Bana sorarsanız; insan üretmeli. Üretmek, hayatın bence en önemli anlamlarından biri. Çalışmak, çabalamak, üretmek. Yerinde durmamak, gelişmek, Üretmeden bir yaşam geçirebileceğimi sanmıyorum. Fakat şunu okudum; üretim de tüketim gibi çılgınlık haline gelebilen bir olgu. Yani üretim çağında insana dair eksiklikler, aksaklıklar, mükemmel olmayan huy ve davranışlar göz ardı edilir hale geldi. Bir nevi hümanizm öldü yani, üretmeyen değersiz sayıldı ve etiketlendi. "Tembellik" üretkenliğinin doruğunda hiçbirşey üretmemek diye tanımlanır oldu. Dolayısıyla, insan da ürettiği ölçüde saygı görür, üretmediği / üretemediği zaman itelenir oldu. Sadece yöneticiler çalışanlarına değil, eşler birbirlerine, anne çocuğuna hep bu "üretme" bazında yaklaştı ve kıstas gittikçe yükseldi. Ev hanımı diye bir kıstas olmadı, evde üreten, çalışan oldu. Çocuk, sıkılması üyük kusur olarak düşünülen, sıkılmaması için devamlı eğlendirilen, devamlı kurstan spora koşturulan ve bunun karşılığında iyi notlar ve başarılar üreten bir küçük insan oldu. Oysa insanı kusurlarıyla, eksiklikleriyle, tembellik, aylaklık ve üretmemeyle de sevebilmeli, değerli görebilmeliyiz.
İnsan bir makina değil ki, insan A-B:C değil ki.
İnsan "neden?" sorusunu soran, bazen bu soruya cevap veremeyen bir bilinmezlik evreni..
Tükentim çılgınlığı kadar, üretim de çılgınlık..
30 Eylül 2014 Salı
23 Eylül 2014 Salı
Görülmesi gereken festivaller
Şehrimizi bir karnaval şehrine çeviren Oktoberfest başladı, daha önce yazmıştım, tekrar etmeyeyim, buradan okuyun nedir ne değildir, cümlemize hayırlı uğurlu olsun. Bu sene tam terelelli haldeyiz; artık benim de bir Dirndl'ım var, hatta 15 aylık kızımın bile bir Dirndl'ı var, tam bir Bavyeralı aileye dönüşmüş bulunuyoruz, işte yanda kanıtı.. Pazar günü gittik, tam tören meydanında yaşayan bir arkadaşın kapı-önünde açılışı izledik, sabah 9-11 arası benim dışımda tüm bay ve bayanlar minimum 2'şer 500ml'lik bira ile yerel tatları götürdüler afiyet olsun / şerefe.. Tam bir esenlik hali mevcuttu ama ilerleyen günlerde, çöpçüler bu 15 gün boyunca çalışmadığı için şehir tam bir çöplüğe dönecek. Yerler kusmuklarla rengarenk olacak, her yerde bira şişeleri, sigara izmaritleri, plastikler, kağıtlar uçuşacak. Neyse ki şehir merkezinde yaşamıyoruz. Oktoberfest süresince Münih'lilerin çoğunun tatile gittiğinden bahsetmiştim sanırım, şehirde sadece turistler oluyor, o nedenle normalde bal dök yala şehir resmen tuvalete dönüyor, berbat.. Yine de güzel. İşte her şey Şirinler Kasabası gibi temiz, düzenli ve örnek olunca, insanlar senede bir 15 gün normal bir dünya şehrinde yaşamanın ne olduğuna vakıf oluyorlar. Al Münih'i ver Eminönü-Laleli yani..
Velhasıl, bu sene de yine bir gün gideceğiz Oktoberfest'e, adet yerini bulsun diye. Aslında eğlenceli bir ortam ama herkes gibi sizin de 2 litre bira içmiş olmanız gerekiyor, yoksa olayın "eğlencesi"ne pek vakıf olmuyorsunuz hatta milletin gevrekliğine dahi gülemiyorsunuz, öyle bir sıkıntı, bezginlik, yorgunluk. E ben de içemiyorum malum, o nedenle 2 senedir pek bir keyfine varamadım Oktoberfest'in. Nirdeeee o eski festivaller mirim.. Geçmiş benden, ya da gelecek gelecek, inşallah seneye!
Lakin, aslında şu ahir-i ömrümde gidip de görmek, katılıp deneyimlemek istediğim iki festival var. İlki Amerika Nevada'daki Burning Man Festival, ikincisi de Almanya Wacken'deki Open Air Heavy Metal Festivali. Evet, karşıtlıkları huzur ve barış içinde bünyemde birleştiriyorum, hem de şu orta yaş krizinin hemen öncesinde, neden olmasın?
