Bu sabah erkenden kalkıp yürüyüşe çıktığımda, yanımdan bisikletleriyle vızır vızır geçen, köpekleriyle hızlı hızlı yürüyen ya da şortları çekip koşuya çıkmış olan bir sürü "yaşlı" görünce "insan ne zaman yaşlanır?" diye sordum kendime.. 80 mi, 70 mi, 50 mi, 35 mi? Saçına ilk ak düştüğünde desek, artık 16-17 yaşındaki gençlerin bile saçlarında beyaz teller olabiliyor.. Demek ki saçlara ak düştüğünde başlamıyor yaşlılık. Yoksa ilk bel ağrısını, ilk boyun tutulmasını hissettiğimizde mi? Ama bilgisayarlı yaşam, klimalı ortamlar, hareketsizlik her yaşta vurabilir insanın belini, boynunu.. Demek ki oramızın buramızın ağrıması da değil. Belki en çok satanlar listesindeki müzikten hoşlanmadığımızda? Ama en hipster gençler bile 70'lerin cover'larını dinlerken.. Yok o da değil o zaman..
Yoksa saçlarını altın kızlar modeli kısacık kestirip, o tüm yaşlıların pek meraklı olduğu krem rengi pantolonu giydiğinde mi başlar yaşlılık? Belki de.. Oysa o bembeyaz, upuzun, pamuk gibi saçların güzelliği.. O türlü kozmetiklerle ve ameliyatlarla gerdirilmemiş, makyajsız, hafif çilli yüzlerdeki yumuşaklık.. O "banyodan sonra bir krem sürerim" cümlesindeki doğallık, temizlik.. Cildin, fazla güneşe çıkmamış, kozmetik yememiş, kendi zamanına uygun yaşlılığı çok güzeldir aslında. Ama cildin yıpranması ya da tazeliği de yaşlılık belirtisi değil artık; ne gençler var kayış gibi suratları ve ne yaşlılar var yumuşacık.. Yaşlılık ciltle de alakalı değil o zaman..
Yaşlılık sanırım ilk defa kendi kendimizi frenlediğimizde, "artık benden geçti" diye düşündüğümüz o ilk anda başlıyor.. Roller coaster'a binmekten ilk defa çekindiğimiz anda, dostlarla felekten bir gece çalmak için dışarıya çıkmak yerine pijamalarla evde oturmayı tercih ettiğimiz anda, dalgalı saçlarımızın dolaşıklığını bahane edip kısacık kestirmeye yeltendiğimiz anda, çocukla çocuk, deliyle deli olamadığımız, etraf ne der diyip doya doya gülemediğimiz ve de ağlayamadığımız, şakaları ciddiye alıp bozulduğumuz, yeni birşeyi denemekten, yeni bir hobi edinmekten, yeni bir yere seyahat etmekten kaçındığımız anda.. Bir de en çok "herşeyi en iyi ben bilirim, o yüzden bunu böyle yap, şunu şöyle yap" diye sağa sola emir/fikir vermeye kalktığımız anda..
Yani bence yaşlılık; saçla, ciltle, fiziksel halle değil de meraksızlıkla, ilgisizlikle, üşengeçlikle, yani kendimize biçtiğimiz rollerle ilişkili..
14 Ağustos 2013 Çarşamba
Hayatın anlamı
Geçenlerde takip ettiğim blogların en nöro-psikoloji ve felsefeyi harmanlamış olanında, üniversiteden sevgili hocamın güzel bir yazısına denk geldim. Yazının konusu "hayatın anlamı" üzerineydi; tabii bu hepimizin devamlı düşündüğü, çözmeye çalıştığı, bu sorunla uğraşırken bazen hayatı kaçırdığı, bazen kafayı sıyırdığı, bazen de ucundan kıyısından yakalaya-yazdığı bir "çok değişkenli denklem".. Ben de gidip gelip, dolanıp durup, bu konuda yazıyorum ara sıra. Yazdığımdan daha sık da düşünüyorum..
Hayatın anlamı; yukarıda bahsi geçen Paul Thagard'a göre "çalışmak, sevmek ve oyun oynamak"mış. Popüler kültürün "Eat, Pray, Love"ı yerine "Work, Play, Love" yani.. Sevmek kısmına katılıyorum ama "çalışmak" yerine "üretken olmak", "oyun oynamak" yerine de "mizah" konsa bence daha anlamlı olur. Bence tabii. Hayatın anlamını şıp diye bulamamamızın nedeni de zaten anlamın herkese göre değişiyor olması. Bana göre; üretken olmak, sevgi alıp vermek (hatta almaktan çok vermek belki de) ve sahip olunanlara şükretmek ile kanaatkarlık hayatın anlamı..
