınız? Tabii ki Marienplatz'ta kendinizi kaybetmeli, kalabalığın içinde yürümelisiniz. Kışın kestane kebap, yazın kavrulmuş şekerli fıstık almalısınız yollardan. Sokaklara taşan cafelerde oturmalı, Bavyera mutfağının keyfini çıkartmalısınız.
Münih denince akla ilk gelen tabii ki Oktoberfest. 1810'dan beri Eylül ayının ortasından Ekimin ilk günlerine dek kutlanan bu festival, aslında Kral 1. Ludwig'in düğün kutlamaları olarak başlamış ve günümüzde tam bir toplumsal histeriye dönüşmüş haldedir. Bu senenin verileriyle; 10 milyon kişi festivali ziyaret etti, 8 milyon litre bira içildi, 38 bin litre şarap içildi, 250 bin litre çay ve kahve içildi, 1.5 milyon litre su ve limonata içildi, 600 bin tavuk, 112 bin sosis ve 40 bin balık yendi, 4500 eşya kayboldu (ki bunların bir kısmı evlilik yüzüğü) ve insanlar 15 günde şehri savaş meydanına çevirdiler. Kısacası; eğlenceliydi. Oktoberfest genellikle sabah 9'dan akşam 10'a dek sürüyor ve içeride bira çadırları ile eğlence parkları bulunuyor. Biralar litrelik (9 euro'ydu bu sene) ve çadır içlerinde geleneksel müzikler çalınıyor. Oldukça eğlenceli ama 1 gün yetiyor da artıyor bile. Oktoberfest kadar ünlü olmasa da, şehrin diğer bir bira festivali baharda oluyor; StarkbierFest yani keskin bira festivali. Bu festivalin özelliği, kış boyu fermente edilmiş olan güçlü kıvamlı biranın açılması ve baharın gelişinin kutlanması. Burada içilen bira normalden (%4 alkol) daha güçlü (%11 alkol), o nedenle dikkat.
Ayrıca, güneş çıkıp da biraz ısıtmaya başlar başlamaz şehrin her yerinde Biergarten (birabahçeleri) açılıyor. Bunlar bizdeki çay bahçesiyle aynı mantıkta, isterseniz ordan birşeyler de yiyebiliyorsunuz, ya da evinizden piknik setinizle geliyor, ordan sadece içeceklerinizi alıyorsunuz. Çocuklar için üstü köpüklü aynen biraya benzeyen ve bira bardaklarında servis edilen elmalı maden suları, birayı çok sevmeyenler için yarı bira yarı limonlu sodadan oluşan Radler ya da Weiss Bier, Dunkel Bier, kola ve fanta karışımı Spezi en çok tüketilen içecekler. Şehrin en güzel bira bahçelerinden biri Englischer Garten içindeki Seehaus Biergarten ya da Chinesischer Turm altında kurulu ve şehrin en eski bira bahçesi özelliği taşıyan bahçedir. Münih'e kışın geldiyseniz ve yine de bira bahçesi deneyimi yaşamak istiyorsanız, tam aynı olmasa da merkezdeki Augustiner Braustuben ya da Hofbrauhaus'a girebilirsiniz. Her ikisi de yerel halktan ziyade turistler için kurulmuş izlenimi verse de eğlenceli deneyimler. Biranın yanında yerel mutfaktan Schweinebraten (kızarmış domuz), Wurst (yaklaşık 200 çeşidi bulunan sosis), Hendl (kızarmış tavuk), Schnitzel (domuz, inek ya da tavuk), Radimasser (turp) ya da Kraut (lahana) Salatası, Knödel (ekmek ve patates karışımı toplar), Zwiebelkuchen (soğanlı tart) ya da benim favorim Obazda (eritme peynir karışımı) önerilir. Tatlı olarak Schwarzwalder Kirschtorte (Vişneli Kara Orman Pastası) ya da Apfelstrudel ilk akla gelenlerdir.
