Floating diye bir şey çıktı bu diyarlarda ("isolation tank" de deniyor) Türkiye'de var mı bilmiyorum. Yoksa hemen siz açın, köşeyi dönün derim. Küçüklü büyüklü Ege kentlerinde değil ama İstanbul'un göbeğinde çok iş yapar.
Sizi bu yandaki gibi içi 36.5 derece tuzlu su ile dolu bir küvetimsinin içine koyuyorlar, yaklaşık 1 saat ööööyle kalıyorsunuz. Aman Allahım, o nasıl bir duygu anlatamam size.. Sanki uzayda gibisiniz, vücudunuzun nerde bittiği, suyun nerede başladığı, uçup uçmadığınız, hangi yöne doğru aktığınız, nerde ve kim olduğunuz yani gerçeklikle ilişkiniz kesiliyor.. İlk 1950'lerde zaten bu amaçlı kullanılıyormuş ve 5 duyunun yok olması hissinin kişiye daha derin bir meditasyon ortamı yarattığı, bu sayede de günlük stres ve dertlerden uzaklaşıldığı umuluyormuş. Doğru. Uzaklaştım ben de..
Ayrıca tamamlayıcı tıpta da bazı ağrılı hastalıkların tedavisinde kullanılıyor ama o amacına girmeyelim, boşverin.
Benim floating therapy deneyimim açıkcası son zamanlarda gittiğim aile psikoloğu sayesinde oldu. Bu kadıncağız beni temelden yumuşatma kararı alalıberi hayatım bir zevkli aktiviteler alanına döndü. Bir sabah bir bakıyorum, zorunlu bir şekilde tek başıma kahvaltı yapmam "gerekiyor", alıyorum başımı gidiyorum bir cafeye, bir kahve bir sandviç söylüyorum ve yaptığım tek şey pencereden bakıp gelip geçen insanları izlemek.. Ya da bir akşam floating tank içinde kendimi uzayda öyle başıboş dolanırken buluyorum. Rahatlıyor muyum? Evet.. Fakat bende rahatlama bir süre sonra beş duyumun daha da fazla çılıp çalışmasına neden oluyor (ki aslında meditasyon ile ruh sağlığı ilişkisine bakıldığında, çok da naif bir "iyi ilişki" görülmüyor, aksine bazen depresyon ve anksiyetenin arttığını da görüyoruz bakınız).
Velhasıl; uzun zamandır ne yazık ki patronumun tembelliği nedeniyle süpervizyon alamadan terapistlik yapıyorum ve özellikle yeni yıl öncesi dönemde artan "genel yaşam düzenlemeleri" sorunlarını çözmeye gelen insan güruhları yüzünden meditasyon ve duyusal farkındalık alıştırmaları yapmazsam, çok yakında terapist koltuğundan danışan koltuğuna geçmem gerekecek.. Peki neler yapıyorum?
- Uzuuuun yürüyüşlere çıkıyorum. Ayaklarıyla düşünen bir insan olduğum için beynimde düşünceler uçuşuyor ama sanki başlangıç noktamdan uzaklaştıkça, düşüncelerim berraklaşıyor, tünelin ucundaki ışık daha belirginleşiyor.
- Sevdiğim biriyle buluşuyorum ya da konuşuyorum. Bazen çok iyi bildiğiniz bir çözümün size başkası tarafından sunulması gerekiyor, yoksa kendi aklınıza ve kalbinize güvenemiyorsunuz.
- Suyla ilgili birşeyler yapıyorum. Floating olmasa küveti doldurmak oluyor, hatta bulaşık makinasındakileri çıkarıp tek tek yıkamak oluyor (çevreci bir çözüm değil..) Bu sulak alanlarla haşır neşir olma durumu özellikle sinirlendiğimde, sadece bir yüzümü yıkasam bile, beni rahatlatan bir şey.
- Kendime boş zaman yaratıyorum ve o zaman diliminde etrafa bakmak, sesleri dinlemek, kokuları tanımlamaya çalışmak, sevdiğim bir tadı ya da dokunmaktan hoşlandığım bir şeyi deneyimliyorum ve yapmam gereken hiçbirşeyi özellikle yapmamaya çalışıyorum.
