23 Ocak 2023 Pazartesi

Kış depresyonu, yalnızlık ve yazmak üzerine

Dün 14 saat uyudum. 11 saati gece, 3 saat de öğle uykusu. Şu an biraz kendime gelmiş gibiyim, en azından bir iki iş yapabilecek gücü buldum. Sanırım kış depresyonundayım sevgili blog. Terzinin kendi söküğünü fark ettiği an.....

tam şu an.

Yıllar yıllar önce süpervizörüm bir sohbet sırasında "ilk panik atağımı geçirdiğimde.." diye bir cümle kurduğunda aynı şaşkınlığı yaşadığımı hatırlıyorum. Nasıl yani? Terapist nasıl olur da panik atak geçirir? Terapist nasıl olur da depresyona girer? Terapist nasıl aşk acısı çeker? Terapistin çocuğu nasıl olur da davranış problemleri ya da madde bağımlılığı yaşar? :) Ah acemilik.. Sonra, fark ettim ki, terapistler arasında psikolojik sorunlar ve ilişki sorunları çok fazla (şşşt çocukları da genelde sorunlu). Bunun nedeni sanırım kendini fazla dinlemek, didiklemek ya da şunu yaparsam çocuk üzerinde travma olabilir diye düşünerek doğallıktan uzaklaşmak.. Meslekten gelen "her şeyi iyileştirme isteği" ya da yüksek standartlar.. Neyse ne. Oluyor.

Her Türkiye dönüşü zorlanıyorum ama özellikle çok güzel havalardan kötü havalara geçişte, çok güzel zaman geçirdiysem rutine dönüşte, bu geçiş iyice ağır geliyor. Döndüğümde kar atıştırıyordu, şu an her yer bembeyaz. Daha doğrusu gri, kahve rengi ve beyaz.. Renkleri çaldırdık. Bir de akvaryumda kayıplar yaşandı ve tavşancık hastalandı biliyorsunuz.. İki gün sürekli ağladım. Başka şeylere de ağladım sanırım arada, hazır genel bir ağlama yapıyorken. Yalan yok iyi geldi..

Tavşancık bir tık daha iyi gibi sanki.. Emin değilim ama elimden geleni yapıyorum. Gece yarıları kalkıp besliyorum enjektörle. Havuç suyu falan veriyorum, sırf seviyor diye gittim ahududu buldum bir yerden :) bu mevsimde.. Sürekli kucağımda, sıcacık tutuyorum, konuşuyorum. 60gr kilo aldırmayı başardım. Tabii kaybettiği 400gr'ı alması zaman alır ama ufak adımlar. Bu kadar bağlandığımı bilmiyordum...

Almanya'ya karşı hislerim bir tuhaf. Bazen seviyorum, özellikle doğayı, güven içinde yaşamayı, politik ve sosyal istikrarı. Refahı. Mesafeli ama saygılı insanları. Bazen de nefret ediyorum asla esnek olmayan, taşlaşmış, kalıplaşmış, kısır yaşam rutininden. Renksizliğinden, şaşırtıcı bir şeyin asla yaşanmayışından. Bu nedenle "problemi olmayan ülkenin problem çözmeye de alışkın olmayan katı insanları"ndan.. Bir de tabii soğuğundan, hem insanlar arası hem fiziksel anlamda.. Yalnızlığından, mesafesinden, bana egzotik bir çiçekmişim gibi yaklaşılmasından.. 

Esnek, yaratıcı, renkli, şiirsel, şaşırtıcı, farklı, beklenmedik, alışılmadık gibi bana büyüleyici gelen kelimeleri kullanamamaktan...

Bazen çok bunalıyorum.. O zaman yazmak, tutunduğum tek dal. Ufak notlar almak hayata dair, hayal kurmak ve bunları kelimelerle süslemek, birine bir mektup yazmak, sadece kendi kendime yazmak, üstünü çizmek, silmek, başka kelimelerle yeniden yazmak.. 

Yazmayı bırakırsam yaşamayı da bırakacağımı biliyorum..




