22 Aralık 2020 Salı

Blogda kullanılan görseller suç mu?

Bu konu son günlerde alevlendiği için, bazı arkadaşların ricası üzerine kısaca bildiklerimi aktarmak istedim. Danıştığım iki sanatçı arkadaşım, bir yayınevi sahibi ve yayıncılık alanında çalışan bir avukat arkadaşımın ortak fikirleri doğrultusunda, konunun uzmanı olmadığımı, sadece kendi öğrendiklerimi aktardığımı baştan belirtmek isterim.

1. Reklam alsın ya da almasın, okuyucuya açık her tür blog "yayın" sayılıyor ve telif hakları kanununa tabi. Bu demek oluyor ki, telif hakkı olan bir görseli ya da eseri izinsiz kullandığınızda, hakkınızda cezai işlem başlatılabilir. 

2. Bloglarda kitap / film / albüm tanıtımı yapmak tabii ki serbest fakat kitabın kapak tasarımını, filmin afişini kopyalayıp kullanmak yerine, kitabınızın ya da beğendiğiniz afişin bir fotoğrafını çekip kullanmanız isteniyor. Meselâ:

afişin fotoğrafını arka planla birlikte çekmek, ok

Kitabın içinden sayfa numarası ya da kaynak göstererek birkaç bağımsız paragrafın paylaşılmasında ve bu paragraf tırnak içine alınıp hakkında eleştiri ya da görüş bildirilmesinde sorun yokken, kitabın tamamının ya da şiir kitabıysa şiirin tamamının bloğa aktarılması suç. Aynı şekilde kitabın / şiirin izin alınmadan farklı dile çevrilmesi, sesli okunması da yasak. Yani: youtube'da kardeşinizin çocuğuna hediye olsun diye kitap okumak da yasak :) Fakat yayıncılar / yazarlar sesli okunmaya özellikle sosyal duyarlılığı olan geçerli bir nedeniniz varsa oldukça sıcak bakıyorlar, izin almanız bazen yeterli olabiliyor (lütfen izni yazılı alın ve saklayın).

3. Bloglarda kullanılan fotoğraflar eğer telif hakkına sahipse (google'ladığınız çoğu fotoğraf sahip) ya istock gibi programlara üyelik alacaksınız ya da telif hakkı olmayan resim ve fotoğrafların bulunduğu siteleri tercih edeceksiniz (bilgi burada). 

4. Karikatür, resim ya da fotoğraftaki sorunun nedeni şu: bu eserler kitaplar gibi "bir kısmı" alınmaya uygun değil, tamamı alınıyor, bu nedenle telif hakkı yasası çok daha sert. Beni mi bulacaklar demeyin, istock gibi büyük firmaların sadece bunun için çalışan programcıları ve avukatları var, buluyorlar. Blog ticari değil, reklam almıyorum geçerli bir neden değil çünkü yayınladığınız her yazı, okuyanla buluştuğu için "yayın" sayılıyor. Kazandığınız para dışında kazandığınız sosyal medya imajının da bir "ederi" olduğu farz ediliyor. 

5. Youtube müzik videolarını yüklerken blogger üzerinde buna izin veren sistem var zaten, bunda sorun yok. Aynı şekilde çoğu klasik eserde, anonim retro fotoğraflarda ve kimliksiz eski eserlerde de telif hakkı olmadığı zaman ya da bazı eserlerde sanatçının ölümü üzerinden 20 seneden fazla geçtiğinde (bu konu çok bulanık) telif hakkı düşebiliyor. Bu durumdaki medyayı da kullanabiliyorsunuz ama dediğim gibi riskli.

 6. Şark kurnazlıkları: eğer fotoğrafın büyük bir kısmını kırparsanız ya da tablonun dikkat çekmek istediğiniz kısmını kesip kullanırsanız, karikatürün köşesini alırsanız sorun olmaz diye düşünmek, ya da kullanmak istediğiniz görselin ekran görüntüsünü alıp ya da photoshoplayıp birkaç yerden embed etmeye de kalkmayın, o da aslında pek yasal değil. Hayatını bu işten kazanan avukatlar bir şekilde ayrıntıdan yakalıyor (kullanılan fotoğrafın göz yansımasından orjinalini yakalayan avukat tanıyoruz). Ha tek yolu şu olabilir, kullanacağınız görseli mizansen yapıp şu alttaki şekilde kullanmak :) Eh bu artık ayrı bir "eser" sayılabiliyor. Banksy çok kullanır bu esprileri ama Banksy'nin avukatları da az tilki değildir, unutmayın.

7. Bir fotoğrafın / karikatürün tamamını kullanmanın tek bir şartı var ki o da yine yazarıyla iletişim içinde olmak anlamına gelecek, bilimsel ya da eleştirel bir yazı yayınlamak istediğinizde, tamamen kaynak vererek, neden bu fotoğrafı kullandığınızı açıklayarak (görsel olmadan anlatamayacağınız durumlarda). Örneğin AHA'ya ait bir fotoğraf ödül alıyor ve siz bu ödülün haksız olduğunu belirteceksiniz, fotoğrafı diyelim ırkçı buldunuz ve bunu yazmak istediniz. O zaman öncelikle fotoğrafın bulunduğu asıl kaynağın linkini, çeken kişiyi, tarihi vs veriyorsunuz. Daha sonra neden bu fotoğrafı kullandığınızı anlatıyor ve sonra ırkçılık üzerine olan fikrinizi belirtiyorsunuz. 

8. Genel kural aslında şu: siz nasıl yazılarınızı ya da fotoğraflarınızı biri olduğu gibi kopyalasın istemiyorsanız, siz de başkasına bunu yapmıyorsunuz. Yazınızın bir paragrafı alınıp link verildiği zaman huzursuz oluyorsanız ama müsamaha gösteriyorsanız, karşınızdakinin de bunu yapabileceğini ama yapmak zorunda olmayacağını biliyorsunuz. Kısaca en güzeli: "şu konuda bu linkte şöyle bir yazı var" diyip, ona atıfta bulunduğunuz kendi fikrinizi / görselinizi kullanmak.

Yazar çizer ve müzisyenlerin bu konudaki hassasiyetini anlamak lazım. Çoğu gerçekten çok fazla müsamaha gösteriyor, izinsiz olduğu halde metinlerinin kullanılmasına bir şey demiyorlar ama bazıları da "tak etti artık" diyebiliyor, sonuçta adam 7 sene oturmuş bir şiir yazmış, bir bakıyor bir antoloji içinde hiç bilmediği bir yayınevi yayınlamış! Tabii ki bloglardaki durum çok daha masumca ve çoğunlukla sizin peşinize de düşmeyeceklerdir ama yine de en azından bir link vermek, "alıntıdır" yerine nereden alıntıdır, kimin eseridir belirtmek, en azından "niyetinizi" göstereceği için, bence yeterli olacaktır. Geçmişe yönelik yazıları silmek sıkıntılı bir süreç ve benim kişisel fikrim gereksiz olduğu yönünde fakat çok endişeleniyorsanız, bloğunuza bundan sonra dikkat edeceğinizi belirten bir yazı ekleyip bundan sonra hakikaten samimiyetle dikkat etmeniz yeterli olacaktır (bu dediğim istock avukatları dışında, onlar çok belâ, herhangi bir görsel kullandıysanız hemen şimdi silmenizi öneririm). 

Umarım yeterince açıklayıcı olmuştur ;) 

EKLEME: Gönüllü kitap / şiir seslendirme konusunda şu adreste güzel bir proje var. Mesela burada seslendirme yapıp bloğunuza bilgi linki verebilirsiniz ;) Tamamen yasal. 

20 Aralık 2020 Pazar

Pabuçlarıma bakarken..

Her yer kapalı ama neyse ki yürümek serbest. Üstelik maskesiz. Beklenti düzeyim o kadar düşük ki, "daha ne olsun?" diyecek oluyorum. Hava buz. Gece eksiye düşüyor, gün içinde 2'yi geçmiyor, henüz kar yok. Kar mikrop kırar derler, Corona'yı da kırar mı ki?

İngiltere'de aşı başladıktan bir hafta sonra Almanya İngiltere'ye sınırlarını kapatma kararı aldı çünkü Corona mutasyona uğrayarak %70 daha fazla bulaşıcı hale gelmiş. "Bu bir savaş resmen!" demek geliyor içimden, ya da kıyasıya bir satranç maçı... Virüs ve İnsanlık karşı karşıya.

Bunları düşünüyor, pabuçlarımın burunlarından gözümü ayırmadan yürüyorum. Birden yanımda yaşlı bir adam beliriyor. İşaret parmaklarıyla kulağını işaret ediyor, dudakları oynuyor ama ses çıkmıyor. O anda fark ediyorum, ben yine ses geçirmeyen kulaklıklarımı takmışım ama "play" tuşuna basmayı unutmuşum! Bunu çok sık yapar oldum, sanırım müzik dahil her tür sesten kopmak istiyor bilinçaltım..

Kulaklığı çıkartıyorum. "Hah sonunda!" diyor yaşlı adam ve gülümsüyor. "Üç gündür aynı saatte aynı yerde karşılaşıyoruz genç bayan, günaydın diyorum cevap alamıyorum, gözünüzü yerden kaldırmadan yürüyorsunuz, bu hiç doğru değil" diyor! Öyle güzel diyor ki ama, "sana ne" diyemiyorum.. Zaten ben kimseye "sana ne!" demem ama bazı uykusuz geceler bazı insanlara demiş olmayı isterim..

"Kusura bakmayın" diyorum ve gülümsüyorum. "Hah şöyle" diyor Öğreten Adam (bir tek, elinde çay bardağı eksik...) "Yürürken lütfen pabuçlarına değil etrafına bak" diyor. Ben ne cevap vereceğimi düşünüyor ve ona "Düşünceler.. ve karıncalar.. Ben hep karıncalara basmaktan çekinirim" demek istiyorum ama mevsim geliyor aklıma ve ben tüm bunları Almanca Gramatik yapıda düzgün kurabilmek için der-die-das-dem-den'erden hangisini kullanacağımı hesaplarken, o yürüyüp gidiveriyor.. 

O zaman, yeniden kulaklıkları takıyor, bu sefer müziği de başlatıyorum. Kulağımda şu çalarken (video eki görülmüyorsa, link de burada) ben tüm bunları, ilk defa fark ediyorum:



Dahası yanımdan geçen genç yaşlı istinasız tüm insanların bana gülümsediğini de fark ediyorum! Tanrım insanlarla göz teması kurmayalı, ne çok şey kaçırmışım karıncalara / pabuçlarıma bakarken...... 

Acaba yaşlı adamı yarın sabah da görebilecek miyim? Sanırım bir teşekkür etmem gerekiyor...

Hem (olmayan) karıncaları incitmeye endişe etmek yerine, akıp giden yaşama bakmayı hatırlattığı için, hem de "pause"dan "play" tuşuna geçmemi sağladığı için. Hem de... hakikaten bu sıra hayat bana hep aynı şeyi mi gösteriyor??? Gör be kadın, artık! ;)


16 Aralık 2020 Çarşamba

Uyumuş da çözülmüş.

 Bak aklıma ne geldi. Pandemi öncesi son ziyaretimde Çocuk Evi'nin müdürü Doğan Hoca bana ısrarla akşamın 5'inde kahve ikram etmeye kalkışmıştı. O saatte bırak kahveyi, diyet kola içsem uyuyamayacağımı söylediğimdeyse "bu gece de uyumayıver, ne olur ki?" demişti :) O kahveyi içtim, öyle de güzel sohbet ettik ki, gece mışıl mışıl uyudum. Bir de "hayırlı bir işe önayak olmanın" hafifliği vardı tabii. 

