29 Ağustos 2010 Pazar
Arrivals vs. Departures
Tatil bitti, arkadaşlarla ve aileyle kucaklaşıldı, bavul hazırlandı, online check-in yapıldı, gidiş terminaline doğru yola çıkılmak üzere.. Yine ayrılık anksiyetesi, yine vedalaşmalar.. Sevmiyorum!
Yıllar yılı havalimanlarının gidiş ve geliş terminallerinde hep düşündüğüm bir durumdur; aralarında sadece bir kat olmasına rağmen, dünya genelinde, gidiş ve geliş terminallerindeki hava birbirine taban tabana zıttır.
Bir kat üsttekiler zil takıp oynarken, neşe içinde birbirlerine koşup kucaklaşırlarken, aynı anda sadece bir kat alttakiler gözyaşları dökmektedir. Üst katta herşey dinamik ve gençken, sadece bir kat altta herşey ağır adımlarla ve hüzünle gerçekleşir. Üst katta kavuşmak için acele edilirken, alt katta gitmemek için işler ağırdan alınır. Üst katta kocaman bavullar neşe içinde ellerden alınıp arabalara atılırken, alt katta minicik sırt çantaları bir ton kadar ağır gelir. Sanırım dünyanın hiç bir yerinde, mesafesi bu kadar yakın iki mekan arasındaki duygusal yoğunluğun türü bu kadar farklı olamaz..
23 Ağustos 2010 Pazartesi
I dump for you..?!?
Aşkın geldiği son nokta; kendi kendine ayrılamayanlar için "ayrılma web sitesi". Tabii ki şimdilik "macera dolu amerika" da vuku buluyor ama tüm "yararlı" şeyler gibi yakın zamanda memleketimizde de benzerleri çıkar elbet..
İlişkiler ne kadar laçkalaştı ya da insanlar arası iletişim nasıl koptu da bu hallere gelebildik, anlayamıyorum. Anlaşamıyorsan / sevmiyorsan / bittiyse sevgin, alırsın karşına, dersin "olmuyor kardeşim, sen yoluna ben yoluna.." Karşındaki sosyopat ya da akıl hastası değilse, bu iş neden bu kadar zordur? Çok sık duyar oldum bu telefon mesajı ile, e-mail ile yaşanan tekno-ayrılıkları ama bir anlam veremiyorum. Kolaya kaçmalar.. İnsan karşısındakine ne kadar değer verirse, kendi değeri de o kadardır arkadaşım!
Bu arada sitedeki ayrılma nedenleri de evlere şenlik; insanın bi paket ayçekirdeği falan alıp, bir bacağını da şalvarının altına sokup, çitleye çitleye okuyası geliyor!
İlişkiler ne kadar laçkalaştı ya da insanlar arası iletişim nasıl koptu da bu hallere gelebildik, anlayamıyorum. Anlaşamıyorsan / sevmiyorsan / bittiyse sevgin, alırsın karşına, dersin "olmuyor kardeşim, sen yoluna ben yoluna.." Karşındaki sosyopat ya da akıl hastası değilse, bu iş neden bu kadar zordur? Çok sık duyar oldum bu telefon mesajı ile, e-mail ile yaşanan tekno-ayrılıkları ama bir anlam veremiyorum. Kolaya kaçmalar.. İnsan karşısındakine ne kadar değer verirse, kendi değeri de o kadardır arkadaşım!
Bu arada sitedeki ayrılma nedenleri de evlere şenlik; insanın bi paket ayçekirdeği falan alıp, bir bacağını da şalvarının altına sokup, çitleye çitleye okuyası geliyor!
Jeremy Vs Richard - Babam Vs Ben
İki araba, iki farklı rota, iki inatçı şöför: Top Gear'in Jeremy Clarkson'u ile Richard Hammond'u ya da bizim hanedeki versiyonu; babamla ben..