- Endişeliysem; şu ana odaklanıyorum, ne geçmişi düşünüp hataları irdeliyorum, ne de geleceği düşünüp kendime yoktan korkular yaratıyorum. Şu an ne haldeysem, onu yaşamaya çalışıyorum. Dertli bir dönemdeysem ve bunu yapmakta zorlanıyorsam da sadece "sabret, hayatında hep inişlerin oldu ama arkasından hep çıkışlar geldi, unutma" diyorum..
- Hayal kuruyorum. Mesela masmavi bir denize ilk atladığım anın hayalini ya da bir gün şu yandaki gibi bir eve sahip olabilmeyi..
Bilmem ki.. İşe yarıyor bunlar bende.. Belki sizde de vardır birşeyler..
23 Aralık 2015 Çarşamba
18 Aralık 2015 Cuma
"Öteki"yle birlikte yaşayamamak
Herkes birbirini sevmek zorunda değil, sevgi kelebeği şeklinde yaşamak mümkün değil. Sağlıklı ve normal de değil. Sizden farklı düşünenlere "saygı" göstermek zorunda da değilsiniz. Fakat "tolerans" göstermek, bir arada yaşayabilmek ve birbir alanına girmemeye, kişilerin nasıl düşüneceğine ve davranacağına müdahale etmemeye çalışmak önemli.
Bir insanı nasıl ilk görüşte kanınız ısınıyorsa, bazen ortada bir neden yokken huylanır, o kişiden uzak durmak istersiniz. İçinizden gelen sesi dinleyin ve uzak durun. Ben ne zaman bu tip ilişkileri zorlasam ve "anlayayım, ondan da birşey öğreneyim" diye bakmaya çalışsam, sonunda "aman illallah, bu neymiş ya.." der ve hayatımdan çıkarttığım anda da hoş bir huzura geri kavuşurum. Ama yediği tırmıktan akıllanamayan bir köpek misali, yine gider kendi kafama zıt insanları anlamaya çalışır, birşeyler öğrenmeye çalışırım. Biliyorsunuz artık, benim için hayat kocaman bir dershane gibi.. İnsan sadece kendi kafasına uyan insan ve düşüncelerle kuşatılırsa ne kendini geliştirebilir, ne de yeni bir adım yol ilerleyebilir.
Fakat bu sabah şunu düşündüm; bazı insanlarla siz ne kadar açık görüşlü, anlamaya çalışan şekilde yaklaşırsanız yaklaşın, temelde bir şeyler öyle farklı ki, kaynaşmanız mümkün değil. Bu düşünce inanın benim için çok yeni, daha ilk defa bir aydınlanma şeklinde geldi. Bırak Allahaşkına dedim, neden uğraşıyorsun. İmam Gazali bile demiş "cahillerle tartışmaya girmeyin, ben hiç kazanamadım.." diye.. Bile bile girdim işte.
Ya şimdi.. Bazı hanım kızlarımız var, örtülü ama düşünebiliyor, araştırıyor, okuyor, irdeliyor (bir de bu cümlede sadece "örtülü ama" kısmına takılan tipler de var, yok mu?) Şimdi ne yalan söyleyeyim, yukarıda Allah var :) Ben bu insanlardan düşünce ve değerlerim açısından çok farklıyım, benim için "öteki" bunlar. Ama aynı zamanda "öteki" fikrine de çok karşıyım, otomatik düşüncelerim ortaya çıktığında hemen kendimi çimdikliyor, "hayır, özgür bir gözle bakacaksın bu karşındaki insana" diyorum. Ve hakikaten başarıyorum. Beni tanıyan çok insan "çok yargısızsın, samimisin" diyor. Eyvallah.
Fakat gel gör ki, karşında duran okumuş yazmış örtülü kızımıza sen kollarını açmış böyle enayi bir şekilde koşarken, kızımız o da nesi, seni geçip arkandaki adamın boynuna atılıyor. Bildiniz mi o sahneyi? Türkiye'nin resmi bu.. Örtülü ve okumuş kızımıza sorsanız, o da aynı şekilde "ben kollarımı açtım koşuyorum, bir de baktım kafası açık ama okumuş kız beni geçti arkamdaki adama sarıldı" der.
