Son buluşmamızdaki anlamsız gece alışkanlık olmaya başladı. "Bir defa gittiğimiz yere bir daha gitmeyelim ve yeni yerler keşfedelim" mottosuyla sözümona şehrin restaurant'larını bir bir mercek altına aldık ama asıl yaptığımız "nasılsa bir daha gelmeyeceğiz" diye karşılıklı tahammülün sınırları aşmak :)
Dedim ya, bu kadınlar olmasa ben çoktan tırlatmıştım. Bu sefer zat-ımla alâkadar bir mes'elenin şerefine bana hesabı ödetmediler. Böyle durumlarda size de oluyor mu, ben koca koca tabaklar ısmarlayamıyorum bi utanma geliyor. Bunu ısmarladım. Ne bu şimdi?
Açıklayabilirim. Minimalist tasarımlarla; sarı uzun şey rezene, üç yaprak yeşillik taze fesleğen, sashimi yani somon, nokta nokta olan soslar da mangolu hardal, köpüklü çırpılmış yumurta beyazı ve kişniş, ortadaki çekirdekimsi şeyleri ben de anlayamadım ve sormaya da çekindim, sanırım (umarım) hardal tohumlarıydı. Dişimin kovuğuna yetmedi. Ben ufak tefek biriyim (2 çocuktan sonra, Bayan C.'den güzellik sırları: "ayol zaman mı var yemeğe...?") öyle 1,5 İskenderler falan beklenmez benden ama yani bu da değildi hayalimdeki yemek!
Al işte birimize de şu düştü piyangodan:
Ne bu? Karamelize edilmiş balla "taçlandırılmış" keçi peyniri, yine aynı mangolu sos - bol kepçe yapmışlar galiba, herkese yetti :P fesleğenli ve ıspanaklı özenle kaka şekli verilmiş sos ve üç yaprak reyhan. Hıh. Yemin ederim yanında da 3 dilim ekmek getirmişler, nasıl yenir be koca kalıp peynir oncağız ekmekle? İki dilim daha lütfettiler, ısrarla isteyince.
Üstüne de tatlı olarak şunu "paylaştık", hepimize minyatür boyutunda lokmalar düştü:
Hele köşede duran 1/8 oranındaki incirin tamamını günün anlam ve ehemmiyeti nedeniyle bana verdiler ya, nasıl duygulandım anlatamam. İncir de hamdı üstelik...
Tüm bu "yeme macerasında"n sonra bir de deve yüküyle de para ödediler ya, utandım...
Finali ben evde yaptım dostlar. Şu alttaki bol kaşarlı, içine kekik serpilmiş üstüne de salça sürülmüş ve öyle çok sevilmiş ki kalp şeklinde ısırılmış tostla :)
Yazan: Anti-C.
29 Şubat 2020 Cumartesi
11 Şubat 2020 Salı
Seviyorum.
Sarı vosvosumun merdaneli kolunu döndüre döndüre açtığım penceresinden giren ve dalgalı saçlarımla karışık aklımı daha da karıştıran ılık rüzgârı.
Güneye indiğimi her an hatırlatmak için soldan kavuniçi bir yakartop gibi yükselen güneşi.
Termostaki çoktan ılımış, geceden kalma kahvenin kokusuna karışan ılgın ve hünnapların kokusunu.
Kıvrımlı köy yolunun sağ ve solunda gözalabildiğine uzanan ayçiçek tarlalarının sarısını.
Çekip gidebilmeyi. Kapıyı vurup çıkabilmeyi. Güneye son bir defa inip, bir daha asla kuzeye çıkmamayı. Dönmemeyi.
Masmavi gökyüzünü. Tüm gece araba kullanmış olsam da, denizin o ilk pırıltılı ışığıyla, yepyenilenmiş bir enerjiyle, baharın ilk gününü kucaklayıvermeyi!
Fotoğraf: köye giden eski yolun kenarındaki yağ fabrikasının yıkıntıları. hep hayal ettiğim taş evim, günün birinde, kim bilir..
Güneye indiğimi her an hatırlatmak için soldan kavuniçi bir yakartop gibi yükselen güneşi.
Termostaki çoktan ılımış, geceden kalma kahvenin kokusuna karışan ılgın ve hünnapların kokusunu.
Kıvrımlı köy yolunun sağ ve solunda gözalabildiğine uzanan ayçiçek tarlalarının sarısını.
Çekip gidebilmeyi. Kapıyı vurup çıkabilmeyi. Güneye son bir defa inip, bir daha asla kuzeye çıkmamayı. Dönmemeyi.
Masmavi gökyüzünü. Tüm gece araba kullanmış olsam da, denizin o ilk pırıltılı ışığıyla, yepyenilenmiş bir enerjiyle, baharın ilk gününü kucaklayıvermeyi!
Fotoğraf: köye giden eski yolun kenarındaki yağ fabrikasının yıkıntıları. hep hayal ettiğim taş evim, günün birinde, kim bilir..
10 Şubat 2020 Pazartesi
Lerzan
Tepedeki evden benden habersiz çektikleri şu fotoğrafıma dikkatlice bakarsan, karenin (ama henüz denizin değil) tam ortasında yüzdüğümü görebilirsin. Evet, delinin biriyim ben ama sevimli bir deli. Hayatı dolu dolu (ama biraz yalnız) yaşayan, sezonu 1 Mart'ta açıp 30 Kasım'da (ama kışın azan sinüzitten kelli, zoraki) kapayan bir deniz aşığı. Adım Lerzan. Tüm köy tanır beni. Bir oğlan çocuğu gibi kısacık kestirdiğim, 45 senedir tarzı hiç değişmeyen kıvırcık, simsiyah (ama artık parlak bir gümüşe dönmüş) saçlarım vardır. Üzüm gibi siyah gözlerim (ama katarakt nedeniyle) hafif buğulu bakar. İnce uzun, güçlü bir kadınım; Girit'ten göçmüş ailemin benden önce gelmiş geçmiş tüm kadınları gibi.
Anneciğimle babacığım göçeli 20 seneden fazla oluyor. Yazlık olarak kullandığımız, yazın serin kışın ılık kalan taş evi elden geçirdim ve Fransızca öğretmenliğinden emekli olur olmaz, bu köye temelli yerleştim. Bahçemizdeki incir ağaçları ile bölgeye özgü begonvil, köyün en eskilerindendir. Deniz ne çok oynardı bahçesinde, hayal dünyası o zamanlar da çok genişti. Taşlarla, çiçeklerle oynardı bu çocuk, seslen seslen ayıramazdık oyun dünyasından. Şimdi de hikayeler yazıyor işte. Hakkımda..