Bazı insanlar her gün tek bir yoldan işe gider-gelir; onlara önerilen yolu seçer, ara yollara asla sapmadan (kaybolmadan) hedefe varır, bunun da üstünde durmazlar. Oysa bizim ailede yeni/alternatif yollar bulmak, kaybolmaları keşif gezisi gibi görmek ve bu yeni buluşlarla biraz da övünmek adettendir. Bu keşif gezileri sırasında nice yeni lokantalar, park yerleri, küçük esnaflar ve en önemlisi de boş ve kısa yollar bulmuşuzdur.
Bursa'da bu sıralar metro nedeniyle yol çalışmaları var; ana arterlerden birisi kapandı, babamla bana gün doğdu! Tabii ki hangi yol daha kısa, hangisi daha akışkan, hangisi daha ekonomik, hangisi daha düzgün diye karşılaştırmalı denemeler yapmamız ve akşam yemeklerinde bir araya geldiğimizde günün keşif gezisini tartışmamız lazım. Evde bir Jeremy bir Richard olunca..
Tabii kendimi Richard olarak görüyorum; çünkü bu keşif gezileri sırasında her zaman Jeremy beni alt ediyor. Ben ara sokaklarda, siyah arabada, kan ter içinde, bir sağa bir sola direksiyon kırar ve donup kalmış sokak kedilerini kışkışlarken; Jeremy (babam) klasik müziğini ve klimasını açmış, güneş gözlüklerinin ardından son derece cool bir şekilde "bildiğini okuyor". Ben telaş içinde ve olmadık aksiliklerle cebelleşirken, kısa diye iddia ettiğim yol uzuyor; Jeremy her zaman sakin ve sukunet içinde beni alt ediyor. Sanki ben toz toprak içinde, 70'lerden kalma bir rallici; Jeremy (babam) ise Maserati'sinin içinde doğmuş.. Kahroluyorum :)
Kıssadan hisse; Mudanya yönünden Bursa'ya gidecek arkadaşlar, Organize Sanayi'nin Besaş tarafından geçmektense, U yaparak tam içinden geçin.. Daha kısaymış :P
21 Ağustos 2010 Cumartesi
Yaz sonu halleri
Kiraz çoktandır kayıplara karıştı, kayısı bitmek üzere, karpuzların içi etleşti, üzümler en tatlı zamanını yaşıyor, sardunyalar güneşten yorgun, ağaçların üstündeki zeytinler oldukça belirginleşti, narlar kızarmaya yüz tuttu. Ayrıca cırcır böceklerinin randımanı düştü, kediler balık yemekten göbeklendi, köpek yavruları ele avuca sığmaz hale geldi. Yazlıkların rutubet kokusu nicedir hissedilmiyor, karıncalar erzağı taşıdıkları yuvalarının üstünü, ilk yağmurlara karşı toprakla doldurmaya devam ediyor. Domatesin en olgun, süt ürünlerinin hemen bozulduğu bir dönemdeyiz. Tatil göbekleri iyice belirginleşti, tenler koyulaştı, saçlar ve kirpikler güneşten açıldı. Yaz aşklarının yavaş yavaş ömrü geçti, öğle uykularının saati kısaldı, mayoların rengi tuzdan ve güneşten soldu. Şehre özlem arttı, okunmuş kitap kulesinin boyu okunmamışlar kulesinin üstüne çıktı, dalgalı günlerde denize girmekten daha kolay vazgeçilir oldu. Kısacası yaz sonu geldi..
Üzüntü ve Muz Kabuğu
80-90'lı yılların çocukları, bu sözü yetişkinlik yaşamlarına dek çeşitli ortam ve durumlarda sıklıkla - biraz da yerli yersiz - kullanmışlardır. Geçenlerde kahvaltı masasında aklımıza gelen cümlenin menşeyini hatırlayamadık ve merak ettik. Sevgili Ceylan üşenmemiş araştırmış ve alıntının Fransız çizgi dizisi Pépin la bulle (Pepe'nin Balonu)'ndan geldiğini öğrenmiş. Hatta tam çevirisi « misère et peau de banane » imiş ve Pepe bu cümleyi çeşitli maceralarında "hay bin kunduz" kıvamında kullanması ile ünlüymüş. "Müş" diyorum, çünkü cümle benim de günlük hayatımda bolca geçse de, Ceylan sayesinde öğrenebildim bu bilgileri.