Peki neden? Neden hedefi bi türlü tutturamıyoruz?
Bu bloğa ve diğer bloğa gelip böyle nefretlik şeyler yazıp çıkan bazı hanım kızlarımız oluyor, mesela birine demişim ki "keşke sizinle otursak, ben homoseksüel arkadaşlarımdan, israilde geçen güzel günlerimden, hiç de öyle sandığınız gibi "öteki" olmadıklarından, olsa olsa gökkuşağının farklı renkleri olduklarından, aslında sizin de onlar kadar "öteki" olmadığınızdan falan bahsetsek" demişim, bu kızımız "ay ne kibir!" demiş cevaben.. Şimdi.. Tam ağzımı açıyorum, Mevlana sırtımı sıvazlıyor ve kulağıma fısıldayarak diyor ki "Bazen diyorum ki, ne olacak söyle gitsin; sonra diyorum, söyleyince ne olacak, sus bitsin..". Susunca da kendilerini "kazanmış" seni "kaybetmiş" görüyorlar bu "cahiller".. Amaaan, ne olacak, görüversinler. Mevlana'nın demek istediği, sen sus ama içine atma, bırak, boşver, rüzgara at gitsin.. Ak kaşığa kırk kişi kara dese, o kaşık kararır mı? Ananem çok söylerdi bu sözü..
30'lu yaşlarımın ikinci yarısında insanların hakkımda ne düşündüğünü gerçekten takmamaya başladım! İlk yarıda sadece sözel olarak, "aman takmıyorum" derdim ama için için düşünürdüm.. Artık onu da yapmıyorum ve gerçekten özgürleştim. Sanırım 35+nın en güzel getirisi bu oldu bana, kendimi tanıdım, sevdim ve başkasına "kanıtlama" ihtiyacım geçiverdi.. Çok hafif, güzel bir his.
Gel gör ki hala öğrenmem gereken, bazı insanlarla yakın olamayacağım gerçeği.. Mesela bir ırka, bir cinsiyete saldıran ve bu saldırıyı dile getiren bir düşünceye sahip olan ve bu düşünceyi yaymaya çalışan bir insan beni sinirlendiriyor. Onu "kabullenemiyorum", birlikte yaşamak istemiyorum böyleleriyle. Bir insan homoseksüel diye "sapkın" ilan edilmesin istiyorum (neymiş Kur'an dermiş ki Lut kavmi homoseksüel olduğu için cezalandırıldı. Hayır efendim, okuduğunuzu mu anlayamıyorsunuz anlayamadım ki, "Lut Kavmi homoseksüel olduğu için değil, gelene gidene sarkıntılık yapıp fuhuşa zorladıkları için cezalandırıldı" der Kur'an..!) Ama gel şimdi bunu başörtülü hanım kızımıza anlat, çünkü kendisi başını örttüğü için elbet ben başı açık kızdan daha bilgili, daha okumuş kitabı dini.. İşte bu noktada ya susacaksın, ya susacaksın.
Sonra benim homoseksüel arkadaşım, sevdiğim şair sokakta dayak yiyecek. Sustuğunla yaşamak zorunda kalacaksın...
Yine mi ağır konular? Üf. Yıl bitti benim derdim bitmedi..
Bir insanı nasıl ilk görüşte kanınız ısınıyorsa, bazen ortada bir neden yokken huylanır, o kişiden uzak durmak istersiniz. İçinizden gelen sesi dinleyin ve uzak durun. Ben ne zaman bu tip ilişkileri zorlasam ve "anlayayım, ondan da birşey öğreneyim" diye bakmaya çalışsam, sonunda "aman illallah, bu neymiş ya.." der ve hayatımdan çıkarttığım anda da hoş bir huzura geri kavuşurum. Ama yediği tırmıktan akıllanamayan bir köpek misali, yine gider kendi kafama zıt insanları anlamaya çalışır, birşeyler öğrenmeye çalışırım. Biliyorsunuz artık, benim için hayat kocaman bir dershane gibi.. İnsan sadece kendi kafasına uyan insan ve düşüncelerle kuşatılırsa ne kendini geliştirebilir, ne de yeni bir adım yol ilerleyebilir.