Dün artık 1 saatlik uykuyla durduğum 3. gecenin ardından hayâllerimi yazarken kendi kendime, dedim ki... İşte bu. Seni uyutmayan namussuz bu! Uyursan ne olur? Tabii ki hayat boşu boşuna geçmeye devam eder, e senin sorunun ne, yaşayamadan ölmek korkusu. Ne zaman başladı, malum hastalık süreciyle.. Hey Allahımmmm, bak ne kolaymış sorunun nedenine inmek. Bir hocamız derdi 5 (ya da 7 - aklımda kalmamış) defa Neden? sorusuna dürüst cevap verirsen, sorunun köküne inersin. Hiç şaşmaz. İlginç bir yaklaşım tabii, tamamen dürüst olabilenlerimiz için.

Yaşayamadan ölmek konusu da bu senenin modası oldu bende ama insanım ya, aklım karıştı korktum. Normal yani, çok hırpalamadan üstüne gitmek lazım. Bakalım ilmek ilmek çözebilecek miyim hakikaten. Sorunu saptadım ya, dün gece tam 5 saat uyudum ben! Nasıl farklı hissediyorum anlatamam, bende benden gayrı yepyeni bir ben var resmen.. Uykusuzluk ne kötü bir şeymiş!

bir gün sol, bir gün sağ.. 
bunu da sinirlenmeden çözdüm ya bu sabah, helâl yani.

Bu sabah doktora gittim. Bende bir huy var, yaşı 60'ın altı olan doktora gitmiyorum :)) Size de tavsiye ederim, farklı bir yaklaşım var onlarda, hem de dünya genelinde. Genç doktorlara laf ettiğim sanılmasın aman ama biraz pişmeleri gerekiyor ya.. Psikolog da öyle bak, ben de daha pişiyorum, olmadım.. Süpervizörüm meselâ 70 yaşında, bilgimiz belki aynı ama yaklaşımımız, deneyimimiz, oturuşumuz bile çok farklı.. Neyse. Gittim doktoruma, 72 yaşında bembeyaz saçlı, "gel bakalım bayan C." dedi, "nedir derdin?" omzuma iki patpat. Daha orda tamam dedim, bu adam çözer meseleyi.

Anlattım işte olan biteni. Üstüne kalp çarpıntılarımı, uykusuzluk sürecimi. Yaşıyor gibi hissetmediğimi. Yaşamımın anlamını bulamadığımı. Önce tüm bunları sonra steteskopunu takıp oramı buramı dinledi. Sonra dedi ki: "40'lı yaşlar zor Bayan C.", "ama geçiyor, zaman ver, bak bana ne dert ne kaygı, yaşadığımı yaşadım, şimdi keyfime bakıyorum". Bunu anlamam 50 yaşımı buldu dedi, senin de bulacak dedi. Öyle kendinden bilgelik bekleme ha, bu tamamen hayattan bıkmakla ilişkili dedi ve güldü! Sonunda bir gün geliyor dedi, "baya bir şey yaptım aslında" diyormuşuz ve "e yeter bu çırpınma koşturma, artık her nefesin keyfini çıkaracağım" diyormuşuz. Ona 50'de olmuş, ben daha akıllı gibi görünüyormuşum (güldü), bana 45'te olurmuş.... 

benim doktor..

Haydaaaa. Bu mudur yani. E bir de kan ve idrar verdim. Sonuçlar haftaya. "Meditasyon" dedi, ilacım buymuş günde 2 defa, aç karnına, melisa çayı eşliğinde. Kalp çarpıntıları için de magnezyum. Peki bakalım..

14 Aralık 2020 Pazartesi

Meryem

Gülünecek yerde de gülüyorum. Ağlanacak yerde de gülüyorum. Bir sorun var biliyorum ama elimden başka türlüsü gelmiyor. Bir Başkadır'ı izledim ve ah dedim işte ben Meryem - Meryem ben, az daha okumuşu, daha çok kendi ayakları üstünde duranıyım. Ama başka hiç bir farkım yok. 

Her işe koşuyorum, gocunmuyorum. Kızılacak şeye kızmıyorum üzülmüyorum, gülümsüyorum; yeter ki güçlü görüneyim, umut vereyim. 

Hayat üstüme geliyor. Sağlık sorunları bir yandan, amk pandemi bir yandan, ne uyku ne ağız tadı, sabah kalkıyor ve sevdiğin insanları yoruyorsun, sabahtan yorgunsun daha düşün. Ne yaparsın yorgunsan daha sabahtan?

Evin o loş sessizliğinde hızlı bir kahve yaparsın kendine. Derin bir nefes alırsın. Makyajını değil de en güzel gülümsemeni yüzüne boyarsın. Biraz dudaklara, biraz gözlerine.. Ellerine biraz, şefkât sürersin. Yoksa kırılırlar, kırarsın.

Öyle geçiyor günler işte... Oynuyorum. Oynamak zorundayım. Ve sen geliyorsun bana "iyi değilim de Ceren, iyiyim demek zorunda değilsin" diyorsun. Nasıl diyeyim? Söyle nasıl diyeyim? Hangi duyguyu gösterebiliyoruz ki, bunu göstereyim? Hepimiz oynuyoruz işte.. 

George Hoyningen-Huene, "The Divers", Paris, 1930.

11 Aralık 2020 Cuma

Mim: 2020 yıl sonu raporu

2020'den hatırladıklarımız.

Yine yılın Z-Raporu zamanları mı gelmiş, ne çabuk?! Bu sene fikir Belle'nin Kütüphanesi'nden çıkmış, zikir bakalım nasıl olacak :)

1). 2020 senin açından nasıl geçti?

Bu sene "evde kalmış kız" sendromuyla geçti: Beklemekle.. Sürekli bir şeyleri bekledim. Önce Corona geçirirken, iyileşmeyi bekledim. Sonra evde yaşam başladı ve dışarıya çıkabilmeyi bekledim. İş yerleri ve okullar kapandı, çalışmaya geri dönmeyi, çocukların yeniden eğitim hayatlarına dönebilmesini bekledim. Yaz geldi, havalar ısınsın diye bekledim. Isındı, Türkiye'ye gitmeyi aileme, sevdiklerime kavuşmayı bekledim. Türkiye'ye gittim geldim, kısmen rahat bir dönem başladı, işe döndüm çocuklar okula başladı derken bu sefer alışmışım, endişeyle karışık "yine aynı şeyler yaşanacak" diye bekledim. Şimdi ikinci dalganın en zirve yaptığı günler içindeyiz, aşı haberleri geliyor o haberleri ve rakamların yeniden düşmesini bekliyorum. Yani resmen beklemekle geçti koca sene... Bu anlamda çok "yaşanmamış" geçtiğini hissediyorum.

2). Yıl boyunca yapmayı en çok özlediğin şey nedir?

İlk aklıma gelen "sarılmak"tı ama kendime karşı dürüst olmalıyım, ben sarılmayı ve bedensel teması özellikle çok sevdiğim biri değilse hiç sevmem :) Vallahi, biraz yabaniyimdir. Açıkcası cafeler barlar dışarda sosyalleşmeler de çok aşırı özlediğim bir şey olmadı çünkü arkadaşlarımla çok sık buluşup doğada açık havada yürüyüşler yaptık, en kötü gece çocukları uyutup birer şarap alıp bilgisayardan konuştuk. Yani sosyalleşme ihtiyacım aslında çok olmadı. Amaaaaa ama seyahat ihtiyacım çok oldu, çekip gitme ihtiyacım aşırı tavan yaptı. Özellikle bir tren seyahatiyle İstanbul'dan Kars'a meselâ, tek başıma, elimde kitabım, kulağımda müziğim, ara sıra kompartımana giren çıkan insanlarla sohbet edebilmek.. Bunu özledim. Hadi gidememek bir yana, üstelik hayalini bile kuramamak beni çok üzdü.... 

Tatil hayalleri..

3). Biraz da olumlu yönden bakalım. 2020'de güzel geçtiğine inandığın veya 2020 şu yönden uğurlu geldi dediğin bir durumla karşılaştın mı?

Çocuklarımla ilişkim! Çocukların 7/24 evde olması beni aşırı korkuturdu eskiden, bir noktadan sonra kendimi banyoya kilitleyip "noooolur 5dk, sadece 5dk" diye yalvarma durumum olurdu. İnsan korkularıyla yüzleşip "en dibi" de görünce bir rahatlık bir mutluluk geliyor sanırım :) Zaten bağıran bir anne değildim ama şimdi kendimi çok daha dengeli ve eğlenceli buluyorum.. Annelik konusunda kendime güvenim arttı sanırım. Bir de terapist olarak eskiden online terapilere çok ters bakardım, o güven ve samimiyet ilişkisi bilgisayar ekranından kurulamaz diye düşünürdüm. Şimdi haftada en az bir online terapi görüşmem oluyor ve keyif alıyorum. Bu yeni bakış açısı mesleğime de olumlu katkı yaptı, bana yeni bir "yol" açmış oldu.

Bavyeralı ev hanımı hallerim :P

4). Karantina sürecinde veya bulabildiğin boş vakitlerde kendine zaman ayırabildin mi? Ayırdıysan neler yaptın?

Ha ha ha. Sinirle güldüm vallahi. Ne diyorsunuz, Şubat sonundan Ağustos başına dek kendime 5dk bile bulamadım ve tırlatmak üzereydim, neyse ki Türkiye'de biraz dinlenebildim, kendime zaman ayırabildim (Ağustos'ta yaptığım 2 günlük bir kaçamak, bir ömür kadar iyi geldi bana). Eylül'den beri de Almanya'da iş yerlerimiz ve okullarımız açık, bu nedenle hem işime, hem sosyal hayatıma hem de kendime zaman ayırabildim ama rakamlar roket hızıyla yükseldiği için, şimdi önümüzdeki birkaç ay zor geçecek ve yeniden evlere kapanacağız. Fakat bu sefer kendime Proje 365 Blog diye bir blog açtım ve her gün kendi kendime benim için gerçekten "anlamlı" olan yaşam önceliklerini tartışıyorum. Bu "düşünsel ihtiyaç"larıma çok iyi geldi. Bir de bir önceki yazımda anlattığım yine kendime yaptığım "özel zaman" takvimimi sanırım noel sonrasında da devam ettireceğim, çünkü o da, yani kendimi zorla kendime vakit ayırmaya teşvik etmek de çok iyi geliyor!

5). Son olarak 2021 yılından beklediklerin neler?

Vallahi tek beklentim kendimin, ailemin, sevdiklerimin, sizlerin, hepimizin yani; sağlıklı ve huzurlu olmamız. Bu iki madde olsun gerisini biz hallederiz bence :) 

 <3 Hepimize.....

İlk foto. Şehrimizin 112 hattından çok sevdiğimiz bir arkadaşımız. Onun 2020'de yaşadıkları düşünülürse, hadi yine iyiydik bence...... Allahtan tüm sağlıkçılara sağlık ve güç diliyorum!

7 Aralık 2020 Pazartesi

Kendi kendime ufak hediyeler

Burada "noel takvimi" diye hoş bir âdet var. Sevdiğiniz kişilere 1 Aralık'tan 24 Aralık noele dek her gün için yukarıdaki fotoğraftaki gibi ufak zarflar ya da kutular hazırlıyorsunuz. İçlerine küçük oyuncaklar, çikolata ya da çeşitli çaylar gibi ufak hediyeler ya da ufak mesajlar koyuyorsunuz. Her gün bir kutu açılıyor. Sevimli bir âdet, ben her sene yapıyorum.