"Üzüntü ve muz kabuğu" Pepe tarafından moda olan desteksiz, yersiz ve anlamsız bir cümle değil belki de. Biraz düşünüldüğünde, üzüntü hali ya da depresyonun en etkili ilaçlarından birinin, bol B vitamini ve Triptofan deposu muz olduğu bilinmektedir. Triptofan vücuttaki serotonin sentezinin arttırılmasına yardımcı olan Niasin'i tetikleyen bir aminoasittir ve Serotonin arttıkça kişi kendisini mutlu hisseder. Dolayısıyla, Pepe'nin kritik anlarda hemen bir muzu mideye indirmesinin altında yatan durum bu mudur? Ya da, muz kabuklarının karikatür ve mizahtaki yeri bilindiğine göre, mutlulukla muz arasındaki ilişki Pepe'nin sözünden böyle mi anlam bulur? 80'li yılların çizgi-filmlerinin alt metin incelemesini yapacaksak, bir muz yemek farz oldu..
20 Ağustos 2010 Cuma
Kim Kimdir - Bölüm I
Bir süredir düşünüyordum bu diziyi yazmayı; şimdi bir Ege köyünde denize bakarak, saçlarımdan tuzlu sular akarak, cırcır böcekleri sesleri eşliğinde yazmak kısmetmiş. Avustralya'ya - evden uzak evime - dönüş yaklaştığı için ve Ege'nin havasının-suyunun neden olduğu rembetiko ayarında günler yaşadığım için de farz oldu. Hayatımın önemli kişileri ve kişilikleri üzerine isim vermeden yazılmış bir dizi bu; buyrun okuyun.
Doğmamış olsa, doğmazdım; ilk kişimizin doğum günü bugün. İyi ki doğdun desem, bencillik mi olur :) İyi ki varsın diyelim. Saçları kestane rengi ve aslında buklelidir, ama o düz sever. Fön çektirmezse, saçları burcunun tüm özelliklerini gösteren aslan yelelerine benzer. Gözleri sürmelidir, bu da onun kendi annesinden gelmedir; eyeliner bile çekmese güzel durur. Tıp fakültesinde kaldığı yurtta geceleri ders çalışmaktan gözlük edinmiştir ve 40 senedir çeşitli modalara bağlı olarak değişen; kemik, tel, çerçevesiz onlarca gözlük; uyanır uyanmaz elini attığı, uyumadan önce bıraktığı en önemli eşyası olduktan sonra, 60 yaşında bir cesaret gözleri "çizdirmiş" ve gözlüksüz yaşama kavuşuvermiştir.
İnsanları, seyahat etmeyi, bulmaca çözmeyi, bardak bardak şekersiz çayı ve yumurtanın her şeklini sever. Haksızlığı, kıymet bilmezliği, etsiz yemekleri, tuzsuz salatayı ve yüzmeyi sevmez. Çocukken merakla içine bakarken tepetaklak düştüğü, su ve kül dolu çamaşır küpünün de bir etkisi olmuştur bu hoşnutsuzlukta. Yemek yapmayı bir sanata dönüştürür; ama tariflerini verirken en önemli detayları içtenlikle unutabilir. Duygulandığında burnu kızarır, sevindiğinde yanağında gamzesi çıkar, birşeyi anlatırken gururlanırsa elini bilekten sağa sola ampül takıyormuş gibi çevirir. Dinlemeyi en çok sevdiğim anısı; yaramazlığıyla ün saldığı çocukluk yıllarından: ev oturmasına gittiği komşu evinde tuvalete girip, orda bulduğu tüm sardunyaları kökünden çıkarıp yere atması ve ev sahibi "niye yaptın" diyince de "tutmuş mu baktım" demesidir. İlerde seçeceği mesleğin deneysellik, kontrol, koruma ve iyileştirme özelliklerini ve zor durumlar anında açığa çıkan kıvrak zeka ve hazır cevaplılığın izlerini taşıdığı için..