Bu arada; bugün burada muhteşem bir hava var, 23 derece ve bulutlu. İnsan üzerine ince birşey alıp, dışarıda saatlerce yürümek istiyor. Bu sıra bunu yapabilecek zamana sahibim. İnsanın gerçek zenginliği zamanmış, bunu da son zamanlarda fark ettim.. Saatlerce ve gidecek yeri planlamadan yürümek ne güzel; doğaya bakmak, insanları incelemek, düşünmek. Benim içime resmen bir "emekli" kaçmış yahu, haberim yokmuş.. Bak "ev hanımı" diyemedim yine, görüyorsunuz. Ev hanımlığından korkuyorum. Aslında ev hanımlığı da bir meslek ama ne bileyim, sanki hizmet sektöründe çalışıyormuşsunuz gibi. Hizmet etmek de üretmekten, yani yaratıcı-üreticilikten biraz uzak geliyor bana. Bol kurallı, prosedürlü işler bana göre değil. Tabii hizmet sektörünü aşağıladığım sakın anlaşılmasın, hizmet sektörü olmasa medeniyetler çöker, o ayrı..
Doğaya ve düşünmeye dönecek olursak; Nazım'ın dediği gibi "bir sincap ciddiyetiyle yaşamak" lazım hayatı gerçekten de, "işin gücün yaşamak olmalı, ötesinde birşey beklemeden".. Ya da Bilge Karasu gibi "narla incire gazel" okumalı, tam mevsimiyken.. Kaçırmamalı..
Hayatın anlamı; yukarıda bahsi geçen Paul Thagard'a göre "çalışmak, sevmek ve oyun oynamak"mış. Popüler kültürün "Eat, Pray, Love"ı yerine "Work, Play, Love" yani.. Sevmek kısmına katılıyorum ama "çalışmak" yerine "üretken olmak", "oyun oynamak" yerine de "mizah" konsa bence daha anlamlı olur. Bence tabii. Hayatın anlamını şıp diye bulamamamızın nedeni de zaten anlamın herkese göre değişiyor olması. Bana göre; üretken olmak, sevgi alıp vermek (hatta almaktan çok vermek belki de) ve sahip olunanlara şükretmek ile kanaatkarlık hayatın anlamı..
Bu arada; bugün burada muhteşem bir hava var, 23 derece ve bulutlu. İnsan üzerine ince birşey alıp, dışarıda saatlerce yürümek istiyor. Bu sıra bunu yapabilecek zamana sahibim. İnsanın gerçek zenginliği zamanmış, bunu da son zamanlarda fark ettim.. Saatlerce ve gidecek yeri planlamadan yürümek ne güzel; doğaya bakmak, insanları incelemek, düşünmek. Benim içime resmen bir "emekli" kaçmış yahu, haberim yokmuş.. Bak "ev hanımı" diyemedim yine, görüyorsunuz. Ev hanımlığından korkuyorum. Aslında ev hanımlığı da bir meslek ama ne bileyim, sanki hizmet sektöründe çalışıyormuşsunuz gibi. Hizmet etmek de üretmekten, yani yaratıcı-üreticilikten biraz uzak geliyor bana. Bol kurallı, prosedürlü işler bana göre değil. Tabii hizmet sektörünü aşağıladığım sakın anlaşılmasın, hizmet sektörü olmasa medeniyetler çöker, o ayrı..
Doğaya ve düşünmeye dönecek olursak; Nazım'ın dediği gibi "bir sincap ciddiyetiyle yaşamak" lazım hayatı gerçekten de, "işin gücün yaşamak olmalı, ötesinde birşey beklemeden".. Ya da Bilge Karasu gibi "narla incire gazel" okumalı, tam mevsimiyken.. Kaçırmamalı..
5 Ağustos 2013 Pazartesi
Gülmek ve ağlamak üzerine
Ağlamayı gülmekten çok daha önce öğreniyoruz, ne tuhaf.. Ağlamak için karnımızın acıkması ya da bir yerimizin acıması yeterliyken, gülebilmek için sadece fiziksel bir gelişim değil, bilişsel bir gelişim de gerekiyor. Basit bir şakayı anlayıp bilinçli bir şekilde gülebilmek için; beynimizin gelişmesi ve yüz kaslarımızı kontrol edebilmemiz gerekirken, sofistike esprileri ya da kara mizahı anlamaya, bazılarımızın ömürleri dahi yeterli olmayabiliyor.. "Bir insanın nasıl güldüğünden terbiyesini, neye güldüğündense zekasını ve seviyesini anlarsınız" - Mevlana.