Bu sene ilk defa kendi kendime de böyle bir sepet hazırladım. Her gün 5dk bile olsa kendim için bir şey yapmak istedim ve aklıma gelenleri madde madde yazıp, ufak zarflara koyup, her gün birini açıp uygulamaya karar verdim. Meselâ kendime bir kupa çay hazırlayıp, pencerenin önüne oturup, hiç bir şey yapmadan dışarıyı izlemek. Ya da meselâ kendimde güzel bulduğum huylardan 3 tanesini yazmak ve yatağımın baş ucuna asmak. Bu sayede kendi içimdeki fırtınanın dinmesini ve kendime daha şefkâtli davranmayı umuyorum. 

Bugünkü madde "bugün gün içinde seni en çok mutlu eden 3 anı yaz" idi. Hemencecik buluverdim o 3 maddeyi: Sabah nasıl olduğumu kendi gözüyle görmek istediği için, bana kahvaltılık bir şeyler alıp ziyaretime gelen arkadaşım N.'yi yazdım. Sonra akşama doğru annemle mesajlaşırken annemin birden "Ceroşcuğum ne tatlısın yahu, seninle olan yaşlanmaz!" demesini yazdım. Bir de O.'un sabah bana sorduğu soruya kıvırarak ne yalan ne doğru, tam ne dediğim de anlaşılamayan yuvarlak ve politik bir yanıt vermemden ötürü, cevaben bana Şrek'ten Pinokyo'lu sahneyi yollamasını yazdım. Sonra birden aklıma esti, dedim şu yazdıklarımın fotoğrafını çekeyim de bugün beni en mutlu eden 3 şeyden biriydin diye N.'ye, anneme ve O.'ya yollayayım.. İşte o an çok tatlıydı! 

Üçü de ne sevindi! Ne bileyim, sanki dünyaları falan kurtarmışım gibi saçma sapan bir his geldi bana da.. Böyle küçük bir şeyden! Dedim ki, "C. ya..., aslında sen sevilesi birisin be." :) İtiraf edeyim, kendimle böyle olumlu konuştuğum çok azdır. Genelde içsesim "yetişemiyorsun, beceremiyorsun, al işte yine mahvettin" falan der.. Herkesinki öyle sanıyordum, sordum soruşturdum, ayol bir benimki böyleymiş. Milletinkiler "boşver, sorun değil, bir dahakine yaparsın" ya da "şunu ne güzel başardın affffferin sana" falan diyormuş. Benim iç ses öküz aleyhisselam çıktı sevgili dostlar.. Oysa dış ses gayet kibar, anlayışlı, sevecenken.. Kendime garezim nedir?

Yarınki madde de şu (çaktırmadan ucundan kaldırıp baktım evet): "Hayatındaki 5 değerli insan hakkında 3 güzel madde yaz" :) Çocukça biliyorum ama... Bu sıra iyi geliyor. 

Bu sıra bana iyi gelen bir başka şey, yeni açtığım blog. Çok fazla gevezeyim ama ilgilenirseniz, ilk yazılar denge ve sevgi üzerineyken, bu hafta konu birden "küçük detaylar üzerinden mutluluk arayışı"na evrildi. Bu hafta orada "şeyler" üzerinden "mutluluk evrensel bir ihtiyaç mıdır, yoksa bazı insanlar hiç mutluluğu aramadan da koca bir ömrü geçirebilirler mi?" gibi sorunsalları ele alıyorum. Meraklısına.. İç hesaplaşmalarımdan daral gelenlerle tabii buradan, kontrollü güncel çılgınlıklarımla, hafif ve su üstünde kalmaya dikkat ederek, devam.. 

8 Kasım 2020 Pazar

Savaşçının ölümü

1926'da doğmuş olan herkes gibi, o da bir savaşçıydı.. Bunu bu sabah düşündüm. Dün gece saat 2'de hastaneden aradıkları zaman, dilimin ucuna bu cümle geldi. 

Son bir haftadır kalp ve böbrek yetmezliğine bağlı olarak, kendi ciğerleri içindeki denizde boğulmasın diye, hastanedeydi. Corona nedeniyle sadece oğlu, o da günde bir saat yanında oturabiliyordu; ilk evliliğinden olan, bizden 15 yaş büyük kızlarına bile izin verilmemişti. Bir tek oğul. Baba ve oğul. Oysa son günlerini hep istediği gibi, aileyle kuşatılmış olarak geçirebilseydi.. Corona bunu bile elimizden aldı. Veda etmeyi bile.

Dün sabah da F. ile yine birlikte oturmuşlar, şakalaşmışlar, izin süresi bitince de bu sabah yeniden bir araya gelmek üzere sözleşip ayrılmışlar. Ardından el sallamış, sonra birden C.'yi öp benim için demiş. Gülümsemiş. Adımı andığında hep gülümserdi..

Şimdi onu düşünüyorum. Hatalarıyla, sevaplarıyla, insan olarak geride bıraktıklarıyla, bize kattıklarıyla. Ondan dünya üzerinde kalanlar 3 çocuk, 6 torun, 1 torun çocuğu, şehrin çeşitli yerlerine dağılmış 15 bina, 3 fabrika, 1 toplu konut, kimi geçen yüzyıla ait, çoğu biz daha doğmadan çekilmiş bir sürü fotoğraf. Bazılarında alplerin tepelerinde gülümseyerek bakıyor objektife, bazılarında üstü çıplak, altında sadece edep yerlerini örten bir havluyla (ki kendisinin en çok beğendiği fotoğrafı da budur) muzurluk yapan enerji dolu sarışın mavi gözlü bir genç adam, birisinde tüm aileyi çevresine toplamış (ben de çaprazında) kameraya doğru keyifle birasını kaldırmış, saçları pamuk gibi beyaz.... 94 senelik yaşamın fotoğraf karelerine yansıyan halleri.


Doğduğu kasaba savaştan sonra Polonya sınırına dahil olduğu için "ben bu ailenin ilk göçebesiyim, siz hepiniz sonradan geldiniz" diye takılır bize. Tek kelime İngilizce bilmeden Afrika dahil bir çok dünya ülkesini dolaşmış, iki evlilik ve iki boşanma yaşamış ve 55'ten bir yaş büyük olmaması kaydıyla kadınlara hala hayran olduğunu her fırsatta dile getiren bu adam, son günlerine dek zehir gibi çalışan aklıyla, ne bileyim, mesela Nkusi nehri'nin Kongo'da mı Uganda'da mı göle döküldüğünü benden çok daha hızlı şekilde bildiği için bile, beni haddinden çok etkilemiştir.. 

Beni ilk gördüğünde, iki eliyle havada 90-60-90 ölçüleri çizip sonra İtalyanların sıkça yaptıkları gibi tek elinin tüm parmak uçlarını bir araya getirip öperek "bellissima!" diye bağırmış ve hepimizi güldürmüş, benimse yanaklarımın kızarmasına neden olmuştu. Onu sırf bu buz gibi kültürdeki akıl almaz sıcaklığı için bile çok sevebilirdim, sevdim de..... Ailede en çok sevdiğim, kendi "güneyliliğime" en yakın bulduğum insan oldu. Hatta tek insan.

O katılmam "icap eden" ve bitmek bilmeyen uzun, gürültülü ve sıkıcı aile toplantılarında, masanın altından bana hışır hışır paketli ufak çikolatalar verip göz kırpması ya da geçen Mart'ta ilk hastaneye kaldırıldığı gün ziyaret ettiğimde "sen... çok farklısın, sen bizdensin!" deyişi.... Ait olamadığım bir coğrafyada bana hep evde olma hissi verdi.

Ve onu görmemize izin verilen son gün..... Dalgalar onu yutmak üzereyken, kayığımda oturup izlemek dışında elimden hiç bir şey gelmiyor. 94 senelik bir ömür. 94 sene savaşmış bir beden, hâlâ savaşıyor. Hiç bir makinaya bağlı değil. Boncuk gibi masmavi gözleri ara sıra açılıp her birimizin yüzünde dolaşıyor. Bana geldiğinde yumuşuyor bakışları, nemleniyor göz kapakları, hissediyorum "bizim köye gidiyorum, korkma" deyişini. Yine de savaşıyor, yine de tatlı geliyor o nefes; o serin sonbahar havasını hafifçe ciğerlerine çekmek, usul usul geri vermek. 

"Dakikada 35 defa atıyor kalbi..." diyor beyazlar içindeki genç doktor. Çok değil, sadece 94 sene önce, minicik bir bebekken dakikada 135 defa atan kalbi...... Yorgun. Böbrekleri artık çalışmıyor. Bir zamanlar çok güzel kadınların incecik bellerini kavramış güzel elleri, dans pistlerinin tozunu dumanına katmış zarif ayakları, artık vücuduna yabancı, yük gibi birer uzuv. Kadınların güzel başlarını yasladıkları, kendilerini güvende hissettikleri geniş göğsü, yavaş yavaş, adeta ürkekçe inip kalkıyor. 

Hayattaki tüm savaşlarını vermiş, kuşandığı zırhını çıkarıp yanındaki sandalyeye koymuş, sadece beyaz içliğiyle sıcak yatağında sonsuz bir uykuya dalmak üzere olan bir adamın koza-bedeni bu. Yakında terk edeceği, kimsenin bilmediği yeni bir gerçekliğe uçup gideceği bir kıyafet sadece. Onun gerçekte kim olduğu ise, bizlerde saklı.. Bir gülüşte, bir sözde, köşesinden sararmaya başlayan bir hatırada... Çok yakında, 35...25...15...5...1 atım daha zorla ve usulca duruverecek kalbi. Tüm savaşlar bitecek, yenilgiler ve zaferler önemini yitirecek.

Savaşçı; bizleri geride, cevapsız sorularımızla başbaşa bırakıp, uçup gidecek....

* Opa, 08.11.2020 tarihinde aramızdan ayrıldı........

2 Kasım 2020 Pazartesi

Alpfront Trail: Koşmanın çılgınlığa dönüştüğü an

Tırmanma koşusunu ilk defa birkaç sene önce, 60 yaşına yaklaşan bir dosttan duyduğumda "insan davranışının tuhaflığının sınırı yok vallahi" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Çünkü koşmayı özellikle son yıllarda oldukça sevmeye başlasam da, hiçbir güç beni dağ tepelerini koşarak tırmanmaya ve 8 günde toplam 850km yapmaya ikna edemez! 


Evet! Alpfront Trail tam olarak bu! Ortalama günde 106km (yani bu, her gün tam maratonu yaklaşık 2,5 defa koşmak demek) koşarak dağa tırmanmak! Nasıl bir fiziksel ve hattâ psikolojik güçtür bu? Üstelik bakıyorum takımda yaşları 26-43 arası değişen, üç farklı ülkeden 10 çılgın... 


Tamam bu diyarların insanları hem mizaç, hem bedensel kapasite anlamında bayağı sert oluyor ama bu derece bir zorlama? Bir psikolog olarak laf etsem, e katılımcılardan biri de psikolog! Kısacası, yutkundum, hakikaten imrendim, çok saygı duydum ve yazmak istedim....


Alp Front Trail aslında 10 Ekim 1920'de Avusturya ve İtalya arasındaki alan savaşında ölen askerlerin anısına, tam 100 sene sonra bir "anma koşusu" olarak yapıldı. Koşucular bu rotada can veren askerlerin anısına, özgürlük ve "AB içinde de olsa, sınırların kaldırılılabileceğine dair bir kanıt" adına koştular. 

