Bu sene, bana bu kadar çok sevebileceğim aklıma dahi gelmeyen bir can kattın ama; çok sevdiğim, canımdan bir canı da aldın..
Ne zaman çok aşırı sevinsem, peşinden bir üzüntü verdin..
Neyi çok istesem, eninde sonunda verdin bana ama; verene dek bin dereden su getirttin, burnumdan getirttin, canımdan bezdirdin..
Neye "yok canım bana asla olmaz, ben asla yapmam" dediysem; evirdin çevirdin, önüme getirdin..
Dünyaya nasıl bakarsam, dünyanın da bana öyle baktığını öğrettin ama; bu kadar negatif enerjinin içinde mutlu olabilmek için, işin sırrının bazen en yakın çevrene bile yabancılaşmak olabileceğini de beraberinde bellettin..
Geçmez denen günün geçtiğini, bitmez denen zamanın daha ben anlamadan bitivereceğini gösterdin ama; bunun için de sabretmeyi tırnaklarımla kazıya kazıya öğrenmemi sağladın..
Mutluluğun maddede değil, manada olduğunu öğrettin ama; yaşamın kaotik anlamsızlığını da beraberinde tattırdın..
Sevgilinin tek ve biricik anlam olduğunu öğrettin ve bunu ama'sız verdin ya; buna da teşekkür ederim!
Hoşçakal 2013; umutla, sevgiyle, sağlıkla gel 2014! Hepimize iyi seneler olsun!
31 Aralık 2013 Salı
17 Aralık 2013 Salı
Pencereden bakmak
Ananemi çok sık düşünüyorum. Yokluğu, hiç beklemediğim bir anda suratıma çarpan bir tokat gibi.. Hayatın ufacık detaylarında, aklıma birden geliveren ayrıntılarında, hiç ummadığım bir noktada yakalıyor beni O'nun ardından başlayan ıssızlık hissi. Sevdiğimiz birini yitirdiğimizde; dünya biraz daha yalnızlaşıyor, ıssızlaşıyor, sessiz bir hal alıyor sanki. Ani bastıran bir yağmurdan önceki o karanlık anda, kuşların ötüşünün birden kesilmesi gibi. Dolunaylı bir gecede bulutların ayın pırıltısını birden örtmesi gibi. Sonsuz bir denizin orta yerinde gözlerimden dökülen birkaç damla yaş gibi.
Bu sabah okuduğum kitapta hoşuma giden bir betimleme vardı. Yaşlı bir kadının evine giden ergen bir kız, bazen hiç konuşmadan pencereden dışarıya baktıklarını anlatıyor. Yaşlı ve genç iki kadın, tamamen kendi düşüncelerinin arasında, sessizliği paylaşıyorlar. Pencereden bakmak, sessizce oturup pencereden bakmak, yaşlı bir kadınla genç bir kızın beraberce, sessizce oturup pencereden bakması..
Ananemin Ankara'daki evinin köşe odasında pencerenin yanında bir koltuk vardır, aslında iki tane tekli koltuk vardır, yanyana dururlar. Biri tam pencereye bitişiktir, diğeri de ona bitişiktir. Önlerinde bir sehpa vardır. Üstünde ananemin her gün takip ettiği gazetesi ve ekleri katlanmış durur, en üstte de yakın gözlüğü. Ananem her sabah, ince ince, köşe yazılarına dek okur o gazeteyi. Saat 11'de kahvesini alır eline, gazetesini açar, arada pencereden bakar. Ben Tunalı'ya gittiysem, o pencerenin önünden el sallar bana, gelirken çoğu zaman mis gibi kokan nergisler getiririm ona. Hep pencereyi açar, dirseklerini pervazlara koyar, "nerdesin sen?! saat kaç oldu" der gibi gülerek bakar. Sonra el sallarız birbirimize, ben eve doğru yürürken, O da kapının otomatına basmaya içeri doğru yürümeye başlar. Bazen sıcacık çıtır Ankara simidi almışımdır, çayı hazırdır, üç beş kahvaltılık çıkarır, o sehpada bir beş çayı ziyafeti çekeriz. Bembeyaz örtüsünü sermiştir; O pencerenin hemen yanındaki koltukta, ben karşısında pufta, ya da hemen alının üzerinde dizimin üstünde. "Üşüteceksin! Oturma halıya" der. "Ben böyle rahatım anane yaaa, karışma!" derim. Gülüşürüz..