Normalden sık gülümseyen ya da kolayca gülüveren insanlar daha mı mutlu peki? Bu tam bilinmiyor işte.. Çünkü bir insan bazen "ayıp olmasın" diye de gülümseyebiliyor, mesela pek sevmediğiniz bir tanışı yolda gördüğünüzde gülümsemek gibi.. Böyle zoraki gülümseme durumlarında insanın yanak kasları acıyor, fark ettiniz mi? Sanki "ya bizi gereksiz yere kullanıyorsun şu an, al sana ceza!" der gibi.. Ya da bazı insanların hiç komik olmayan soğuk esprilerine gülmemiz gerekebiliyor ara sıra, sırf karşımızdaki insanı rencide etmemek adına. Ağzımız gülüyor da, gözlerimiz gülüyor mu bilemem.. "Gülmek için yaratılmış gözler.." - Semiha Yankı.
Güler yüzlü insanı herkes sever de, dertli insanın dostu olmak zor sanırım. Bundandır belki bana gelen çoğu depresyon hastasının pek arkadaşının olmayışı. Ya da arkadaşsızlıktan mı girilir depresyona? "Gülersen, tüm dünya seninle birlikte güler; ağlarsan, tek başına ağlarsın" - Oldboy (2003).
Oysa her daim gülmek de bir tuhaf. Entellektüel insanın mutlu olabilmesi zordur mesela.. Baktığın her yerde acı ve yanlışlıklar görürken yine de gülüp oynayabilmek de pek normal sayılmaz. Oysa hayatı hafife alan, gülüp geçiveren insanlar hem daha sağlıklı hem de daha uzun yaşıyorlarmış. Ama hafif ve uzun yaşamaktansa; kavgalarla, hak aramalarla, dolu dolu yaşamak mı daha iyi acaba? Güldüğün kadar da ağlayarak.. "İnsan; gülümseyişle gözyaşı arasında gidip gelen bir sarkaçtır" - Lord Byron
Ya da gerçekten aydınlanmış insan, tüm acılara rağmen güzellikleri bulabilen ve yine de gülümseyebilen, en kara anda dahi mizah kılıcını kuşanabilen midir? "Mutlu olmak bir günah değildir" - Pablo Neruda.
Normalden sık gülümseyen ya da kolayca gülüveren insanlar daha mı mutlu peki? Bu tam bilinmiyor işte.. Çünkü bir insan bazen "ayıp olmasın" diye de gülümseyebiliyor, mesela pek sevmediğiniz bir tanışı yolda gördüğünüzde gülümsemek gibi.. Böyle zoraki gülümseme durumlarında insanın yanak kasları acıyor, fark ettiniz mi? Sanki "ya bizi gereksiz yere kullanıyorsun şu an, al sana ceza!" der gibi.. Ya da bazı insanların hiç komik olmayan soğuk esprilerine gülmemiz gerekebiliyor ara sıra, sırf karşımızdaki insanı rencide etmemek adına. Ağzımız gülüyor da, gözlerimiz gülüyor mu bilemem.. "Gülmek için yaratılmış gözler.." - Semiha Yankı.
Güler yüzlü insanı herkes sever de, dertli insanın dostu olmak zor sanırım. Bundandır belki bana gelen çoğu depresyon hastasının pek arkadaşının olmayışı. Ya da arkadaşsızlıktan mı girilir depresyona? "Gülersen, tüm dünya seninle birlikte güler; ağlarsan, tek başına ağlarsın" - Oldboy (2003).
Oysa her daim gülmek de bir tuhaf. Entellektüel insanın mutlu olabilmesi zordur mesela.. Baktığın her yerde acı ve yanlışlıklar görürken yine de gülüp oynayabilmek de pek normal sayılmaz. Oysa hayatı hafife alan, gülüp geçiveren insanlar hem daha sağlıklı hem de daha uzun yaşıyorlarmış. Ama hafif ve uzun yaşamaktansa; kavgalarla, hak aramalarla, dolu dolu yaşamak mı daha iyi acaba? Güldüğün kadar da ağlayarak.. "İnsan; gülümseyişle gözyaşı arasında gidip gelen bir sarkaçtır" - Lord Byron
Ya da gerçekten aydınlanmış insan, tüm acılara rağmen güzellikleri bulabilen ve yine de gülümseyebilen, en kara anda dahi mizah kılıcını kuşanabilen midir? "Mutlu olmak bir günah değildir" - Pablo Neruda.