Sergiyi gezmeye covid süreci nedeniyle ancak fırsat bulduğum için, sizi de kendi çekebildiğim fotoğraflarla ancak baş başa bırakıyorum.. İyi eğlenceler!






Daha fazla bilgilenmek için: 
https://alpfronttrail.com/
https://alpfronttrail.com/blog-de3

21 Ekim 2020 Çarşamba

yazasım..

Dün Derin'i yazdıktan dakikalar sonra içime bir sıkıntı düştü ve yazıyı sildim. Yazılarımı ve bazı hikâyelerimi siliyorum bu normal ama sildikten sonra bile kalan sıkıntı duygusu yeni ve tuhaftı. Benim ne zaman içim sıkılsa, bir nedeni çıkar. Bu sabah 9 gibi Ç.'den email aldım. "Derin'i okudum.." diyordu (halbuki emindim kimse okumadan sildiğime, kaldı ki Ç. okusun! Beni okuduğunu bile bilmediğim eski dost Ç..) "Derin'e ne olduğunu bilmiyorsun belli ki ve bunu sana yazmalı mıyım ben de onu bilmiyorum.." diye başlıyordu email. Tam bu cümle ile. Ve aslında o an anlamıştım Derin'in öldüğünü. Yine de okudum. Okudum okudum okudum...

Derin kendini öldürmüştü. Aşırı çekingenlik ve sosyal uyumsuzluk sandığımız şey, zamanla büyümüştü. Sosyal anksiyete bozukluğundan psikoza ağır bir süreç izlemiş ve Derin'i 2 sene önce - tuhaf bir şekilde, üstelik tam da bugünlerde - kaybetmiştik. Kendi seçimi ile. 

Daha önce intihar eden arkadaşlarım oldu. Mesleğim nedeniyle zaten alışık olduğum bir kavram intihar. Fakat yine hazırlıksız yakalandım. Bunca sene sonra Derin'i düşünmek, onu anlatma isteği, sonra bir sıkıntı ve sabaha Ç.nin emaili. 

Dedim ya, ben Derin'e hayrandım. 16 yaşımın tüm deli doluluğu içinde Derin, çok farklı bir "şey"di. Çok güzel bir kızdı bir kere. Gördüğüm en güzel kızdı sanırım. Ve kimseye benzemiyordu Derin. Tamam uyumsuzdu, aşırı içine kapanıktı, bazılarının dediği gibi sıkıcı ve tuhaftı ama bana göre "bulmaca" gibiydi; merak, anlama isteği, çözme isteğiydi. Belki de terapist olmamın nedenlerinden biridir Derin...... 

Ve ben bir hikâye yazdım. Oturdum 1,5 saat içinde yazdım bu aşağıdakini. Bu Derin'in hikâyesi değil. Ama bana bu hikâyeyi yazdıran Derin. Ondan bir şey kalsın istiyorum. Bu blogda.. Bu dünyada.. Bu yaşamda. Bu zor bir hikâye ve uzun bir hikâye ve düzeltilmeden tek seferde yazılmış bir hikâye. Okuması zor biliyorum ama okunmasa da, yazasım vardı.... Yazasım, çok fazlaydı. Öyle işte.......

*

ASU DEĞİL ASUMAN

BÖLÜM 1.

Dar, karanlık bir koridorun sonuna varıp, açmak için davrandığımda elime ağır gelen kalın tahta kapıyla mücadelemi görünce, gülümseyerek "ses geçirmemesi için özel yaptırıldı ama insan geçirmiyor" dedi. Elimde olmadan ben de gülümsedim. 60larında, gümüş rengi saçları boynuna kıvrık küt kesilmiş. Beklediğim şekilde, gözlüklü. Beklemediğim şekilde, sıcak ve yumuşak bir kadın. Benim 7. terapistim. Daha doğrusu, benimle ne yapacağını bilemeyen son terapistimin "Revnak Hanım'a yönlendirmek istiyorum seni Asu, durumun konusunda benden çok daha deneyimlidir kendisi. Ayrıca seveceğini, benden daha rahat açılacağını düşünüyorum. Senin için daha yararlı olacaktır" diyerek beni bir top gibi fırlattığı son kale.

Yıllardır tek bir arpa boyu kadar yol katedemediğim terapi serüvenimde, evet, son kalem. Bunu kimseye söylemedim henüz ama yoruldum artık. Revnak hanım, Sümbül hanım ya da Siklamen Bey, umurumda değil artık. Tükendim.

Yıllardır koymadıkları teşhis kalmadı. Depresyonla başladık herkes gibi. Sonra o dönemin modası bipolar bozukluğa döndük. Oradan bir dönem şizoid kişilik üzerinden uçarak, en son - büyük harflerle elbet - Borderline (Sınırda) Kişilik Bozukluğu, mutlaka parantez içinde küçük harfle "tanımlanmamış alt tip" teşhisine konduk. Hepimiz birlikte, terapistlerim, psikiyatrlarım, ailem, dönem dönem hayatıma giren çıkanlar ve.... en son da ben. Kendim. Asuman. Kısaca Asu. Çünkü adımı söylemek bile, zaman kaybı...

Revnak Hanım'a neden geldiğimi bilmiyorum. Kararımı vermiştim aslında. Bıkmıştım artık hepsi birbirinin aynı ve gittikçe daha koyu bir griye dönüşen sabahları beklemekten. Sanırım merak. Adı, çocukluğumdan sıcak ve yumuşak birşeyi hatırlattığı için, bu adı taşıyan kadını merak ettiğim için.

Revnak Hanım, işini iyi yapan - ya da tüm parasını orijinal bir Eames koltuğuna yatırmakta bir tuhaflık görmeyen, ya da ne fark eder, her ikisi de aynı kapıya çıkmıyor mu? - tüm terapistler gibi, paranın alabileceği en "brand" tasarımlara sahip ofisinin orta yerindeki, birbirine kusursuz 45 derecelik açıyla konuşlanmış iki koltuktan üzerinde görünmez bir "danışan" yazanını, oturmam için eliyle bana gösterdi, diğerine de kendisi yerleşti. Yerleşir yerleşmez kollarını kavuşturan terapistlerden olmayışı hoşuma gitti. Açık bir kadın demek ki, beden dili, "konuş benimle" diyor. Üstelik bağırmadan, fısıldayarak..

10 senedir konuşuyorum.. Tamamı gözlüklü, bir kısmı top sakallı, bazısı topuzlu, çoğu düşünürken çenesiyle oynayan 6 terapistle sayısız saatler konuştum. Rengarenk ilaçlar yuttum, ana odaklanma meditasyonlarından, bilişsel davranışçı ödevlere, gözlerimi bir sağa bir sola oynatmak dışında bir işe yaramayan emdr tekniklerinden, anamı babamı didik didik ettiğimiz sonsuz uzunluktaki psikoanaliz seanslarına (ki çoğu simsiyah giyinen bu psikanalistler bence en eğlenceli olanlardı, en azından koltuk yerine divana uzanmanın rahatlığı oluyor, pahalı divanlarda sırtıma kıyak çektiğim, sınırsız lüksle kuşaltılmış rahatlama anlarını beleşe yaşayabiliyordum). Uyudum bile bazısında! Kısaca, gördüğünüz gibi, ailemin "yeter ki düzelmem" için akıttığı paranın üstüne uzanarak (ya da 45 dereceyle oturarak) yapılabilecek herşeyi denedim. Revnak Hanım'ın tüm bunlardan sonra, bana daha başka ne sunabileceğini doğrusu merak ediyordum.

Eames koltuğuna ilk oturuşum değil elbet. Normal bir (elbet büyük harfle) Harvard Hukuk Profesörü'nden daha fazla zamanımı Eames koltuklarında geçirdim, bunu hak etmek içinse sadece delirdiğim düşünülürse, fena bir durum değil bu delilik bence. Ha bu arada delilik demeyelim lütfen, terapistlerin tamamı bu kelimeye alerjik reaksiyon veriyorlar. Uyum bozukluğu ya da yaşanılan sosyal yapıya ait olamamak dersek, rahatlıyorlar. Hissettiklerime en baştan "bir takım sıkıntılar" dediğimde ise, onlardan mutlusu yok. Nereden mi biliyorum, dedim ya, insan sağlığına yıllarını vermiş insanların divanlarında yıllarımı verdim. Analistleri analiz eden bir meta çalışma yapmış olmak isterdim, delirmekten daha kolay olurdu mutlaka..

Revnak Hanım bana bakıyor. Ben Revnak hanıma bakıyorum. Bir terapistin ilk cümlesi, bir romanın ilk cümlesi kadar önemli benim için. "Nedir rahatsızlığınız?" diyen çömezlerden tutun, bir el işareti ya da boğaz temizlemeyle beni konuşturmaya çalışanlara dek, neler gördüm. Artık en iyi giriş cümlesinin "buyrun... sizi dinliyorum" olduğunu düşünüyorum. Ama aynen romanlarda olduğu gibi, mükemmel bir giriş cümlesi, aramızdaki ilişkinin devamını garantileyemiyor. Bazı insanlara saatler boyu susmak dışında ne anlatabilir ki insan? Karşımda kendi susamayıp konuşmaya ya da benimle susmayı becermeye çalışırken esnemeye hatta uyuklamaya başlayan, aramızdaki sessizlikten duyduğu rahatsızlığı devamlı kıpırdanarak hatta "susmak için geldiyseniz, size ücretimin hiç de anımsanacak düzeyde olmadığını hatırlatmama izin verin, herhangi bir konuda konuşalım lütfen, aklınıza ne gelirse, açabilirsiniz, evet bekliyorum" diyip 45 dakika boyunca konuşmamı bekleyen.. Terapistler, tuhaf insanlar. İnsan bazen onların karşısındayken kendini normal bile hissedebiliyor.

Revnak Hanım. Evet.. Ağzını açtı. Bekliyoruz...

"Asuman mı Asu mu demeliyim, hangisini tercih edersiniz?" diyor birden. Beklemediğim bir soru, elimde olmadan kaşımı çattığımı hissediyorum. Elimi fark etmez anlamında hafifçe sallıyorum. "Genelde Asu derler". Bakışı, gözlerindeki merak ve ölçülü gülümsemesi değişmediği için, yeniden konuşmak zorunda hissediyorum: "Asuman derseniz aslında daha rahat hissederim".

Ve sonra ne oluyor bilmiyorum. Sonraki 50 dakika boyunca; Revnak Hanım, küt kesilmiş gümüş saçları, kenarı yeşilimsi kemik gözlüğü, ofisindeki afrika heykelciklerinin topluca ikea'dan alınmadığına beni ikna eden aynı tarz el işi ve otantik takıları, merino yününden grimsi boğazlı kazağı, siyah pantolonu, kolej tipi topuksuz sade ve cilalı ayakkabıları ve elindeki Legal Pad denen klasik sarı çizgili not defteri ile, sanırım beni bir şekilde içine alıyor. Ya da belki tam tersi, ben onu içime alıyorum. Ve haftalardır ilk kez, ofisinden çıkarken "belki de bu sefer...." diye düşünüyorum, "biri ne demek istediğimi anlayacak......"

BÖLÜM 2.