Ne zaman bir acı Türk kahvesi hatırına bana, taş eve gelse; kapıdan içeri girer girmez şu dizeleri okur:
"Şirler pençe-i kahrımda olurken lerzan,
Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek*
"Ne sedalı adın var Lerzan abla" der, öyle güzel gülümser ki benim bile sevesim tutar bu tüm evrak ve memuriyet işlerinde başıma bela olmuş tuhaf adımı. Ersan? Hayır Lerzan. Ömer Seyfettin hikayelerine pek meraklı babacığım koymuş.
"Uzak fenerler muntazır ateş böcekleri gibi,
lerzan ve donuk bir ziya neşrediyor,
lerzan ve donuk bir ziya neşrediyor,
havlayan köpeklerin tehditkâr sedaları,
soğuk ve muvahhiş, aksediyordu.."**
soğuk ve muvahhiş, aksediyordu.."**
Küçücük çocuğa verilecek ad mı bu Allaseniz? Adımı duyduğumda, anlamı gibi ürperir, titrerim. Ama Deniz işte, kelimelere sevdalı bir çocuktu. Hala da öyle. Büyüyemedi o da bir türlü, benim yaşlanamadığım gibi.
Kaç defa beraber yüzdük şu ilerdeki adaya. Yakın durduğuna bakma, uzaktır ha. Daha 12 yaşındaydı ilk yüzdüğümüzde, nefes nefese kalmış, yorgunluktan bacakları titrer. "Lerzan abla ne olur haftaya yine gelelim bu ıssız adaya senle, e mi!" der yine de.. Yıllarca hiç konuşmadan, yan yana kulaç kulaç yüzdük köyle ada arasında. 16 yaşında peşine bir de oğlan katılınca, ben çekildim aradan. "Yaşlandım Deniz, yüzemiyorum artık.." dedim, yalandan. Bir hafta iki hafta geçti, Deniz kapımda. "Haydi Lerzan abla, ikimiz yüzelim yine eskisi gibi..". Anlaşıldı oğlan başedememiş bununla. Kolay mı oğlum, kızın aklı saatlerce öpüşmekte değil, bu kız başka, saatlerce yüzmek ister o. Eeh demiş oğlan, bekleyememiş, gitmiş. Yine başladık biz Deniz'le konuşmadan, kulaç kulaç yüzmeye. İtiraf edeyim, sevindim de oğlanın yokoluşuna. Çok erkendi daha, elimde büyüyünce gözümde hala çocuk. Deniz'in ağzını bıçak açmaz. Kulaç kulaç yüzer.. Sonraki yıllarda anladım, bir tek yüzerken düşünmezmiş.
Ben edebiyata çok meraklıyımdır. Taş evin bir odasını tamamen kitaplara ayırdım. Şehre gidip geldikçe alırım, köy yerinde kitap nerdeee. Bir muallim bey vardır (o da emekli, yalnız, bencileyin) gazete bayii, kırtasiye, o işler ondan sorulur. Dergi getirir de, kitap getirmez. El mahkum ayda bir gider gelirim İzmir'e. Yıllar içinde, işte böyle böyle yavaş yavaş doldurdum odayı kitaplarla.
Deniz en çok bu odayı sever. Kitapların arasına rahatça, büyücek bir koltuk koydum ama oturmaz ona. Elinde kitap, kendi kedi gibi hep yerlerdedir. "Buz gibi taş, ne güzel.." der, uzanıverir boylu boyunca yere. Bir de duvarları sever bu kız. Dışarları Ağustos sıcağı kavururken, bakmışsın kapıdan giriyor içeri.. Taş ev kendinden serin olur; dışarısı 40, içerisi 25! Yanaklarını dayar taş duvara, kollarını iki yanına açar, kelebek gibi sarılır duvara!
İçinde yanan bir ateş var onun da, benim gibi. Benimki yalnızlıktan, onunki... onunki uzun hikaye.
*Gücümün korkusundan aslanlar bile titrerken,
felek beni bir ahu gözlüye esir etti (Yavuz Sultan Selim).
** Ömer Seyfettin - Tarih ezeli bir tekerrürdür.
9 Şubat 2020 Pazar
Yollar ve sevgi arasındaki ilişki
Bir de beraber çıkılan yollar vardır. Bir insanı tanımanın en iyi yolu, onunla bir yola çıkmaktır. Yeni nesiller bilir mi bu gerçeği, bilmem..
Daha çok küçükken, çok fazla sevdiğim Yaşlı Adam ve Deniz'in beni her yazdığı kelimeyle büyüleyen yazarı Hemingway fısıldamıştı kulağıma: "asla sevmediğin biriyle yola çıkma..". Çıkılan yol, gerçek bir seyahat de olsa, mecazi anlamda yaşam yolu da olsa, doğrudur. Sevmeden çıkılmaz yola. Ben hiç kaybetmedim insanlara ve yollara olan inancımı.
Steinbeck'in iddia ettiği gibi, "insanlar yola çıkmaz, yol insanları çağırır". Doğrudur. Kendine çeker bazı yollar. Sonunu bile bile, düşersin yola. Sonuna geldiğinde de, yola çıkan kişi değilsindir artık. Kimi bir sene, kimi birkaç ay süren uzun yollardan ne zaman eve dönsem, evi aynı bulamamaktan korkarım. Eşyaların yerini unutmuş olmaktan, kokulara yabancılaşmaktan. Oysa kendimi değişmiş bulurum sonunda. Gittiğim hiç bir yol, rastgele seçilmedi. İçimde güçlü bir istek duydum: kalmamı imkânsızlaştıran bir istek..
Gitmek isteğiydi beni çeken ve ben o ne zaman çağırırsa gittim. Cebimde azıcık para, sırtımda ufak bir çanta, bazen yollarda çalışıp kazandım, bazen de elini uzatan birilerinin elini tuttum, evlerinde kaldım. Hastayken bana baktılar, açken doyurdular bazen. Düğünlerine katıldım tanımadığım insanların. Hele birinin, bebeğinin doğumuna şahit oldum. Omzumda ağladı, ağladık mutluluktan.. Adlarını unuttum çoğunun, bazısınınsa adları aklımda ama yüzleri yok.. Olsun; Proust haklıydı elbet. Asıl keşif yeni yerler görmek değil, yeni gözler edinmekti. Ve benim edindiğim yeni gözler, karşılaştığı insanlara önce sevgiyle bakmayı öğrendi. Hep yollarda..
