Kimileri onun için dünyadaki en rahat koltuktur der; bir örneği New York Museum of Modern Art'ta, bir diğer örneği Münih Pinakothek der Moderne (müzesinde) sergilenir. Tasarımı yıllar süren, kalıplanmış kontrplak, ahşap kaplama ve deriden yapılan bu koltuk ve beraberindeki osmanlı sehbası; 1956 yılında yaşamımıza girmiştir. O gün bu gündür de "tapılası tasarımlar" arasında sayılmaktadır. Fiyatı 6000-8000 Euro arasında değişmektedir.
Kendisini bu akşam Fermina Daza'nın blogunda görünce bana bir ateş bastı. Totosunu bir kez bir Eames koltuğuna koyan kişi, o hissiyatı ömür boyu yakalamak için didinir sevgili bloggercıklarım. Biliyorum, çünkü ben de bu şanslı ve fekat sonsuza dek lanetlenmiş azınlıktan biriyim..
Sevdicek tasarımcı olduğu için, biz ailecek beğeniyoruz bu Eames koltuğunun kendisini. Boş zamanlarımızda ve yağmurlu günlerde Pinakothek'e gidip içli içli baktığımız oluyor, suretine uzaktan.. Fermina Hanım gibi bizim de ona sahip olabileceğimiz günler hayli uzakta şimdilik. Lakin; çok değil birkaç hafta önce, ben kendisine sahip olmaya, asla olamayacağım derecede yakın olmuştum..
Günlerden pazartesiydi; havada bir başka esenlik vardı o gün, hafif bir meltem eşliğinde oynuyordu yapraklar.. Doktora hocamla 3'te buluşmak üzere anlaşmıştık ve ben her zamanki gibi tam zamanında kapıya dayanmıştım. O gün Eames koltuğunu tekrar, yeniden görecek; ona sadece birkaç adım uzakta oturacak, zarif silüetini gözlerimle okşayacaktım. Evet dostlar; doktora hocamın üniversitedeki 39 senelik ofisinde bir Eames vardı! Ve ben ilk kez oturmuştum ona, sadece birkaç saniyeliğine, doktora hocam dışarıya çıkıp beni Eames ile odada yalnız bıraktığı o ilk buluşmamızda.. O ne rahatlıktı, o nasıl bir hissiyattı anlatamam size, totonuz sanki pamuk hüzmelerle kavranmış, kollarınız melekler tarafından taşınır gibi.. Hoca gelmeden iki saniye de ayaklarımı ottoman'ına uzatabilir miyim diye bir ikilemde kalmıştım, yapamamıştım.. Ah.. Son pişmanlık.. Ben nereden bilebilirdim ki..
O gün de bu hissiyatla gitmiştim. Odaya girer girmez, her zamanki gibi gözlerim ilk O'nu aradı. O genellikle odanın kuzey ucunda dururdu; üzerinde mütemadiyen tezler, makaleler, kitaplar olurdu (ki bu beni çok üzerdi..) Ama yoktu O! Tanrım.. Yoksa..
Eames koltukla ilk karşılaşmamızda (aynı zamanda doktora hocamla da ilk karşılaşmamız ama bu küçük ve önemsiz ayrıntıyı geçiyorum) çok heyecanlanmış; O'nu tekrar görebilmek için "ne olursa olsun bu okula, bu hocayla çalışmaya kabul edilmeliyim" demiştim. Sonraki geliş gidişlerimde öyle akıllı usluydum ki, bir gün bu koltuğun hocamdan bana geçeceğine adımız gibi emindik sevdiceğimle.. Arada, o yağmurlu müze günlerinde bunu konuşur, soğuk ellerimizi Eames'e sahip olduğumuz bir yaşamın hayalleriyle ısıtırdık.. Benim gibi sevdiceğim de emindi o koltuğun bir gün bizim evimizin baş köşesini süsleyeceğini.. Ben diyeyim 3 sene, sen de 7 sene; bu süre sadece doktora çalışmama ve hocanın gözüne girmeme bağlıydı..
Öyle değilmiş oysa ki.. Nereden bilebilirdim..