Tam bir hafta sonra, planladığımız ikinci seansıma gitmek üzere Ihlamur'daki evimden çıktığımda, bana kış ortasında oluşumuzu unutturacak denli ılık bir sonbahar havasıyla karşılaştım ve Revnak Hanım'ın Nişantaşı'ndaki ofisine kadar yürümeye karar verdim. Yol boyunca düşünceler aklımın içinde uçuştu, hatta bir ara "ben tek bir beden içindeki düşünceleri boşaltamazken, Revnak Hanım gün boyu bir çok danışanı ardı ardına dinledikten sonra aklını, kalbini boşaltmayı nasıl başarıyor ki?" diye bile düşündüm. Bir çok terapistin madde, alkol ya da az rastlanan tuhaf bağımlılıkları olduğunu, daha iyi terapistlerin ise koşu ya da kardio gibi ter ve dert attıran sporlar yaptığını, kendilerinden daha deneyimli bir terapiste içlerini döktüklerini ve buna da süpervizyon gibi süslü bir isim verdiklerini duymuştum ama Revnak hanım'ın uzmanlığında ve yaşında biri için bu seçenekler pek olası gelmedi bana. Birazdan gireceğim seansta bunu ona sormak istedim ama terapistler hakkınızda toplu iğne ucu kadar bile bir sır kalmadan herşeyi öğrenmek isterken, kendileri hakkında ser verip sır vermedikleri için, gereksiz geldi; vazgeçtim.

Revnak Hanım geçen haftaki seanstan sonra, üstümde tuhaf bir etki bırakmıştı doğrusu. Bir yanım ona güvenmeyi isterken, diğer yanım "neyine yarayacak ki? sen kararını çoktan verdin..." diyordu. Karar evet, sonu karanlık bir yola gireli çok olmuştu ve artık bu yolun bitmesini, karanlıkta el yordamıyla yürümeyi bırakmayı istiyordum. Tüm bu isteklerimin tek kelimelik karşılığı: İntihar-dı. Revnak hanım ilk seansta tüm iyi terapistlerin yapması gerektiği gibi,  intihar konusundaki düşüncelerimi sorup "yoklamıştı" beni, ben de "yok"lamıştım onu. Zaten "var" desem ne olacaktı, bir sonraki soruda takılacaktık; hayır henüz kesin bir planım yoktu, duruma bakacaktım.. Açık söyleyeyim, yılın ilk karını bekliyordum, bembeyaz pamuk gibi karın her yeri kaplamasını ve karın içinde kıpkırmızı bir nokta olarak yaşamımı sonlandırmayı.. Bunu düşünüyordum, bu düşünceyle oynamak hoşuma gidiyordu. Ama kahretsin ki, küresel ısınma nedeniyle en azından Şubat'ın ilk haftasını beklemem gerekecekti ve henüz Aralık ortasındaydık. Önümüzdeki 1,5 ay süresince her hafta yani toplamda 6 seans daha demekti bu; şu Revnak Hanım'ı biraz incelemek ve Eames koltuğunda biraz vakit geçirmek için bir fırsat; neden olmasın ki?

Tüm bu düşüncelerin seline kapılarak, Ihlamur'dan Nişantaşı'na bir inip bir çıktığın tuhaf tepelerden hızla geçerek ofise girdim, koltuğa oturdum ve Revnak Hanım'ın sözü açmasını bekledim. Oysa Revnak hanım kalkıp pencereyi açtı, odaya ılık sonbahar havası hakim olurken de birden bana dönüp: "işte karşımızda İstanbul'un akılalmaz saçmalıklarından biri daha; üzerinde bir tane bile sakız ağacı olmayan "Sakızağacı Sokak"! Üstelik bu coğrafyada yetişmez de bu meret, "işimiz gücümüz hayâlcilik.. Memlekette bu kadar çok şair olmasına şaşmamalı" dedi. Sonra sakince gülümseyerek koltuğuna oturdu ve "Hayâl kurar mısın, Asuman?" diye sordu.


Hayâllerim? Vardı elbet. Bir zamanlar.. Hastalığımın ilk yıllarında, deli gibi aşık olduğum, gözlerine bakarken uçsuz bucaksız hayâllere dalabildiğim bir adam vardı mesela. Neydi adı Murat mıydı, Mehmet mi? Önü topu üç hafta birlikte olduk çünkü benim manik dönemlerden depresif dönemlere ani iniş çıkışlarıma ancak bu kadar dayanabildi Mustafa. Ama ne deli gibi bir aşktı o üç hafta! Aşkın kendisine delilik derler ama deli birinin aşkı, gerçek bir hikaye oluyor. Ya da trajedi, emin değilim.

Üç hafta boyunca eve kapandık, yataktan dahi çıkmadık Mazhar'la. Sabah uyanır uyanmaz ilk işimiz sevişmekti, sonra Mahir çayı koyardı, ben duşa koşardım. Memduh kahvaltımı yatağıma getirir, kitabımı elime tutuşturur, kendi de yazmakta olduğu romana dalar giderdi. Ah nasıl izlerdim onun tıkır tıkır çalışmasını, aklım durmaz, o dursa ellerim durmaz, adamı tam oracıkta ayartırdım yeniden. Öğlene dek böyle.. Sonra işe giderdi o. E insan sadece yazmakla kazanamıyor hayatını, illâ ki bir işin de olacak paralel; değil mi? Yoksa gerçek yazarların hiç birinin ikinci işinin olmaması mıydı sorun? Bilmiyorum ama Melih'in işe gitmesi gerkiyordu...

O gidince, ortalığı topluyor ve onu özlemeye başlıyordum. Sonra yapmam gereken metin çevirilerine dalıyor, iki üç saat duraksız çalışıyor ve sonra daha büyük bir özlemle pencere önünde oturarak, elimde kahve, onu bekliyordum. Biraz gecikse aklıma kanlı trafik kazası sahneleri ya da daha beteri, karısına geri dönmeye karar verdiğini kısacık bir sms ile haber verip beni terk ettiği falan geliyordu aklıma. Öyle üstüme üstüme geliyordu ki bu düşünceler, sonunda dayanamıyor, koşarak yatağa giriyor, yorganın altına gizleniyor, o gelene dek başımı çıkarmıyordum dışarıdaki tekinsiz dünyaya. O geldiğinde beni bu şekilde buluyor, nedensiz ağlamalarıma anlam veremiyor, buna dengesizlik diyordu. Ve bir gün "hastasın sen" dedi, çıktı gitti....

O gittikten kısa süre sonra, bana günlerdir ulaşamayan ailemin evime yaptığı "Geleneksel 1. Ihlamur Çıkartması" yaşandı. Evin ya da benim (hangisi bugün bile emin değilim) halimi beğenmeyen annemin zoruyla ilk terapistimle tanıştım. Adamın adı: Murat! Yoksa Mehmet miydi, bilmiyorum. Ama danışan-terapist karşıt transferansı mı ne diyorlarmış, ona yakalandık. Kaliteli meşeden masasının üstünde benimle sevişmeyi gayet etik bulan Mustafa'nın aslında iddia ettiği gibi doktor değil sadece bir kişisel gelişimci ve üstelik erken boşalma sorunu olduğu anlaşılınca (sanırım sırası ters oldu bu anlaşılmaların), apar topar seanslar yarım bırakıldı, Muammer Türk Psikologlar Derneği'ne şikayet edildi, dernek "yaşam koçlarının hizmet alanları dışında olduğu gerekçesiyle bir şey yapamayacağını" belirtti. Macit aynı ofisinde hiç bir şey değişmeden çalışmaya devam etti, bense yeni terapistime doğru yola düştüm.

Yeni terapistim, yine annemin bu sefer daha dikkatli bir eleme sonucunda (kadın olması ön koşuluyla) seçtiği, Uzman Psikolog Şebnem Hanım, hakikaten klinik psikologdu ama... Amasını ne sen sor ne ben söyleyeyim, memlekette mantar gibi türeyen özel üniversitelerin herhangi bir özelliği olmayan, üstelik hayatta fazla bir emek vermeden heryere gelebileceğine emin olan seçme mezunlarından biriydi Şebnem Hanım ve benim depresyonumu bastırmaya çalışıp, manik özelliklerime ise "işte hayatın güzel günleri" demeye ısrar etmeseydi, iyi de gidiyorduk ama manik krizlerimin "yürrü be seni kim tutar"cı Şebnem tarafından şişirilmesi, bir gece kendimi acilde bulmamla sonuçlandı. Çünkü İstanbul'un en seçkin tiyatrolarından birinde rezalet çıkarmış, sahneye pırıl pırıl kıyafetlerim ve "bu oyun böyle oynanmaz, çevirisi böyle olmaz" diye fırlamış ve tiyatrocuları korkutmuş, kendimi rezil etmiştim ve annem Şebnem Hanım'ı baroya şikayet etmek istiyordu - psikologların baroya bağlı olmadığını anlatacak gücüm yoktu çünkü manik dönem geçmiş, depresyonun en derininde utancımdan konuşacak cesareti bile bulamamış, hayatımın ilk ve malesef tek olmayacak bir seçilmiş dilsizlik sürecine girmiştim. Sessizliğim 10 gün sürdü ve daha da sürerdi, hastanedeki oda arkadaşım Çisem hayatıma girmeseydi..

BÖLÜM 3.

Çisem, şizofrenikti ve yaşadığı akut atağın peşinden apar topar hastaneye kaldırılmış, oda sıkıntısı nedeniyle benim yani bir "konuşmamakta inat eden manik depresifin" yanına konulmuştu. Çisem olmasaydı ben ne yeniden konuşacak gücü bulabilir, ne de sonunda (büyük harflerle) "Borderline Kişilik Bozukluğu" doğru teşhisime kavuşabilirdim, çünkü Çisem..... kendi değimiyle "high functioning schizophrenic" yani oldukça zeki ve şizofrenisini bu zamana dek başarıyla saklayabilmiş, toplum içinde kendini ve hastalığını fark ettirmeden yaşayabilen şizofrenlerdendi. 23 yaşındaki bu kızcağız "sürüye uyabilmek" için öyle çaba sarfetmiş, kendini psikoloji, felsefe ve psikopatoloji alanında öyle bir yetiştirmişti ki, final haftasında stresten atak geçirmemiş ve sınıf arkadaşlarının üzerine maket bıçağıyla saldırmamış olsa, bugün en önde gelen klinik psikologlardan biri olacağına şüphe duymazdınız. Ama, stres ve insanın yaşam yolunu değiştiren sonuçları tam da bu işte.....

Çisem ilk bir hafta boyunca sedate edildi yani yanımda öylece, ölü gibi yattı. Tavana sabitlediğim bakışlarımı arada ona yöneltip bembeyaz yüzüne tezat duran kırmızı-pembe yanaklarını, dipsiz kuyular gibi simsiyah saçlarını, huzurla uyuyormuş hissi vererek hafif inip çıkan göğsünü, yatağa kelepçeyle bağlı uzun parmaklı zarif ellerini izlerken, "Pamuk Prenses'i yanıma verdiler" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Karar veremediğim, 7 cüceden hangisi olduğumdu sadece.... Sonra uyandırdılar onu.

Çisem uyandığında hiç bir şey hatırlamıyordu ya da deliliği açığa çıkan hepimiz gibi, üzerinden bir yük kalktığı için, ruhu neşeli ve hafifti. Ona cevap vermediğimi, vermeyeceğimi bile bile benimle konuşmaya çalışıyor, yerli yersiz şakalar yapıyor, bazen de hiç konuşmadan yüzüme bakarak saatler geçiriyordu. Böyle geçen saatlerin sonunda, bir gece "Biliyor musun, en iyisini yapıyorsun. Konuşmamak bir asalet belirtisidir, konuşsan ne diyeceksin, desen kime duyuracaksın, duyursan ne değişecek ki? İşte olduğumuz yer, yolun sonu." dedi ve arkasını dönüp uyumaya başladı. O gecenin sabahında, onu ölü buldu hemşireler çünkü akşam yemeği tabağına yanlışlıkla plastik bıçak yerine konan metal bıçakla bileklerini kesmişti ve gece boyu kendi kanından sıcak bir battaniye içinde, sessizce uyumuştu yanımda.