Sabah kahvaltısı Almanya'da genellikle kahve ve kuchen (poğaça ve kek) anlamına gelse de; 200 çeşit ekmek ve bir o kadar çeşit peynirle aç kalmazsınız. Bavyera'da geleneksel kahvaltı sabah 12.00'a dek bulabileceğiniz (öğleden sonra servis edilmez) weisswurst (beyaz sosis), senf (tatlı hardal) ve breze (simite benzeyen dışı sert içi yumuşak, kollarını kavuşturmuş rahip şeklindeki ekmek)dir. Tabii ki yanında beyaz bira ile!
Münih'in her yerinde geleneksel ya da modern lokantalar ve kafeler bulabilirsiniz ama benim favorilerim; merkezdeki Viktualienmarkt'ta ayaküstü atıştırmalıklar, Residenz'in yakınındaki Cafe Schwarbing'de kahve ve kuche, Cafe Glockenspiel'in kahvaltıları, güneşli ve açık bir havada Otel Bayrischerhof'un çatısında Alpleri izleyerek birşeyler atıştırmak, üniversite'ye çok yakın ve ucuz olan Cafe An der Uni (CADU)nun sandviçleri, noel zamanı (aralık) kurulan noel marketlerinin standlarında Gluehwein (karanfilli tarçınlı sıcak şarap) keyfi (en güzeli de Marienplatz'taki Rindermarkt içindeki Feuerzangenbowle ya da Şeytan'ın Kupası denen üzeri ateşle tutuşturulmuş servis edilen şaraptır). Münih geceleri en hareketli Gartnerplatz'daki barlarda yaşanır ama benim favorilerim Alter Simpl, MCMüller ve çok sevimli bir yahudi restoranı da olan Schmock. Ayrıca yaz akşamları Isar nehrinin kıyısında arkadaşlarla yapılan BBQ'lerin tadı da bir başka olur.
Maceraperest gezgine özel Münih:
Münih spor ve macera kenti, gerçekten! Alplerin gölgesinde kenti çevreleyen ormanlarda dört mevsim zevkten perişan olana dek yürüyüş, tırmanma, kamp yapabilir, yazın buz gibi ve yemyeşil, berrak buzul göllerinde (yazın su ısısı 23'e kadar yükselebiliyor) yüzebilir, dalış yapabilir, kışın kayak ve snowboard yapabilirsiniz. Özellikle Bayrischzell denen bölgede ülkelerarası (Avusturya'ya geçiveriyorsunuz) kayak imkanı ve hemen sonrasında sıcak çikolata keyfi kaçırılmamalı! Dağlara sevdalı olanlar için en güzeli ufak bir trenle 2962 metredeki Zugspitze'ye çıkmak ve yaz kış toktağan karlarda yuvarlanmak ya da günler, haftalar sürecek kayak ya da yürüyüş turlarına katılmak..
Englischer garten şehrin merkezinde güneşlenebileceğiniz ve her tür sporu yapabileceğiniz kocaman bir alan. Her tür spor derken, mesela sörf bile yapabilirsiniz. Eisbach civarında şu yandaki gibi, Avustralya'yı aratmayacak sahneler yaşanıyor bahar ve yaz aylarında! Daha sıcak ama sulu bir ortam tercih edenler şehrin doğusundaki Erding kasabasının (Therme Erding) termal havuzlarını ve suparkını kaçırmasınlar. Tüm bunlara ek olarak, yazın biralarınızı alıp Isar Nehri üzerinde Flossfahrt denen büyük sallarda rafting macerası yaşayabilirsiniz. Bu sallarda bir de canlı Bavyera müziği yapılıyor, oldukça eğlenceli oluyor.
Sporu uzaktan izlemeyi sevenler için Olympiapark (kuleye çıkarak Münih'e panaromik bir göz atmak imkanı var) ya da ünlü Allianz Arena'da bir futbol maçı izlemek de alternatif programlar arasında sayılabilir.