Çıktığın yollardan değişerek dönmeyi istiyorsan, öncelikle kendini geride bırakmayı öğreniyorsun. Zaten uzun süre seyahat ettiğinde, ilk bunu öğreniyorsun. Sonra da sevmeyi. Bu nedenle, bir insanı gerçekten tanımanın - ve dahi sevmenin - yolu; onunla uzun bir yola çıkmaktır..
Fotoğraflar: Hindistan'ın Rajastan eyaletinde bir sabah. Matheran yolunda bir başka akşam.
Daha çok küçükken, çok fazla sevdiğim Yaşlı Adam ve Deniz'in beni her yazdığı kelimeyle büyüleyen yazarı Hemingway fısıldamıştı kulağıma: "asla sevmediğin biriyle yola çıkma..". Çıkılan yol, gerçek bir seyahat de olsa, mecazi anlamda yaşam yolu da olsa, doğrudur. Sevmeden çıkılmaz yola. Ben hiç kaybetmedim insanlara ve yollara olan inancımı.
Steinbeck'in iddia ettiği gibi, "insanlar yola çıkmaz, yol insanları çağırır". Doğrudur. Kendine çeker bazı yollar. Sonunu bile bile, düşersin yola. Sonuna geldiğinde de, yola çıkan kişi değilsindir artık. Kimi bir sene, kimi birkaç ay süren uzun yollardan ne zaman eve dönsem, evi aynı bulamamaktan korkarım. Eşyaların yerini unutmuş olmaktan, kokulara yabancılaşmaktan. Oysa kendimi değişmiş bulurum sonunda. Gittiğim hiç bir yol, rastgele seçilmedi. İçimde güçlü bir istek duydum: kalmamı imkânsızlaştıran bir istek..
Gitmek isteğiydi beni çeken ve ben o ne zaman çağırırsa gittim. Cebimde azıcık para, sırtımda ufak bir çanta, bazen yollarda çalışıp kazandım, bazen de elini uzatan birilerinin elini tuttum, evlerinde kaldım. Hastayken bana baktılar, açken doyurdular bazen. Düğünlerine katıldım tanımadığım insanların. Hele birinin, bebeğinin doğumuna şahit oldum. Omzumda ağladı, ağladık mutluluktan.. Adlarını unuttum çoğunun, bazısınınsa adları aklımda ama yüzleri yok.. Olsun; Proust haklıydı elbet. Asıl keşif yeni yerler görmek değil, yeni gözler edinmekti. Ve benim edindiğim yeni gözler, karşılaştığı insanlara önce sevgiyle bakmayı öğrendi. Hep yollarda..
Çıktığın yollardan değişerek dönmeyi istiyorsan, öncelikle kendini geride bırakmayı öğreniyorsun. Zaten uzun süre seyahat ettiğinde, ilk bunu öğreniyorsun. Sonra da sevmeyi. Bu nedenle, bir insanı gerçekten tanımanın - ve dahi sevmenin - yolu; onunla uzun bir yola çıkmaktır..
Fotoğraflar: Hindistan'ın Rajastan eyaletinde bir sabah. Matheran yolunda bir başka akşam.
3 Şubat 2020 Pazartesi
Çiçek Hanım
Çiçek Hanım'ı tanıdığımda, sadece 3 yaşındaydım. O yaşımda bile isminin çok güzel hatta belki de büyülü olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Daha önce Gül duymuştum, Yasemin duymuştum, Mine duymuştum ama adı tüm bu isimleri kapsayan, bütünleyici ve kategorik bir Çiçek Hanım, hiç duymamıştım! Çiçek mi? Koca bebek gözlerimi yüzüne dikip "Ama hangi çiçek?" diye sorduğumu anlatırlar. Ben büyük bir ciddiyetle, son derece hayati olan soruma cevap beklerken, antikalarla ve paha biçilmez tablolarla dolu salonda bir an tüm nefesler tutulmuş ama neyse ki çok gülmüş buna Çiçek hanım.. İşte tam o an, orada başlamış dostluğumuz. 3 yaşında tek tahtası eksik diye bilinen bir bebeyle, 53 yaşında aristokrat ve mesafeli diye bilinen bir kadının dostluğu..
Bir Mayıs akşamı, evinin bahçesini öbek öbek gelinciklerin bastığı günlerde, nedensizce tansiyonu yükselmişti Çiçek Hanım'ın ve evin kahyası Arap Bacı hemen anneme koşmuştu. Tamam tamam biliyorum, "Türk filmi mi bu yahu?" diyeceksiniz ama hakikaten ilk tanışmamız bu şekilde oldu ve hakikaten Çiçek Hanım'ın gündelik işlerini gören, çocuk aklımla gerçekten de çikolatayı fazla kaçırdığını sandığım, Eritrea'dan göç etmiş bir yardımcısı vardı. Çiçek Hanım birden bayılıverince, doktorluğu ve güzelliği (sanırım sırası ters oldu) tüm mahalleye yayılan annem gelmişti akıllara ve ben de nadiren evde bulduğum annemin eteğine yapışmış, onunla paldır küldür girmiştim Çiçek Hanım'ın adından bile büyülü görünen evine.
Ev de evdi ama. 3 yaşında bir çocuğa herşey dev gibi görünür elbet ama ev, dedelerden kalma eski bir Bursa köşkünden uyanık bir damat tarafından yakın tarihte bozularak 2 katlı apartman haline dönüştürülmüş, yüksek tavanlı, kristal avizeli, rokoko işlemeli katlardan biri kiraya verilmiş, diğeri de hiç evlenmemiş, sanata ve estetiğe merakı ile tanınan, haftada bir gittiği Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu'nun temsilleri dışında evden sokağa adımını atmayan Çiçek Hanım'a tahsis edilmiş, muazzam bir evdi. Fenalaşıp bayıldığı o bedbaht sabaha dek, Çiçek Hanım'ın evine mahalleden kimse girmemiş fakat maddi sıkıntılar nedeniyle ara sıra elden çıkartmak durumunda kalınan bir avize, bir kakmalı ceviz yazı masası ya da ince telkari işi ve paha biçilemez elmasları ile zarif bir gerdanlık, evin içindeki yaşamın ipuçlarını meraklı mahalleliye hissettirmişti. Çiçek Hanım'dan herkes saygıyla, genelde mesafeyle ve her zaman fısıltıyla bahseder, bu da benim ilgimi çekmeye yeterdi.