Fakat bu sabah şunu düşündüm; bazı insanlarla siz ne kadar açık görüşlü, anlamaya çalışan şekilde yaklaşırsanız yaklaşın, temelde bir şeyler öyle farklı ki, kaynaşmanız mümkün değil. Bu düşünce inanın benim için çok yeni, daha ilk defa bir aydınlanma şeklinde geldi. Bırak Allahaşkına dedim, neden uğraşıyorsun. İmam Gazali bile demiş "cahillerle tartışmaya girmeyin, ben hiç kazanamadım.." diye.. Bile bile girdim işte.
Ya şimdi.. Bazı hanım kızlarımız var, örtülü ama düşünebiliyor, araştırıyor, okuyor, irdeliyor (bir de bu cümlede sadece "örtülü ama" kısmına takılan tipler de var, yok mu?) Şimdi ne yalan söyleyeyim, yukarıda Allah var :) Ben bu insanlardan düşünce ve değerlerim açısından çok farklıyım, benim için "öteki" bunlar. Ama aynı zamanda "öteki" fikrine de çok karşıyım, otomatik düşüncelerim ortaya çıktığında hemen kendimi çimdikliyor, "hayır, özgür bir gözle bakacaksın bu karşındaki insana" diyorum. Ve hakikaten başarıyorum. Beni tanıyan çok insan "çok yargısızsın, samimisin" diyor. Eyvallah.
Fakat gel gör ki, karşında duran okumuş yazmış örtülü kızımıza sen kollarını açmış böyle enayi bir şekilde koşarken, kızımız o da nesi, seni geçip arkandaki adamın boynuna atılıyor. Bildiniz mi o sahneyi? Türkiye'nin resmi bu.. Örtülü ve okumuş kızımıza sorsanız, o da aynı şekilde "ben kollarımı açtım koşuyorum, bir de baktım kafası açık ama okumuş kız beni geçti arkamdaki adama sarıldı" der.
Peki neden? Neden hedefi bi türlü tutturamıyoruz?
Bu bloğa ve diğer bloğa gelip böyle nefretlik şeyler yazıp çıkan bazı hanım kızlarımız oluyor, mesela birine demişim ki "keşke sizinle otursak, ben homoseksüel arkadaşlarımdan, israilde geçen güzel günlerimden, hiç de öyle sandığınız gibi "öteki" olmadıklarından, olsa olsa gökkuşağının farklı renkleri olduklarından, aslında sizin de onlar kadar "öteki" olmadığınızdan falan bahsetsek" demişim, bu kızımız "ay ne kibir!" demiş cevaben.. Şimdi.. Tam ağzımı açıyorum, Mevlana sırtımı sıvazlıyor ve kulağıma fısıldayarak diyor ki "Bazen diyorum ki, ne olacak söyle gitsin; sonra diyorum, söyleyince ne olacak, sus bitsin..". Susunca da kendilerini "kazanmış" seni "kaybetmiş" görüyorlar bu "cahiller".. Amaaan, ne olacak, görüversinler. Mevlana'nın demek istediği, sen sus ama içine atma, bırak, boşver, rüzgara at gitsin.. Ak kaşığa kırk kişi kara dese, o kaşık kararır mı? Ananem çok söylerdi bu sözü..
30'lu yaşlarımın ikinci yarısında insanların hakkımda ne düşündüğünü gerçekten takmamaya başladım! İlk yarıda sadece sözel olarak, "aman takmıyorum" derdim ama için için düşünürdüm.. Artık onu da yapmıyorum ve gerçekten özgürleştim. Sanırım 35+nın en güzel getirisi bu oldu bana, kendimi tanıdım, sevdim ve başkasına "kanıtlama" ihtiyacım geçiverdi.. Çok hafif, güzel bir his.