Hemşirelerin çığlıkları, koşturmaları arasında yanıma gelen doktora 10. günün sonunda kullanılmamaktan kısılmış çatal sesimle "bu hastaneden çıkmak için ne yapmam gerekiyor?" dedim. 3 ay sonra hastaneden "düzelmiş" olarak çıktığımda, yanımda yaşam boyu kullanmam gereken bir torba ilaç ve Umut adında mavi gözlü bir çocuk vardı. Sorun şuydu ki; o çocuğu benden başka gören yoktu, ben de sadece ilaçlarımı düzenli aldığım güneşli günlerde görebiliyordum onu.

İlaçlarla geçen 3 seneyi nasıl anlatayım bilmiyorum. Duygusal iniş çıkışlarım, öfke patlamalarım ve kendimi değersiz hissetme krizlerim son bulmuştu bulmasına da, onlarla birlikte sanki tüm renklerim de terk etmişti sahneleri. Hiç bir duyguyu yaşayamıyordum. Üzülemiyordum mesela, haber bültenlerini izleyen milyonlar gibi. Ya da en yakın arkadaşımın bebeğini kollarıma verdiklerinde, kedi yavrusu tutar gibi bir ürkeklik duyuyor ama sevinemiyordum. Evlenmeye kalktım bu arada, cinsellik gibi önemsiz ve ufak bir ayrıntı dışında her konuda uyumlu olduğum bir adamla hayatımı birleştirmeye kalktım. Çünkü defalarca farklı adamlarla ve hatta kadınlarla da denemiş, eskiden kolaylıkla ulaştığım orgazmın yakınına bile yanaşamamıştım ve artık aşk kelimesinin takım ruhu, sevgi ve saygı ile eş anlamlı olduğunu düşünmeye başlamış, bu tarife uygun bir adamı bulunca da, teklifine "neden olmasın?" deyivermiştim. "Neden olmasın?"la çıkılan yol, "neden olsun?"la bitiyor elbet ama ilaçların beni adım adım getirdiği bu noktanın ayırdına, beyaz gelinlikler içinde nikah masasında varmam, kötü oldu tabii.

Gelinliği çıkarıp soluğu 4. terapistin ofisinde aldım ve "ilaç kullanmak istemiyorum, lütfen bana ilaçsız bir yol gösterin" dedim.

BÖLÜM 4.

Borderline Kişilik Bozukluğu'nun (alıştınız artık, tabii ki büyük harflerle) ilaçsız tedavi seçeneği fazla yok. Tam kanıtlanmamış, deneysel bazı uygulamalar var elbette. Diyalektik Davranışçı Terapi ile de bu sayede tanıştım. İnsanlararası ilişkiler ve duygusal tepkilerin yeniden yapılandırılması esaslı bu terapi ilk başta özellikle stres düzeyini düşürmede işe yarar gibi göründüyse de, terapi blokları arasındaki boşluklarda özellikle de her yerden mantar gibi bitmeye başlayan kişisel gelişimcileri mutlu etmek adına serpiştirildiğini düşündüğüm "farkındalık eğitimi" geri tepti ve Murat (ya da Mehmet)'in ofisindeki kaliteli meşe masada kişisel kişisel geliştiğim dönemler üstüme üstüme gelmeye başladı. Terapistlere güvenim yoktu ve terapiye yoga, meditasyon, zen yaşam sanatı gibi son dönemlerde apartman görevlisi Hayrullah Efendi'nin bile günde bir saatini ayırdığı, bana göre dönemsel uzakdoğu modası öğelerinin eklenmesini sadece "zaman geçirmek, göz boyamak, modaya uymak" olarak görüyor, güneşi selamlarken aynı zamanda da "bu dünyadaki insanların tüm sorunu, seks yapmak yerine yoga yapmaları" diye düşündüğümden, hiç bir yere varamıyordum.


Ayrıca, ilaçları doktor kontrolünde yavaş yavaş kesmeme rağmen, dengesizliğim geri gelmişti ve manik dönemlerde ceset duruşunda kalamıyor, meditasyon yaparken kurtlanıyor, kıpırdanıp duruyor, çevremden tepki alıyordum. Grup çalışmalarına katılmamaya, bireysel terapiyle yoluma devam etmeye karar verdim. Bu da beni 5. terapistim olan Prof.Dr. Adnan Bey'e getirdi.

Prof.Dr. Adnan Bey, kişilik bozukluklarının tedavi edilebildiğini düşünen az sayıda terapistten biriydi ve aileme gereğinden fazla umut verdi. Sanırım o günlerde annem hala durumumun geçici bir kötü hissetme olduğunu düşünüyor ve belki de çocukluğumda aramızda yaşanan ve bana haksızlık yaptığını düşündüğü bir kaç konuyu çözümlendirebilirsek, herşeyin tekrar normale döneceğini sanıyordu. Adnan Bey'in aslında en büyük katkısı da bu oldu: asla, hiçbir zaman, hiç bir surette bunun olamayacağını annemin kabul etmesini sağlamak.

Tabii terapistin görevi bu değildi. Neydi terapistin görevi: beni iyileştirmek. Yaptığı ne oldu: hastalığımı kabullenmemi, ailemin asla düzelmeyeceğime inanmasını sağlamak. Bir nevi; Anti-terapistti bu Prof.Dr. Adnan Bey. Türk psikoloji dünyasının antagonisti, anti kahramanı, Joker'i.. Neden bıraktım onu; çünkü Adnan Bey annemle "çıkmaya" başladı ve konserler, sinemalar, şarap tadımları derken, evde yalnız kalmaktan korkup, ses olsun diye anneme gittiğim bir gece, Adnan Bey'i banyo kapısını kapamadan işerken görünce..... Yine "etik bariyeri"ne toslamıştık ama bu sefer annem ne "baro'ya", ne de Türk Psikologlar Derneği'ne şikayette bulundu, ben de o gece üstümde pijamalarla apar topar sokağa çıkıp bir daha da annemde kalmadım...

Pijamalarla annemin Etiler'deki evinden döne döne Ortaköy'e inişimi unutamıyorum. Koşarcasına.. Ekip aracı, hastane, atak.. Bunları ise hayal meyal hatırlıyorum. Bu sefer uzun sürdü sessizliğim. 6 ay. Elektro-şok tedavisiyle de o dönemde tanıştım. Ünlü elektro şokçu Dr. Sinan Bey'le de. Her sabah burnuma dayatılan dopamin arttırıcı muz, B vitamini eksikliği giderici yulaf lapası, kalsiyum kaynağı yoğurt ile de. Bana gizlice birazcık tarçın veren, masmavi gözleri deniz deniz bakan o yufka yürekli psikoloji asistanı Canan'la da.... 6 ay sonra, kısık sesle, "teşekkür ederim Canan" dediğimde, gözleri yaşlarla dolan o zarif ruhlu, terapist olamayacak kadar merhametli Canan'la.

BÖLÜM 5.

Canan hastanedeki en düşük rütbeli askerdi; kuyruğunun kuyruğu idi. Aşık olduğu kliniğe cesurca dalmış, derinlere yüzmüş ama dalgalar boyunu aşınca korkmuş, kıyıya geri dönemeyeceğini fark etmiş, denizden çıkabilmek için fırtınanın durmasını, dalgaların dinmesini bekler hale gelmiş, boğulacağını fark edememiş binlerce çömez psikoloji mezunundan biriydi. Ama onu benzerlerinden ayıran, o yumuşak bakışları ve bir kaşık tarçını düşünebilmek gibi ufak incelikleriydi..

Sadece Canan'la konuşacağımı duyan Dr. Sinan Bey küplere bindi. Ama artık beni cezalandırmak için uyguladığı şok terapisini sürdürebilmesi için gerekli tek neden ortadan kalkmıştı: konuşuyordum. Derhal heyet toplandı ve Canan'ın süslü süpervizyon kelimesi eşliğinde terapistim olmasına karar verildi. Canan yaprak gibi titrerdi, bir hata yapsa intihar edeceğimi sanardı yavrucak. Sesi gider gelirdi, söylediklerinden asla emin olamazdı. Halbuki, keşke bilseydi, söyledikleri kimin umurunda? Bazen insan sadece karşısında nazik bir insanla, insani duygulara sahip bir insanla oturmak ister... Ama onun başarısız olduğunu düşünür de terapistçilik oyunumuza son verirler diye, insan üstü bir çaba gösteriyor, oyuna tüm benliğimi koyuyor, seyirciden alkış aldıkça coşuyor, görüntüde bir mucizeyi gerçekleştirerek hızla iyileşiyordum. Ama ben de acemiydim, Canan kadar.... Bir gün, taburcu edildim. Elimde yine bir torba ilaçla, bu sefer mavilere açık yeşiller ve uçuk sarılar da eklenmişti. Bir de haftada bir evimde beni "ziyaret" edecek Dolores Claiborne kılıklı psikiyatri hemşiresi...

Dolores Nihal hanım öyle sertti ki, sonunda felç geçirdi ve emekliye ayrıldı. Yoksa mazallah gerçekten iyileşecektim, az kalmıştı.. Ama Nihal Hanım'ın bana yararı da oldu gerçekten. Biri tarafından kontrol edilmek, ilaçlarımı düzgün kullanmamı ve yaşam kalitemi korumak için belli görevler ve sorumluluklar almamı da Nihal Hanım sağladı. Bu sayede tekrar işe dönebildim, uzun süredir görüşmediğim ama hala benden umudu kesmemiş birkaç arkadaşımla ilişkimi yeniden kurabildim. Aşık bile oldum birkaç kişiye, tek sorun aynı anda olmam olsa da.. Yeni dönem ilaçların yan etkilerinin azlığı nedeniyle, yatakta ve bilimum mobilya üzerinde yeniden ayaklarım yerden kesilmeye başladı. Ve bu birkaç sene sürdü..

Ta ki... Ozan'la karşılaşana dek. Ozan'a aşık olduğumu düşünüyordum, bu da tanıdığım sularda keyifle yüzmek demekti. Ama sonra, bir sabah, Ozan çok sıradan ama tüm hayatımı değiştiren bir şey yaptı. Ben uyanmadan hatta gün bile doğmadan önce işe gitmesi gerekiyordu ve bir önceki gece arkadaşının doğum günü partisi nedeniyle çok fazla içmiştik.. Sabah uyandığımda, üzerinde ufacık bir kalp bulunan bir kağıt parçası buldum baş ucumda ve kalbim atmaya başladı... Notları sevmezdim. İçinde "gidiyorum" yazan notları hele, hiç sevmezdim ve adım gibi emindim, Ozan gidiyordu ve hatta gitmişti bile..... Titreyen parmaklarla açtım notu.


"Dün geceden sonra vücudun çok susuz kalmış olmalı, lütfen koca bir bardak suya bu vitamin tabletini atmayı ve bir dikişte içmeyi unutma, e mi gözbebeğim?" yazıyordu o notta. Ve ancak o zaman gördüm yatağımın başucundaki bardağı ve yanında duran kocaman tableti... Hayır aşk değildi bu sefer. Bu adamı seviyordum ve korkarım, o da beni seviyordu......

