"Sadelik, en yüksek gelişmişlik düzeyidir" demiş, Leonardo da Vinci.Tamamen katılıyorum. Her alanda sadeliği seven biriyim; sadece yaşam alanımda, giyim kuşamda, tasarımda falan değil, sosyal ilişkilerde, dost sohbetlerinde, bilimsel araştırmalarda, iş yaşamımda, çocuk yetiştirme anlayışımda, hayallerimde bile sadeliği sever ve koşullar elverdiği sürece yaşamaya çalışırım.
Dün bir arkadaşın evine gittim, ilk defa. Bu arkadaş, hastalık derecesinde temizlik ve titizliğiyle tanınır ama bu tip detaylara takılmazsanız, özünde iyi bir insandır. Ev inanılmaz temiz, pırıl pırıl parlıyor ama gel gör ki, sanki ne bulduysa almış, koymuş, biriktirmiş.. Heryerden eşyalar fırlıyor üzerinize; onlarca konsol ve dolabın binlerce gözünde, milyonlarca eşya istiflenmiş. Özenle tozları alınmış, parlatılmış, belli yöne doğru dizilmiş. Ama o kadar çok eşya var ki. bana afakanlar bastı, eşyalar üzerime üzerime geldiler. Bizim evde mesela salonda bir L koltuk, bir tekli koltuk, bir TV, altında fotoğraf makinalarımızı, elektronikleri falan koyduğumuz gözlü ve beyaz bir yerden konsol, bir tahta yemek masası ve ona ait iki sandalye bir tahta bankı ve benim Türkiye'den 3 senelik azimli bir çalışma sonucunda koca koca kolilerle taşıdığım kitaplarımın durduğu iki koca kitaplık. Bir yerden aydınlatma sistemi. Bir de salon bitkileri. Bu kadar. Eşimle onlarca ülkeye gittik, ufak tefek aldığımız şeylerin en duygusal hatırası olan 10-15 tanesi IKEA'dan alınıp duvara monte edilmiş ufak bir bar-konsolda durur. Bir de LEGO delisi kocamın 1 metrelik savaş gemisi bir köşededir. Tüm ıvır zıvırımız bundan ibaret, o bile bana "ayyy çok fazla eşya var bu evde!" dedirtiyor ara sıra.. Özellikle temizlik yaparken :P Ama bu misafir gittiğimiz evden nasıl kaçtığımı bilemedim; binlerce mum, ufacık tefecik saçma sapan biblo, garip süsler, püsküller, battaniyeler, yastıklar, ay anlatırken sıkılıyorum..
Eşim tasarımcı, onun da etkisi var belki. Çünkü "iyi bir tasarım, en sade tasarımdır" der hep. Tabii oryantal zevklere sahip doğulu bir müşteri değilseniz.. Bilimde de öyledir; birşeyi en kısa ve en sade nasıl açıklıyorsan, doğru olan odur. En kestirme, en kısa cevap her zaman geçerli olandır. Bilimsel çalışmalarda da yolu ne kadar uzatır ve süsler, karıştırırsan; o kadar kaybolur, amaçtan uzaklaşırsın. En iyi doktora tezleri, en basit ilişkileri anlamayı amaçlar ve en kolay istatistiki yöntemlerle doğru sonuçlara ulaşırsınız. Ve bu tezler en çok ödül alan, size bilimsel dergilerde en fazla kapıyı açan tezler olur hep. Konuyu ne kadar sadeleştirirseniz, o kadar uzmanlaşırsınız.
Sosyal ilişkiler de böyle bence. O kadar çok "mış gibi" yaşayan insan var ki, gereksiz yere uzatmalar, gereksiz incelikler, kibarlık adı altında kırılıp bükülmeler, zorlama gülümseyişler, hissedilmeden gösterilmeye çalışılan duygular.. Özellikle yanlış anlaşılma hallerinde insan bin farklı şey düşününce, o mu bu mu derken aslında önündeki bariz "hata"yı ya da "yanlış anlamayı" göremiyor insanlar. O beni aramadı, ben onu aramadım derken mesela, hiç yoktan arkadaşlık ilişkileri bitebiliyor. Oysa o kadar düşüneceğine arasan sorun kalmayacak. Ya da mesela bir insan canımı sıkıyor ama hala belli sosyal sorumluluklar, bazen "kim ne der"ler, bazen acıma duygusu ya da daha hastalıklı başka duygularla o insanı hayatımızdan çıkartamayabiliyoruz. Uzadıkça uzatıyoruz ilişkimizi, kesip atacağımız yerde. Ben son yıllarda yapmıyorum bunu artık, arkadaş çevremi sadeleştirdim ve yeni tanıdığım insanların da bazı huyları hoşuma gitmiyorsa ya da gereksiz yere yoruyorsa bir insan beni, hop! vazgeçiyorum. Uğraşmıyorum. Uğraştıkça işler daha arapsaçı olabiliyor çünkü. Sadelik, her alanda önemli benim için. Bir insan sadeyse, iç dünyası karmaşık değilse, o insandan daha çok keyif alıyorum. Dingin, sade insanlardan daha çok şey öğreniyorum çünkü asıl entellektüeller sakin, sukut içindeki insanlar oluyor genellikle. "Bin dinle, bir söyle" gibi düşünen insanlar oluyor. Dışı sade insanın içi derin oluyor yani; dışı karışık insanın içi de huzursuz oluyor.
Valhasıl; sadelik, yalınlık, az ve yeterlilik. "Az; çoktur" diye bir söz vardı bir de.. Özetle; bana göre yaşamımızı sadeleştirdikçe daha huzurlu ve mutlu oluyoruz.