Rüyalarımda gün aşırı görüyorum o evi, o koltukları, bazen ananemi, bazen öylesine ıssız, loş.. Ananemin Ankara'daki evi, O'nsuz.. Yalnız.. O pencereden hiç el sallayamayacak, ben ona hiç nergis getiremeyeceğim. Beraber oturup, sessizce, pencereden bakamayacağız hiç. Ananemsiz herşey eksik, herşey ıssız..
Bu sabah okuduğum kitapta hoşuma giden bir betimleme vardı. Yaşlı bir kadının evine giden ergen bir kız, bazen hiç konuşmadan pencereden dışarıya baktıklarını anlatıyor. Yaşlı ve genç iki kadın, tamamen kendi düşüncelerinin arasında, sessizliği paylaşıyorlar. Pencereden bakmak, sessizce oturup pencereden bakmak, yaşlı bir kadınla genç bir kızın beraberce, sessizce oturup pencereden bakması..
Ananemin Ankara'daki evinin köşe odasında pencerenin yanında bir koltuk vardır, aslında iki tane tekli koltuk vardır, yanyana dururlar. Biri tam pencereye bitişiktir, diğeri de ona bitişiktir. Önlerinde bir sehpa vardır. Üstünde ananemin her gün takip ettiği gazetesi ve ekleri katlanmış durur, en üstte de yakın gözlüğü. Ananem her sabah, ince ince, köşe yazılarına dek okur o gazeteyi. Saat 11'de kahvesini alır eline, gazetesini açar, arada pencereden bakar. Ben Tunalı'ya gittiysem, o pencerenin önünden el sallar bana, gelirken çoğu zaman mis gibi kokan nergisler getiririm ona. Hep pencereyi açar, dirseklerini pervazlara koyar, "nerdesin sen?! saat kaç oldu" der gibi gülerek bakar. Sonra el sallarız birbirimize, ben eve doğru yürürken, O da kapının otomatına basmaya içeri doğru yürümeye başlar. Bazen sıcacık çıtır Ankara simidi almışımdır, çayı hazırdır, üç beş kahvaltılık çıkarır, o sehpada bir beş çayı ziyafeti çekeriz. Bembeyaz örtüsünü sermiştir; O pencerenin hemen yanındaki koltukta, ben karşısında pufta, ya da hemen alının üzerinde dizimin üstünde. "Üşüteceksin! Oturma halıya" der. "Ben böyle rahatım anane yaaa, karışma!" derim. Gülüşürüz..
Rüyalarımda gün aşırı görüyorum o evi, o koltukları, bazen ananemi, bazen öylesine ıssız, loş.. Ananemin Ankara'daki evi, O'nsuz.. Yalnız.. O pencereden hiç el sallayamayacak, ben ona hiç nergis getiremeyeceğim. Beraber oturup, sessizce, pencereden bakamayacağız hiç. Ananemsiz herşey eksik, herşey ıssız..
12 Aralık 2013 Perşembe
Kar kar kar ve nar
Şu yandaki fotoğraf, nedendir bilinmez, bana çocukluğumun Bursa'sını hatırlattı. Suretkitabı'nda arkadaş olduğum ortaokul İngilizce öğretmenim yollamış bugün, "günaydın!" diyerek. Suretkitabında neden öğretmenimle arkadaşım derseniz, benim için özel bir yeri vardır, eşimle ve şimdi de kızımla konuştuğum dili bana kazandıran insan olarak. "Bir lisan, bir insan" derler, bana iki insan olarak geldi şu İngilizce, yanında bir de 30'umdan sonra zorlana zorlana sökmeye çalıştığım Almanca'yı getirdi - ne zor dilmiş yahu şu Almanca..