Hamiş. Kış depresyonuna karşı herkese iyi gelenler şunlar: spor ya da günde 30dk tempolu hareket etmek, kış meyvelerinin ve sebzelerinin doğal onarıcı etkisi, ek olarak D ve B vitamini almak. 

Bana iyi gelenlerse bu yazıya eklediğim fotoğraflardakiler: okaliptus ve mavi çam yağı katılmış sıcak bir banyo, her hafta kendime çiçek almak, sosyal medyadan "ufak ve mütevazi evler" fotoğrafları araklamak ve bir klasörde toplamak (çünkü günün birinde benim de ufacık, sade ve mütevazi bir evim olacak, inanıyorum) ve karşı komşuya uzuuuun bir mektup yazıp karlar içinden yolun karşısına geçip, güzel evinin posta kutusuna atıvermek :) Çünkü; Almanya'nın rutinine karşı ben, yeneceğim seni Almanya :)

8 Ocak 2023 Pazar

Ömür

Link Debussy - Suite Bergamasque.

Temmuz denizi gibi durgun, masmavi gözleri vardı. Bir de seksenlerin son yıllarının modasıyla kısa bob kesimli, meçli, kabartılmış ama özünde düz, sarı saçları. Bu saçların gerisinde çoğunlukla dalgın, solgun, bembeyaz, ince uzun bir yüz gizlenirdi. Çekingen, içe dönük, sakit.

Bir de kemikli, tedirgin elleri. Yine bembeyaz. 

Eller önemli, çünkü mütemadiyen dudaklara doğru sigara götürüyor solgun parmaklar. Biri sönüyor, hemen diğeri yanıyor sigaraların. Minyon bir beden, seksenlerin bol giysileri altında zayıf, çok zayıf bir kadın. Açık renk kıyafetler. O gri, yağmurlu Ekim gününde dâhi, açık renkler. Bir beyazlık hâkim tüm aurasında. Daha şimdiden, bir beyaz sis bulutu gibi..

Daha şimdiden. Kim bilebilirdi ki..

İnce, biçimli bacaklar. İncecik bilekler. Topuklu siyah rugan ayakkabılar. Masa üzerinde duran, siyah ufak bir el çantasıyla kombinlenmiş. Cep telefonunun olmadığı yıllar. Bu ufacık çantanın içindekileri tahmin edebilirim; bir araba anahtarı, bir cüzdan, bir paket sigara ve çakmak. Kadın biçimli bacaklarını üst üste atmış.. Solak olmalı; sigarayı tutan sol elini sağ koluyla alttan, dirsekten desteklemiş. Sağ kolunu göğüs altında kavuşturmuş.. 

Göğüs. Altında.

Göğüs kanseri olduğunu henüz bilmiyor mu, yoksa henüz kabullenemiyor mu, emin değilim. Tam o sene. 1989. Biz hepimiz - tüm kızlar - on yaşına girdik ya da gireceğiz, çocukluğumuzun son demleri artık. İki rakamlı yaşlar. Önemli. 

Bugün onun kızının doğum günü. Bursa'nın en prestijli lokalinin bahçesi onun için kapatılmış, henüz bilmiyor ama hayatının en güzel ve çocukluğunun son doğum gününü kutluyor. Bıcırık, neşeli, hazırcevap, solaklığı dışında hiçbir şeyi annesine çekmemiş, esmer güzeli bir çocuk. 

Henüz küçücük bir çocuk. Bir anne kuzusu. 

Hepimiz gibi.

Bahçede oradan oraya koşuşturuyor, pastanın verdiği enerjiyi elim sende, yerden yüksek ya da saklambaçla atmaya çalışıyoruz. Sadece kız çocuklara özel bir doğum günü bu. Hiç erkek çocuk yok. Baba ve 2 yaşındaki erkek kardeş de yok. Belli ki sadece kızıyla olmak istemiş bu özel günde. Ömür Hanım. 

Bugün bir ayrıntıyı daha fark ediyorum: Annelerin de davet edilmediği, annesiz bir doğumgünündeki tek anne olmak da istemiş..