Çiçek Hanım, soruma "sen en çok hangi çiçeği seviyorsun bakalım?" diyerek, soruyla karşılık vermiş, "papatya!" diyişime karşılık sarı saçlarımı okşamış, "o zaman sen de bana Papatya Teyze diyebilirsin" demişti. 3 yaş inadımla tek ayağımı hırsla yere vurmuş, kollarımı göğsümde çapraz kavuşturmuş ve "Hayır! Çiçek diyeceğim" demiş, annemden de popoma esaslı bir çimdik yemiştim. Çiçek Hanım bunu görmedi çünkü tüm bunlar o bana gümüş çikolatalığından bugün bile tadı aklımdan çıkmayan "parmak çikolata"lardan birini ikram etmek için Arap Bacı'ya talimat vermekle meşgulken olup bitti.
Popomun acısına rağmen bana uzatılan çikolataya hayır diyemedim ama kırmızı mı, mavi mi, yoksa altın baraklı parmak çikolatayı mı seçeceğime de bir türlü karar veremedim. Her zamanki gibi büyüklerin "hadi hadi"siyle aceleye gelen bu son derece elzem karar anını tam doyasıya yaşayamadım ve tabii akabinde ağlamaya başladım... Ah bu büyüklerin dünyası ne kadar hızlıydı, oysa bir yavaşlayabilseler, en önemli kararları böyle aceleye getirmeseler....
Annem kolumdan tutarak ve kulağıma fısıltıyla "seninle evde konuşucaz, yürü!" diye tıslayarak beni o büyülü evden çıkardı çıkarmasına ama, o günden sonra artık tek bir yaşam hedefim vardı: Çiçek Hanım'ın evinee tekrar ve esaslı bir taarruz yapmak ve hakkım olan o renkli baraklı kağıt "çukulata"ların hepsini yemek!
Yaz sonuna doğru 4 yaşımın ilk günlerinde, tam da katmerli yediveren güller mahallemize bütün rayihalarını buram buram salarken, az kalsın bu emelime kavuşuyordum; o nereden çıktığını anlayamadığım boz renkli koca köpek olmasaydı...
Çitten atlarken dizimi yardım, dizimi yarınca çığlık attım, köpeğin havlamaları çığlıklarıma karışınca, Arap bacı koştura koştura bahçeye çıktı, beni öyle kanlar içinde görünce, ayağındaki terliği kaptığı gibi boz canavarın üstüne fırlattı ve "kuzuuuum, yavruuuum" diye diye koştu sarıldı bana. O gün üç şeyi öğrenmiştim: 1). Boz köpekle şaka olmuyordu 2). Siyah insanlar tüm sporlarda olduğu gibi hedefi tam vurmada da biz beyaz insanlardan çok daha ileriydiler 3). Dizimin kanaması tam iki hem de altın baraklı çikolata değerindeydi. Sonraki günlerde boz canavarı kızdırıp havlatmak ve dizimi tutarak ve son perdeden bağırarak sahne sanatlarındaki kariyerimin ilk basamaklarını tırmanmak istediysem de, boz köpek ya bana alışmıştı ya da terliğin tokasının verdiği acı benim hırsız olma ihtimalimden daha gerçekti, bana aldırmamaya başladı. Böylece evin içine değil ama bahçesine istediğim zaman girip çıkma özgürlüğümü edinmiştim işte! Şimdi sırada o hiç açılmayan ağır demir kapıdan bir şekilde içeriye sızmak ve o gümüş kutudaki ganimetlere ulaşmak vardı...
Çiçek Hanım'ın çocuk aklımca bana rengarenk, gösterişli ve büyülü gelen dünyasına sızıp, hak ettiğim su götürmez bir gerçek olan parmak çikolatalara ulaşma planım tüm yaz beni, çevremdekileri ve bahçedeki boz köpeği bayağı uğraştırdı. Fakat o ağır demir kapı asla açılmıyordu.
Yine her günkü gibi kavga gürültü, karga tulumba, zorla yatırıldığım öğle uykularından birinin en tatlı yerinde öyle bir rüya gördüm ki, demir kapının anahtarının elime verildiği hissiyle uyandım. Rüyamda köşkün arka kapısının üstündeki vitrajlı küçük pencereden içeriye giriyor, çikolataları elimle koymuş gibi buluyor ve kendime emsalsiz bir şölen çekiyordum. Öyle ki, uyandığımda bu fikir benim için bir saplantı haline gelmiş, kuşluk öğünümü yer yemez dışarı fırlamış, artık başını okşamama bile izin veren boz köpekle bahçede biraz hasbihal giderdikten sonra, doğruca evin arkasına yürümüş, o küçük pencereyi gerçekten açık bulunca, heyecandan yerimde duramamıştım. Uzun mücadeleler ve pantolonumun diz yamalarının on yüz bininciye sökülmesine neden olan artistik sıçramalar sonunda, pencereye tutunmayı başardım ve cılız kollarımla kendimi yukarıya çekip pervazdan içeriye doğru kaydım ve küüüt diye tahta parkelere düşüverdim. Büyülü ev, ayaklarımın altında birden karardı, uzadı, küçüldü ve tamamen yok oldu.....
Neden sonra kendime geldiğimde Arap Bacı, elleriyle tombul dizlerini döverek "kuzuuuum, sen neylersin burada? Ne yaparsın bu karanlık odada bir başına" diye ağıt yakıyor, bir yandan da oramı buramı silkeliyor, boynuma ve enseme de avuç avuç Eyüp Sabri Tuncer kolonyasını boca ediyordu. Bense karanlık odaya ince bir ışık hüzmesi veren açık pencerenin ışığında, üstümden havaya karışan toz bulutlarının, peri tozları gibi dansedişini izliyor, evin gerçekten büyülü olduğuna artık adım gibi emin oluyordum.
Ve tüm bu cümbüşün tam ortasında Çiçek Hanım, üstünde upuzun bembeyaz bir sabahlıkla duruyor, birbirine girmiş sarı saçlarım, yırtılmış pantolonum ve utançtan kızarmış yanaklarımla, onun duru ve beyaz güzelliğine tam bir tezat oluşturuyor ve tam bu nedenle, o anı ömür boyu unutulmazlarım arasına kaydediyordum. Çiçek Hanım, "ah yavrucak, çok korktun mu?" dedi ve uzun zarif yüzünü benim yuvarlak yüzümün hizasına indirip "ne yapıyorsun bakalım bu odada?" diye sordu. O an anladım ki artık kaçarım kalmamıştı, planımı itiraf etmekten başka çarem yoktu...