Ama önce çocukluğumun Bursa'sı.. Bursa muhafazakar bilinir ama değildir pek, daha doğrusu işine gelince muhafazakar olan, işine gelmeyince liboşun önde gideni olan illerdendir. Bursa'da doğmadım ama, dile kolay 13 senem geçti, özellikle de 5-18 yaş olunca söz konusu olan 13 sene, malum çocukluk, ergenlik, insanın en önemli yılları aslında. Beyindeki neuroplasticity'nin hızını bir yana bırakın, sadece "eğitilme" değil yani, aynı zamanda "öğrenme"nin de en tırmanışta olduğu yıllar. İnsan bir kez 25'e gelince zaten, sayıların önemi de kalmıyor, yıllar hızla akıp gitmeye başlıyor.
Ama Bursa'ya dönersek.. Bursa'ya ilk lapa lapa kar Aralık ilk hafta yağar ve her yer üstteki fotoğraftaki gibi bembeyaz puf puf kaplanır. Biz Bursa'lılar hemen Uludağ'da kaç cm kaç mt kar var hesaplarına gireriz. Herkes bilse de Aralık ilk hafta kar geleceğini, her sene hazırlıksız yakalanırız, illa ki. Okullar zaten tatil olur ilk karda, hemen herkes kartopu oynamak, kardan adam yapmak için sokaklara çıkar. Kestaneler kenarına birer çizik atılıp 30dk şekerli sıcak suda bekletildikten sonra sobaya, yoksa fırına verilir. Bozacılar mahalle aralarında dolanır, boza üstü leblebi illa ki serpiştirilir. Kartopu savaşları sonrası tarçınlı sahlep sıcacık ısıtır insanı falan. Münih'te her gün kar yağar, heryer kar tutar, Mart sonuna dek kar kalkmaz ama bu güzelliklerin hiçbiri de yaşanmaz. Hatta 3 seneye yakındır buradayım, daha kartopu oynayan bir insan evladına rastlamadım. Biz bursa'da tanıdık tanımadık, sokaktan geçene bile kartopu atarız. Burda atmaya kalksam polis falan çağırırlar eminim. E kartopu, kestane, sahlep ve sıcak leblebili boza olmadan da kış çekilmiyor. Sevmiyorum kışı.. Noel marketlerine, sıcak şaraba, kayaklarıyla işe giden insanlara, kızaklarla okula bırakılan çocuklara ve hatta elmalı tarçınlı kurabiyelere rağmen; Bursa'nın kışını özlüyorum..
Hayalimde şu şekil bir anne olmak var; Maya okuldan geldiğinde onu önceden hazırladığım ve arabanın ön camına dizdiğim kartoplarıyla karşılamak istiyorum :D kimse kartopu oynamasa da bu memlekette, annesi karın hala ilginç ve sevinilesi birşey olduğu bir Akdeniz memleketinden geldiği için o oynasın istiyorum. Dur bakalım, var daha o günlere..
Türkiye kar altında ve sosyal medyada herkes karlı fotoğraflar, yazılar paylaşıyor. Keyifle izliyorum çünkü kar burada normal bir doğa olayı. Ne tatile vesile, ne neşelenmeye. Ama burada da yazları insanlar coşuyor, ilk güneş ışığında herkes nehir ve göllerde alıyor soluğu, bizim daha güneş ısıtmaya başlamadı diyeceğimiz derecelerde millet şıp şıp yüzüyor, üstsüz altsız falan güneşleniyor, tüten mangallardan nehir kenarında adım atacak alan kalmıyor falan. 30 derece havada trenlerin iptal olması, klimasız ev ve toplu taşıma araçlarında bayılayazmak falan da buranın tuhaflıkları. Bizde de bu şekilde bir heyecan hali söz konusu işte. Herkes kendinde az olana, olmayana heves ediyor.