Hocam bu sene 39.senesini doldurunca, üniversitedeki işinden emekli olarak tamamen klinikte çalışmaya karar verdi. Tabii bu durumda üniversitedeki odasından ayrılarak, karşı caddedeki kliniğine taşındı. Bu süreçte ben sık sık Eames koltuğuMu ziyaret ederek durumunu kontrol ettim (ve tabii doktora çalışmamın gidişatı ile ilgili tartışmalarda bulundum, önemsiz ayrıntı..) Kendisi ofisten son çıkanlardan biri olacaktı ve kliniğe alınacaktı (tabii ki başka nasıl bir alternatif olabilirdi ki?) O pazartesi günü saat 3'te, tüm dünyam altüst olana dek, ben buna inanmaya devam ettim..
Pazartesi günü saat 3'te gittiğimde koltuk yoktu. Hoca da yoktu. Koşarak kliniğe gittim. Hoca oradaydı. Koltuk yoktu. Hoca doktoramla ilgili gereksiz sorular sordu, ben bir hayal aleminde gibi cevaplar verdim. Doktoradan bana neydi.. Ben koltuğuMu görmek istiyordum.. Ellerim titriyordu.. Hoca bana "klinikte çalışmanı isterim, ekibimizde senin gibi bir terapisti görmek bizi sevindirir" diyordu ama ben koltuktan başka birşey düşünemiyordum. Koltuk neredeydi? Ne olmuştu O'na..
İçim kan ağlarken, işi şakaya vurmam gereken o acı noktadaydık. Ağzımdan şu sözler dökülürken hala soğukkanlılığımı koruyabiliyordum: "Pektabii ben de isterim bunu; terapist koltuğuna oturmayalı uzun zaman oldu.. Bu arada Eames koltuğunuz nerede?" Hocam güldü ve şu acımasız, şu sonsuz ağırlıktaki, şu ölüm fermanı gibi sözler döküldü ağzından "A evet koltuk, Dr. M. aldı onu, terapi odasında o tür bir koltuğa ihtiyacı vardı"............ Yıkılmıştım.
Artık tek bir hedefim var sevgili bloggercıklarım; ne olursa olsun, o terapi odası benim olacak.. Ya Doktor olarak, ya da başka bir şekilde.. bir şekilde, bir gün!
7 Haziran 2012 Perşembe
Afedersiniz eşşşek sütü
Eşek, inek, horoz ve benzeri hayvancığa ait bir anısını anlatmaya "afedersiniz eşek.." diye başlayan insanlara sinir olurum. Ne demek afedersin eşek? Eşek ne güzel bir hayvandır halbuki, gözleri sürmeli sürmeli.. Hoş, yakından ve ilgiyle incelendiğinde çirkin hayvan da yoktur bana göre ama o ayrı konu şimdi..
Eşekceğizlerin sütü bu sıra moda olmuş sevgili bloggercıklarım. Bir söylenceye göre, İtalya'da delinin biri bir deliğe taş atmış, Kırklareli'nden de bir başka akıllı hemen bu taşı sahiplenmiş, bağrına basmış. Litresi 60 Euro'yu bulan eşek sütünün bir bardağını, girişimci köylü kadınlarımız 5 TL'den satıyorlarmış. Uyanık Trakyalılar ise bir bardağa 20 TL talep ediyorlarmış. Eşek sütünü, içerik ve içim açısından anne sütüne en yakın süt olarak lanse eden bu haberlere göre, eşek sütünün faydaları da saymakla bitmiyormuş. Astım, bronşit, siroz, kolon kanseri gibi hastalıklara faydası bir yana, araba tutması, unutkanlık gibi başımızın belalarına da birebirmiş. Üstelik Kleopatra da güzelliğini - özellikle de selülitsiz bacaklarını - eşek sütünde aldığı banyolara borçluymuş. Yani öyle diyor koca koca adamlar, biz kim oluyoruz da sorguluyoruz ki zaten eşek sütünün faydalarını?!