26 Kasım 2013 Salı
24 Kasım 2013 Pazar
Değişen aile kavramı
Sosyal medyanın bana kazandırdığı heyecan verici insanlardan biriyle, birkaç gündür aile halleri üzerinde konuşuyoruz. "İdeal Aile" tanımı üzerinde düşünmeye itti bu beni, varsa öyle birşey. Hiçbir şeyin "ideal"inin olduğuna inanmıyorum ben, "ideal" kavramının kendisi bile içinde yaşanılan zamana, günün trendlerine, alışkanlık ve anlayışlara göre değişirken..
Mesela "aile" denince akla ilk Cosby Show ya da Huxtable Ailesi geliyor, 80-90'larda çocuk olduysanız bu dizinin "aile böyle olur işte" savıyla büyümüşsünüzdür. Siyah ve başarılı, Brooklyn NY'ta yaşayan üst orta sınıf bir ailedir Huxtable'lar - ki aslında bu dizi siyah insanların 70'lerden sonra medyada yaptığı "imaj tasarımı"nın en belirgin örneğidir de bu dizi.. Doktor baba, son derece ilgili ve avukat anne (çocuk da yaparım, kariyer de), 4 kız, bir erkek çocuk. O yılların politik doğruculuk akımıyla, dizi sadece "ideal aile nasıl olmalı" değil; toplum nasıl davranmalı, çeşitli yaşam sorunlarının da (Theo'nun dyslexia'sı, kızlardan birinin ergen hamileliği vs.) üstesinden nasıl gelinmeli gibi "öğretici" konulara da parmak bastı ve birçok ailenin "değer ve yargıları"nın değiştirilmesi ya da "iyileştirilmesi"nde önemli rol oynadı. Huxtable ailesinden akan yapışkan, vıcık vıcık sevgi ve saygı taaa dünyanın bir diğer ucunda yaşayan biz üst orta sınıf çocuklarının da üstüne sıçradı. Bazı ailelerde "Annecim, babacım" deme zorunluğu falan gibi aşırı abartılı saygı ve nizam anlayışı, anne babanın her zaman çocuğun birkaç basamak üstünde durup çocuğun sadece fiziksel ve bilişsel değil tüm sosyal ve kişisel adımlarını da izleme ve yönetme özgürlüğü, koruma kollama kalkanının, aile bireyleri arası açıklık ve güvenin önemi, kısaca "BİZ" anlayışı sanırım Huxtable tipi ideal ailelerinin mottosu oldu. Soğuk savaş yıllarının, "biz ve ötekiler" anlayışının, "politik doğruculuk" ve "azınlıkların da bizim gibi "uygar" davrandıkları sürece "biz"den olduklarının" benimsendiği 80'ler ve 90'ların başı için ideal bir diziydi.
Sonra Roseanne geldi. Aslında neredeyse Cosby Show ile aynı dönemde yayınlanan ve siyah ve başarılı Huxtable'lara tamamen zıt özellikle, beyaz ve karmaşanın kol gezdiği bir aileydi Roseanne'in ailesi Conner'lar. Orta Amerika'da, orta sınıf, beyaz bir aileydi ve mavi yaka işlerde çalışan anne baba ve üç çocuk, yaşadıkları tüm enteresan olayların yanı sıra ara sıra maddi sıkıntılar bile yaşıyorlardı. Roseanne, şişman ve sağlıksız bir kadındı ve ev içinde açılan konuların bir kısmı, Huxtable'larda asla fısıltıyla bile konuşulmayacak olan fakirlik, alkolizm, madde bağımlılığı, hamilelik, kürtaj, ırkçılık, aile içi şiddet, sosyal adaletsizlikler, feminizm ve homoseksüel hakları gibi devrin "reformist" konularıydı. Özellikle erkek egemen topluma zıt anne Roseanne, son derece güçlü hatta baskın bir karakterdi ve dizi ailenin değil birey olarak Roseanne'in ve onun aile algısı ve deneyimi üzerine dönüyor, bu da Huxtable'ların "Biz" ruhuna tamamen zıt bir "Ben" demek oluyordu.
2000'ler aile dizilerine ara verilen (vampirlere, fantastik öykülere ve ıssız adaya düşseniz ne menem işler gelir başınıza gibi dizilerin revajta olduğu) bir dönem oldu ama yine de "Two and a Half Men" ya da "Married with Children" gibi öğretici olmaktan çok uzak, bir erkek ve bir kadının önderliğinde yaşanmayan, hatta "evlilik kurumu ve aile ilişkileri" ile düpedüz dalga geçen diziler de yapıldı ve beğeniyle izlendi. 2000'lerin sonunda özellikle "Modern Family"nin birçok farklı anlayışı (ırklar arası ilişkiler, evlilikte yaş farkları), yaşam tarzını (gay evlilikler, evlat edinme) ele alan "evlilik ve ilişkilerin evrimi" diye özetlenebilecek ve ne kadar klasik evli olunursa olunsun, aslında herkesin kendi hayatından da birşeyler bulabildiği diziler dönemine girildi. 2000'lerin başında yaşanan "evlilik sıkıcı birşeydir, bekarlık sultanlıktır" akımı yavaş yavaş yerini "evlilik bir çok farklı şekilde yaşanabilir, ailelerin her biri kendine özgü ve biriciktir, kimsenin doğrusu kimseninkiyle örtüşmez ama karşılıklı saygı ve birlikte yaşam esastır" mottosuna bırakırken, tabii ki bu tip dizilerin beğeni alması da kaçınılmazdı.