Nar aldım dün, mevsimi değil ama canım istedi. Sizde kar, bizde nar (ilkokul şiirleri misali..)
Ama önce çocukluğumun Bursa'sı.. Bursa muhafazakar bilinir ama değildir pek, daha doğrusu işine gelince muhafazakar olan, işine gelmeyince liboşun önde gideni olan illerdendir. Bursa'da doğmadım ama, dile kolay 13 senem geçti, özellikle de 5-18 yaş olunca söz konusu olan 13 sene, malum çocukluk, ergenlik, insanın en önemli yılları aslında. Beyindeki neuroplasticity'nin hızını bir yana bırakın, sadece "eğitilme" değil yani, aynı zamanda "öğrenme"nin de en tırmanışta olduğu yıllar. İnsan bir kez 25'e gelince zaten, sayıların önemi de kalmıyor, yıllar hızla akıp gitmeye başlıyor.
Ama Bursa'ya dönersek.. Bursa'ya ilk lapa lapa kar Aralık ilk hafta yağar ve her yer üstteki fotoğraftaki gibi bembeyaz puf puf kaplanır. Biz Bursa'lılar hemen Uludağ'da kaç cm kaç mt kar var hesaplarına gireriz. Herkes bilse de Aralık ilk hafta kar geleceğini, her sene hazırlıksız yakalanırız, illa ki. Okullar zaten tatil olur ilk karda, hemen herkes kartopu oynamak, kardan adam yapmak için sokaklara çıkar. Kestaneler kenarına birer çizik atılıp 30dk şekerli sıcak suda bekletildikten sonra sobaya, yoksa fırına verilir. Bozacılar mahalle aralarında dolanır, boza üstü leblebi illa ki serpiştirilir. Kartopu savaşları sonrası tarçınlı sahlep sıcacık ısıtır insanı falan. Münih'te her gün kar yağar, heryer kar tutar, Mart sonuna dek kar kalkmaz ama bu güzelliklerin hiçbiri de yaşanmaz. Hatta 3 seneye yakındır buradayım, daha kartopu oynayan bir insan evladına rastlamadım. Biz bursa'da tanıdık tanımadık, sokaktan geçene bile kartopu atarız. Burda atmaya kalksam polis falan çağırırlar eminim. E kartopu, kestane, sahlep ve sıcak leblebili boza olmadan da kış çekilmiyor. Sevmiyorum kışı.. Noel marketlerine, sıcak şaraba, kayaklarıyla işe giden insanlara, kızaklarla okula bırakılan çocuklara ve hatta elmalı tarçınlı kurabiyelere rağmen; Bursa'nın kışını özlüyorum..
Hayalimde şu şekil bir anne olmak var; Maya okuldan geldiğinde onu önceden hazırladığım ve arabanın ön camına dizdiğim kartoplarıyla karşılamak istiyorum :D kimse kartopu oynamasa da bu memlekette, annesi karın hala ilginç ve sevinilesi birşey olduğu bir Akdeniz memleketinden geldiği için o oynasın istiyorum. Dur bakalım, var daha o günlere..
Türkiye kar altında ve sosyal medyada herkes karlı fotoğraflar, yazılar paylaşıyor. Keyifle izliyorum çünkü kar burada normal bir doğa olayı. Ne tatile vesile, ne neşelenmeye. Ama burada da yazları insanlar coşuyor, ilk güneş ışığında herkes nehir ve göllerde alıyor soluğu, bizim daha güneş ısıtmaya başlamadı diyeceğimiz derecelerde millet şıp şıp yüzüyor, üstsüz altsız falan güneşleniyor, tüten mangallardan nehir kenarında adım atacak alan kalmıyor falan. 30 derece havada trenlerin iptal olması, klimasız ev ve toplu taşıma araçlarında bayılayazmak falan da buranın tuhaflıkları. Bizde de bu şekilde bir heyecan hali söz konusu işte. Herkes kendinde az olana, olmayana heves ediyor.
Nar aldım dün, mevsimi değil ama canım istedi. Sizde kar, bizde nar (ilkokul şiirleri misali..)