Zamanı bol gezgine özel; Münih'in yakın çevresi:
Münih, yaşaması da gezmesi de keyifli bir şehir. İster 3 gün, ister 1 hafta, ister daha uzun gelin, mutlaka yeni şeyler keşfedeceksiniz. Eğer zamanınız bolsa, bir araba kiralayarak ya da gelişmiş (ve biraz tuzlu) tren ağını kullanarak yakın ve uzak çevreye geziler yapabilirsiniz.
Bunlardan ilki "romantik yol" olarak tabir edilen ve aslen içine Neuschwanstein kalesi, tarihi Augsburg kenti ve Würzburg kasabasını da alan bölgede bulunan ve size %100 ortaçağda yaşıyormuşsunuz hissi verecek olan Rothenburg'dur. Bu kent ayrıca sonsuz bir noel yaşamakta olup, sizi ağustosun ortasında bile yeniyıl hissine sokabilecek potansiyele sahiptir. Özellikle gece yapılan hayalet turları ve ortaçağ işkence müzesi sinirleri hoplatsa da mutlaka deneyimlenmeli.
Diğer istikamette, aslen Avusturya'da bulunan ama kendini daha çok Bavyera eyaletine yakın hisseden Salzburg; mutlaka görülmesi gereken bir başka rüya kent'tir. Münih'ten tren ya da kendi arabanızla 2.5-3 saatte ulaşacağınız bu kent, günübirlik geziler için çok elverişlidir. Salzburg arnavut kaldırımlı yolları, birden karşınıza çıkıveren sürpriz güzellikleri, tarihi ve modern dokuyu uyum içinde harmanlamış olması, Mozart'ın evi ve müziğin beşiği oluşu, aynı isimle anılan leziz çikolatalara ev sahipliği yapması nedeniyle yaz kış turist akınına uğrar. Gitmişken mutlaka Mirabell Kalesi'ne tırmanın ve şehre yukarıdan bir bakın. Ayrıca eski şehrin merkezindeki restorantlardan birinde mutlaka Viyana usulu Schnitzelleri ve yoğun çikolatalı Sacher keklerini tatmadan dönmeyin.
Ceren Musaagaoglu - Kasım 2011.
Entellektüel gezgine özel; Tarihi ve Kültürel Münih:
Münih; Bavyera eyaletinin başkenti ve Almanya'nın en büyük üçüncü kentidir. Şehrin bilinen tarihi 1158 yılında başlar ve Bavyera dilindeki adı olan München "rahibin yeri" anlamına gelmektedir. Şehir bu adını, doğu ile batı arasında tuz ticareti yapan Benedikt rahiplerinden almıştır. O yıllarda tuz, altından daha değerli bir madendi ve kervanlar ipek yolu gibi tuz yolunu da teperlerdi. Münih'in upuzun ve heyecan dolu maceralı tarihini buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.
Isar nehrinin kıyısında, Alpler'in eteklerindeki bu kent manastırlarıyla da ünlüydü. Dinin etkisi Almanya'nın diğer kentleriyle kıyaslandığında Münih'te fazladır, fakat kentin sanayileşme hızı da bir o kadar yüksektir. Bu nedenle de ortaya zengin ve dindar bir örüntü çıkar. Bu örüntünün etkileri ile; politik açıdan muhafazakar, ticari açıdan liberal, sosyal ve kültürel açıdan girişimci ve zengin bir Münih ortaya çıkmıştır.