Sonra; 2011'de hayatımıza "shameless" girdi ve değerler yine altüst oldu. Alkolik ve vurdumduymaz bir babanın, her biri farklı kadınlardan çeşitli boy ve yaşta çocuklarına gösterMEdiği, göstermesinin de beklenmediği "aile yaşamı" anlatılıyordu bu dizide. Utanmaz adam, her tür naneyi yiyor, en "başkasını eleştirmem" diyen adamı bile delirtecek durumlara giriyor ve "aile"nin başına getirmedik dert bırakmıyordu. Bu kadar kaos ve bir çocukla aynı ortamda bulunmaması gereken ne varsa bulunan bir evde, tüm çocukların aslında bir şekilde büyüyüp gittiği, üstelik bir şekilde beladan uzak, normal insanlar olabildikleri ve bu utanmaz adamı da "yine de babamızdır" diye bağırlarına basmaları akıl almaz birşeydi ama sadece tv'de olan bir durum değildi. Böyle aileler heryerde vardı, karısını döven, evden atan, çocuklarının bayram harçlığını çalıp içki alan babalar sadece gazetelerde değil, her mahallede üçer beşer vardı ve bu kesimin de bir şekilde tv'de yer bulması gerekiyordu. İşin tuhafı, bu aileden çıkan çocukların "bataklık gülü" misali, bir çok lüks ve aşırı koruma kollama ile yetişen arkadaşlarından daha "doğru dürüst" insanlar olabildikleri ve genelde de oldukları tuhaf bir şekilde geçerliydi, sadece tv'de olmuyordu bu işler..
Kısaca, aile kavramının medyadaki yansıması 80'lerin Cosby Show'undan 10'ların Shameless'ine kadar ne büyük değişiklikler geçirdiyse, aslında yaşanılan hayatta da aynı değişimi gerçekleştiriyor. Artık etrafta beyaz yaka bir baba ve hem çocuk yapan hem de kariyer yapan bir annenin kurduğu, en az iki çocuklu aileler yok sadece. Aile kavramı en az 3 kişiden oluşmuyor artık. Mesela boşandığı eşinden hiçbir yardım almadan çocuğunu yetiştiren anneler ya da babalar da var. Ya da bizim ülkemizde olmasa da artık heteroseksüelden daha farklı cinsel tercihlere sahip insanlar dünya genelinde evleniyor, aileler kuruyor, çocuklar yetiştiriyorlar. Artık insanlar "armut dibine düşer" demiyor, çocuklar anne babadan farklı bireyler olarak kabul ediliyor ve bireyselliklerine saygı duyuluyor. Artık "ailesi berbattı garibanın, napıcaksın.." diyen, acıma üzerine kurulu bir arabesk kültür yok, "her çocuk kendi yolunu çizer, anne baba sadece yoluna ışık tutabilir, hatta bazen tutmaz bile" deniyor. Ya da artık "aile" denen şey anne baba ve çocuk(lar)dan oluşmayabiliyor, bazen sadece bir kadın ve bir erkek de "koca bir aile" anlamına gelebiliyor.. Ne güzel; rengarenk ve farklı olmak!
Mesela "aile" denince akla ilk Cosby Show ya da Huxtable Ailesi geliyor, 80-90'larda çocuk olduysanız bu dizinin "aile böyle olur işte" savıyla büyümüşsünüzdür. Siyah ve başarılı, Brooklyn NY'ta yaşayan üst orta sınıf bir ailedir Huxtable'lar - ki aslında bu dizi siyah insanların 70'lerden sonra medyada yaptığı "imaj tasarımı"nın en belirgin örneğidir de bu dizi.. Doktor baba, son derece ilgili ve avukat anne (çocuk da yaparım, kariyer de), 4 kız, bir erkek çocuk. O yılların politik doğruculuk akımıyla, dizi sadece "ideal aile nasıl olmalı" değil; toplum nasıl davranmalı, çeşitli yaşam sorunlarının da (Theo'nun dyslexia'sı, kızlardan birinin ergen hamileliği vs.) üstesinden nasıl gelinmeli gibi "öğretici" konulara da parmak bastı ve birçok ailenin "değer ve yargıları"nın değiştirilmesi ya da "iyileştirilmesi"nde önemli rol oynadı. Huxtable ailesinden akan yapışkan, vıcık vıcık sevgi ve saygı taaa dünyanın bir diğer ucunda yaşayan biz üst orta sınıf çocuklarının da üstüne sıçradı. Bazı ailelerde "Annecim, babacım" deme zorunluğu falan gibi aşırı abartılı saygı ve nizam anlayışı, anne babanın her zaman çocuğun birkaç basamak üstünde durup çocuğun sadece fiziksel ve bilişsel değil tüm sosyal ve kişisel adımlarını da izleme ve yönetme özgürlüğü, koruma kollama kalkanının, aile bireyleri arası açıklık ve güvenin önemi, kısaca "BİZ" anlayışı sanırım Huxtable tipi ideal ailelerinin mottosu oldu. Soğuk savaş yıllarının, "biz ve ötekiler" anlayışının, "politik doğruculuk" ve "azınlıkların da bizim gibi "uygar" davrandıkları sürece "biz"den olduklarının" benimsendiği 80'ler ve 90'ların başı için ideal bir diziydi.