Tabii bir kesim de festivalin değişen tadından pek zevk almıyor, Mesela NY times'daki yazı için buraya tıklayın lütfen, Nick Bilton bu festivali "beyaz bir çölde 50.000 kadar yarı çıplak ve kafası dumanlı hipi yerine gösteriş meraklısı milyonerlerin katıldığı dejenere festival" diye tanımlamış - biraz da haklı adam aslında. Okuyun derim, güzel yazılmış.
Wacken festivali ise, Almanya'nın ortasında, kimsenin normal zamanda gidip de görmek zahmetine girmeyeceği bir köyde yapılıyor. Çok hoş bir belgesel videosu var, izlemek için buraya tıklayın lütfen. O belgeselden sonra, Heavy Metal Fan olmasam da, gidip de bu güzel insanların arasına bir karışasım, çamur alanda güreşesim falan geldi yahu. Giyimleri simsiyah, yüzlerindeki makyaj korkunç, ama kendileri ne güzel insanlar yahu bunlar. Festivalde herkes gayet saygılı, bir olay çıksın, kavga edilsin, yok. Enteresan haller yahu. Gidip de deneyimlemek lazım. Daha fazla bilgi için buraya tıklayın lütfen.
22 Eylül 2014 Pazartesi
Die Ahnungslosigkeit
Şu son zamanlardaki hissiyatımın tam anlamını açıklayan kelimeyi buldum sonunda. Die Ahnunslosigkeit; yani Almanca'da olan bitene tamamen yabancı kalma, konu hakkında herhangi bir bilgisi ya da anlayışı bulunmama hali anlamına gelen bir kelime. Almanca'da evet. Ne yazık ki anadilimde değil.. Bazı dillerde olan bazı kelimeler anadilimde olmuyor, anadilimde olan bazı kelimelerse başka dillerde olmuyor. İnsan düşünebilmek için kelimelere ihtiyaç duymuyor demek ki, yoksa başka dillerdeki kelimeler hissettiklerimizi ve düşündüklerimizi "tam hedeften yakalama" başarısını elde edemezlerdi.
Mesela yine Almanca'da sevdiğim bir başka kelime var, bizim dilimizde yok "loş ormanlık arazide yürürken duyulan yalnızlık sessizlik hissi" anlamına gelen Waldeinsamkeit de var, hissederim bolca, illa ki ormanlık alanda olmama da gerek yok. Sonra mesela bir sürü Kyoikumama'lar var bizim kültürde, Japonca'da "çocuğunu akademik başarı için fazlasıyla zorlayan anne" anlamına geliyor bu kelime, yok mu? Son zamanlarda dilimizden düşmeyen İskoç halkının kullandığı tartle kelimesi hele, devamlı başımın derdi, yani "tanıştırıldığın bir kimsenin adını unuttuğun anda yaşadığın tedirginlik hali" yahu, bildiniz mi?
Örnekler çok.. Mesela bizdeki "yakamoz" kelimesinin Almanca'da olmadığını öğrendiğimde baya şok yaşamıştım, yahu bizdeki şarkı sözlerinin yarısında geçer halbuki, İspanyolca corazon (kalp), Fransızca a oublier (unutmak) falan gibi bişeydir bu yakamoz. Almanca'da olmaması, normal tabii, su olsa dolunay olmaz, o olsa illa ki bulutsuz gökyüzü olacak, üçü bir arada zor evet. Yaşadığımız kültürün dili oluşturması, kelimeleri belirlemesi normal. Ama düşüncelerimizin dilinin olmadığını bu basit kelime oyunlarıyla kanıtlamış olmak hoşuma gitti..
Mesela yine Almanca'da sevdiğim bir başka kelime var, bizim dilimizde yok "loş ormanlık arazide yürürken duyulan yalnızlık sessizlik hissi" anlamına gelen Waldeinsamkeit de var, hissederim bolca, illa ki ormanlık alanda olmama da gerek yok. Sonra mesela bir sürü Kyoikumama'lar var bizim kültürde, Japonca'da "çocuğunu akademik başarı için fazlasıyla zorlayan anne" anlamına geliyor bu kelime, yok mu? Son zamanlarda dilimizden düşmeyen İskoç halkının kullandığı tartle kelimesi hele, devamlı başımın derdi, yani "tanıştırıldığın bir kimsenin adını unuttuğun anda yaşadığın tedirginlik hali" yahu, bildiniz mi?
Örnekler çok.. Mesela bizdeki "yakamoz" kelimesinin Almanca'da olmadığını öğrendiğimde baya şok yaşamıştım, yahu bizdeki şarkı sözlerinin yarısında geçer halbuki, İspanyolca corazon (kalp), Fransızca a oublier (unutmak) falan gibi bişeydir bu yakamoz. Almanca'da olmaması, normal tabii, su olsa dolunay olmaz, o olsa illa ki bulutsuz gökyüzü olacak, üçü bir arada zor evet. Yaşadığımız kültürün dili oluşturması, kelimeleri belirlemesi normal. Ama düşüncelerimizin dilinin olmadığını bu basit kelime oyunlarıyla kanıtlamış olmak hoşuma gitti..