Gel gör ki hala öğrenmem gereken, bazı insanlarla yakın olamayacağım gerçeği.. Mesela bir ırka, bir cinsiyete saldıran ve bu saldırıyı dile getiren bir düşünceye sahip olan ve bu düşünceyi yaymaya çalışan bir insan beni sinirlendiriyor. Onu "kabullenemiyorum", birlikte yaşamak istemiyorum böyleleriyle. Bir insan homoseksüel diye "sapkın" ilan edilmesin istiyorum (neymiş Kur'an dermiş ki Lut kavmi homoseksüel olduğu için cezalandırıldı. Hayır efendim, okuduğunuzu mu anlayamıyorsunuz anlayamadım ki, "Lut Kavmi homoseksüel olduğu için değil, gelene gidene sarkıntılık yapıp fuhuşa zorladıkları için cezalandırıldı" der Kur'an..!) Ama gel şimdi bunu başörtülü hanım kızımıza anlat, çünkü kendisi başını örttüğü için elbet ben başı açık kızdan daha bilgili, daha okumuş kitabı dini.. İşte bu noktada ya susacaksın, ya susacaksın.
Sonra benim homoseksüel arkadaşım, sevdiğim şair sokakta dayak yiyecek. Sustuğunla yaşamak zorunda kalacaksın...
Yine mi ağır konular? Üf. Yıl bitti benim derdim bitmedi..
8 Aralık 2015 Salı
Biz gidince, yapay zeka
Geçen Paris saldırılarından sonra, varoluşsal düşünceler sardı yine beni. Düşünsene konsere gitmiş hoş bir müzik dinliyorsun, birden etraf kararıyor, bildik tünel, ışıklı yol, Cem Yılmaz'ın değimiyle totoya pamuk, hop bitti işte.. Hayat pamuk ipliğine bağlı, yarın ne olacağını bilemiyoruz ve yine de bunu umursamıyor, basit, bomboş, niteliksiz ve verimsiz hayatlar yaşıyoruz..
Mesela dünyanın gidişatı ve özellikle çevre konularında insanlık olarak "koy dötüne gitsin, benden sonraki nesilden bana ne.." anlayışı içindeyiz. Bir de işi gücü bıraktık yapay zeka ile uğraşıyoruz. Bence de uğraşalım ki yapay zeka gelişsin gelişsin, "ama bu insan denen canlı bir nevi virüs, bir nevi pislik, bundan kurtulmalıyız" kararını verecek seviyeye gelsin de evrimin son halkası tamamlansın, dünya da kurtulsun biz de kurtulalım aslında.. Ama işte insan bu dünyaya bir çocuk getirince, bu tip konularda iki kez üç beş kez daha düşünüyor, "kendimi geçtim de, benden sonra bu yavrular ne olacak?" diye merak ediyor. Çöpünü fırlatıp sokağa atanın da, geri dönüştürenin de, musluğu iyice kapatanın da, odaları ışıl ışıl yananın da yavrusu aynı derecede yaşam hakkına sahip ya da beraber yok olmaya mahkum, ne yazık ki.. Hiç adil değil tabii. Ama illa adil olsun dersen, bu şartlarda bizzat kendin ırkçı, statükocu falan oluyorsun..