7 Aralık 2013 Cumartesi
Yabancı
Albert Camus'nün "Yabancı" isimli romanını okuyanlarımız daha iyi anlar belki ne demek istediğimi ama burda özetle bahsettiğim; insanın kendine, kendi içinde ve kendi dışında olup bitenlere anlam verememesi, vermek istememesi: Yabancılaşmak. Sanki herşeyin bizim dışımızda olup bitmesi, kendimizi bu devinimin dışında ve uzağında hissetmemiz. Yaşamın akıp gitmesi, bizim yerimizde durmamız. Hani hızlı çekim oynayan bir filmde garda bekleyen, etrafında insanlar kaotik bir şekilde her yöne ve durmaksızın akıp giderken kendi sabit duran bir adam gibi.
Yabancılaşmak benim sık hissettiğim bir duygu. Birden bire geliverir, beni hazırlıksız yakalar. Bir an, sanki ben ben değilim de kendimi biryerlerden izliyorum gibi. Ya da uçup gitmişim de, olan biteni bir roman okur gibi okuyorum. sadece bedenime, dışımda olup bitenlere değil, tüm varoluşa karşı yabancılaşıyorum. Aynen Kafka'nın kitaplarında, bize lütfedip ismini bile söylemediği kahramanları gibi.. Hani tüm yaşamları ve tüm yaptıkları anlamsız olan, romanın kahramanının (kahraman? ya da hiç kimse?) kendisine de, bize de anlamsız gelen "devinim"leri. Akıp gitmek..
2003'ten beri okul, iş, seyahat amacıyla gel-git türünde yurtdışındayım, son 5 senedir ise artık resmen bilfiil yurdun dışında yaşamımı sürdürüyorum. Türkiye'den kendime bakınca; eşim "yabancı", kızımı kendi uğraşımla Türk nüfusuna da kaydetmemiş olsam, o da "yabancı". Burada kendime bakınca; burada ben "yabancı"yım. Oysa mutlu olduğum, evim bildiğim, hayatımın bir anlam ve amacı olduğunu hissettiğim ve ait olduğumu düşündüğüm bir yerde yaşıyorum. Buranın "yabancı"sı olduğum halde, değerlerim, inançların ve yaşam hayallerim burayla uyumlu olduğu için buralı gibi hissediyorum. Halbuki, asıl doğduğum ve yaşamımın çeyrek asrını geçirdiğim yere, Türkiye'ye "yabancı" gibiyim. Ülkeyi idare edenleri ve onlara oy verenleri anlamıyorum diyorsunuz zaten siz de, ama ben sizi de anlamıyorum, bazen konuştuklarınızı ve düşündüklerinizi de anlamıyorum. Değişen çağla değişen dil, adetler, inanç ve gelenekler değil bahsettiğim. Deli gibi sosyal medyayı, gazeteleri takip ederseniz, o anlamda "yabancılaşma"nız, bu çağda pek mümkün değil. Demek istediğim şu; ben doğduğum ülkenin insanlarını anlayamıyorum. Değerleri anlayamıyorum. Dost bildiğin insanların arkandan konuşmasının normal sayıldığı, işyerinde ayağının kaydırılmasına mobbing işte canım denip geçilmesini, yüzüne gülünüp de sevgiline, afiyetine, sahip olduklarına göz dikilmesini, kıskançlığı, fesatlığı, asık suratları, ufacık şeyler için çıkan kavgaları anlayamıyorum. Burada yok mu derseniz; elbet var ama yapana karşı sosyal dışlama var, ceza var. Bizdeki gibi "normal işte, insanların huyu suyu değişti" diye kabullenmek yok.