İkinci Dünya Savaşı sırasında fazlasıyla bombalanmış olsa da, Münih'te her adım başı tüm heybetleriyle dimdik ayakta kalmayı başarmış eski binaları görebilirsiniz. Bunların en güzeli, kuşkusuz Münih denince ilk akla gelen o topuzlu iki kulesiyle, şehrin tam anlamıyla merkezindeki Marienplatz'da bulunan Frauenkirche (Meryem Ana Kilisesi)'dir. 15.yy'ın Gotik mimari anlayışıyla yapılan bu kiliseyi nisan-ekim arasında ziyaret ederseniz, kuzeydeki minareye tırmanma imkanı da bulabilirsiniz. Diğer zamanlarda ise, Neues Rathaus'un (yeni belediye binası) 85mt'lik kulesinden şehri kuşbakışı izleyebilirsiniz. Ayrıca; ballı çörekler ve kahve eşliğinde ayarı kaçırılmış bir kahvaltıdan sonra enerji patlaması yaşarsanız, St.Peters Kilisesinin 306 basamakla ulaşılan kulesinin en tepe noktasından görülen şehrin panaromik görüntüsününün üzerine söylenecek söz yoktur! Gotik mimarinin ağırlığı üstünüze çöktüyse, yürüyüş mesafesindeki Asam Kilisesi'ne kendinizi atın ve barok döneminin en abartılı örneklerinden birini görün.
Oradan kısa bir yürüyüşle Residenz (Saray)'a geçebilir ve soylu sınıfın örf ve adetleri ile hazinelerine ve gravürlü odalardaki sergilere göz atabilirsiniz. Saray bahçesi yazın çeşitli müzisyenlere ev sahipliği yapıyor ve çimlerde oturup müzik dinleyerek soluklanmak için de birebir.
Tabii ki binalar kadar içlerindeki de ilginizi çekiyorsa, Müze Kenti Münih sizi tatmin edecek kadar bol sayıda nitelikli müzeye ev sahipliği yapıyor, üstelik müze girişleri pazar günleri sadece 1 Euro! Kentte zamanınız gerçekten azsa ya da yağmurlu havaya yakalandıysanız, ilk olarak Münchner Stadtmuseum'u (kent müzesi) ziyaret etmenizi öneririm. Müze tarih meraklılarını olduğu kadar, fotoğraf, kukla ve müzik enstrümanları koleksiyonu ile sanat tarihi meraklılarını da mutlu edecektir. Altes Rathaus'un içindeki Spielzeug Museum (Oyuncak Müzesi) de ayrı bir alem ve çok eğlenceli, acil bir durumda çocuğunuzu oraya park edip kendinizi hemen yakınlardaki Oktoberfest ve Bira Müzesine de atabilirsiniz.
Şehrin Judisches Museum (Yahudi Müzesi) Nazi dönemi Almanya'sının yaşattığı acıları gözler önüne seriyor. Eğer Yahudi Tarihi'ne ya da Nazi Almanyası'na dair daha çok şey öğrenmek isterseniz, bu müzenin dışında, Münih'ten 15km uzakta bulunan Dachau'daki Toplama Kampı'nı ziyaret edebilirsiniz. Oldukça çarpıcı ve uzun süre aklınızdan çıkamayacak acı bir deneyim olacağı için, 12 yaşından küçük çocuklar için uygun değil.
Şehrin bir başka önemli müzesi Deutsches Museum, merkezden birazcık uzakta ama özellikle bilim ve teknolojiye ilginiz varsa, mutlaka görülmesi gerekir. İçeride taş devrinden uzay çağına muhteşem bir koleksiyon var ve özellikle uçaklar, içinde gezebileceğiniz denizaltı ve çeşitli bilimsel deneyler sizi saatler hatta günler boyu mutlu edebilir. Bu müzeyi gezmeyi düşünüyorsanız, en az bir gününüzü ayırın ve müze planını alarak gezin, yoksa akşam saatlerinde müze kapanırken daha sergilerin onda birini görmemiş olarak hüzün içinde ayrılmanız gerekebilir; tecrübeyle sabittir. Araba ve motor tutkunları tabii ki BMW Genel Merkezi'ni, Siemens'i ve binaların içindeki müzeleri de gezebilirler.
