30 Ağustos 2020 Pazar

İnanç neden gerekli?



Bu satırları geçen sene yazmıştım.. Bloğu silince silinsin istemedim, sakladım. Bu sabah dua okudum ve hep yaptığım gibi, teşekkür ederek bitirdim. Hayatımda iyi ne varsa, hepsinin tohumunu atan insan oydu çünkü.. İçimde iyi olan ne varsa onun izi var.

Psikoloji araştırmaları diyor ki, türlü olumsuz ortamda, tacizle, istismarla dahi büyüse sadece 1 örnek yetişkin (meselâ aklı başında 1 tanecik öğretmen ya da kollayıcı bir komşu) bile o çocuğun tüm evrenimi değiştirecek güce sahiptir. Tek bir insanın etkisi bile, bir çocuğu çamurdan alır, dağın tepesine koyar.. Ki benim şartlarım çok farklıydı, aileden yana yani, dünyanın sanırım %1’lik şanslı kesiminde doğdum ben.. Ama yine de evet, benim için de 1 insanın etkisi çok fark yarattı.

Belki şanslıysam ben de bir gün 1 insanın hayat yolunu değiştirebilirim, belki uğraşarak belki farkında dahi olmayarak. İsterdim bunu.. Benim ananemi andığım, her duamda her mutluluğumda hatırladığım ve teşekkür ettiğim gibi, belki biri de beni..... Kim bilir..

*

30.08.2019’dan:
İnanç neden gereklidir?

Çünkü bazen;
her olayın (görünür) bir nedeni olmayabiliyor,
ve
neden sonuç ilişkisi kuramadığında,
sadece kader deyip geçebilmenin verdiği bir rahatlama oluyor; inanç...

Mesela birden
ölüveriyor
o hep yanında olacak sandığın,
ya da
daha beteri,

Sen daha yeni(den) demlemişsin çayı, daha anlatacakların var,
“o kız”dan bahsedecektin,
havadan sudan şakalaşacaktın,
diyeceklerin vardı işte, ya.. Anlasana, anlatamıyorum ben.

Oysa o çekti, gidiverdi,
ve
hepsi birden boğazına düğümleniverdi.

Ve yaşanmamış anıların ağırlığı kaldı sana.
Yanımda olsa ne düşünürdü, ne derdi, nasıl gülerdi
ya da
denize nasıl bakar, nasıl susardı..

Hep bunlar kaldı geriye,
bir de bembeyaz bir başörtüsü,
nokia telefonu
ve kokusu bile (açık camlardan) uçup giden,
o gül kurusu hırkası..

Ve özlemek.. Çok ama çok özlemek..

30.08.13.. Hep geç kaldığımı, asla yetişemediğimi ve yetişemeyeceğimi kabullendiğim gün..

28 Ağustos 2020 Cuma

Maviye inen toprak yol


Otobanın hiç bir özelliği yok. İş kahverengi tabelâdan tâli yola sapınca başlıyor. Kıraç dağlarla mavi denizin ortasında, kıvrıla kıvrıla akan eski köy yolu bu. Şimdilerde herkesin çok acelesi olduğundan, pek kullanılmıyor.

Kıraç dağlar dedimse, aldanma. İçindeki yoğun demir oranı nedeniyle kızıl toprak ve beyaz mermerden oluşan bir tür kayalık aslında. Bu mevsimde kuru çalılıkla kaplı ama baharda gelsen, gözlerine inanamazsın. Katırtırnakları yolun iki yanında sapsarı öbekler halinde uzanır. Nergis tarlalarına yabani gelincikler ve papatyalar karışır. Çoluk çocuk, patates kızartması kokuları, renkli mayolu ve güneş yağına bürünmüş kalabalıklar da yoktur o mevsimde. Fakat şimdi yazın en curcunalı zamanı; Ağustos sonu. Olsun.. Yine de güzel. Memleket çünkü. Yuva.


Kıvrıla kıvrıla denize inen yol; kasabaya yaklaştıkça hem daralıyor, hem de satıh bozulmaya, asfaltın üzerinde yer yer göçükler belirmeye başlıyor. İnsan kendini super mario bros gibi hissediyor; o göçükten kaç, berikinin sağından geç, öbürünü ortala..