Türkiye'ye çok fazla gidip gelmiyorum ama ne zaman gitsem daha havaalanından dışarı çıkarken kavgalar, çocuk azarlamalar, gürültü başlıyor. Siz buna "hareketlilik" diyip geçer olmuşsunuz, bana ağır geliyor. Herkesin birden konuşması, kimsenin birbirini dinlememesi, devamlı bir yerlere koşturmak, devamlı geç kalmak, bunlar da "bizim ülke canlı canlı, fıkır fıkır" olmuş. Öyle değil aslında, düpedüz yorucu. Türkiye yoruyor beni. Türkiye'de ben de ister istemez kaosun içinde buluyorum kendimi, az zamanda bir sürü insanla buluşmam gerekiyor, aylarca e-mail yazmamış, hal hatır sormamış insanlar bile "aramazsan gücenirim" beklentisine giriyorlar. Sosyal etiketleri unutmuşum, düz yaşamaktan kıvırtmayı ve kandırmayı unutmuşum, "küsme"leri anlamaz olmuşum, "naz"lılık kavramına yabancılaşmışım, "çok ayıp"ları fark edemez olmuşum.. Düpedüz doğduğum kültürün yabancısı olmuşum.
Oysa burda farklı, asıl buranın "yabancısı" olduğum halde, kendimi evde hissediyorum burada. Almanya'da değil sadece, Türkiye dışında her yerde.. "Türkiye'yi sevmiyorsun, ırkçı!" demeyin hemen, seviyorum çünkü. Sadece denizini, güneşini, ormanlarını değil. İnsanların sabah birbirine günaydın! dediği küçük sahil kasabalarını, daha bakkal açılmadan fırıncı tarafından bakkalın dışardaki dolabına bırakılmış ekmeğin parasını dolaba koyup, dolaptan bir ekmek almadaki güveni, ailecek kahvaltıya oturulduğunda elden ele dolaşıp geri bana dönen domates, zeytin, ekmek tabaklarının yolculuğunu izlemeyi, girdiğiniz her dükkanda ve her devlet dairesinde çay ikram etmelerini, soyadımı her sefer yanlış yazmalarını ya da "abla senin türk soyadın yok mu onu de" diyip söylediğimde "owww bu daha zormuş" demelerini, kadınların saçlarını edalı edalı savurmalarını, erkeklerin kendilerini zeus olarak gördükleri için tüm hallerinde baskın gururu, çocukların haşarı ve gürültülü oluşunu (bile!) seviyorum. Belki de benim sorunum; ben içinde yaşadığımız zamanı değil de, "o güzel insanların o güzel atlara binip, çekip gittikleri" zamanı seviyor ve kendimi bu zamana ait hissetmek istiyorum.
Yabancılaşmak benim sık hissettiğim bir duygu. Birden bire geliverir, beni hazırlıksız yakalar. Bir an, sanki ben ben değilim de kendimi biryerlerden izliyorum gibi. Ya da uçup gitmişim de, olan biteni bir roman okur gibi okuyorum. sadece bedenime, dışımda olup bitenlere değil, tüm varoluşa karşı yabancılaşıyorum. Aynen Kafka'nın kitaplarında, bize lütfedip ismini bile söylemediği kahramanları gibi.. Hani tüm yaşamları ve tüm yaptıkları anlamsız olan, romanın kahramanının (kahraman? ya da hiç kimse?) kendisine de, bize de anlamsız gelen "devinim"leri. Akıp gitmek..