O gün orada, bir köşede, tek başına oturup bizleri izler, birbiri ardına sigara yakıp söndürürken, tam bir sene sonra öleceğini de düşünmüş müdür?

Bir ara, kızı kolumu çekiştirip ısrar edince, yanına gitmiştim. Çekinerek. Sanki bu dünyadan olmayan bir güzelliğe, bir sükûta, bir beyaz sis bulutuna yaklaşmaya korkar gibi. Hediyemi - bir düğmeye bastığında sünger topu fırlayıp seni şaşırtan saçma sapan bir şaka dondurma külahı - göstermiş, "anne bak C. bana ne almış, ne kadar güzel değil mi?" diye neşeyle uzatmıştı durgun mavi gözlere doğru.. Başıyla onaylamış, fısıldarcasına "çok güzel" demişti. Ne kadar durgun, ne kadar sakindi. 

Kesin biliyordu kanser olduğunu ve bunun gördüğü son doğumgünü old..... Hayır! Bunu düşünmek istemiyorum, midem acıyor ve gözlerim yanıyor. Hayır, hayır, bilmiyordu. O gün, o da hepimiz kadar dünyadan habersiz ve mutluydu!

Münih, Nisan 2022.

İkinci defa anne olduktan sonra, bir seferinde ölüme çok yaklaştım. Bir kaza geçirmiş, kaburgalarımı kırmış, dalağımın yırtılmış olması şüphesiyle yerde, toprağın üzerinde yatarak ambulans bekliyor, tam üzerimdeki akçaağacın yapraklarından gözlerimi alamıyordum. Ömür teyze (artık tam 12 yaş küçüğüm bir kadına teyze demek!?) geldi o an aklıma. Onun sakinliğini, sessizliğini ve çaresizliğini paylaşıyordum o an. Ölebilirdim ama çok erkendi ve her şeyimi verirdim ölmemek için. Ama o an, o ağacın altında, elim hiç tanımadığım bir kadının avucunda ve kızım birkaç metre ötemde babasının kucağında dehşet içinde ağlarken ve daha bebek olan oğlum pusetinde oturmuş ambulansın gelişine el çırparak neşe içinde cıvıldarken, tuhaf şekilde sakin, sessizdim. Gözlerimi ağacın yapraklarından ayırmadan yatıyordum yerde.. Sanki.. Hazır değildim ama hazırdım da. İstemiyordum ama istiyordum da. Korkuyordum ama sakindim de. "Biraz daha.." diyordum sadece içimden, "daha yapmam gerekenler var.. lütfen."

Ölmedim.

Sonraki her yaz o ağacı ziyarete gittim. Her sene ne yaptığımı ve nelerin hâlâ bana ihtiyaç duyduğunu, neden yaşamaya devam etmek zorunda olduğumu düşündüm ağacın altında oturarak, yapraklarını izleyerek. Beni yolda yürümeye ikna eden hep bu oldu son yıllarda, en zor zamanlarda, en bıktığım, vazgeçmek istediğim anlarda.. Henüz yapacaklarım bitmedi, dedim.

Ömür'ü çok düşündüm. Hattâ kızını - yeniden hatırlatıp üzmek pahasına, bencilce - sorguladığım bile oldu: annesiz, daha sonra "şansım" dediği üvey annesiyle büyürken hissettiklerini sordum, anne olduğunda korkup korkmadığını. "O kadar da önem verme ya, hayatta böyle şeyler oluyor ama bir şekilde büyüyor çocuklar, bak ben büyüdüm, kardeşim 3 yaşındaydı annem öldüğünde, psikopat falan da olmadı, bir şekilde hayat devam ediyor.." dedi. 

Haklıydı elbette.

Ama Ömür'ü düşününce, bazen haksızlık bu! diye haykırmak istiyorum. 

Sonsuza dek o son doğumgününde, tek başına, birbiri ardına sigara yakıp söndürerek otururken, hiç isyan etmeden, hep umut duyarak, öylece otururken. Sessizce. Sakince. Yavaş yavaş ölürken...... 

Ömür dediğin, bir günmüş. O da bugünmüş dercesine..