Sanat sözcüğü sizin için resim sergileri ve görsel sanatlar anlamına geliyorsa; Münih'te bir ömür geçirebilirsiniz. Ama seyyah olarak burdaysanız ve zamanınız kısıtlıysa, uçaktan iner inmez Maxvorstadt'a koşun ve Pinakothek Sanat Müzelerini gezin. Ayrıca Maxvorstadt üniversitelere ve şehir kütüphanesine de ev sahipliği yapıyor ve benim günlerimin çoğu bu bölgede geçtiği için, şehrin bir muamması olarak, Bermuda şeytan üçgeni gibi bir alanda nevrotik bir şekilde koşturmakta olan beni de görebilirsiniz. Alte Pinakothek, 14-18.yy Avrupa sanatçılarına (Dürer bunların en bilinen örneklerinden biri); Neue Pinakothek ise 19-20.yy sanatçılarına ev sahipliği yapar. İçerideki Van Gogh, Cezanne, Friedrich eminim sizi havalara uçuracak ve en az bir gününüzü alacaktır. Pinakothek der Moderne ise; son yüz yılın sanatçılarına ayrılmış olup Picasso, Klee, Kandinsky, Andy Warhol, Joseph Beuys gibi isimlerin yanında Art Nouveau ve Bauhaus devriminin en muhteşem eserlere de ev sahipliği yapar. En alt kattaki Eames koltuklar ve ilk Apple bilgisayarlar eminim sizi büyüleyecektir.
Eğer imkanınız varsa, biletleri oldukça önceden internetten almak kaydıyla StadtOper'de bir etkinliğe katılın, binanın içi de dışı kadar muhteşem. Daha ekonomik sanat aktiviteleri için, şehrin turizm ofislerine ya da adım başı caddelerde görebileceğiniz ilan panolarına bakabilirsiniz. Bazı kiliselerde özellikle noel döneminde çoğu ücretsiz klasik müzik dinletileri oluyor, kaçırmayın.
Gece yapılan bir başka kültürel ve bir o kadar da maceralı aktivite, Gece Bekçileriyle kenti gezmek ya da Ghost-Tour denilen hayalet turları. Bunlar genellikle sizi şehrin gündüz zararsız görülen heybetli ortaçağ binalarının gece birden ürkütücü bir hal alan arka sokaklarına taşır ve ellerinizde gece lambalarıyla 2-3 saat şehirde yürümeyi ve çeşitli hikayeleri dinlemeyi içerir, çok keyifli ve wooooooooo korkutucudur...
Ortaçağ tutkunu gezgine özel Münih:
Elinizde bir ortaçağ romanı, yanıbaşınızda içinden kafanfil kokuları yükselen bir çay bardağı, İtalya-Avusturya-Almanya üçgeninde planladığınız seyahatinizin en kuzeyinde, Bavyera'dasınız. Tabii ki kaleler, saraylar ve katedraller görmek istiyorsunuz. Münih tam size göre! "Kale" denince akla gelen tüm klişelerin toplandığı Schloss Neuschwanstein mutlaka görülmeli. Münih'e yaklaşık 1 saat uzaklıkta. Yaz kış güzel, şehir merkezinden turlar da var, kendi arabanızla da gidebilirsiniz. Bu kalenin bir özelliği de Walt Disney'in kullandığı logo'daki kalenin burdan esinlenilmiş olması. O sivri minareler, bembeyaz duvarlar, arkada Alpler, hemen yakında efsane gibi bir göl. Muhteşem. Tabii bize göre. Bavyeralılar bu kaleye biraz tepkililer; kralları 2. Ludwig'in delilik eseri olup Wagner Operalarından esinlendiği ve o zamana göre akılalmaz mablalara malolup asla tamamen bitirlemediği için. İçerisi de dışarısı kadar akılalmaz, özellikle tavanına 100 kuğunun resmedildiği kabul salonu. Kaleye aşağıdaki ufak köyden 20-25 dakikada orman içinde yürüyerek tırmanılıyor ya da 10-12 kişilik at arabalarıyla çıkılıyor.