Eğri oturalım, doğru konuşalım sevgili bloggercıklarım. Sirozu, bronşiti bilemeyeceğim ama yakından takip ettiğim kanser tedavisi alanında her gün ayrı bir keşif, ayrı bir çağın buluşu, ayrı bir muhteşem formül bulunduğunu okumaktan artık benim sinirlerim bozuldu. Kanserle mücadele eden sevdiklerimize bir eşek sütü içirmediğimiz kalmıştı, onu da yapıyormuşuz, pes yani. Herşeyin organiği, herşeyin doğalı derken zaten birçoğumuz kafayı sıyırdık. Yok domates hormonlu, yok elmada siyanür, yok yumurtada bilmemne derken; tohumundaki genetiğe, toprağındaki gübreye bakmadan herşeyin "organik"ini arar olduk. Bu durum özellikle de yeni yavrulamış annelerde ve hasta yakınlarında görülmektedir ve sevdiklerimizi her türlü kötülükten korumaya çalışma içgüdüsünün tüketim toplumundaki çakal üreticilerine yaramaktadır. Uyanalım lütfen.. Geçenlerde bir tıp doktorunun "çocuğunuza kurtlu meyve yedirin, çürük domates doğaldır" dediğine dahi şahit oldum! Doktoru böyle derse, uyanık manav ne yapar? Sağda solda kalmış çürükleri organik diye 5 katı fiyata başımıza kakmaz mı?!
Ben organik almıyorum. Almıyorum derken, bandrolün bile sahtesini yapan güzide ülkemin organik ürününe de, verimden kazanayım diye düşünerek hormonu, böcekten ve hastalıktan kurtulayım diye ilacı basan köylüye de güvenmediğim için almıyorum. Mevsimindeki sebze meyveyi alıyorum, mümkün olduğunca konserve, işlenmiş ürün, katkı maddesi doldurulmuş gıda kullanmamaya çalışıyorum ama kafamı da herşeyin doğalına takmıyorum. İstediğin kadar doğal ye, büyük şehir havasındaki zehirden kaçamazsın çünkü. Ya da kaç Ege'nin en ucra kasabasına, doğadan topladığın otları ye; e bu sefer de evin yapılırken kullanılan inşaat malzemesi, arabana koyduğun benzinin, tependeki ozon deliği.. Yani var oğlu var. Üstelik sağlığa kafayı takıp, korumak için stres yaparsan asıl o zaman oluyorsun hasta.. Geçenlerde bir arkadaşım çocuğuna "assssla!" güneş kremi sürmediğini anlatıyordu. Neymiş, kremler kanserojenmiş. E peki ne yapacaksın, 3 yaşında fıldır fıldır bir çocuğu yaz günü saat 10 ila 17 arası eve mi hapsedeceksin? Bu mudur yani alternatifin? Bu işler ince işler sevgili bloggercıklarım.
Eşek sütüne dönersek; bu sektörün büyümesinin tek bir yararı eşekleri toplayıp bir çiftliğe koymaları olmuş olabilir. Zira yıllardır ağır işçiliğe, tecavüze ve sosis yapımına koşulan o güzel sürmeli gözlüler için tam bir "eşek cenneti" olsa gerek çiftlikler. Zira; kentleşme ve göç aşkıyla, güzel gözlülerin popülasyonu da gittikçe azalıyordu. Özetle; valla paranız bolsa eşek sütü alınız içiniz, yetmedi içine girip banyo yapınız. Zira bazı amcalar ve teyzeler denemişler, memnun kalanlar varmış. Ne diyeyim; eşek sütü zihin de açıyordur inşallah..
Bir atasözümüz vardı, sanırım modern hayata uyarlaması da şöyle birşey olsa gerek: "Eşek sütü cehaleti alır, eşşşşeklik baki kalır"..
Eşekceğizlerin sütü bu sıra moda olmuş sevgili bloggercıklarım. Bir söylenceye göre, İtalya'da delinin biri bir deliğe taş atmış, Kırklareli'nden de bir başka akıllı hemen bu taşı sahiplenmiş, bağrına basmış. Litresi 60 Euro'yu bulan eşek sütünün bir bardağını, girişimci köylü kadınlarımız 5 TL'den satıyorlarmış. Uyanık Trakyalılar ise bir bardağa 20 TL talep ediyorlarmış. Eşek sütünü, içerik ve içim açısından anne sütüne en yakın süt olarak lanse eden bu haberlere göre, eşek sütünün faydaları da saymakla bitmiyormuş. Astım, bronşit, siroz, kolon kanseri gibi hastalıklara faydası bir yana, araba tutması, unutkanlık gibi başımızın belalarına da birebirmiş. Üstelik Kleopatra da güzelliğini - özellikle de selülitsiz bacaklarını - eşek sütünde aldığı banyolara borçluymuş. Yani öyle diyor koca koca adamlar, biz kim oluyoruz da sorguluyoruz ki zaten eşek sütünün faydalarını?!