33 sene önce kendi gibi çay içmeyi ve gezmeyi seven bir adamla tanışmış, asistanlık yaptığı hastanenin koridorlarında. Biraz ağır kanlı, hiçbir yere gitmede acelesi olmayan bu adam, hemen birkaç ay içinde gönlünü kazanmış, bir yılı geçmeden artık "evli ve çocuklu" olmuşlar beraberce.
Allah ayırmasın diyerek, aynı dizinin diğer ucuna koymak istedim bu kişinin hikayesini de. Sakin, sabırlı yapısı; tam yerinde söylenen içi anlam dolu söz ve hikayelerine, güldürürken-düşündüren mizah anlayışına ve çok yönlü bakış açısına bir ying-yang etkisi bırakır. Sivrisinekler tarafından tapılan, güneşte kızaran bir bedeni, son yıllarda kendisine çocukların "dedeeee" diye koşmasına neden olan ağarmış saçları, ilkokul yıllarımda patates baskısı gravürleri hazırlama ve böbrek taşlarını kırmada ustaca kullandığı parmakları vardır. En sevmediği şeyler; tek yönlü bakış açısı olan insanlar, yersiz övünmeler, gereksiz lafı uzatmalar, desteksiz atmalar ve patlıcanlı yemeklerdir.
Yıldızlı gecelerde yıldız kümelerini ismen saymayı, denizde sırtüstü yatmayı, doğayı ve belgeselleri izlemeyi, kendi kendine bırakıldığı ender anlarda hayal alemine dalmayı ve içinden eşya aldığı dolap gözlerini kapatmamayı sever. Mangal yakma ve nohut yemeği konusunda ordinaryus profesörlüğe yükselmiş, ailenin gelecek nesillerini beslerken, kendine közde mısır yapma hayalleri kurduğu çok olmuştur. Çocukluğunun üzüm bağlarında ve leblebi diyarında geçen anıları arasında simitin nasıl yapıldığına şahit olup, tiksinip, bir daha ağzına koymak istememesi ve biz simit-severleri de sıklıkla uyarması en sevdiğim anı-huy'larından biri ve "uyaran ama farklı görüşlere de saygı duyan" kişiliğinin de göstergesidir..
15 Ağustos 2010 Pazar
Amaç ve Amaçsızlık
“Sağlıklı her yaşamda bir içerik ve bir amaç vardır” diyor Hesse; “Çarklar Arasında” isimli romanının baş kişisinin ağzından. Bu fikre katılmıyorum. Bence emin olmak, planlamak ve bu plan doğrultusunda önüne gelen hiçbir değişim fırsatını umursamadan dümdüz gitmek, aptallara göre birşey!
Bana göre; sağlıklı bir yaşamda esneklik, koşullara göre değişebilmek, yeni durumlara adapte olabilmek, anın keyfine varabilmek, planlanmamış mutluluklar vardır. İçerik, uyum ve amaç odaklı bir yaşam olsa olsa tekdüze ve sıkıcı olur. Ne yazık ki, yüzyılımızda önerilen, öne çıkarılan değerler bunlar. Oysa Bertrand Russell’ın “Aylaklığa Övgü” isimli kitabında örnek verilen “aylaklar” aslında bu kurulu düzenin dışında, “tıkır tıkır işleyen” makinelerin seslerinin duyulmayacağı bir mesafede duran kişilerdir ve sürekli bir amaç uğruna bir takım işlerle uğraşan, koşuşturan insanın aslında “düşünemeyeceği” fikri ile hareket ederler. Oysa aylaklık; insanı duyularını kullanmaya iter, şaşırtır, heyecanlandırır, tanrıya, evrene ve kendi içine yaklaştırır. Bu sayededir ki; “sanatı geliştiren, toplumsal ilişkileri ve felsefeyi inceleyen hep bu sınıf olmuştur”.