Sonra Roseanne geldi. Aslında neredeyse Cosby Show ile aynı dönemde yayınlanan ve siyah ve başarılı Huxtable'lara tamamen zıt özellikle, beyaz ve karmaşanın kol gezdiği bir aileydi Roseanne'in ailesi Conner'lar. Orta Amerika'da, orta sınıf, beyaz bir aileydi ve mavi yaka işlerde çalışan anne baba ve üç çocuk, yaşadıkları tüm enteresan olayların yanı sıra ara sıra maddi sıkıntılar bile yaşıyorlardı. Roseanne, şişman ve sağlıksız bir kadındı ve ev içinde açılan konuların bir kısmı, Huxtable'larda asla fısıltıyla bile konuşulmayacak olan fakirlik, alkolizm, madde bağımlılığı, hamilelik, kürtaj, ırkçılık, aile içi şiddet, sosyal adaletsizlikler, feminizm ve homoseksüel hakları gibi devrin "reformist" konularıydı. Özellikle erkek egemen topluma zıt anne Roseanne, son derece güçlü hatta baskın bir karakterdi ve dizi ailenin değil birey olarak Roseanne'in ve onun aile algısı ve deneyimi üzerine dönüyor, bu da Huxtable'ların "Biz" ruhuna tamamen zıt bir "Ben" demek oluyordu.
2000'ler aile dizilerine ara verilen (vampirlere, fantastik öykülere ve ıssız adaya düşseniz ne menem işler gelir başınıza gibi dizilerin revajta olduğu) bir dönem oldu ama yine de "Two and a Half Men" ya da "Married with Children" gibi öğretici olmaktan çok uzak, bir erkek ve bir kadının önderliğinde yaşanmayan, hatta "evlilik kurumu ve aile ilişkileri" ile düpedüz dalga geçen diziler de yapıldı ve beğeniyle izlendi. 2000'lerin sonunda özellikle "Modern Family"nin birçok farklı anlayışı (ırklar arası ilişkiler, evlilikte yaş farkları), yaşam tarzını (gay evlilikler, evlat edinme) ele alan "evlilik ve ilişkilerin evrimi" diye özetlenebilecek ve ne kadar klasik evli olunursa olunsun, aslında herkesin kendi hayatından da birşeyler bulabildiği diziler dönemine girildi. 2000'lerin başında yaşanan "evlilik sıkıcı birşeydir, bekarlık sultanlıktır" akımı yavaş yavaş yerini "evlilik bir çok farklı şekilde yaşanabilir, ailelerin her biri kendine özgü ve biriciktir, kimsenin doğrusu kimseninkiyle örtüşmez ama karşılıklı saygı ve birlikte yaşam esastır" mottosuna bırakırken, tabii ki bu tip dizilerin beğeni alması da kaçınılmazdı.
Sonra; 2011'de hayatımıza "shameless" girdi ve değerler yine altüst oldu. Alkolik ve vurdumduymaz bir babanın, her biri farklı kadınlardan çeşitli boy ve yaşta çocuklarına gösterMEdiği, göstermesinin de beklenmediği "aile yaşamı" anlatılıyordu bu dizide. Utanmaz adam, her tür naneyi yiyor, en "başkasını eleştirmem" diyen adamı bile delirtecek durumlara giriyor ve "aile"nin başına getirmedik dert bırakmıyordu. Bu kadar kaos ve bir çocukla aynı ortamda bulunmaması gereken ne varsa bulunan bir evde, tüm çocukların aslında bir şekilde büyüyüp gittiği, üstelik bir şekilde beladan uzak, normal insanlar olabildikleri ve bu utanmaz adamı da "yine de babamızdır" diye bağırlarına basmaları akıl almaz birşeydi ama sadece tv'de olan bir durum değildi. Böyle aileler heryerde vardı, karısını döven, evden atan, çocuklarının bayram harçlığını çalıp içki alan babalar sadece gazetelerde değil, her mahallede üçer beşer vardı ve bu kesimin de bir şekilde tv'de yer bulması gerekiyordu. İşin tuhafı, bu aileden çıkan çocukların "bataklık gülü" misali, bir çok lüks ve aşırı koruma kollama ile yetişen arkadaşlarından daha "doğru dürüst" insanlar olabildikleri ve genelde de oldukları tuhaf bir şekilde geçerliydi, sadece tv'de olmuyordu bu işler..
Kısaca, aile kavramının medyadaki yansıması 80'lerin Cosby Show'undan 10'ların Shameless'ine kadar ne büyük değişiklikler geçirdiyse, aslında yaşanılan hayatta da aynı değişimi gerçekleştiriyor. Artık etrafta beyaz yaka bir baba ve hem çocuk yapan hem de kariyer yapan bir annenin kurduğu, en az iki çocuklu aileler yok sadece. Aile kavramı en az 3 kişiden oluşmuyor artık. Mesela boşandığı eşinden hiçbir yardım almadan çocuğunu yetiştiren anneler ya da babalar da var. Ya da bizim ülkemizde olmasa da artık heteroseksüelden daha farklı cinsel tercihlere sahip insanlar dünya genelinde evleniyor, aileler kuruyor, çocuklar yetiştiriyorlar. Artık insanlar "armut dibine düşer" demiyor, çocuklar anne babadan farklı bireyler olarak kabul ediliyor ve bireyselliklerine saygı duyuluyor. Artık "ailesi berbattı garibanın, napıcaksın.." diyen, acıma üzerine kurulu bir arabesk kültür yok, "her çocuk kendi yolunu çizer, anne baba sadece yoluna ışık tutabilir, hatta bazen tutmaz bile" deniyor. Ya da artık "aile" denen şey anne baba ve çocuk(lar)dan oluşmayabiliyor, bazen sadece bir kadın ve bir erkek de "koca bir aile" anlamına gelebiliyor.. Ne güzel; rengarenk ve farklı olmak!