Münih merkezdeki Nymphenburg Kalesi'ne ulaşım çok kolay ve kocaman bahçesinde dolaşmak, saray odalarını gezmek ve dünyanın en kapsamlı porselen müzesini görmek keyifli. Ama benim için Münih'in merkezdeki en güzel kalesi Blutenburg. Bu küçük kale; Münih'in ikinci ırmağı olan Würm'ün kıyısına kurulu olup, bizim eve bisikletle 5dk uzaklıktadır. Önünde yaz kış yemyeşil bir çimenlik, içinde kuğu ve ördeklerin yüzdüğü bir gölet, bahçesinde yılda iki defa yapılan Şarap Festivali ve Bayvera mutfağının en leziz örneklerini tadabileceğiniz geleneksel dekoruyla restorantı bulunmaktadır. Ben haftada en az bir kez bu kaleye geldiğim için, çevresindeki geniş çimenlik alanda insanlar koşup oynadıkları için, içinde 130 dilde çocuk kitaplarının bulunduğu sevimli bir kütüphane olduğu için ve yakındaki Gotik kilisenin çanı her sabah saat tam 7'de bizi uyandırdığı için, Blutenburg mutlaka görülmeli. Tabii ki oraya kadar gelmişken yazara uğrayıp bir çay-kahve de içilmeli ;)
Keyfinin kahyasını arayan gezgine özel Münih:
Bu kadar tarih ve kültürden sonra, yaşayan şehre gelelim artık. Nerde ne yenir, ne içilir, neyin fotoğrafı çekilir? Münih Almanya'nın en zengin, lüks düşkünü, entellektüel olmasa da tüketim kültürünün cazibesine kapıldığı için yeniliklere açık kenti. Burda hepimizin aklında olan klasik asık suratlı ve yaşlı Alman görmek zor, insanlar cıvıl cıvıl. Yaz kış 7-70 değil, 2'den 92'e herkes bisiklet üstünde, parklar bahçeler dolu dolu, kahkahalar, çocuk sesleri çın çın. Hollywood ünlülerini aratmayan bol makyajlı ergenler elleri kolları paketlerle dolu geziniyor, barlar ve cafeler tıklım tıklım, festivalin biri biter diğeri başlar. Peki siz seyyahlar neler yapmalısınız? Tabii ki Marienplatz'ta kendinizi kaybetmeli, kalabalığın içinde yürümelisiniz. Kışın kestane kebap, yazın kavrulmuş şekerli fıstık almalısınız yollardan. Sokaklara taşan cafelerde oturmalı, Bavyera mutfağının keyfini çıkartmalısınız.
Münih denince akla ilk gelen tabii ki Oktoberfest. 1810'dan beri Eylül ayının ortasından Ekimin ilk günlerine dek kutlanan bu festival, aslında Kral 1. Ludwig'in düğün kutlamaları olarak başlamış ve günümüzde tam bir toplumsal histeriye dönüşmüş haldedir. Bu senenin verileriyle; 10 milyon kişi festivali ziyaret etti, 8 milyon litre bira içildi, 38 bin litre şarap içildi, 250 bin litre çay ve kahve içildi, 1.5 milyon litre su ve limonata içildi, 600 bin tavuk, 112 bin sosis ve 40 bin balık yendi, 4500 eşya kayboldu (ki bunların bir kısmı evlilik yüzüğü) ve insanlar 15 günde şehri savaş meydanına çevirdiler. Kısacası; eğlenceliydi. Oktoberfest genellikle sabah 9'dan akşam 10'a dek sürüyor ve içeride bira çadırları ile eğlence parkları bulunuyor. Biralar litrelik (9 euro'ydu bu sene) ve çadır içlerinde geleneksel müzikler çalınıyor. Oldukça eğlenceli ama 1 gün yetiyor da artıyor bile. Oktoberfest kadar ünlü olmasa da, şehrin diğer bir bira festivali baharda oluyor; StarkbierFest yani keskin bira festivali. Bu festivalin özelliği, kış boyu fermente edilmiş olan güçlü kıvamlı biranın açılması ve baharın gelişinin kutlanması. Burada içilen bira normalden (%4 alkol) daha güçlü (%11 alkol), o nedenle dikkat.