Aslında dediğim gibi, yapay zeka bu işin çözümü gibi duruyor. Evrimin son halkası. Bu konu ile uğraşan bir araştırmacı / eğitmen ile tanıştım geçen haftalarda. Yapay zeka'nın gelişimi şu an daha bebeklik döneminde, yapılan deneyler, araştırmalar, gelişmeler herkesi heyecanlandırıyor. Ara sıra "yapay zeka satrançta bilmemkimi yendi" ya da "yapay zeka tarafından kullanılan arabalar trafik kazası riskini %500 azalttı" ya da "yapay zeka aşçı oldu, öyle çeşitli tarifler üretti ki, insanlık ağız tadına doyamadı" gibi haberler geliyor sağdan soldan. Yapay zekayı "üreten" olarak övünüyor, heyecanlanıyoruz. Aslında felsefi boyuttan bakınca için için insanlıktan nefret ediyor, insana o derece dayanamıyoruz ki, insanın dışında bir varlığın insanı alt etmesine heyecanlanıyor, seviniyoruz. Oysa, kendimiz de insanız, yapay zeka değil. Ve şunu düşünemiyoruz "ya bir gün yapay zeka bizden daha zeki olursa?".. Amaçlanan bu değil mi yapay zeka çalışmalarında? Yoksa yapay zeka gelişecek gelişecek ama hep bizim kontrolümüzde olacak, durmasını istediğimiz noktada duracak diye mi düşünüyoruz? Bu ne naiflik?! Nasıl olur da yapay zekanın öğrenme hızını insan zekasının gelişimiyle karşılaştırabiliriz ki, bu makina devamlı ilerleyecek oysa insan zekasının sınırları var. Şu an %1'ken yarın %5, ertesi gün %20, ertesi gün %5000 olmayacağını kimse garanti edemiyor. Yapay zeka, öğreniyor.. İnsanı çalışıyor, şimdilik insan için çalışıyor (ve bu sayede insanlar robotlara karşı işsiz kalıyor) gibi görünse de, aslında bir gün "insanı çalıştığı"nı göreceğiz (google gibi bir arama motoru bile reklam verirken nasıl sizin önceki aramalarınıza, girdiğiniz kelimelere göre reklam veriyor..)
Velhasıl yapay zeka'ya karşı olanlardanım, evet. Daha doğrusu karşı olmak değil, artık o noktayı çoktan geçtik çünkü. Yapay zeka'dan düpedüz korkanlardanım, evet. Sosyal bilimciler, felsefeciler bu alanın çok dışında kaldılar, çok sessiz kaldılar diye düşünüyorum. Hubert Dreyfus'un görüşleri, Stephan Hawking, Bill Gates ve Elon Musk'un açıklamaları, hatta imzaladıkları ortak mektup, Noam Chomsky'nin demeci, ya da şurada okuyabileceğiniz uzun araştırma belki bir iki haykırış oldu ama YZ'dan korkanlar olarak yine de çok etkili oldukları söylenemez.. Sanırım bunda "biz gittikten sonra ne olursa olsun" diye düşünen insanların çoğunlukta olması da etkili.. Aslında burdan bakınca, düşünen, koruyan, yeniden değerlendiren insanların tuhaf bir şekilde YZ'ya karşı duran muhafazakarlar konumuna düştükleri; aksine tüketen, aldırmayan, harcayan insanlarınsa modern görüşe sahip oldukları gibi tuhaf bir çelişki de çıkıyor, ki bu bile aslında düşünen insanın beyin egzersizlerine eklenecek bir durum.. Ama zaten sorun da bu; düşünen insan "düşünürken", düşünmeyen insan "yapıyor"...
O kadar çok "öbür dünya" ile ilgilenen bir türün, bu kadar az "içinde yaşadığımız bu dünya" ile ilgilenmesi de ayrıca çok tuhaf..
Mesela dünyanın gidişatı ve özellikle çevre konularında insanlık olarak "koy dötüne gitsin, benden sonraki nesilden bana ne.." anlayışı içindeyiz. Bir de işi gücü bıraktık yapay zeka ile uğraşıyoruz. Bence de uğraşalım ki yapay zeka gelişsin gelişsin, "ama bu insan denen canlı bir nevi virüs, bir nevi pislik, bundan kurtulmalıyız" kararını verecek seviyeye gelsin de evrimin son halkası tamamlansın, dünya da kurtulsun biz de kurtulalım aslında.. Ama işte insan bu dünyaya bir çocuk getirince, bu tip konularda iki kez üç beş kez daha düşünüyor, "kendimi geçtim de, benden sonra bu yavrular ne olacak?" diye merak ediyor. Çöpünü fırlatıp sokağa atanın da, geri dönüştürenin de, musluğu iyice kapatanın da, odaları ışıl ışıl yananın da yavrusu aynı derecede yaşam hakkına sahip ya da beraber yok olmaya mahkum, ne yazık ki.. Hiç adil değil tabii. Ama illa adil olsun dersen, bu şartlarda bizzat kendin ırkçı, statükocu falan oluyorsun..