Eğri oturalım, doğru konuşalım sevgili bloggercıklarım. Sirozu, bronşiti bilemeyeceğim ama yakından takip ettiğim kanser tedavisi alanında her gün ayrı bir keşif, ayrı bir çağın buluşu, ayrı bir muhteşem formül bulunduğunu okumaktan artık benim sinirlerim bozuldu. Kanserle mücadele eden sevdiklerimize bir eşek sütü içirmediğimiz kalmıştı, onu da yapıyormuşuz, pes yani. Herşeyin organiği, herşeyin doğalı derken zaten birçoğumuz kafayı sıyırdık. Yok domates hormonlu, yok elmada siyanür, yok yumurtada bilmemne derken; tohumundaki genetiğe, toprağındaki gübreye bakmadan herşeyin "organik"ini arar olduk. Bu durum özellikle de yeni yavrulamış annelerde ve hasta yakınlarında görülmektedir ve sevdiklerimizi her türlü kötülükten korumaya çalışma içgüdüsünün tüketim toplumundaki çakal üreticilerine yaramaktadır. Uyanalım lütfen.. Geçenlerde bir tıp doktorunun "çocuğunuza kurtlu meyve yedirin, çürük domates doğaldır" dediğine dahi şahit oldum! Doktoru böyle derse, uyanık manav ne yapar? Sağda solda kalmış çürükleri organik diye 5 katı fiyata başımıza kakmaz mı?!
Ben organik almıyorum. Almıyorum derken, bandrolün bile sahtesini yapan güzide ülkemin organik ürününe de, verimden kazanayım diye düşünerek hormonu, böcekten ve hastalıktan kurtulayım diye ilacı basan köylüye de güvenmediğim için almıyorum. Mevsimindeki sebze meyveyi alıyorum, mümkün olduğunca konserve, işlenmiş ürün, katkı maddesi doldurulmuş gıda kullanmamaya çalışıyorum ama kafamı da herşeyin doğalına takmıyorum. İstediğin kadar doğal ye, büyük şehir havasındaki zehirden kaçamazsın çünkü. Ya da kaç Ege'nin en ucra kasabasına, doğadan topladığın otları ye; e bu sefer de evin yapılırken kullanılan inşaat malzemesi, arabana koyduğun benzinin, tependeki ozon deliği.. Yani var oğlu var. Üstelik sağlığa kafayı takıp, korumak için stres yaparsan asıl o zaman oluyorsun hasta.. Geçenlerde bir arkadaşım çocuğuna "assssla!" güneş kremi sürmediğini anlatıyordu. Neymiş, kremler kanserojenmiş. E peki ne yapacaksın, 3 yaşında fıldır fıldır bir çocuğu yaz günü saat 10 ila 17 arası eve mi hapsedeceksin? Bu mudur yani alternatifin? Bu işler ince işler sevgili bloggercıklarım.
Eşek sütüne dönersek; bu sektörün büyümesinin tek bir yararı eşekleri toplayıp bir çiftliğe koymaları olmuş olabilir. Zira yıllardır ağır işçiliğe, tecavüze ve sosis yapımına koşulan o güzel sürmeli gözlüler için tam bir "eşek cenneti" olsa gerek çiftlikler. Zira; kentleşme ve göç aşkıyla, güzel gözlülerin popülasyonu da gittikçe azalıyordu. Özetle; valla paranız bolsa eşek sütü alınız içiniz, yetmedi içine girip banyo yapınız. Zira bazı amcalar ve teyzeler denemişler, memnun kalanlar varmış. Ne diyeyim; eşek sütü zihin de açıyordur inşallah..