Ayrıca, güneş çıkıp da biraz ısıtmaya başlar başlamaz şehrin her yerinde Biergarten (birabahçeleri) açılıyor. Bunlar bizdeki çay bahçesiyle aynı mantıkta, isterseniz ordan birşeyler de yiyebiliyorsunuz, ya da evinizden piknik setinizle geliyor, ordan sadece içeceklerinizi alıyorsunuz. Çocuklar için üstü köpüklü aynen biraya benzeyen ve bira bardaklarında servis edilen elmalı maden suları, birayı çok sevmeyenler için yarı bira yarı limonlu sodadan oluşan Radler ya da Weiss Bier, Dunkel Bier, kola ve fanta karışımı Spezi en çok tüketilen içecekler. Şehrin en güzel bira bahçelerinden biri Englischer Garten içindeki Seehaus Biergarten ya da Chinesischer Turm altında kurulu ve şehrin en eski bira bahçesi özelliği taşıyan bahçedir. Münih'e kışın geldiyseniz ve yine de bira bahçesi deneyimi yaşamak istiyorsanız, tam aynı olmasa da merkezdeki Augustiner Braustuben ya da Hofbrauhaus'a girebilirsiniz. Her ikisi de yerel halktan ziyade turistler için kurulmuş izlenimi verse de eğlenceli deneyimler. Biranın yanında yerel mutfaktan Schweinebraten (kızarmış domuz), Wurst (yaklaşık 200 çeşidi bulunan sosis), Hendl (kızarmış tavuk), Schnitzel (domuz, inek ya da tavuk), Radimasser (turp) ya da Kraut (lahana) Salatası, Knödel (ekmek ve patates karışımı toplar), Zwiebelkuchen (soğanlı tart) ya da benim favorim Obazda (eritme peynir karışımı) önerilir. Tatlı olarak Schwarzwalder Kirschtorte (Vişneli Kara Orman Pastası) ya da Apfelstrudel ilk akla gelenlerdir.
Sabah kahvaltısı Almanya'da genellikle kahve ve kuchen (poğaça ve kek) anlamına gelse de; 200 çeşit ekmek ve bir o kadar çeşit peynirle aç kalmazsınız. Bavyera'da geleneksel kahvaltı sabah 12.00'a dek bulabileceğiniz (öğleden sonra servis edilmez) weisswurst (beyaz sosis), senf (tatlı hardal) ve breze (simite benzeyen dışı sert içi yumuşak, kollarını kavuşturmuş rahip şeklindeki ekmek)dir. Tabii ki yanında beyaz bira ile!
Münih'in her yerinde geleneksel ya da modern lokantalar ve kafeler bulabilirsiniz ama benim favorilerim; merkezdeki Viktualienmarkt'ta ayaküstü atıştırmalıklar, Residenz'in yakınındaki Cafe Schwarbing'de kahve ve kuche, Cafe Glockenspiel'in kahvaltıları, güneşli ve açık bir havada Otel Bayrischerhof'un çatısında Alpleri izleyerek birşeyler atıştırmak, üniversite'ye çok yakın ve ucuz olan Cafe An der Uni (CADU)nun sandviçleri, noel zamanı (aralık) kurulan noel marketlerinin standlarında Gluehwein (karanfilli tarçınlı sıcak şarap) keyfi (en güzeli de Marienplatz'taki Rindermarkt içindeki Feuerzangenbowle ya da Şeytan'ın Kupası denen üzeri ateşle tutuşturulmuş servis edilen şaraptır). Münih geceleri en hareketli Gartnerplatz'daki barlarda yaşanır ama benim favorilerim Alter Simpl, MCMüller ve çok sevimli bir yahudi restoranı da olan Schmock. Ayrıca yaz akşamları Isar nehrinin kıyısında arkadaşlarla yapılan BBQ'lerin tadı da bir başka olur.