Bir aydan uzun süredir yazamıyorum. Kovalamam gereken işler var. Elime kalem, dizime bilgisayar alacak olsam, aklıma bu işler geliyor. Bir amaç doğrultusunda sanattan ve edebiyattan uzak, alabildiğine tekdüze ve sıkıcı bir ay geçirdim.
Bir yandan da en sevdiğim yazarımın ilk kitabını basmadan önceki süreçte yaşadıklarını - ilk gençlik yıllarını - anlatan “Cebidelik” isimli romanını okuyorum, fırsat buldukça. Aslında incecik 100 sayfalık bir hikaye, elimde 3 şehir dolaşıyor, göz kapaklarımın bir ton ağırlığında olmadığı zamanlarda, İstanbul trafiğinde falan açıp birkaç sayfa okuyabiliyorum. Ufacık kitap bitmeyen bir hikayeye dönüştü bu sayede. Biraz da o dürttü, tekrar yazımın başına oturdum çünkü bu tehlikeli bir iş, bir gün yazmıyorsun, iki gün yazmıyorsun, üçüncü gün zaten artık yazamıyorsun.
Son bir ayım “içerik” ve “amaç” ile doluydu ve cehennem gibiydi. Amaç “Istanbul’daki aile yemeği ve kutlama partisini organize etmek” ve içerik de “parti mekanı, DJ'lerin uçak ve otelleri, konuk listesi, yemek ve masa düzeni, pastanın kenar gülü, elbisenin tonu” türü gereksiz ve zaman alıcı detaylardan oluşuyordu. Dünyanın 14 ülkesinden katılan dostlar ve aile, tüm haftasonuna yayılan çeşitli aktivitelerin tıkır tıkır işlemesi sonucunda, yüzlerde gülücükler, dans etmekten ayaklarda şişler ve fazla kaçırılan yemekler sonucunda hafif mide sorunları ile ayrıldılar. Çocukluğumun sakin ve mavi cennetinde ufak bir “balayı re-loaded” yaşadıktan sonra, ben de amaçsız, plansız ve salt duyulara yönelik normal hayatıma kavuştum. 15 gün daha Türkiye’deyim ve bu süre zarfında aylaklık yapacağım. Kısacası; günler boyu sadece domates yemek, ıslak çimenlerde ayaklarımı uzatıp yatmak, kitaplarıma ve yazı masama gömülmek, akşamları iş ve güçlerinden çıkan arkadaşlarımla ve ailemle zaman geçirmek, arada Ege’ye - mavi cennete - kaçmak, görmek, koklamak ve tatmakla uğraşmayı düşünüyorum. Kısacası aylaklar sınıfının has bir üyesi olacağım ve 15 gün boyunca bunun keyfini süreceğim; amaçsız, hedefsiz, koşturmacasız ve içeriği tamamen hayatın getirdikleri olan bir 15 gün! Tekrar hoşbulduk..
11 Ağustos 2010 Çarşamba
Hindistancevizli süt ve salıncak
Çocukken, SSK hastanesinin Antalya’da 1-2 haftalığına gittiğimiz bir kampı vardı. Evlere şenlik bir ortamdı. Tüm konuklar sağlık personeli olunca, insan ağız tadıyla boğulamıyor, kalp krizi geçiremiyor, ellerini yemeklerden önce ve sonra yıkaması, sabahları 1 yumurta yemesi, süt içmesi, öğlen uykusuna yatması falan gerekiyordu.