21 Kasım 2013 Perşembe
Geçmiş zaman
Dün gece rüyamda 1970'lerde genç bir kadındım ve devrimci ruhum beni ve hemcinsim olan sevgilimi (normalde böyle bir eğilimim yok sanıyorum ama.. fazla da üzerinde durmadım çünkü eski rüyalarımda köpek bile olmuşluğum var, patilerim kuyruğum falan.. evet, rüyalarım tuhaf benim, en iyisi olduğu gibi kabullenmek, fazla düşünmemek) Bodrum'un daha keşfedilmemiş bakir ve masmavi koylarından birinde felsefi sohbetler yapmaya ve bol bol da demlenmeye itmişti (uyuşturucu da kullanmıyorum normalde, rüya işte.. kanatlanıp evrende uçtuğum da çok olur, durmayalım yine üzerinde). Güzel bir rüyaydı ama sonu tuhaf bitti (daktilo kadar ağır bir bilgisayarda disket bile değil kasetlerden program yükleyip e-maillerimi kontrol etmeye kalkınca, işin tuhaflığına uyandım).
Uyandıktan sonra, uzun süre uyku tutmadı ve tabii ki düşünceler akmaya başladı. 1970'leri bilmem, 1980'leri bile zor hatırlıyorum, 90'lar benim yıllarım. Bizim kuşak için "arada kalmış" diyorlar yani hem işlerin ve ilişkilerin manuel yaşandığı dönemi, hem de teknolojik evrimi yakaladık. İkisinden ortaya karışık olunca, pek olmadı. "Çocuk da yaparım kariyer de" mottosuyla ya perişan olduk, ya da savrulduk gittik işte.. Ama, bu sabah bu çılgın rüyanın üzerine bir de Orta Karar'ın son yazılarından birini okuyunca artık bu geçmiş zaman özlemine bir akide şekeri uzatmamak olmadı, olamadı.
Bu sıra ananemin özlemini çok duyuyorum, bazen hiç beklemediğim anda sanki yüzümde patlayan bir tokat gibi yokluğu.. O'nu düşündükçe, son 10 yılı, 20 yılı değil, çocukluğumu düşündüğümü şaşırarak fark ediyorum bazen. 25 senedir düşünmediğim nesneler, kokular, tatlar ve insanlar geliyor aklıma. O'nun öğrettikleri, gösterdiği dünya.. Adile Naşit'in gece yatmadan tüm kuzucuklarına ve bana (evet, bir gün benim adımı da söyleyerek) anlattığı masallar, Münir Özkul ile "Neşeli Günler", dedemin bol sütlü kahvesinin tüm eve yayılan kokusu, minik ekmek parçalarına sürülmüş AOÇ krem peyniri, cam şişede ananemin kapısına bırakılan sütlerin yoğun tadı, o yılların "başkent"inde bile yaşanan elektrik kesintilerinde evin tavanından tabanına kadar upuzun ve gepgeniş o güzelim pencerelerden parlayan ayın duvarlarda danseden ışık oyunları.. Çocukluğumun o oyun dolu, dertsiz tasasız günleri, sonra ergenliğimin o bitmek tükenmek bilmeyen, canımın sonsuz sıkıldığı ve hayatın ne kadar anlamsız olduğunu düşünüp Pink Floyd'a sardırdığım, falezlere kurulu o evin gece boyu dalga sesleriyle yankılanması, dedemin ölümünden sonra yıllar boyu ananemle yanyana oturup denize bakarak yaptığımız akşam sohbetlerimiz, Semo'nun yanımızda uyuklaması, gelen geçene havlaması, su kabından su içerken çıkardığı lıkır lıkır ses.. Hepsi içiçe ve hepsi geçmişte (ve fotoğraflarda) kaldı artık. Bir daha asla geri gelmeyecek, özlemi gittikçe büyüyen geçmişte..
Dilimde tüm gün şu şarkı dolaştı; Yeni Türkü'nün en sevdiğim şarkılarından biri..
Uyandıktan sonra, uzun süre uyku tutmadı ve tabii ki düşünceler akmaya başladı. 1970'leri bilmem, 1980'leri bile zor hatırlıyorum, 90'lar benim yıllarım. Bizim kuşak için "arada kalmış" diyorlar yani hem işlerin ve ilişkilerin manuel yaşandığı dönemi, hem de teknolojik evrimi yakaladık. İkisinden ortaya karışık olunca, pek olmadı. "Çocuk da yaparım kariyer de" mottosuyla ya perişan olduk, ya da savrulduk gittik işte.. Ama, bu sabah bu çılgın rüyanın üzerine bir de Orta Karar'ın son yazılarından birini okuyunca artık bu geçmiş zaman özlemine bir akide şekeri uzatmamak olmadı, olamadı.
Bu sıra ananemin özlemini çok duyuyorum, bazen hiç beklemediğim anda sanki yüzümde patlayan bir tokat gibi yokluğu.. O'nu düşündükçe, son 10 yılı, 20 yılı değil, çocukluğumu düşündüğümü şaşırarak fark ediyorum bazen. 25 senedir düşünmediğim nesneler, kokular, tatlar ve insanlar geliyor aklıma. O'nun öğrettikleri, gösterdiği dünya.. Adile Naşit'in gece yatmadan tüm kuzucuklarına ve bana (evet, bir gün benim adımı da söyleyerek) anlattığı masallar, Münir Özkul ile "Neşeli Günler", dedemin bol sütlü kahvesinin tüm eve yayılan kokusu, minik ekmek parçalarına sürülmüş AOÇ krem peyniri, cam şişede ananemin kapısına bırakılan sütlerin yoğun tadı, o yılların "başkent"inde bile yaşanan elektrik kesintilerinde evin tavanından tabanına kadar upuzun ve gepgeniş o güzelim pencerelerden parlayan ayın duvarlarda danseden ışık oyunları.. Çocukluğumun o oyun dolu, dertsiz tasasız günleri, sonra ergenliğimin o bitmek tükenmek bilmeyen, canımın sonsuz sıkıldığı ve hayatın ne kadar anlamsız olduğunu düşünüp Pink Floyd'a sardırdığım, falezlere kurulu o evin gece boyu dalga sesleriyle yankılanması, dedemin ölümünden sonra yıllar boyu ananemle yanyana oturup denize bakarak yaptığımız akşam sohbetlerimiz, Semo'nun yanımızda uyuklaması, gelen geçene havlaması, su kabından su içerken çıkardığı lıkır lıkır ses.. Hepsi içiçe ve hepsi geçmişte (ve fotoğraflarda) kaldı artık. Bir daha asla geri gelmeyecek, özlemi gittikçe büyüyen geçmişte..