Elim kolum birbirine dolandı. O akşam, o sabah, diğer akşamlar, diğer sabahlar ve o gidene dek her gün seviştim onunla, tüm ruhumla, sadece ayaklarım değil tüm bedenim yerden kesilene, Martı Jonathan'a dönüşene dek seviştim.. Ama yine de gitti. Sonu geldi, her ilişkide olduğu gibi ve Ozan gitti...

Tuhaf ama onun gidişinden sonra, herşey normaldi benim için. Ağlamadım, üzülmedim, kabul ettim, zaten başka türlü ne olabilirdi ki... Benden ne çıkabilirdi? Ozan bunu anlamış ve gitmişti işte.. Şaşırmadım bile. Ama her zaman yaptığım ufak şeyler bozulmaya, kenarından köşesinden eksilmeye, kopmaya başladı. Mesela Ozan'a tam ayarında yaptığım rafadan yumurtayı bir türlü tutturamıyordum, ya çok cıvık ya çok katı oluyordu. Ya da banyo suyu.. Dolduruyordum, yanında otursam bile birden taşıveriyordu! Tüm banyo karoları su içinde kalıyordu, kaç defa alt komşudan azar işittim... Olmuyordu işte. Bir şey kırılmıştı ve yeniden yapışmıyordu. Annem hayatıma yeniden girmişti çünkü ödenmeyen faturaların cezası ona kesiliyordu ya da gitmediğim kontrollerin haberi ona veriliyordu ve annem mutlu değildi. Annem mutlu değilse, başım belâda demekti.

Ve bu beni bu noktaya getirdi. Sizin ofisinize. İsminizin anlamını bildiğim, bana çocukluğumdan sıcak birşeyleri çağrıştırdığı için geldim ofisinize ve ilk seansta adımı doğru söylemeniz, etkiledi beni. Bir de saçlarınız. Belki Afrika heykelleriniz... Bilmiyorum. Ama evet, 7. terapistimsiniz.. Söyleyin bana, peki şimdi ne olacak?

..
.
Son.

18 Ekim 2020 Pazar

Sushi, sake ve bir takım 4 haneli rakamlar

Vallahi peşinen söyleyeyim; ancak kırk yılın başı köpüklü beyaz şarap içen biri olarak, dört bardak sakeyi devirmiş halde, çakırkeyfin bir tık üstünde yazıyorum bu yazıyı, o nedenle sürç-ü lisan edeceksem peşin peşin affola. Üstelik tek kabahatim de o değil; göstere göstere yeme içme işleri ve sağ elin yaptığını sol eli bırak, dış kapının mandalının gözüne sokmalar falan hiç benlik işler değil ama.. Ama! Bunu yazmazsam ayıp bence, çünkü çok güzel bir işe imza attık. Attım yani, fikir benden çıktı, hazırlıklar benden, sonuç tabii "takım ruhu". 

Bir süredir gönüllü bazda işler yapıyorum. Çok keyifli olduğu kadar psikososyal hatta fiziksel sağlığa da etkisi büyük ama buyrun yazılmışı var şimdi o konuya girmeyeyim. Bu gönüllü işlerin bazıları "para toplamak" oluyor ve projeler yarışıyor. Şimdi benim çevremde parası bol olan ama nedense eli pek açık olmayan (para bollaştıkça el açıklığı azalıyor belki de?) bazı insanlar var - isimleri lazım değil :) Bu insanlar - şen dullar diyelim - 6 kişiler ve kocalarının cenazeleri dışında ayda yılda bir biraraya geliyorlar. Her biraraya gelişleri ayrı bir olay oluyor çünkü lüks lüks yerlerde (misal Fransa'da bir şatoda) buluşup saçma sapan istakoz yeme işleri, bizler gibi köpüklü şarap değil Champagne (r) içmeler, butler'larına ufak bir arabacık hediye etmeler falan gibi abesle iştigâl işler içine giriyorlar. 

Şimdi burada bu kadınları 70+ yaşlarında sosyalizm, hak hukuk adalet ve eşit haklar gibi fikirlerle tanıştırmak beni aşar sevgili blogger'cıklarım çünkü bazı şeyler "böyle gelmiiiiş, böyle gidecek". Fakat işte "farkındalık" arttırmak, paralarının "bol kaçan" kısmını anlamlı işlere harcatmak gibi uğraşlar içindeyim. Bazen de hızımı alamayıp kendi eşitlikçi geçmişimi anlatmaya başlıyorum ki gözlerinde bir nevi Jean d'arc gibi ışıldadığımı sanarken "ay C.ciğim neden banka havalesiyle halletmedin" gibi elitist sorularla yıkılıyorum. Ama vazgeçmiyorum. Baya yol katettim ve şimdi anlatacağım hikâye de (konuya bir girebilirsem) bunun kanıtı.

Gönüllü çalıştığım kuruluş bizden "yaratıcı projeler" istedi çünkü banka havalesi gerçekten ruhsuz bir yardım yöntemi (bakın "az giyilmiş temiz kıyafetleri vermek" ve "köy çocuklarına atkı örmek" demedim bile..). Ben de "zengine zenginliğini hissettireceğn ki gaza gelip keseyi açsın" mottosuyla yola çıkıp, bizim şen dullara bodoslama daldım. 

Benim Japon bir arkadaşım var ve bu kızcağız bana ne zamandır "gel sushi saralım, sake içelim" diyip duruyordu. Onu aradım dedim ki "6 adet şen dulum var, onlara evde ufak bir bağış partisi düşünüyorum, malzemeleri ben alırsam bize sushi yapmayı öğretir misin?". Bağış yapacağımız yeri sordu, anlatınca hoşuna gitti ve "tamam malzemeler benden" dedi. Neyse uzun ve kök söktürücü uğraşlarla şen dulların, benim ve sushi ustamızın ajandalarında ortak bir gün belirlendi ve bu öğlen "sushili ve sakeli bağış partisi"ni sonunda gerçekleştirdik!


Aman ne güzeldi. Nasıl eğlendik. Önce şen dullar böyle benim kafam kadar pırlanta yüzüklerini falan çıkardılar, fönlü saçlarını topladılar, benim gözaltına sürmeye kıyamadığım el kremlerini yıkayıp temizlediler falan :)) Sonra sushi sarmalar, wasabi yapmalar, hazır alınan (o nedenle pörsük pörsük çıkmış fotoğrafta) zencefil turşusu vs. hazırlandı. Bir yandan sarıyoruz, bozuk saran sake içiyor derken tabii kikirdemeler kahkahalara dönüştü. 6'sı 70+ 8 kadın bir araya gelip bir de içince tabii konu erkeklere döndü, 1960-70'lerin son derece "free" ortamında yapılanlar falan derkeeeen vallahi ufkum açıldı :))) Son olarak hazırladığımız sushilerin "yenebilir" şekilde olanlarını bir tabağa koyup süsledik, ben birkaç fotoğraf çektim gönüllü merkezimizin yıllık aktivite sergisi için ve sushilere dalmadan önce aklıma ufak bir fikir geldi. 


Fotoğrafta gördüğünüz resimli kartların her birinin arkasına şen dullarımızın isimlerini yazdım ve herkese birer tane verdim. Dedim ki "bu kağıdın üzerindeki isim hakkında düşündüklerinizi birkaç cümle ile yazın ve altına da projemize ne kadar bağışlaması gerektiğini düşündüğünüzü yazın, eğer bu kişi bunu kabul ederse o rakamın altına imzasını atsın, etmezse de üstünü çizip kendi belirlediği rakamı yazsın ve öyle imzalasın". Biliyorum çok riskli bir fikirdi bu ama işe yaradı! Kimse o rakamın altına düşmediği gibi, iki kişi üstünü çizip az bile yazmışsın diyip rakamı yükseltti!

Ve sonuçta 6 kadından projeye 4 haneli (euro olarak düşünelim) bir rakam geldi ki, bunu inanın ben bile beklemiyordum. Sanırım evden banka yoluyla havale et desen bu rakamı tutturamazdık. Biraz "sosyal baskı" biraz "gösterme isteği" :) Hin miyim biraz..... Ama sonuca bakalım biz.... 

kendini dansederek kutlayan ben, temsili :))

Dediğim gibi, bu post biraz yediğini içtiğini yaptığını gösterme postu oldu ama yapılanın değil de fikrin paylaşılması olarak düşünüyorum ve bilmiyorum belki de aramızda toplandığımızda oynayabiliriz bu oyunu? Belki bu kadınlar gibi kafam kadar pırlantalarımızı çıkarmayız, belki sushi yerine kısır yaparız, belki 4 haneli değil 3 haneli rakam olur ama hem keyifli bir gün olur hem de "birlikten güç doğar"; belki bir kız çocuğu okuturuz, belki bir oğlan çocuğunun babasının eskimiş ceketini yenilemiş oluruz.. yani bir banka havalesinden belki bir adım daha kişisel bir şey olur... Hem biz güzel vakit geçirmiş oluruz, hem de bu vaktin karşılığı güzelleşir. Ev hanımlarının altın günü gibi ama altını kendinize almayıp ihtiyacı olan birine verdiğinizi düşünün :) Daha güzel değil mi???? 

İlk fotoğraf: Clayton Robbins unsplash, Kimonolu fotoğraf: Eea Ikeea unsplash, diğerleri benim :)

14 Ekim 2020 Çarşamba

Üç renk SoMbahar

Birdenbire oldu..

Aynen ilkbaharda olduğu gibi, yine birdenbire oldu. Aylardır aynı tonlarda oynaşan yapraklar, sanki sadece ağaçların kulağına fısıldanan bir mesajı almışçasına.. Birdenbire. Birkaç gün içinde önce sarılar, sonra turuncu tonları, kırmızılar ve koyu morlar beliriverdi. Her sene olur ama.. ben de her sene boş bulunup, birdenbire şaşırırım işte. Evet evet, "herşey birdenbire oldu..*"

O çocuklar, o yapraklar,
Onlar da olmasalar, benim gayrı kimim var?**

Sonra, bunlar birdenbire.. Her sabah camın önüne gelir oldular yeniden. Sadece sincaplar mı? Kirpiler, börtü böcek.. Herkes, hepsi.. bir hazırlık içinde. 


Sadece gölgeler yavaşladı, onlar uzayıp gidiyor. Ağustos sonunun bitmek bilmeyen öğlesonları yerini Ekim'in kısacık ikindilerine, adım adım uzayan akşam vakitlerine bırakıyor. Bağbozumlarının kızıl ışığı çoktan geçti, ekinler çoktan biçilip sarışın püskülleri ahırlara, kilerlere depolandı. Doğa, bu coğrafyayı aylar boyu gri ve beyaza boyamadan önce, son bir görsel şölen sunma telaşında. 

Sadece ağaçlar değil, evler de üstten alta doğru kızarıyor bu sene.


Ve tabii mevsimin assolisti, balkabakları yine her köşebaşında. İçlerinde ufak mumlar yanar geceleri, tabii sağanak yağmur fırsat verirse.. Kötü ruhları - ve çocukları - korkutmaya yarar.


Dışı seni, içi beni yakan balkabakları, hokkaido kabakları, bizdeki Side / Manavgat yöresine özgü, eskiden bebek şeklinde süslenip turistlere satılan o su kabakları çeşit çeşit tariflerle sofralarımızı da süslemeye başladıysa.... Sonbahar / SoMbahar gelmiştir!

kremalı hokkaido ya da sadece tavuk suyuna patatesli..