Aslında dediğim gibi, yapay zeka bu işin çözümü gibi duruyor. Evrimin son halkası. Bu konu ile uğraşan bir araştırmacı / eğitmen ile tanıştım geçen haftalarda. Yapay zeka'nın gelişimi şu an daha bebeklik döneminde, yapılan deneyler, araştırmalar, gelişmeler herkesi heyecanlandırıyor. Ara sıra "yapay zeka satrançta bilmemkimi yendi" ya da "yapay zeka tarafından kullanılan arabalar trafik kazası riskini %500 azalttı" ya da "yapay zeka aşçı oldu, öyle çeşitli tarifler üretti ki, insanlık ağız tadına doyamadı" gibi haberler geliyor sağdan soldan. Yapay zekayı "üreten" olarak övünüyor, heyecanlanıyoruz. Aslında felsefi boyuttan bakınca için için insanlıktan nefret ediyor, insana o derece dayanamıyoruz ki, insanın dışında bir varlığın insanı alt etmesine heyecanlanıyor, seviniyoruz. Oysa, kendimiz de insanız, yapay zeka değil. Ve şunu düşünemiyoruz "ya bir gün yapay zeka bizden daha zeki olursa?".. Amaçlanan bu değil mi yapay zeka çalışmalarında? Yoksa yapay zeka gelişecek gelişecek ama hep bizim kontrolümüzde olacak, durmasını istediğimiz noktada duracak diye mi düşünüyoruz? Bu ne naiflik?! Nasıl olur da yapay zekanın öğrenme hızını insan zekasının gelişimiyle karşılaştırabiliriz ki, bu makina devamlı ilerleyecek oysa insan zekasının sınırları var. Şu an %1'ken yarın %5, ertesi gün %20, ertesi gün %5000 olmayacağını kimse garanti edemiyor. Yapay zeka, öğreniyor.. İnsanı çalışıyor, şimdilik insan için çalışıyor (ve bu sayede insanlar robotlara karşı işsiz kalıyor) gibi görünse de, aslında bir gün "insanı çalıştığı"nı göreceğiz (google gibi bir arama motoru bile reklam verirken nasıl sizin önceki aramalarınıza, girdiğiniz kelimelere göre reklam veriyor..)
Velhasıl yapay zeka'ya karşı olanlardanım, evet. Daha doğrusu karşı olmak değil, artık o noktayı çoktan geçtik çünkü. Yapay zeka'dan düpedüz korkanlardanım, evet. Sosyal bilimciler, felsefeciler bu alanın çok dışında kaldılar, çok sessiz kaldılar diye düşünüyorum. Hubert Dreyfus'un görüşleri, Stephan Hawking, Bill Gates ve Elon Musk'un açıklamaları, hatta imzaladıkları ortak mektup, Noam Chomsky'nin demeci, ya da şurada okuyabileceğiniz uzun araştırma belki bir iki haykırış oldu ama YZ'dan korkanlar olarak yine de çok etkili oldukları söylenemez.. Sanırım bunda "biz gittikten sonra ne olursa olsun" diye düşünen insanların çoğunlukta olması da etkili.. Aslında burdan bakınca, düşünen, koruyan, yeniden değerlendiren insanların tuhaf bir şekilde YZ'ya karşı duran muhafazakarlar konumuna düştükleri; aksine tüketen, aldırmayan, harcayan insanlarınsa modern görüşe sahip oldukları gibi tuhaf bir çelişki de çıkıyor, ki bu bile aslında düşünen insanın beyin egzersizlerine eklenecek bir durum.. Ama zaten sorun da bu; düşünen insan "düşünürken", düşünmeyen insan "yapıyor"...
O kadar çok "öbür dünya" ile ilgilenen bir türün, bu kadar az "içinde yaşadığımız bu dünya" ile ilgilenmesi de ayrıca çok tuhaf..