Dilimde tüm gün şu şarkı dolaştı; Yeni Türkü'nün en sevdiğim şarkılarından biri..
Geri verin
Dalgaların kıyılara çarparak
Herhangi bir makamda
Bir şarkı söylediği
Akasya kokulu sabahlarımı
Geri verin
Arnavut kaldırımı yollarda
Bir kızın saçlarında
Gönlümün vals yaptığı
Akasya kokulu sabahlarımı
Geri verin
Zamanın geçmek bilmediği
Gençliğimin sırtıma
Bir yük gibi bindiği
Akasya kokulu sabahlarımdan
Hiç olmazsa birini
Dalgaların kıyılara çarparak
Herhangi bir makamda
Bir şarkı söylediği
Akasya kokulu sabahlarımı
Geri verin
Arnavut kaldırımı yollarda
Bir kızın saçlarında
Gönlümün vals yaptığı
Akasya kokulu sabahlarımı
Geri verin
Zamanın geçmek bilmediği
Gençliğimin sırtıma
Bir yük gibi bindiği
Akasya kokulu sabahlarımdan
Hiç olmazsa birini
20 Kasım 2013 Çarşamba
Evsizlerin gazetesi
Yaşadığım kentte evsiz insanlar aylık bir gazete çıkartıyor ve sokakta 5 euro karşılığı satıyorlar. Bu gazeteyi alıyorum ben. Hep aynı adamdan alıyorum. Tren istasyonunda yaşayan, kıyafetleri eski ama ekşi ekşi kokmayan, yüzü traşsız ama dostane bir adam bu. Hali tavrı, bir zamanlar bizden biri olduğunu ve sonra işlerin tepetaklak gittiğini düşündürtüyor insana. Belki bir hastalık, bir felaket.. Maddi ve manevi kayıplar.. Onu evsizliğe iten ne bilmiyorum ve bunu bilmem de birşeyi değiştirmeyecek.
O durakta otobüs beklerken, geçen akşam, ilk defa konuştu benimle. Normalde konuşmuyor. Hava soğuktu, karanlıktı ve kızım bana yapışmış kanguruda uyuyordu. Üzerinde montu, başında şapkası vardı ve göğsüme temas ettiği için üşümesi imkansızdı. Yine de bu evsiz adamı rahatsız etti ve bana beklediğim kapı aralığından içeriye geçmemi, özellikle belirli bir açıda durmamı tembih etti. Gerçekten de o noktada rüzgar ve hava akımı yoktu. Onun uyku tulumu, alışveriş merkezinden alınmış çekçekli arabası içindeki naylon torbalar içindeki eşyaları (belki şarabı) ve uyuyan bir ufak köpeği ile yanyana durarak, soğuktan uzakta otobüsün gelmesini bekledim. Konuşmadan.. Konuşmaya gerek duymadan.. Sadece beklemek, zamanın geçmesi, üşümemek..
Gideceğim bir evim var, üstelik sıcak bir ev. Buzdolabımda sadece yiyecek birşeyler değil, sağlıklı birşeyler var. Canım sağlıksız birşey yemek istediğinde abur cubura harcayacak ya da gereksiz ve anlamsız alışverişlere saçılabilecek param var. İhtiyaçlarımızı sağlayabiliyoruz, arada lükse zaman ve para harcıyoruz. Hayallerimin çoğunu yıllar içinde gerçeklere dönüştürdüm ve hayal kuracak zaman ve yaşam neşesine sahibim. Yalnız değilim, bir sürü arkadaşım, dostum, çevremde pır dönen akrabam var. Kimseye kırgın ya da dargın değilim, düşmanım yok, geceleri düşünmekten uyuyamadığım bir derdim yok. En önemlisi; sağlıklıyım. Bunların bilincindeyim ve şükrediyorum.
Dilencilere para vermem ama birşey satanlardan daima o şeyleri alırım. Yıllardır mendili, tükenmez kalemi dükkandan almadım. Bu tip hayır amaçlı gazeteleri alırım. Yolda broşür dağıtanlara, anket yapanlara, çok çok acelem yoksa zamanımı veririm. Çünkü bu sahip olduklarımın ne kadar kırılgan olduğunu, elimden ne kadar kolay kayıp gidebileceğini biliyor ve sağlık ve afiyetin devamı için dua ediyorum. Çok ince bir buzun üzerinde paten yapmak gibi yaşam..
O durakta otobüs beklerken, geçen akşam, ilk defa konuştu benimle. Normalde konuşmuyor. Hava soğuktu, karanlıktı ve kızım bana yapışmış kanguruda uyuyordu. Üzerinde montu, başında şapkası vardı ve göğsüme temas ettiği için üşümesi imkansızdı. Yine de bu evsiz adamı rahatsız etti ve bana beklediğim kapı aralığından içeriye geçmemi, özellikle belirli bir açıda durmamı tembih etti. Gerçekten de o noktada rüzgar ve hava akımı yoktu. Onun uyku tulumu, alışveriş merkezinden alınmış çekçekli arabası içindeki naylon torbalar içindeki eşyaları (belki şarabı) ve uyuyan bir ufak köpeği ile yanyana durarak, soğuktan uzakta otobüsün gelmesini bekledim. Konuşmadan.. Konuşmaya gerek duymadan.. Sadece beklemek, zamanın geçmesi, üşümemek..