İşte o günden sonra her gün, Çiçek Hanım uykusundan uyanır uyanmaz ön kapısını ardına dek açık bırakmaya başladı. Ben de keyfimce eve girip çıkar ve komodinden de istediğim renkte baraklı kağıda sarılmış çikolatayı alır, tam hayal ettiğim gibi, yavaş yavaş, keyfini çıkarta çıkarta yer oldum.
Yıllar geçtikçe ve ben büyüyüp serpilmeye, çocukluktan genç kızlığa adım atmaya başladıkça, Çiçek Hanım'la olan dostluğumuz da gelişti, olgunlaştı. Onun tavandan yerlere inen, duvarları ve odaları kaplayan geniş kütüphanesi özellikle ilgimi çekiyor ve o da bunu bildiği için, beni genellikle o odada kabul ediyordu. Flaubert'ten Karaosmanoğlu'na, Joyce'dan Kafka'ya muazzam geniş bir koleksiyonu vardı Çiçek Hanım'ın ama kitaplarını ödünç vermek konusunda gelmiş geçmiş en elisıkı, en cimri insandı. Yine de, onun yaşıma uygun gördüğü şekilde ve kitaplık odasından çıkarmamam kaydıyla, kitaplarını okuyabiliyordum. Aynen çocukluğumdaki çikolatalar gibi, bu sefer de kitapların büyüsüne kapılmış, bir gün her bir kitabı tek tek okuyacağıma yeminler etmiş, hele o boyumun hala erişmediği üst raflardaki kalın ciltli kitapları tutkuyla merak eder olmuştum. Fakat Çiçek Hanım o bölgeyi bana yasaklamış, "önce okulunu bitir bakalım" diyerek tüm taarruzlarımı püskürtmeyi başarmıştı.
O kitaplarda, içimde yeni yeni filizlenen ılık duyguların izlerini bulacağıma adım gibi emindim ve için için "Çiçek Hanım'ın gizli aşk hayatına da bakınız!" diye düşünüp, kitapların içlerinde yazanları, olan biteni hayal gücümün derinliklerinde kurup duruyor, bunu yaparken de kalbimin çarpmasına ve bedenimin verdiği tepkilere özellikle ilgi duyuyordum. Mesela eski dilden kelimelere karşı özel bir hassasiyetim olduğunu keşfetmiştim ve bazı kelimeleri tekrar tekrar aklımda dolaştırırken tuhaf bir zevk aldığımı, midemle kalbim arasında biryerlerde kelebeklerin uçuşmasına benzeyen ya da hızlı bir asansörle birden aşağı katlara doğru düşerken hissedilene benzer tuhaf ama çok keyifli bir duygu yaşadığımı keşfetmiştim. Aynı duygu, okulda ön sıramda oturan o yeşil gözlü çocukla gözgöze geldiğimde de oluyordu ama bu odada tek başımayken, çok daha yoğundu!
Yıllar sonra, o bölgenin Çiçek Hanım'ın "gizli aşk bahçesi" olmadığını, daha doğrusu aşkla ilgisi olduğunu ama benim tahminlerimin tersine muzır neşriyatla hiç alakası olmadığını hayret içinde keşfedecektim. Yukarıdaki raflardaki tüm kitaplar aslında farklı yerlerde ve zamanlarda elime geçirip çoktan okuduğum Rus klasikleriydi ve sonradan öğrendiğim üzere, Çiçek Hanım'ın ilk ve son aşkı olan denizci bir adam tarafından, çıktığı son seferden bir gün önce "bunlara en iyi sen bakarsın, döndüğümde de bana geri verirsin" diyerek ona bırakılmıştı. Adam, geri dönmemişti o seferden. Çiçek Hanım ise, en üst rafa koyduğu bu kitaplara o günden sonra hiç dokunmamıştı, kimseyi de dokundurtmamıştı. Ölümünden sonra vasiyetinde kitapların tamamını bana bıraktığında, biraz da ondan izin almadan araştırdığım için suçluluk duygusuyla karışık bir merakla, parçaları birleştirerek öğrendim bu hikayeyi.. Adamın geri dönmemesinin gerçek sebebini Çiçek Hanım hiç öğrenebilmiş miydi bilmiyorum ama, benim öğrendiğim kadarı bana yetmişti. Çiçek Hanım'ın kütüphanesinin tamamını bugün dahi evimde koruyorum ama o kalın ciltli kitapları "yıllar sonra son faizi de ödenen bir diyet gibi" yok pahasına ve büyük bir iç huzuruyla, sahafın birine hibe ettiğimi de itiraf etmeliyim.
Üniversite'de felsefe okumaya karar vermem de Çiçek Hanım sayesinde oldu aslında. Biri doktor, diğeri mühendis yani her ikisi de müsbet ilimci ebeveynlerime kalsa, felsefe karın doyurmayacağı için, hobi olarak ilgilenilmesi mümkün olan ama hayatımı kazanmak amacıyla öğrenilmesi abesle iştigal olan bir durumdu. Fakat onları bunun aksine Çiçek Hanım ikna etti. Felsefe okumanın insan üzerindeki etkisini, düşünmeyi öğrenmenin bana her alanda katkı yapacağını söylemenin yanısıra sanırım "Deniz'e burs vermek, destek olmak istiyorum, lütfen bırakın hayallerini gerçekleştirsin, baktı sevmedi, nasılsa zeki bir kız, olmadı bırakır avukatlık falan okur" deyivermesi ailemi yumuşattı ve "geçici bir sevda" olarak gördükleri ve birkaç sene boyunca ceplerinden para çıkmadan müsamaha gösterebileceklerini düşündükleri Felsefe Bölümü'ne kaydımı yaptırdılar. Yeri gelmişken şunu da belirtmeliyim ki; lisans öğrencisi olarak girdiğim bölümde şu an 33 yaşında bir Doçent olarak ders veriyorum ve felsefeye tutkum gün geçtikçe artıyor...
Fakat Çiçek Hanım'ın bana asıl katkısı; ne çikolatalar, ne kitaplar ne de hayallerimin peşinden gitmeme destek olmasıydı. Onun üzerimde bıraktığı asıl iz; onu tanıdığım 3 yaşımdan, kaybettiğim 33 yaşıma dek beni ciddiye alması, ciddiyetle dinlemesi, sorularıma çocuk, genç ya da yetişkin demeden, başından savmaya çalışmadan, benimle birlikte düşünerek ve anlamaya çalışarak cevap vermesi ve en önemlisi de, bana kapısını açması ve sadece güneşli günlerimde değil, yağmurlu, fırtınalı, karlı günlerimde de içinde kendimi güvende hissettiğim bir "büyülü ev" hediye etmesi oldu. Sırf bu nedenle de, birbirinden 50 sene arayla doğan bu iki kadının dostluğu, bence yazılmadan geçilemezdi....