Kasabaya girmeden hemen önce, sağa dönüyorum; yol daralıyor. Tâli yoldan toprak yola doğru ilerledikçe, keyfim katlanıyor. Büyük punto harflerle "YAVAŞ" yazıyor bir tabelada. Neden sonra, üstte ve altta daha küçük harflerle yazılanı seçiyor gözüm:

Lütfen
YAVAŞ
Toz Oluyor

Bu istemsizce gülümsetiyor beni. Eve geldiğimi anlıyorum. Bu insanlar işte, benim insanlarım. Denizin - Deniz'in - insanları..


Ve son dönemeç. Artık arabayı park edip yürüme zamanı. Çünkü arabanın giremeyeceği, girse de çıkamayacağı denli dik ve dolambaçlı bir keçi yolu artık bu önümdeki. İnatçı keçiler iner mutlaka ama ben yürümeyi tercih ediyorum. Çünkü yürümek her şeyi yavaşlatıyor; tozu, rüzgârı ve dahi düşünceleri..

İşte kıvrıla kıvrıla iniyorum maviye.


86 numaranın üzümleri.
72 numaranın mavi iskelesi.
68 numaranın koca kafalı yaramaz köpeği.
Ve 64 numara.. Ah, 64 numara..


Begonvilleriyle, orada işte! Beni bekleyen, mavinin hemen üzerindeki falezlere kurulu o beyaz kale. Evim. Yuvam. Hem farklı, hem aynı. Dünya üzerinde kendimi en "ait" hissettiğim yer..


*

Ve dönüşler.. Boğazımda bir yumru. O ilk virajı döndüğüm anda hissettiğim tarifsiz özlem. Gidip de dönememek, gelip de bulamamak korkusu.. Bunu işte; nasıl anlatabilirim, bilmiyorum..

22 Ağustos 2020 Cumartesi

uçurumun hemen üstü

Neden buradayım? Çünkü bu dalga seslerinden vazgeçemiyorum..
Peki olduğum yerden memnun muyum? Tek bir eksikle, evet.


İyi ki yazabilmek var.. İyi ki.

*

Ve bu da uçurumun üstünün gündüz hali. Ayın aydınlık yüzü.. 


Hangisi dersen.. Bence gece,
                 sence gündüz..

Uçurumun hemen üstünde yaşamayı seçtiysen, dengeyi de öğrenmek zorundasın.
                 evet, zorundayım.

15 Ağustos 2020 Cumartesi

Engel


Kapılarımızda kilit yoktu o zamanlar. Kilidi olmayan kapılarımız, üstelik bir de ardına dek açıktı! Kimi zaman bir baş uzanırdı içeriye doğru "Leman'anıııım..." ya da "komşuuum.." ya da daha ince bir ses "Ceyeeeeen..". R'leri söyleyemezdi o zamanlar. Yumurta ya da süt getirmiş olurdu, kendi sağmış ineği. "Tavuğun altından şimdi aldım, sıcacık daha" derdi heyecanla. Öyle güzel gülerdi ki; dişlerinin hepsi açıkta, gözleri incecik bir çizgi.. Ege'nin iki kıyısında doğanlara özgü, o buğday sarısı ışık olurdu gözlerinde.

Beraber büyüdük ama iki ayrı dünyaya aittik. Ben yaz boyu, yatağımın köşesine kule gibi dizdiğim kitapların dünyasında; o ise ineklerinin, tavuklarının arasında. Ben bıraksalar sabahtan akşama dek denizin içinde, o doğma büyüme denizli olduğu halde ayağını sokmaz. Sadece Ağustos'un en kızgın gününde, keçileri indirirdi sahile. Onlar otları kemirip tuzlu kayaları yalarken, sağına soluna bakar, üstündeki eskimiş tshirt'i çıkarır, altındaki şalvarımsı pantolonu bırakır (utanırdı..) hızla bir dalar çıkardı. Yüzme bilir miydi emin değilim; onu dikkatle izler, her hareketinden bir acil durum sinyali beklerdim. Ananemin isteğiyle her sabah bana getirdiği (ve benim ağzıma sürmediğim) tavuk yumurtalarına karşılık, ben de onun hayatını kurtarmayı koymuştum aklıma. Teyakkuzdaydım. Neyse ki gerek kalmadı, gerek kalsaydı ufacık cüssemle ne yapacaktım bilinmez....

Öyle böyle büyüdük; o okuyamadı, ben fazla okudum. O köyünden dışarı adım atmadı, ben dünyayı gezdim. O sevemedi, sevdiyse de kavuşamadı; ben çocuklar tavşanlar çiçekler işte..