Maceraperest gezgine özel Münih:
Münih spor ve macera kenti, gerçekten! Alplerin gölgesinde kenti çevreleyen ormanlarda dört mevsim zevkten perişan olana dek yürüyüş, tırmanma, kamp yapabilir, yazın buz gibi ve yemyeşil, berrak buzul göllerinde (yazın su ısısı 23'e kadar yükselebiliyor) yüzebilir, dalış yapabilir, kışın kayak ve snowboard yapabilirsiniz. Özellikle Bayrischzell denen bölgede ülkelerarası (Avusturya'ya geçiveriyorsunuz) kayak imkanı ve hemen sonrasında sıcak çikolata keyfi kaçırılmamalı! Dağlara sevdalı olanlar için en güzeli ufak bir trenle 2962 metredeki Zugspitze'ye çıkmak ve yaz kış toktağan karlarda yuvarlanmak ya da günler, haftalar sürecek kayak ya da yürüyüş turlarına katılmak..
Englischer garten şehrin merkezinde güneşlenebileceğiniz ve her tür sporu yapabileceğiniz kocaman bir alan. Her tür spor derken, mesela sörf bile yapabilirsiniz. Eisbach civarında şu yandaki gibi, Avustralya'yı aratmayacak sahneler yaşanıyor bahar ve yaz aylarında! Daha sıcak ama sulu bir ortam tercih edenler şehrin doğusundaki Erding kasabasının (Therme Erding) termal havuzlarını ve suparkını kaçırmasınlar. Tüm bunlara ek olarak, yazın biralarınızı alıp Isar Nehri üzerinde Flossfahrt denen büyük sallarda rafting macerası yaşayabilirsiniz. Bu sallarda bir de canlı Bavyera müziği yapılıyor, oldukça eğlenceli oluyor.
Sporu uzaktan izlemeyi sevenler için Olympiapark (kuleye çıkarak Münih'e panaromik bir göz atmak imkanı var) ya da ünlü Allianz Arena'da bir futbol maçı izlemek de alternatif programlar arasında sayılabilir.
Zamanı bol gezgine özel; Münih'in yakın çevresi:
Münih, yaşaması da gezmesi de keyifli bir şehir. İster 3 gün, ister 1 hafta, ister daha uzun gelin, mutlaka yeni şeyler keşfedeceksiniz. Eğer zamanınız bolsa, bir araba kiralayarak ya da gelişmiş (ve biraz tuzlu) tren ağını kullanarak yakın ve uzak çevreye geziler yapabilirsiniz.
Bunlardan ilki "romantik yol" olarak tabir edilen ve aslen içine Neuschwanstein kalesi, tarihi Augsburg kenti ve Würzburg kasabasını da alan bölgede bulunan ve size %100 ortaçağda yaşıyormuşsunuz hissi verecek olan Rothenburg'dur. Bu kent ayrıca sonsuz bir noel yaşamakta olup, sizi ağustosun ortasında bile yeniyıl hissine sokabilecek potansiyele sahiptir. Özellikle gece yapılan hayalet turları ve ortaçağ işkence müzesi sinirleri hoplatsa da mutlaka deneyimlenmeli.
Diğer istikamette, aslen Avusturya'da bulunan ama kendini daha çok Bavyera eyaletine yakın hisseden Salzburg; mutlaka görülmesi gereken bir başka rüya kent'tir. Münih'ten tren ya da kendi arabanızla 2.5-3 saatte ulaşacağınız bu kent, günübirlik geziler için çok elverişlidir. Salzburg arnavut kaldırımlı yolları, birden karşınıza çıkıveren sürpriz güzellikleri, tarihi ve modern dokuyu uyum içinde harmanlamış olması, Mozart'ın evi ve müziğin beşiği oluşu, aynı isimle anılan leziz çikolatalara ev sahipliği yapması nedeniyle yaz kış turist akınına uğrar. Gitmişken mutlaka Mirabell Kalesi'ne tırmanın ve şehre yukarıdan bir bakın. Ayrıca eski şehrin merkezindeki restorantlardan birinde mutlaka Viyana usulu Schnitzelleri ve yoğun çikolatalı Sacher keklerini tatmadan dönmeyin.
Ceren Musaagaoglu - Kasım 2011.