Bu hikâye de "Hayatımızdaki tüm Çiçek Hanım'lara".....
Bir Mayıs akşamı, evinin bahçesini öbek öbek gelinciklerin bastığı günlerde, nedensizce tansiyonu yükselmişti Çiçek Hanım'ın ve evin kahyası Arap Bacı hemen anneme koşmuştu. Tamam tamam biliyorum, "Türk filmi mi bu yahu?" diyeceksiniz ama hakikaten ilk tanışmamız bu şekilde oldu ve hakikaten Çiçek Hanım'ın gündelik işlerini gören, çocuk aklımla gerçekten de çikolatayı fazla kaçırdığını sandığım, Eritrea'dan göç etmiş bir yardımcısı vardı. Çiçek Hanım birden bayılıverince, doktorluğu ve güzelliği (sanırım sırası ters oldu) tüm mahalleye yayılan annem gelmişti akıllara ve ben de nadiren evde bulduğum annemin eteğine yapışmış, onunla paldır küldür girmiştim Çiçek Hanım'ın adından bile büyülü görünen evine.
Ev de evdi ama. 3 yaşında bir çocuğa herşey dev gibi görünür elbet ama ev, dedelerden kalma eski bir Bursa köşkünden uyanık bir damat tarafından yakın tarihte bozularak 2 katlı apartman haline dönüştürülmüş, yüksek tavanlı, kristal avizeli, rokoko işlemeli katlardan biri kiraya verilmiş, diğeri de hiç evlenmemiş, sanata ve estetiğe merakı ile tanınan, haftada bir gittiği Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu'nun temsilleri dışında evden sokağa adımını atmayan Çiçek Hanım'a tahsis edilmiş, muazzam bir evdi. Fenalaşıp bayıldığı o bedbaht sabaha dek, Çiçek Hanım'ın evine mahalleden kimse girmemiş fakat maddi sıkıntılar nedeniyle ara sıra elden çıkartmak durumunda kalınan bir avize, bir kakmalı ceviz yazı masası ya da ince telkari işi ve paha biçilemez elmasları ile zarif bir gerdanlık, evin içindeki yaşamın ipuçlarını meraklı mahalleliye hissettirmişti. Çiçek Hanım'dan herkes saygıyla, genelde mesafeyle ve her zaman fısıltıyla bahseder, bu da benim ilgimi çekmeye yeterdi.
Çiçek Hanım, soruma "sen en çok hangi çiçeği seviyorsun bakalım?" diyerek, soruyla karşılık vermiş, "papatya!" diyişime karşılık sarı saçlarımı okşamış, "o zaman sen de bana Papatya Teyze diyebilirsin" demişti. 3 yaş inadımla tek ayağımı hırsla yere vurmuş, kollarımı göğsümde çapraz kavuşturmuş ve "Hayır! Çiçek diyeceğim" demiş, annemden de popoma esaslı bir çimdik yemiştim. Çiçek Hanım bunu görmedi çünkü tüm bunlar o bana gümüş çikolatalığından bugün bile tadı aklımdan çıkmayan "parmak çikolata"lardan birini ikram etmek için Arap Bacı'ya talimat vermekle meşgulken olup bitti.
Popomun acısına rağmen bana uzatılan çikolataya hayır diyemedim ama kırmızı mı, mavi mi, yoksa altın baraklı parmak çikolatayı mı seçeceğime de bir türlü karar veremedim. Her zamanki gibi büyüklerin "hadi hadi"siyle aceleye gelen bu son derece elzem karar anını tam doyasıya yaşayamadım ve tabii akabinde ağlamaya başladım... Ah bu büyüklerin dünyası ne kadar hızlıydı, oysa bir yavaşlayabilseler, en önemli kararları böyle aceleye getirmeseler....
Annem kolumdan tutarak ve kulağıma fısıltıyla "seninle evde konuşucaz, yürü!" diye tıslayarak beni o büyülü evden çıkardı çıkarmasına ama, o günden sonra artık tek bir yaşam hedefim vardı: Çiçek Hanım'ın evinee tekrar ve esaslı bir taarruz yapmak ve hakkım olan o renkli baraklı kağıt "çukulata"ların hepsini yemek!
Yaz sonuna doğru 4 yaşımın ilk günlerinde, tam da katmerli yediveren güller mahallemize bütün rayihalarını buram buram salarken, az kalsın bu emelime kavuşuyordum; o nereden çıktığını anlayamadığım boz renkli koca köpek olmasaydı...
Çitten atlarken dizimi yardım, dizimi yarınca çığlık attım, köpeğin havlamaları çığlıklarıma karışınca, Arap bacı koştura koştura bahçeye çıktı, beni öyle kanlar içinde görünce, ayağındaki terliği kaptığı gibi boz canavarın üstüne fırlattı ve "kuzuuuum, yavruuuum" diye diye koştu sarıldı bana. O gün üç şeyi öğrenmiştim: 1). Boz köpekle şaka olmuyordu 2). Siyah insanlar tüm sporlarda olduğu gibi hedefi tam vurmada da biz beyaz insanlardan çok daha ileriydiler 3). Dizimin kanaması tam iki hem de altın baraklı çikolata değerindeydi. Sonraki günlerde boz canavarı kızdırıp havlatmak ve dizimi tutarak ve son perdeden bağırarak sahne sanatlarındaki kariyerimin ilk basamaklarını tırmanmak istediysem de, boz köpek ya bana alışmıştı ya da terliğin tokasının verdiği acı benim hırsız olma ihtimalimden daha gerçekti, bana aldırmamaya başladı. Böylece evin içine değil ama bahçesine istediğim zaman girip çıkma özgürlüğümü edinmiştim işte! Şimdi sırada o hiç açılmayan ağır demir kapıdan bir şekilde içeriye sızmak ve o gümüş kutudaki ganimetlere ulaşmak vardı...
Çiçek Hanım'ın çocuk aklımca bana rengarenk, gösterişli ve büyülü gelen dünyasına sızıp, hak ettiğim su götürmez bir gerçek olan parmak çikolatalara ulaşma planım tüm yaz beni, çevremdekileri ve bahçedeki boz köpeği bayağı uğraştırdı. Fakat o ağır demir kapı asla açılmıyordu.