Gideceğim bir evim var, üstelik sıcak bir ev. Buzdolabımda sadece yiyecek birşeyler değil, sağlıklı birşeyler var. Canım sağlıksız birşey yemek istediğinde abur cubura harcayacak ya da gereksiz ve anlamsız alışverişlere saçılabilecek param var. İhtiyaçlarımızı sağlayabiliyoruz, arada lükse zaman ve para harcıyoruz. Hayallerimin çoğunu yıllar içinde gerçeklere dönüştürdüm ve hayal kuracak zaman ve yaşam neşesine sahibim. Yalnız değilim, bir sürü arkadaşım, dostum, çevremde pır dönen akrabam var. Kimseye kırgın ya da dargın değilim, düşmanım yok, geceleri düşünmekten uyuyamadığım bir derdim yok. En önemlisi; sağlıklıyım. Bunların bilincindeyim ve şükrediyorum.
Dilencilere para vermem ama birşey satanlardan daima o şeyleri alırım. Yıllardır mendili, tükenmez kalemi dükkandan almadım. Bu tip hayır amaçlı gazeteleri alırım. Yolda broşür dağıtanlara, anket yapanlara, çok çok acelem yoksa zamanımı veririm. Çünkü bu sahip olduklarımın ne kadar kırılgan olduğunu, elimden ne kadar kolay kayıp gidebileceğini biliyor ve sağlık ve afiyetin devamı için dua ediyorum. Çok ince bir buzun üzerinde paten yapmak gibi yaşam..
17 Kasım 2013 Pazar
Kudüs sendromu
Yazamamaktan muzdaribim sana blog! Affet beni! Kendimi valla ikinci çocuğunu daha çok seven, ilk çocuğunu ihmal eden bir anne bozuntusu gibi hissediyorum. Diğer blog tıkır tıkır giderken sana bir türlü el atamaz, atınca da böyle saçma sapan şeyler yazar oldum. Nerdeee o ilk yıllardaki entellektüellik, gittikçe ev kadını modunda yazılar yazıyorum. Neyse halim çıksın falim ayarında!
Bu gidişata bir dur deyip şu Kudüs Sendromu'ndan bahsedeyim en iyisi, sanki yeni duymuşum gibi yapayım hatta, beynimin "süt yap, süt ver, bez değiştir" diye bağıran o acaip yeni bir grup hücreleri ile hala entellektüel son kaleyi kaptırmamak için kahramanca savaşan gri hücreleri arasında biryerde kaybolmuş bir konu bu Kudüs Sendromu. Stockholm Sendromu'nu zaten biliyoruz hepimiz, hani bir felaket yaşayan kişinin, kendisine bu felaketi yaşatana anlamsız bir hayranlık duyma hali. Dayağı yiyip yine de kocamdır diyen kadınlar, teröristler tarafından rehin alınıp sonra teröristine aşık olan insanlar, sado-mado ilişkiler yumağı, bildiniz mi!? Ha işte bu "şehir isimlerini sendromlara verelim, pek şık duruyor" akımının bir başka üyesi de; Kudüs Sendromu.
Ben benim kocayı Kudüs'te tanıdım malum 10 sene kadar önce, sonra biz bu Kudüs'e pek sık gider gelir olduk, bizim için çok özel bir şehir. "Aşkımızın meyvesi" (ki bahtımıza kendisi son derece ekşi bir mandalina çıktı sağolsun; manası: ağlak ağlak ağlak, gülek, yeniden ağlak, ağlak, ağlak - ama seviyoruz keratayı gittikçe artan şiddette, Stockholm Sendromu mağduruyuz yani) izin verseydi 10. senemizi tam Kudüs'te kutlayacaktık, kısmet olmadı. Olsun, bu beni bir "Kudüs'e Aşk" temalı yazı yazmaktan asla alıkoymaz. Kudüs çok güzel bir şehir, ayrıntılı okumak isterseniz şu yazıma tıklayın, her santimetrekaresi tarih kokuyor, tüm tek tanrılı dinlerin kesiştiği bu kentin mistik bir havası var ve eski şehre bir kez gittiyseniz, kendinizi tuhaf bir şekilde evinizde hissediyor, ayrılmak istemiyorsunuz. İster musevi, ister müslüman, ister hıristiyan, ister ateist olun; bu böyle. Tuhaf bir his. Sokaklarda bin çeşit insan dolaşıyor ama hepsi birer hikayenin ardında dolaşıyor, çoğunun kendisi bir hikaye..
İşte bu hikaye insanların bir kısmı Kudüs Sendromu'ndan muzdarip. Yani kentin aşırı mistik havası, yoğun tarihi, inanç ve felsefenin bağrı olması; bazı insanlarda "burası evrenin merkezi ve ben de yüz yıllardır beklenen İsa Mesih'im" sanrısına neden oluyor. Aslında şizofreniye meyilli ya da tanısını almış insanlar çoğu ama bazı gizli şizofrenler de bu aşırı yoğun havadan etkilenip ilk fazlarını ya da bizim "grandiose delusion" (aşırı büyüklük sanrısı) dediğimiz olayı Kudüs'te yaşıyorlar. Birden karşınıza sırtında koca bir tahta haçı zorum zorum taşıyan, saç baş karışmış, elbisesi yırtık pırtık ve kanlı, elinde incili ya da bağıra bağıra ettiği dualarla çıkabiliyorlar, köşe başından ansızın. Ben Kudüs'te yaşarken, ekmek almaya falan çıktığımda bunlardan 1-2 sini görebiliyordum, normal bir sahne yani. Kudüs dışında da hiçbir yerde metrekareye bu kadar çok Hz.İsa düşmez sanırım.