Yavaş yavaş ısısı arttırılan kalorifer peteklerinin üzerine koyduğun mandalina kabuklarının kokusu, yumuşacık renkli örgü battaniyelerin davetkârlığı, şanslı azınlıktaysan soba üzerinde çıt çıt çıtlayan kestanelerin sakinleştiren etkisi, zencefilli tarçınlı kış çayları.. 

Sevdiğin yanındaysa, boynuna burnunu sokup kokusunu içine çekebilmek.. Renkli eldivenler ve kaşkollerin şehri istilası! Erkeklerin kasketleri, kadınların süslü ponponlu bereleri.. Ah hele o ufacık eldiven tekleri, sağda solda önüne çıkan bu "turuncunun aşka durduğu duvarda" meselâ; göz hizası üzerine bırakılmış, minik sahibinin geri dönmesini bir umutla bekleyen o yalnız eldiven tekleri..

go ahead chris için, buraya tıktık

Sonbahar diyorum, güzel be sevgili..

* Orhan Veli Kanık - Birdenbire.
** Can Yücel - Yaprak Dökümü.
*** SoMbahar isimde bir dergi çıkardı bir zamanlar.. 
**** Fotoğrafların içine şarkı sakladım sanki. Becerebildiysem :)

9 Ekim 2020 Cuma

Bloglar, ağaçlar, zamansız ölümler ve kabullenmeler üzerine

DÜZELTME: Ağacımın etkisi ya da bisiklet tekerimi tek başıma tamir  edebilmemin; keyfim geldi ve yazıyı biraz değiştirdim. Bu güneşli Cuma gününde, sinmedi içime. 


Blog dostlukları ne güzel oluyor; insanların kendilerince dışa açtıkları dünyalarına, bir pencereden bakar gibi bakmak. Bu pencerelerin önünde durup iki çift laf etmek, bazısına hızla geçerken uğrayıp pencere arkasından el sallaşmak, neşeli ve aceleye getirilmiş bir "günaydın" çakmak, diğerine uzun uzun durup hâl hatır, çocukların okulunu, annesinin sağlığını sormak, bazısının pencere önündeki sardunyalarına hayran olmak, kiminin hafif rüzgârla uçuşan tül perdelerine ya da mutfak tezgahından yükselen tarçınlı kek kokusuna, kiminin radyosundan çalınan o güzel müziğe.. Bazısına da çat kapı kahveye gidecek kadar yakınlaşmak... 

Evet blog dünyasını betimlemem gerekirse, sanki aynı sokakta yaşayan kapı komşuları gibiyiz.. Hepimizin evlerinde ayrı hikâyeler ama ortak binalar, ortak ağaçlar, ortak gökyüzü.. Seviyorum sizi.

Pelin Pembesi gibi ben de "sahibi belki geri döner.." diye, uzun süredir yazmayan bazı bloglardan bir türlü vazgeçemiyordum ama bu sabah anî ve birazcık duygusal da bir kararla hepsini sildim. Hattâ 14 sene önce benim ısrarımla ortak açtığımız, benim amatör, onun profesyonel yazılarının olduğu, 11 senedir de okura kapalı ve bomboş duran bloğunu / bloğumuzu da sildim. Ne kadar kolaymış. "Bloğu kaldır". "Emin misin?" "Evet". Bu kadar..

Bu kararı alıp hızla uyguladıktan sonra, hazırlanıp çıktım. Bazı ufak aksilikler oldu; oğlumun sabah mızmızlığı, bisikletimin tekerinin yarılması, içindeki sivri cam parçasını çıkarırken elimi kesmem, biraz gözyaşı derken sabahki danışanım da iptal edince, kendimi "ağacım"ın yanında buluverdim.

Ağacımı hatırlıyor musunuz? Hani şu 3 kaburga kemiği kırma macerası, altında öleyazdığım ağaç. Hani Tanrıyla yapılan anlaşmalar.. "Ne olur biraz daha zaman" diye yalvarışım, ambulansın altına kadar gelip durduğu ana dek, yapraklarından gözümü ayıramadığım, hayatın çok basit görünüverdiği, bana herşeyi açıkça gösteriveren şu ağaç.... Ona gittim. Ara sıra gidiyorum ona ben. Oturuyorum kucağına, anlatıyorum köklerine dallarına derdimi, sevincimi, heyecanlarımı, aşklarımı, umutlarımı.. Gelip geçen ne der umursamıyorum. Üzerine biri kalp çizmiş, birşeyler yazmış, okunmuyor.. Öyle bakıyorum işte... Bana "ek" verilen süre için teşekkür ediyorum ve "değdi ama.." diyorum, "aramızdaki anlaşmadan ikimiz de memnunuz, haydi biraz daha uzatalım" diyorum. Cevabın "evet" olmasını umud ediyorum. Öyle işte......

Herkes gibi benim de bir ağacım var şu dünyada.. Üstelik sihirli bir ağaç, konuşabilen bir ağaç bu. ya da daha doğrusu, siz onunla konuşup içinizi açtığınızda, içinize doğru cevapları gönderebilen bir ağaç.

Ağacıma dedim ki; "farkında mısın, benim bitmelerle ilgili sorunlarım var"; güzel birşeylerin bitişini çok zor kabulleniyorum ben.. Güzel bir kitabı elinden bırakamazsın ya. Ya da sevdiğin bir yiyeceği küçük parçalar halinde yersin. Ya da çok keyif aldığın bir yaşam dönemini, uzatmak istersin. 

Ağaç da bana dedi ki: "Ama herşeyin bir başlangıcı, bir de bitişi var. Nesnenin kanunu bu. İlişkiler, güzel dönemler, zorluklar ya da sahip olduğunu sandığın herşeyin - ve hattâ zamanın, en çok da zamanın; bir sonu var. Bitiyor".

Son bir senedir bitmeler konusundaki algım üzerinde çalışıyorum. Yani bitişleri, ayrılıkları, ölümleri ve sonlanmaları "hayâlimdeki ben" gibi, tevekkül ile karşılamayı öğrenmeye çalışıyorum. Oldukça zorlanıyorum fakat bu öğlen fark ettim ki, ben çok büyük bir yol katetmişim. Eski ben hüznümü içime atmaya çalışır, kendimde suç arama meyli gösterir, kabullenemez ama dile de getiremez, bazen yıllar boyu ölümün haksızlığına takılır, o yarayı hiç iyileştiremezdim. Şimdi ise şunu düşünüyorum: ölüm, sadece bir an. Bitiş, ayrılış, son bulma; bunlar hep "an". Fakat öncesi var; hatıralar var, yaşananlar, hissedilenler, paylaşılanlar var. Bunlar hep benimle, bunları benden kimse alamaz. Özlersem kaparım gözlerimi, o ana geri ışınlayıveririm kendimi. Bir koku çalınır burnuma, bir şarkı dolar kulağıma ve geliverir özlediğim kişi, tutuverir elimi.. Bunu benden kimse alamaz!

Bu insanı ferahlatan bir düşünce, biliyor musun..... Özlemek de sonuçta belki "ışınlanmayı başaramamak" sadece?

Hem başaramadığın anlarda da; cam kırıkları ve patlak lastikler, kesilmeyi bekleyen soğanlar ve göze kaçan tozlar neden var ki? :)

5 Ekim 2020 Pazartesi

Mantarlar hakkında

Sonbahara hızlı bir giriş yaptık. Son 2 haftadır hava oldukça serin (8-14 derece arası geçişler oluyor) ve yağışlı, dolayısıyla mantarların yetişmesi için elverişli bir dönemdeyiz. Kızım botaniğe çok meraklı ve 7 yaşında olmasına rağmen bazı bitkileri tamamen kendi merakıyla benden çok daha iyi bildiğini fark edince, bu haftasonu onu botanik okulunun yürüyüşüne yazdırdım. Yanımızda bir sepet getirmemizi, çünkü mantar toplayacağımızı söylediler. Ben hayatımda hiç mantar toplamadığım gibi, mantardan korktuğumu da saklamayacağım, çünkü mantar zehirlenmesiyle ciddi rahatsızlanan insanlar tanıdım.. Hattâ belki biliyorsunuzdur, Buddha bile mantardan zehirlenerek ölenlerden..

Ayrıca bu canlının ne bitki ne hayvan sınıfına ait olmaması, bazı türlerinin 5km uzaktaki hemcinsleriyle "iletişim" halinde olduklarının keşfedilmesi gibi nedenlerle, açık söyleyeyim mantar bende "uzaylı bu" fikri yaratıyor ve çekiniyorum kendisinden.

Fakat keyifliydi. 5km'lik ormanlık alanda sepetler elimizde, uzun ip belimizde yürümek ve bulduğumuz mantarların fotoğrafını çekip, onlar hakkında bilgi edinmek çok güzeldi. 

Mantarların ekmek, bira ve şarap gibi ürünleri fermente etme özelliği olduğunu bilmiyordum meselâ. Ben şu gözle görünmeyen daha çok maya ya da küf dediğimiz minik mantarlara atfetmiştim bu özelliği ama büyük, şapkalı mantarların da küliner etkisi büyükmüş! Ve tabii ki mantar tüketimi ile "bağışıklık güçlendirme" arasında hatırı sayılır bir ilişki var, biliyorsunuz..

Mantarlar spor yaratarak ve bunu böcekler ve rüzgar yardımıyla açık alanlara yayarak çoğalıyor. Bitki köklerinden ve topraktan su ve suda çözülen minerallerle besleniyor. Aslında temel döngüsü büyüme, üreme, ölüm olan bir canlı. Fakat gerek "mayalama" özellikleri, gerekse "antibiyotik" gibi insan sağlığı için çok önemli maddelerin oluşmasındaki etkileri açısından aslında mantarlar ekosistemin önemli bir parçası. 65.000 çeşidi olan mantarın bizler tarafından en çok tüketilen çeşidi olan "kültür mantarı" ise, tamamen insan elinde ve şaşıracaksınız ama 1950'lerde ortaya çıkartılmış! 

Diğer "çok sevilen" fakat daha doğal mantar türleri arasında ise: Morchella (kuzu göbeği), porçini, İmparator mantarı (gelincik), Tirmit mantarı, İstiridye mantarı (kayın sırtında yetişen çok lezzetli bir türdür), Bal mantarı (çiçek gibidir), Sığır dili mantarı (oldukça etli ve büyüktür), Türf ya da karaorman mantarı (şitake mantarı) en yüksek fiyatlarla alıcı bulan (ve sadece bir tür kaniş / teriyer kırması köpek tarafından bulunurmuş eskiden!), kükürt mantarı (ağaç kabuklarında yetişir) ve Bolu yöresine özgü bir de cincile mantarı.. Fakat fotoğraflara güvenip lütfen tek başınıza toplayıp yemeye kalkmayın, mantarlar birbirlerine çok benziyor ve bazıları (bakınız: köy göçüren (!) mantarı) çok zehirli olabiliyor.

içine azıcık kaşarla fırında, mmmmh

Yürüyüşümüz boyunca kuzu göbeği, bal mantarı ve istiridye mantarına rastladık ve nazikçe topladık. Fakat mantardan mı, serin dağ havasından mı bilmem benim gece baya bir midem ağrıdı (evde neyseki başka kimsenin ağrımadı) ve uykumda konuşup durmuşum :)) Acaba diyorum "shrooms" ya da "sihirli mantar" denen türe mi denk geldim ben çaktırmadan? :))) Çünkü şu güzelliğe de bakar mısınız, pembe pembiş? :)))))