Yine her günkü gibi kavga gürültü, karga tulumba, zorla yatırıldığım öğle uykularından birinin en tatlı yerinde öyle bir rüya gördüm ki, demir kapının anahtarının elime verildiği hissiyle uyandım. Rüyamda köşkün arka kapısının üstündeki vitrajlı küçük pencereden içeriye giriyor, çikolataları elimle koymuş gibi buluyor ve kendime emsalsiz bir şölen çekiyordum. Öyle ki, uyandığımda bu fikir benim için bir saplantı haline gelmiş, kuşluk öğünümü yer yemez dışarı fırlamış, artık başını okşamama bile izin veren boz köpekle bahçede biraz hasbihal giderdikten sonra, doğruca evin arkasına yürümüş, o küçük pencereyi gerçekten açık bulunca, heyecandan yerimde duramamıştım. Uzun mücadeleler ve pantolonumun diz yamalarının on yüz bininciye sökülmesine neden olan artistik sıçramalar sonunda, pencereye tutunmayı başardım ve cılız kollarımla kendimi yukarıya çekip pervazdan içeriye doğru kaydım ve küüüt diye tahta parkelere düşüverdim. Büyülü ev, ayaklarımın altında birden karardı, uzadı, küçüldü ve tamamen yok oldu.....
Neden sonra kendime geldiğimde Arap Bacı, elleriyle tombul dizlerini döverek "kuzuuuum, sen neylersin burada? Ne yaparsın bu karanlık odada bir başına" diye ağıt yakıyor, bir yandan da oramı buramı silkeliyor, boynuma ve enseme de avuç avuç Eyüp Sabri Tuncer kolonyasını boca ediyordu. Bense karanlık odaya ince bir ışık hüzmesi veren açık pencerenin ışığında, üstümden havaya karışan toz bulutlarının, peri tozları gibi dansedişini izliyor, evin gerçekten büyülü olduğuna artık adım gibi emin oluyordum.
Ve tüm bu cümbüşün tam ortasında Çiçek Hanım, üstünde upuzun bembeyaz bir sabahlıkla duruyor, birbirine girmiş sarı saçlarım, yırtılmış pantolonum ve utançtan kızarmış yanaklarımla, onun duru ve beyaz güzelliğine tam bir tezat oluşturuyor ve tam bu nedenle, o anı ömür boyu unutulmazlarım arasına kaydediyordum. Çiçek Hanım, "ah yavrucak, çok korktun mu?" dedi ve uzun zarif yüzünü benim yuvarlak yüzümün hizasına indirip "ne yapıyorsun bakalım bu odada?" diye sordu. O an anladım ki artık kaçarım kalmamıştı, planımı itiraf etmekten başka çarem yoktu...
İşte o günden sonra her gün, Çiçek Hanım uykusundan uyanır uyanmaz ön kapısını ardına dek açık bırakmaya başladı. Ben de keyfimce eve girip çıkar ve komodinden de istediğim renkte baraklı kağıda sarılmış çikolatayı alır, tam hayal ettiğim gibi, yavaş yavaş, keyfini çıkarta çıkarta yer oldum.
Yıllar geçtikçe ve ben büyüyüp serpilmeye, çocukluktan genç kızlığa adım atmaya başladıkça, Çiçek Hanım'la olan dostluğumuz da gelişti, olgunlaştı. Onun tavandan yerlere inen, duvarları ve odaları kaplayan geniş kütüphanesi özellikle ilgimi çekiyor ve o da bunu bildiği için, beni genellikle o odada kabul ediyordu. Flaubert'ten Karaosmanoğlu'na, Joyce'dan Kafka'ya muazzam geniş bir koleksiyonu vardı Çiçek Hanım'ın ama kitaplarını ödünç vermek konusunda gelmiş geçmiş en elisıkı, en cimri insandı. Yine de, onun yaşıma uygun gördüğü şekilde ve kitaplık odasından çıkarmamam kaydıyla, kitaplarını okuyabiliyordum. Aynen çocukluğumdaki çikolatalar gibi, bu sefer de kitapların büyüsüne kapılmış, bir gün her bir kitabı tek tek okuyacağıma yeminler etmiş, hele o boyumun hala erişmediği üst raflardaki kalın ciltli kitapları tutkuyla merak eder olmuştum. Fakat Çiçek Hanım o bölgeyi bana yasaklamış, "önce okulunu bitir bakalım" diyerek tüm taarruzlarımı püskürtmeyi başarmıştı.
O kitaplarda, içimde yeni yeni filizlenen ılık duyguların izlerini bulacağıma adım gibi emindim ve için için "Çiçek Hanım'ın gizli aşk hayatına da bakınız!" diye düşünüp, kitapların içlerinde yazanları, olan biteni hayal gücümün derinliklerinde kurup duruyor, bunu yaparken de kalbimin çarpmasına ve bedenimin verdiği tepkilere özellikle ilgi duyuyordum. Mesela eski dilden kelimelere karşı özel bir hassasiyetim olduğunu keşfetmiştim ve bazı kelimeleri tekrar tekrar aklımda dolaştırırken tuhaf bir zevk aldığımı, midemle kalbim arasında biryerlerde kelebeklerin uçuşmasına benzeyen ya da hızlı bir asansörle birden aşağı katlara doğru düşerken hissedilene benzer tuhaf ama çok keyifli bir duygu yaşadığımı keşfetmiştim. Aynı duygu, okulda ön sıramda oturan o yeşil gözlü çocukla gözgöze geldiğimde de oluyordu ama bu odada tek başımayken, çok daha yoğundu!
Yıllar sonra, o bölgenin Çiçek Hanım'ın "gizli aşk bahçesi" olmadığını, daha doğrusu aşkla ilgisi olduğunu ama benim tahminlerimin tersine muzır neşriyatla hiç alakası olmadığını hayret içinde keşfedecektim. Yukarıdaki raflardaki tüm kitaplar aslında farklı yerlerde ve zamanlarda elime geçirip çoktan okuduğum Rus klasikleriydi ve sonradan öğrendiğim üzere, Çiçek Hanım'ın ilk ve son aşkı olan denizci bir adam tarafından, çıktığı son seferden bir gün önce "bunlara en iyi sen bakarsın, döndüğümde de bana geri verirsin" diyerek ona bırakılmıştı. Adam, geri dönmemişti o seferden. Çiçek Hanım ise, en üst rafa koyduğu bu kitaplara o günden sonra hiç dokunmamıştı, kimseyi de dokundurtmamıştı. Ölümünden sonra vasiyetinde kitapların tamamını bana bıraktığında, biraz da ondan izin almadan araştırdığım için suçluluk duygusuyla karışık bir merakla, parçaları birleştirerek öğrendim bu hikayeyi.. Adamın geri dönmemesinin gerçek sebebini Çiçek Hanım hiç öğrenebilmiş miydi bilmiyorum ama, benim öğrendiğim kadarı bana yetmişti. Çiçek Hanım'ın kütüphanesinin tamamını bugün dahi evimde koruyorum ama o kalın ciltli kitapları "yıllar sonra son faizi de ödenen bir diyet gibi" yok pahasına ve büyük bir iç huzuruyla, sahafın birine hibe ettiğimi de itiraf etmeliyim.