Her yaz denize bakan o eve gelişimde pencereye çıkar "Ceyeeen, hoş geldiiiiin" diye bağırır, el sallar. Ben de hemen ona bağırırım "N. abiiii, hoş bulduk, nasılsııın?". Aramızda belki 1 yaş 2 yaş anca vardır ya, saygımdan abi derim; biraz da benim sahip olup da onun sahip olamadığı onca "şey"in ağırlığından..

Halbuki neredeyse eşit başlamıştık hayata; onun da iki gözü, iki kulağı, iki ayağı, iki kolu. Çocuk felci onu bulmuş, beni pas geçmiş..... Sonrası işte; ailenin durumu, koşullar.... engeller.

N. abi kasabanın demirbaşlarından şimdi. İskele'ye indiğinde herkesle selamlaşır, masalara çağırılır, yumurta süt değil ama turistik zeytinyağı ve sabun satarak sağlar geçimini. Yürüyüşü aksaktır, konuşması zor anlaşılır ama, güldüğünde yine dişleri görünür, yine gözleri ince bir çizgi oluverir..

Fotoğraf: Denizimden.

13 Ağustos 2020 Perşembe

İnat

Sait Faik “Alemdağ’da Var bir Yılan”ı Leylâ Erbil için imzalarken, önsözüne: “Seni anlıyorum anlamasına. Anlamıyor gözükmem işime gelmediği içindir. Bu kitapta seni anladığımı isbat edecek hikayeler var. Ama seni seviyorum. Sen de beni anla istersen.” yazmış.

Leylâ’yı Leylâ’ya rağmen sevme inadı, işte Abasıyanık’a şiirler romanlar yazdıran temel güç.

Abdülhak Şinasi Hisar bu hâli çok güzel açıklamış: “Bazı yazarlar ben diye başlayınca daha kolaylıkla yazarlar. Kendi hatıralarının havasına daha kolay girerler. ben de bunlardan biriyim. Nasıl ki başkalarının da tercih ettikleri diğer hususiyetleri vardır. Mesela Nedim sevgililerine seni, sana diye hitab ettiği zaman en güzel mısralarını yazmıştır. Onun da ilhamının yardımcısı bu cana hitabıdır.”

Bu durumda Leylâ’yı bir ilham kaynağı ya da yaratıcılık objesi olarak gördüğü için suçlayabilir miyiz Sait’i?

6 Ağustos 2020 Perşembe

Faralya mavisi

Klein mavisi varsa, bir de Faralya mavisi var.. Şöyle bir şey:


Bu akşam üzeri, aklıma düştü bu mavi.. Gidebilmem mümkün değil ama gözlerimi kapayıp gitmeyi denedim, kısmen de başardım. Belki sizi de götürmeyi başarırım.

Tüm gece süren bir yolculuktan sonra, güneşin ilk ışıklarıyla vardım Ölüdeniz’e ama tüm o turist kalabalığını, hınca hınç plajları, dondurma yalayan ya da mısır dişleyen kafileyi görmek istemediğim için, ilk tekneye kırmızı ufak sırt çantamı ve çıkarıp elime aldığım parmak arası mor terliklerimi ve tabii ki kendimi atıp, güneş henüz yakmaya başlamadan soluğu kelebekler vadisinde aldım. Uykusuz ve aç olduğum halde, ilk iş denizle kucaklaşmak oldu. Çakıl taşlarının beyazlığına, benim gibi sessizlik ve sakinlik seven birkaç insanın rengârenk havlusu karışmış, hattâ gece bu taşların üzerine atıverdikleri yoga matı ve iki ince battaniye altında serinlikten değil de sivrilerden uyuyamamış iki üniversiteli gencin uykulu gözleri, tabloyu tamamlayıvermiş.

Onlar kadar uykulu vadi kedileri ve iki karabaşla tesisin verdiği biraz ekmeği, sıcaktan ekşimiş beyaz peynir üstüne sürdüğüm ve bu nedenle o kızın bana ne güzel gülümseyiverdiği vişne reçelini, ince kesilmiş bir dilim karpuzu paylaşıyorum. Sokak köpekleri de benim gibi yemek seçmiyor demek ki..


Sonra çadırımı kuruyorum sahilin en uç noktasına, tam kayaların önüne. Ve elimi yüzümü denizle yıkayıp, vuruyorum kendimi vadiye. Bir saatimi alıyor tepedeki Faralya köyüne tırmanmak. Tabii ki vadiye adını veren kelebekleri ürkütmeden, şelalenin yanından sessizce geçerek ve o ipli bölgeye gelince hafiften ürkerek..