2003'ten beri okul, iş, seyahat amacıyla gel-git türünde yurtdışındayım, son 5 senedir ise artık resmen bilfiil yurdun dışında yaşamımı sürdürüyorum. Türkiye'den kendime bakınca; eşim "yabancı", kızımı kendi uğraşımla Türk nüfusuna da kaydetmemiş olsam, o da "yabancı". Burada kendime bakınca; burada ben "yabancı"yım. Oysa mutlu olduğum, evim bildiğim, hayatımın bir anlam ve amacı olduğunu hissettiğim ve ait olduğumu düşündüğüm bir yerde yaşıyorum. Buranın "yabancı"sı olduğum halde, değerlerim, inançların ve yaşam hayallerim burayla uyumlu olduğu için buralı gibi hissediyorum. Halbuki, asıl doğduğum ve yaşamımın çeyrek asrını geçirdiğim yere, Türkiye'ye "yabancı" gibiyim. Ülkeyi idare edenleri ve onlara oy verenleri anlamıyorum diyorsunuz zaten siz de, ama ben sizi de anlamıyorum, bazen konuştuklarınızı ve düşündüklerinizi de anlamıyorum. Değişen çağla değişen dil, adetler, inanç ve gelenekler değil bahsettiğim. Deli gibi sosyal medyayı, gazeteleri takip ederseniz, o anlamda "yabancılaşma"nız, bu çağda pek mümkün değil. Demek istediğim şu; ben doğduğum ülkenin insanlarını anlayamıyorum. Değerleri anlayamıyorum. Dost bildiğin insanların arkandan konuşmasının normal sayıldığı, işyerinde ayağının kaydırılmasına mobbing işte canım denip geçilmesini, yüzüne gülünüp de sevgiline, afiyetine, sahip olduklarına göz dikilmesini, kıskançlığı, fesatlığı, asık suratları, ufacık şeyler için çıkan kavgaları anlayamıyorum. Burada yok mu derseniz; elbet var ama yapana karşı sosyal dışlama var, ceza var. Bizdeki gibi "normal işte, insanların huyu suyu değişti" diye kabullenmek yok.
Türkiye'ye çok fazla gidip gelmiyorum ama ne zaman gitsem daha havaalanından dışarı çıkarken kavgalar, çocuk azarlamalar, gürültü başlıyor. Siz buna "hareketlilik" diyip geçer olmuşsunuz, bana ağır geliyor. Herkesin birden konuşması, kimsenin birbirini dinlememesi, devamlı bir yerlere koşturmak, devamlı geç kalmak, bunlar da "bizim ülke canlı canlı, fıkır fıkır" olmuş. Öyle değil aslında, düpedüz yorucu. Türkiye yoruyor beni. Türkiye'de ben de ister istemez kaosun içinde buluyorum kendimi, az zamanda bir sürü insanla buluşmam gerekiyor, aylarca e-mail yazmamış, hal hatır sormamış insanlar bile "aramazsan gücenirim" beklentisine giriyorlar. Sosyal etiketleri unutmuşum, düz yaşamaktan kıvırtmayı ve kandırmayı unutmuşum, "küsme"leri anlamaz olmuşum, "naz"lılık kavramına yabancılaşmışım, "çok ayıp"ları fark edemez olmuşum.. Düpedüz doğduğum kültürün yabancısı olmuşum.
Oysa burda farklı, asıl buranın "yabancısı" olduğum halde, kendimi evde hissediyorum burada. Almanya'da değil sadece, Türkiye dışında her yerde.. "Türkiye'yi sevmiyorsun, ırkçı!" demeyin hemen, seviyorum çünkü. Sadece denizini, güneşini, ormanlarını değil. İnsanların sabah birbirine günaydın! dediği küçük sahil kasabalarını, daha bakkal açılmadan fırıncı tarafından bakkalın dışardaki dolabına bırakılmış ekmeğin parasını dolaba koyup, dolaptan bir ekmek almadaki güveni, ailecek kahvaltıya oturulduğunda elden ele dolaşıp geri bana dönen domates, zeytin, ekmek tabaklarının yolculuğunu izlemeyi, girdiğiniz her dükkanda ve her devlet dairesinde çay ikram etmelerini, soyadımı her sefer yanlış yazmalarını ya da "abla senin türk soyadın yok mu onu de" diyip söylediğimde "owww bu daha zormuş" demelerini, kadınların saçlarını edalı edalı savurmalarını, erkeklerin kendilerini zeus olarak gördükleri için tüm hallerinde baskın gururu, çocukların haşarı ve gürültülü oluşunu (bile!) seviyorum. Belki de benim sorunum; ben içinde yaşadığımız zamanı değil de, "o güzel insanların o güzel atlara binip, çekip gittikleri" zamanı seviyor ve kendimi bu zamana ait hissetmek istiyorum.