Ara sıra bu Hz.İsa'lar birbirleriyle de karşılaşıyorlar sokakta. Çok enteresan bir deneyim oluyor izleyenler için, çünkü her biri için diğeri tam bir şarlatan ve bunu diğerinin yüzüne vurmak da çok doğal. Son derece teatral durumlar, her ikisi de genellikle incili ve dini iyi biliyor ve kitaptan cümlelerle, Hz.İsa'ya yakışacak gibi birbirlerine "anlayış dolu, merhametli" bir şekilde "şarlatansın sen" demeye çalışıyorlar. Oldukça enteresan durumlar, sokakta 2013 sene öncesinin diyalogları..
Böyle bir sendrom işte; dün kapıma dayanan Jehovah Şahitleri bana hatırlattı, yazayım da okuyun istedim. Ya da Kudüs'e gidin, görün. Enteresan gerçekten..
Bu gidişata bir dur deyip şu Kudüs Sendromu'ndan bahsedeyim en iyisi, sanki yeni duymuşum gibi yapayım hatta, beynimin "süt yap, süt ver, bez değiştir" diye bağıran o acaip yeni bir grup hücreleri ile hala entellektüel son kaleyi kaptırmamak için kahramanca savaşan gri hücreleri arasında biryerde kaybolmuş bir konu bu Kudüs Sendromu. Stockholm Sendromu'nu zaten biliyoruz hepimiz, hani bir felaket yaşayan kişinin, kendisine bu felaketi yaşatana anlamsız bir hayranlık duyma hali. Dayağı yiyip yine de kocamdır diyen kadınlar, teröristler tarafından rehin alınıp sonra teröristine aşık olan insanlar, sado-mado ilişkiler yumağı, bildiniz mi!? Ha işte bu "şehir isimlerini sendromlara verelim, pek şık duruyor" akımının bir başka üyesi de; Kudüs Sendromu.
Ben benim kocayı Kudüs'te tanıdım malum 10 sene kadar önce, sonra biz bu Kudüs'e pek sık gider gelir olduk, bizim için çok özel bir şehir. "Aşkımızın meyvesi" (ki bahtımıza kendisi son derece ekşi bir mandalina çıktı sağolsun; manası: ağlak ağlak ağlak, gülek, yeniden ağlak, ağlak, ağlak - ama seviyoruz keratayı gittikçe artan şiddette, Stockholm Sendromu mağduruyuz yani) izin verseydi 10. senemizi tam Kudüs'te kutlayacaktık, kısmet olmadı. Olsun, bu beni bir "Kudüs'e Aşk" temalı yazı yazmaktan asla alıkoymaz. Kudüs çok güzel bir şehir, ayrıntılı okumak isterseniz şu yazıma tıklayın, her santimetrekaresi tarih kokuyor, tüm tek tanrılı dinlerin kesiştiği bu kentin mistik bir havası var ve eski şehre bir kez gittiyseniz, kendinizi tuhaf bir şekilde evinizde hissediyor, ayrılmak istemiyorsunuz. İster musevi, ister müslüman, ister hıristiyan, ister ateist olun; bu böyle. Tuhaf bir his. Sokaklarda bin çeşit insan dolaşıyor ama hepsi birer hikayenin ardında dolaşıyor, çoğunun kendisi bir hikaye..
İşte bu hikaye insanların bir kısmı Kudüs Sendromu'ndan muzdarip. Yani kentin aşırı mistik havası, yoğun tarihi, inanç ve felsefenin bağrı olması; bazı insanlarda "burası evrenin merkezi ve ben de yüz yıllardır beklenen İsa Mesih'im" sanrısına neden oluyor. Aslında şizofreniye meyilli ya da tanısını almış insanlar çoğu ama bazı gizli şizofrenler de bu aşırı yoğun havadan etkilenip ilk fazlarını ya da bizim "grandiose delusion" (aşırı büyüklük sanrısı) dediğimiz olayı Kudüs'te yaşıyorlar. Birden karşınıza sırtında koca bir tahta haçı zorum zorum taşıyan, saç baş karışmış, elbisesi yırtık pırtık ve kanlı, elinde incili ya da bağıra bağıra ettiği dualarla çıkabiliyorlar, köşe başından ansızın. Ben Kudüs'te yaşarken, ekmek almaya falan çıktığımda bunlardan 1-2 sini görebiliyordum, normal bir sahne yani. Kudüs dışında da hiçbir yerde metrekareye bu kadar çok Hz.İsa düşmez sanırım.
Ara sıra bu Hz.İsa'lar birbirleriyle de karşılaşıyorlar sokakta. Çok enteresan bir deneyim oluyor izleyenler için, çünkü her biri için diğeri tam bir şarlatan ve bunu diğerinin yüzüne vurmak da çok doğal. Son derece teatral durumlar, her ikisi de genellikle incili ve dini iyi biliyor ve kitaptan cümlelerle, Hz.İsa'ya yakışacak gibi birbirlerine "anlayış dolu, merhametli" bir şekilde "şarlatansın sen" demeye çalışıyorlar. Oldukça enteresan durumlar, sokakta 2013 sene öncesinin diyalogları..
Böyle bir sendrom işte; dün kapıma dayanan Jehovah Şahitleri bana hatırlattı, yazayım da okuyun istedim. Ya da Kudüs'e gidin, görün. Enteresan gerçekten..