Üniversite'de felsefe okumaya karar vermem de Çiçek Hanım sayesinde oldu aslında. Biri doktor, diğeri mühendis yani her ikisi de müsbet ilimci ebeveynlerime kalsa, felsefe karın doyurmayacağı için, hobi olarak ilgilenilmesi mümkün olan ama hayatımı kazanmak amacıyla öğrenilmesi abesle iştigal olan bir durumdu. Fakat onları bunun aksine Çiçek Hanım ikna etti. Felsefe okumanın insan üzerindeki etkisini, düşünmeyi öğrenmenin bana her alanda katkı yapacağını söylemenin yanısıra sanırım "Deniz'e burs vermek, destek olmak istiyorum, lütfen bırakın hayallerini gerçekleştirsin, baktı sevmedi, nasılsa zeki bir kız, olmadı bırakır avukatlık falan okur" deyivermesi ailemi yumuşattı ve "geçici bir sevda" olarak gördükleri ve birkaç sene boyunca ceplerinden para çıkmadan müsamaha gösterebileceklerini düşündükleri Felsefe Bölümü'ne kaydımı yaptırdılar. Yeri gelmişken şunu da belirtmeliyim ki; lisans öğrencisi olarak girdiğim bölümde şu an 33 yaşında bir Doçent olarak ders veriyorum ve felsefeye tutkum gün geçtikçe artıyor...
Fakat Çiçek Hanım'ın bana asıl katkısı; ne çikolatalar, ne kitaplar ne de hayallerimin peşinden gitmeme destek olmasıydı. Onun üzerimde bıraktığı asıl iz; onu tanıdığım 3 yaşımdan, kaybettiğim 33 yaşıma dek beni ciddiye alması, ciddiyetle dinlemesi, sorularıma çocuk, genç ya da yetişkin demeden, başından savmaya çalışmadan, benimle birlikte düşünerek ve anlamaya çalışarak cevap vermesi ve en önemlisi de, bana kapısını açması ve sadece güneşli günlerimde değil, yağmurlu, fırtınalı, karlı günlerimde de içinde kendimi güvende hissettiğim bir "büyülü ev" hediye etmesi oldu. Sırf bu nedenle de, birbirinden 50 sene arayla doğan bu iki kadının dostluğu, bence yazılmadan geçilemezdi....
Bu hikâye de "Hayatımızdaki tüm Çiçek Hanım'lara".....
1 Şubat 2020 Cumartesi
elleri..
Tam yanından ayrılacakken durdum, dönüp yeniden elini tuttum. Buruş buruş, kahve lekeli, mor ve kalın damarlarla kaplı ama sıcacık ve kocaman ellerinden yorganın üstünde duranını. Diğerinde borular, serumlar var, yanına saklamış. Göstermek istemez.. Yüzüne eğildim "geleceğim ben yine.." dedim, tuttuğum elini öptüm. Kan bağımız yok ama, bir bağımız var..
Boncuk boncuk masmavi gözleri nemlendi hemen. Bana baktığında hep yumuşacık bakar. Diğerlerine öyle değil. Ortalığı kasıp kavurmuş yine, büyük kızına vermiş veriştirmiş, oğlunu kapıdan kovmuş, küçük kızıyla zaten yıllardır bozuk arası. "Huysuz ihtiyarın teki oldu, iyice" dediler. Ama bana değil.. Bana başka.. Belki aramızda kan bağı olmadığı için. Belki de dinlemeyi bildiğim için.
Konuşmayı sever. Hepsi severler. Bir araya geldiklerinde kahkahaları eksik olmaz. Kalabalık aile. Hepsi mavi gözlü, hepsi atletik, hepsi canlı, gürültücü, konuşkan. Yemeyi, içmeyi, sevişmeyi ve tüm bunlardan aldıkları hazzı anlatmayı seven tipler. Bense dinlemeyi, filme alır gibi kaydetmeyi, yerini bulunca yazmayı.. Hepsinin elleri sıcacıktır. Benimkiler yazın bile buz gibi..
"Ah, C. yanındaysa keyfi gelmiştir, bize gerek yok..." deyip çıktılar. Aşağıda sigara içip sohbet ederler, gülüşürler, biliyorum. Bizse yukarıda, birbirimize bakar, konuşmaz, gülmez ama gülümseriz. Camı açarım, istediği tek kişilik beyaz şarabı yatağının gerisine saklarım, göz kırparım. Suç değil, doktoruna sordum, "92 yaşında, kalp ve böbrek yetmezliği var, bırak ne isterse yesin içsin artık" dedi. O gün bugündür, yanına geldiğimde bir ufak beyaz şarap, bir de çoğunu benim yediğim içi yumuşak kakao kremalı çikolatalardan getiriyorum. Bir de elini öpüyorum. Kocaman, sıcacık, lekeli, buruş buruş ama borusuz ve serumsuz elini. Yanağıma dokunur hep. Gözleri nemlenir.
"Bana bak" dedi. Baktım. "Ne oldu?" dedi. Omuz silktim. "Ne, ölüyor muyum sonunda?" dedi, güldü, gülüşü öksürükle kesildi. "Hayır" dedim. Gülümsedim. "Birini özlüyorum.." dedim. "Aaaaah..." dedi. Konuşmadık bir süre. Ya da konuştuk ama kelimelerle değil.
Sonra kesik kesik, tane tane, kelime kelime şunu söyledi: "Kimsenin. Ama hiç kimsenin. O güzel gülüşünü. Gözlerinden gelen gülüşünü. Kesmesine. Bozmasına. İzin verme." Sonra serumlu elinin eğrilmiş işaret parmağını göğsüne götürdü, kalbinin tam üstüne iki defa tıklattı ve dedi ki: "Sen başkasın. Unutma."
.
Nasıl anladı bilmiyorum.
Elini bir daha öptüm, yanağıma bu sefer ben koydum "yine geleceğim" dedim. Kapıdan çıkarken arkama döndüm, buruşuk elini salladı, sonra avcunu kapayıp işaret parmağıyla yukarıyı işaret etti. Gülümsedim. Kapıyı ardımdan yavaşça kapadım.