Bir atasözümüz vardı, sanırım modern hayata uyarlaması da şöyle birşey olsa gerek: "Eşek sütü cehaleti alır, eşşşşeklik baki kalır"..
6 Haziran 2012 Çarşamba
Kevin Carter; bir kahraman ve bir kurban
Tek bir kare fotoğrafın sayfalarca yazıya denk gelebilen anlatım gücünü anlamaya başladığım yaşlarda, meslek olarak savaş foto-muhabirliği çok ilgimi çekerdi. Babam o yıllarda bazı yurtdışı dergilerinin abonmanıydı ve posta yoluyla evimize gelen bu dergilerde takip ettiğim bazı fotoğrafçılar vardı. 1994 yılında o dergilerden birinde gördüğüm bir fotoğraf, arkasından koparılan yaygara ve ucunda asılı kalan ölüm hiç aklımdan çıkmıyor. Kahramanı ve kurbanı; Kevin Carter..
Aslen savaş muhabiri olan Carter, Güney Afrika'da yaşanan iç savaşı dünya gündemine taşıyan "Bang Bang Club" üyesi dört foto-muhabirden biriydi. Thokoza Township (Cape Town'daki banliyö gruplarından biri)nde yaşanan bir çatışmayı fotoğrafladıkları sırada, çapraz ateş altında kalan grup üyesi arkadaşları Oosterbroek'in ölümü ve Marinovich'in yaralanmasından etkilendiği için; savaş muhabirliğine bir süre ara vererek 1993'te Sudan'a gitti. Savaş muhabirlerinde sıklıkla görülen travma sonrası stres bozukluğu ve depresyon belirtileri veriyordu, yaşamın adaletsizliğini, beyazların sahip olduğu hak ve özgürlüklerden siyah ırkın mahrum edilmesini, açlığı, çaresizliği ve Batı'nın umursamazlığını dert ediniyordu. Bana Bir Masumun Ölümü yazımda anlattığım Christopher McCandless'ı hatırlatıyordu.. Görüntüde kahraman, içinde naifti..
Sudan'da çektiği, "çocuğu bekleyen ölüm" diye tanımlanabilecek bir fotoğraftı. Oysa ki o hiçbir fotoğrafına isim vermezdi. Fotoğraf Pulitzer ödülünü kazandı, Sudan'da yaşananları Batı'nın gündemine taşıdı, o yıllarda aklı beş karış havada bir orta okul öğrencisi olan bana dahi ulaştı. Dünyayı ayağa kaldırması gereken soru "neden bu perişanlık"tı, "ne yapılabilir"di. Ancak her zamanki gibi büyük resmi (ya da büyük fotoğrafı) görmek istemeyen gözler, küçük resme (yani bireye) odaklandı. O fotoğraftaki küçük kıza ne olmuştu, fotoğraf çekildikten sonra Carter kuşu kovalamamış, çocuğu kurtarmamış, doyurmamış, şişmanlatmamış mıydı yoksa? Nasıl lensin arkasına saklanabilir, hiçbir şey yapmadan izleyebilirdi? Gündem bu sorulara odaklandı, Carter birden kendini muhabirin temel görevi ile insanlık görevi arasındaki tartışmanın odağında buluverdi. Oysa o lensin odağında değil, lensin arkasında olmaya alışkındı. Fotoğraftaki "kurban" kadar, fotoğrafı çeken de bir "kurban"dı artık..
1994 Haziran'ında arabasında cesedini buldular. Egzoz zehirlenmesiydi ölümün adı.
Carter'ın başı üzerinde alevlenen tartışma bugün dahi savaş muhabirlerinin temel derdidir; insanlık mı, haber mi? Benim görüşüm; savaş muhabiri kullandığı kameranın bir aparatıdır, bir kordonudur, bir uzvudur. Orada bulunan bir taraf değildir, bir yardım ya da insaniyet görevlisi değildir. Onun görevi ve sorumluluğu, olan biteni bize aksetmektir. Görevini yerini getirdikten sonra yapabileceği varsa, o noktada insaniyet görevi başlar. İşte o noktada elinden geleni yapmalıdır. Bu, hepimiz gibi onun da insan olarak vicdani görevidir, fakat mesleki görevinin önünde değildir. Belki katı düşünüyorum çoğu insana göre, bilmiyorum. Zaten bu ikilemi ben de içimde tam çözemediğim için, savaş muhabiri ol(a)madım..