Faralya’da her yaz (ve bazı bitmek bilmeyen kışlar boyunca) olduğu gibi Hatice ana’ya koşuyorum. Önce bir yorgunluk kahvesi (tabii ki sade) ve Enver babayla altta kalan vadiye bakarak kıştan, okuldan, bu seneki hasattan ve tabii ki her geçen sene vadiye gelen ipsiz sapsızın artmasından konuşuyorum. Enver baba beni de ipsiz sandın mı ilk geldiğimde? dediğimde gülüyor, deli kız sen bizdensin ya deyiveriyor.

Tam o zaman, Hatice ana sini tepsi içinde ufak ufak kaplarda öğle yemeği getiriveriyor önüme, koyuyor sedirin köşesine. Bak senin sevdiğin kabak çiçeği dolmasından da var diyor. Hele o yayık ayranı.... Yemekten sonra aşağıdaki vadiye bakarken, sedirin üstünde içim geçiveriyor.


Vadiden tırmanıp gelenlerin ayak sesleri ve şen kahkahalarıyla uyanıp doğruluyorum. Şimdi yeni gelenlere uykulu gözlerle bakma sırası benim! Biraz onları izliyor, sonra mutfağa gömülmüş Hatice anaya ve ortada görülmeyen Enver babaya selam edip, gerisin geriye vadiden aşağı iniyorum. İniş daha kısa ama daha zorlu, tüm inişlerde olduğu gibi.

Vardığımda vadiye çoktan akşam inmiş, biraz daha uyusam güneşi bile kaçıracakmışım. Hemen denize dalıyorum, mavi geiye dönmüş, dipler serinlemiş. Güneşi deniz yatağımda batırmak, bu dünyanın az rastlanan bir lütfu..


Gece inmeden ortak kamp alanında duş alıp, tabldot akşam yemeğine hiç yüz vermeden direkt çadırıma dönüyorum. Enver babanın kendi bağından yaptığı ve Hatice ananın yanıma verdiği heybedeki şarabımı açıyor, yine yanıma verilen eski kaşarla biraz leblebi ve kuru üzümden oluşan yolluğu önğme seriyor, tabldottan aldığım şeftaliyle kayısıyı dilimliyor, milyonlarca yıldız altında, simsiyah denizin sesi eşliğinde hayallere dalıyorum. Sabahki gençler gibi çakıl taşlarının üstünde uyuyacağımı, sivrisineklerin bayram edeceğini, sabah da elim yüzüm şişmiş kalkıp ilk nefesi denizde alacağımı biliyorum ;)

..

Bu hikaye belki zaman aşımına uğramış olabilir ama benim gittiğim yıllarda aynen böyleydi kelebekler vadisi ve faralya :) Belki de zamanda yolculuk oldu biraz..

..

Ha bir de! Netflix'te son keşfim "the dark tourist". Herkese göre değil gidilen yerler ama aramızda "sıkı seyyahlar" olduğunu bildiğim için, tavsiye etmek istedim. Turizmin bu alanı yeni bir trend ve hızla gelişiyor, F.'ın Kuzey Kore'ye girebilmek için kullandığı Young Pioneer Tours meselâ, dark tourism'e yeni başlayanlar için tavsiye edebileceğim bir şirket. Özellikle "least visited countries" yani en az seyahat edilen ülkeler kısmına bir bakmanızı öneririm. Meselâ Nauru...

Nauru adasını, güncel politika ve tarihe özel bir ilginiz yoksa, büyük ihtimâlle duymamışsınızdır. Hikâyesi kısaca şöyle: Nauru, Pasifiğin ortasında kimseye zararı olmayan ufacık bir adayken, 1900'lerin başında fosfat madeninin keşfiyle adanın kaderi değişiyor. Adalılar birden dünyanın en zengin halkı haline geliyor, 1968 yılında öyle bir zenginlik içindeler ki, adada arabaların benzini bittiğinde, yeni benzin almak yerine yeni araba alan bir tuhaf ırk oluşuyor.. Peki ne oluyor? Fosfat bitiyor... Ada şu an en fakir adalardan biri... Aynı zamanda "abandoned places" yani terkedilmiş yerlere karşı bir zaafınız varsa, yine Nauru adası, listenizde dursun derim ;)