Kampın çocukları öğlen uykusundan uyanıp deniz faslını bitirdikten sonra, 500 faktörlü güneş kremleri ile sarmalanıp, ıslak mayolarımızı kurularıyla değiştirir, boyutları sayesinde önümüzü bile göremediğimiz şapkalarımızı takar ve oyun parkına koşardık. Bir zamanlar çocuk olduklarını unutmamış olanlar bilirler, oyun parkında salıncak çok kıymetlidir. 45C Antalya sıcağında akkor haline gelmiş demir salıncaklarda totomuzu yakma pahasına sallanırdık saatlerce. Öyle ki, sonunda insanın durağan dünya ile bağlantısı tamamen kopar, bir öne bir arkaya giden enteresan bir dünya görüşü ve azıcık da mide bulantısı edinmeye başlarsınız. Salıncakta 1 saat hiç durmadan sallanmışlığım vardır, totomda 3. dereceden yanık ile..
Antalya kampının en unutamadığım tadı ise Pınar’ın ürettiği hindistancevizi aromalı küçük kutu sütleri. Pınar nedense bu aromalı sütleri üretmekten 90 sonlarında vazgeçti, oysa o tadlar, kakaosu, çileği, muzu ve hindistancevizi ile 80’li 90’lı yıllara damgasını vuran tadlardır. Her çocuk gibi sütü istemeyerek içer ve büyüklerin devamlı bahsettiği az süt içen çocukların kısa kaldığı “sütün laneti” hikayelerinden de oldukça korkardım. Kendi içinde yeterince paradox yaratan bu durumu hindistancevizi sütler bir nebze hafifletirdi.. Yeterince hafifletememiş ki, ben hala bodur bir cüceyim..
Antalya kampını, oradaki çocukları, aşırı korumacı aileleri ve Pınar’ın hindistancevizli sütlerini çok özledim.. Ne yazık ki hiçbiri kalmadı geriye. Bunun şerefine süt içelim, o halde..
Dipnot. Ne zaman zorla süt içirmelerden vazgeçtiler, o zaman ben süt sever hale geldim.. Süt, sudan sonra en çok sevdiğim içecektir. Demek ki neymiş, çocuklarla inatlaşarak, zorlamalarla biryere varılmıyormuş.. Ebeveynlere duyurulur :)
Mutluluğu bulmak ve korumak üzerine..
Bursa’da; rüzgarın deniz kokusunu getirdiği bahçeli bir evimiz var. Bahçede; salınımlarıyla zamanı ağırlaştıran salyangozlar, kokuları ıslak çimenlerin kokusuna karışan güller, geceleri baygın baygın kokan bir yasemin, birsürü meyve ağacı, tombik tombik örümcekler, vızıl vızıl eden meraklı arılar, telaşlı karıncalar, bıcır bıcır çalı gülbülleri, akşam saatlerini gizemli hale sokan meyve yarasaları ve daha bilimum hayvancık ve bitkicik var.
Yaz aylarında sabah saat 5.30 ile 7.00 arasında bu bahçe benim için harikalar diyarına dönüyor. Çıplak ayaklarım çimenlerde gıdıklanıyor, üstüme şal almazsam buz kesiyorum ama bahçede geçirdiğim 1 saat günün tüm hengamesine hazır olmamı sağlıyor.
İnsanların cevabını aradıkları en önemli sorulardan biri; nasıl mutlu olunur, nasıl mutlu kalınır? Herkese göre değişir bunun cevabı aslında, ama benim için sessizlik, sakinlik, 23C hava ısısı, denizi göremesen de kokusunu duyabilmek, doğa ile içiçe olabilmek, böceğe, çiçeğe hayretle ve ilgiyle bakabilmek, yaşadığını duyumsamak, ve en önemlisi de içinde bulunduğun anın kıymetini bilerek şükretmek; mutluluk demek.. Her dakika sakinlik ve huzur aramamak lazım, yoksa ağır, küf kokulu bir ruha sahip oluyor insan. Ama sabahın bu saatlerinde kendinle ve doğa ile başbaşa kalıp, düşünmemek, yaşamı sadece 5 duyuya odaklı “deneyimlemek” bence mutluluğu bulmanın ve korumanın sırrı.