Görsel alıntısı / Photo taken from: Wikipedia
Aslen savaş muhabiri olan Carter, Güney Afrika'da yaşanan iç savaşı dünya gündemine taşıyan "Bang Bang Club" üyesi dört foto-muhabirden biriydi. Thokoza Township (Cape Town'daki banliyö gruplarından biri)nde yaşanan bir çatışmayı fotoğrafladıkları sırada, çapraz ateş altında kalan grup üyesi arkadaşları Oosterbroek'in ölümü ve Marinovich'in yaralanmasından etkilendiği için; savaş muhabirliğine bir süre ara vererek 1993'te Sudan'a gitti. Savaş muhabirlerinde sıklıkla görülen travma sonrası stres bozukluğu ve depresyon belirtileri veriyordu, yaşamın adaletsizliğini, beyazların sahip olduğu hak ve özgürlüklerden siyah ırkın mahrum edilmesini, açlığı, çaresizliği ve Batı'nın umursamazlığını dert ediniyordu. Bana Bir Masumun Ölümü yazımda anlattığım Christopher McCandless'ı hatırlatıyordu.. Görüntüde kahraman, içinde naifti..
Sudan'da çektiği, "çocuğu bekleyen ölüm" diye tanımlanabilecek bir fotoğraftı. Oysa ki o hiçbir fotoğrafına isim vermezdi. Fotoğraf Pulitzer ödülünü kazandı, Sudan'da yaşananları Batı'nın gündemine taşıdı, o yıllarda aklı beş karış havada bir orta okul öğrencisi olan bana dahi ulaştı. Dünyayı ayağa kaldırması gereken soru "neden bu perişanlık"tı, "ne yapılabilir"di. Ancak her zamanki gibi büyük resmi (ya da büyük fotoğrafı) görmek istemeyen gözler, küçük resme (yani bireye) odaklandı. O fotoğraftaki küçük kıza ne olmuştu, fotoğraf çekildikten sonra Carter kuşu kovalamamış, çocuğu kurtarmamış, doyurmamış, şişmanlatmamış mıydı yoksa? Nasıl lensin arkasına saklanabilir, hiçbir şey yapmadan izleyebilirdi? Gündem bu sorulara odaklandı, Carter birden kendini muhabirin temel görevi ile insanlık görevi arasındaki tartışmanın odağında buluverdi. Oysa o lensin odağında değil, lensin arkasında olmaya alışkındı. Fotoğraftaki "kurban" kadar, fotoğrafı çeken de bir "kurban"dı artık..
1994 Haziran'ında arabasında cesedini buldular. Egzoz zehirlenmesiydi ölümün adı.
Carter'ın başı üzerinde alevlenen tartışma bugün dahi savaş muhabirlerinin temel derdidir; insanlık mı, haber mi? Benim görüşüm; savaş muhabiri kullandığı kameranın bir aparatıdır, bir kordonudur, bir uzvudur. Orada bulunan bir taraf değildir, bir yardım ya da insaniyet görevlisi değildir. Onun görevi ve sorumluluğu, olan biteni bize aksetmektir. Görevini yerini getirdikten sonra yapabileceği varsa, o noktada insaniyet görevi başlar. İşte o noktada elinden geleni yapmalıdır. Bu, hepimiz gibi onun da insan olarak vicdani görevidir, fakat mesleki görevinin önünde değildir. Belki katı düşünüyorum çoğu insana göre, bilmiyorum. Zaten bu ikilemi ben de içimde tam çözemediğim için, savaş muhabiri ol(a)madım..
Görsel alıntısı / Photo taken from: Wikipedia
3 Haziran 2012 Pazar
İki teker üzerinde: Çilek Tarlası
Dersten, iş-güçten ve yeni tanıştığım biri Finlandiya'lı diğeri Endonezya'lı iki kızla fıldır fıldır gezmenin suyunu çıkardığımdan; bu haftasonu sessiz ve sakin geçsin istedim. En sevdiğim "sessiz" aktivitelerden biri de; Münih'in çevresindeki ormanlık alanlarda, nehir kenarlarında ya da bisiklet yollarını takip ederek gidilebilen kasabalarda saatlerce pedal basmak. Güneyindeki 1750mt'lik Alplere rağmen, Münih o kadar dümdüz bir şehir ki; karla kaplı ya da sular seller gibi yağmurlu olmadığı sürece, 2 yaşındaki emzikli bebeden 90 yaşındaki takma dişli nineye dek herkes her daim iki teker üzerinde. Ben de fırsat buldukça doğaya zaman ayırmayı seviyorum, bazen kitap defterimi alıp parklarda çimen üzerinde çalıştığım da oluyor; üniversitenin kütüphanesinden daha keyifli olduğu kesin.
Bir de, sonunda kiraz çıktı yaşasın! Çıktı derken Türkiye'de çıktı, buraya ithal edildi ama kilosu 6.99 Euro, şimdilik el değmiyor. Ama heryer çilek dolu! Bisikletle geçerken baktım herkes eğilmiş yerden birşeyler topluyor, merak edip durunca çilek tarlası olduğunu farkettim. Hemen daldım içine tabii ki; tarladan kendi elinle topla, at sepetine.. Tarlanın ucundaki barakada bir kadın oturuyor, tartıp söylüyor ne kadar ettiğini. Üstte gördüğünüz karton kutuya topladıklarım kadar da ağzıma attıklarım var, o da "göz hakkı" tabii ki.
Eve gelince çilekleri güzelce yıkadım, robota atıp püre haline getirdim. Sonra bir bardağın 1/3ü kadarını çilek püresiyle, geri kalanını soğuk sütle doldurup, içine ağız tadına göre birazcık bal ve vodka ekleyip karıştırdım ve adını "Pink Russian" koyduğum kokteyli yaptım. İkinci bardağa da aynı oranda püre koyup üstünü süt yerine portakal suyuyla tamamlayıp yine vodka ekledim. Bu da renginden ötürü "Strawberry Sunset" adını aldı. Ben fazla şekerli sevmediğim için ilki daha çok hoşuma gitti ama ikincisi daha klasik ve geniş kitlelere hitab edebilecek bir içecek sanırım.
İçeceğimi ve kitabımı alıp balkona kurulunca, bir yandan güneş batar, bir yandan bülbüller öterken, Haydar Ergülen'in şu dizesi geldi aklıma:
"Mayısı havalandır, sonrası hazirandır..."
Bir de, sonunda kiraz çıktı yaşasın! Çıktı derken Türkiye'de çıktı, buraya ithal edildi ama kilosu 6.99 Euro, şimdilik el değmiyor. Ama heryer çilek dolu! Bisikletle geçerken baktım herkes eğilmiş yerden birşeyler topluyor, merak edip durunca çilek tarlası olduğunu farkettim. Hemen daldım içine tabii ki; tarladan kendi elinle topla, at sepetine.. Tarlanın ucundaki barakada bir kadın oturuyor, tartıp söylüyor ne kadar ettiğini. Üstte gördüğünüz karton kutuya topladıklarım kadar da ağzıma attıklarım var, o da "göz hakkı" tabii ki.
Eve gelince çilekleri güzelce yıkadım, robota atıp püre haline getirdim. Sonra bir bardağın 1/3ü kadarını çilek püresiyle, geri kalanını soğuk sütle doldurup, içine ağız tadına göre birazcık bal ve vodka ekleyip karıştırdım ve adını "Pink Russian" koyduğum kokteyli yaptım. İkinci bardağa da aynı oranda püre koyup üstünü süt yerine portakal suyuyla tamamlayıp yine vodka ekledim. Bu da renginden ötürü "Strawberry Sunset" adını aldı. Ben fazla şekerli sevmediğim için ilki daha çok hoşuma gitti ama ikincisi daha klasik ve geniş kitlelere hitab edebilecek bir içecek sanırım.
İçeceğimi ve kitabımı alıp balkona kurulunca, bir yandan güneş batar, bir yandan bülbüller öterken, Haydar Ergülen'in şu dizesi geldi aklıma:
"Mayısı havalandır, sonrası hazirandır..."