29 Şubat 2016 Pazartesi

Herkes mutsuzken mutlu olabilmek

Bir önceki yazımda eksik kaldığını hissettiğim noktadan devam..

Ülkemizde olan biten akılalmaz olaylar hepimizi deney kutusunda yaşayan ve her yaptığına elektrik şoku almaktan şaşkına dönmüş, artık olan biten en absürd olaylara dahi sesini çıkarmayan, anormali normalleştirmiş bir deney faresi gibi hissettiriyor. Psikolojideki karşılığı "öğrenilmiş çaresizlik".

Bir fareyi suya atarsanız, hemen çırpınmaya, üstüne çıkıp hayatını kurtarabileceği kara parçasını aramaya çalışır. Bu fareyi defalarca boğulmanın eşiğine getirirseniz, sonunda suya attığınızda çırpınmamaya, karayı aramamaya başlar. Öğrenilmiş çaresizlik, yaşam içgüdüsünün bile önüne geçer. Toplumca bulunduğumuz noktanın bu olduğunu düşünüyorum. Yoksa neden bunca olup bitene sesimizi çıkartmadan duruyoruz, bir açıklaması yok..

Son zamanlarda bloglarda ve sosyal medyada tüm yazılar "ülkede olan biten buyken yazmak içimden gelmiyor.." diye başlıyor ya da "bu yazdıklarım çok önemsiz geliyor.." diye devam ediyor ya da "artık diyecek bir şey bulamıyorum.." diye bitiyor. Bir de bu konulara hiç değinmeyenler var (ki diğer bloğumun içeriği nedeniyle orada ben de bu apolitik gruptanım), bunları da en iyi niyetle biraz sığ, vurdumduymaz, bencil görüyoruz.. Bir de çok az sayıda da olsa olan bitene çok temiz verip veriştirenler var.

Ben şahsen sıkıldım artık ülkedeki çıkmazdan. Bahsetmek içimden gelmiyor. Aklım devamlı ölen, hakkı yenen insanlarda tabii ki ama yazacağımı yazmış, söyleyeceğimi söylemiş gibi hissediyorum. Öğrenilmiş çaresizliğe boyun eğdim, çırpınmak yerine olan biteni normalleştirmek, kendi aklıma sahip çıkmak, kendi yaşamımı optimal mutluluk düzeyinde sürdürmek gibi bencil ihtiyaçlar içindeyim. Haberlerden, sosyal medyadan uzaklaşınca bu mümkün. Üç maymunu oynayınca.. Ama sığlaşıyorsun, için ıssızlaşıyor. Daha doğrusu layıkıyla kendi yaşamımı güzelleştirebilsem daha da zenginleşmiş hissedeceğim de, ben yapamadım, sosyal farkındalığın önüne geçemedim..

Diğer blogda bu uğurda baya debelendim. İçerik sadece annelik olunca iş daha kolay, zaten orayı okuyan da anne, cevap aradığı sorular farklı. Ama sığlaştıkça sığlaştı. Bir de memleketten uzakta geçen bir yaşam var orda, gerçekleri farklı. Mutlu, sığ, kendi dünyası içinde bir blog.. Sıkıldım. Biraz ara istedim okuyucularından, bilmiyorum döner miyim.. Şimdilik dönesim yok.

Mutlu bir liman gibiydi benim için. Mutlu derken, göreceli tabii. Hani şu yandaki fotoda çok iyi özetlenmiş bulunan cicili bicili her daim çocuğunu öven, minik çam kozalağı bloglardan değildi, baya çatır çatır analığa verip veriştiren bir blogdu (hatta o cicili bicili, tüm dünyası çocuk kahkahaları ve mis kokulu lavanta dalları arasında geçen "gerçek anne"lerden sen ne biçim anasın, insan çocuğunu yerer mi böyle diye azar işittiğim oluyordu belirli aralıklarla - kim takar). Ama mutluydum çünkü hafifti, benden beklenen sadece annelik halleri ile ilgili yazılardı, arada da işte kadınım, çalışıyorum, hobim var, boş değilim ha diye hatırlatıyordum okurlarıma, gül gibi geçinip gidiyorduk.. Ha böyle yazdığıma bakmayın, samimiydim. O yüzden seviliyordum. Ben de seviyordum bloğumu, geniiiş yaşam okyanusum içinde minik bir "tropik ada" olarak seviyordum.. Hani yağmur ormanlarında bir kabile bulmuşlar, bunlar beyaz adamı ve modern yaşamı hiç bilmiyor yaklaşmaya çalışana oklarla saldırıyormuş ya.. O kabilenin kendi içindeki sakinliğini yaşıyordum ben.

Sanırım beni sıkan tropik adanın rutin sakin ve huzurlu yaşamı dışında, okyanusun gerisindeki gerçek dünyada olup bitenler oldu. Yani herkes mutsuzken benim inadına mutlu olmam. Mutluydum evet.. İnadına mutluydum.. Seçimlerin sonuçlarını alalı beri "demek ki bunu hak ediyor bu insanlar"a indirgediğim bir politik fikrim vardı ve zaten yurtdışında da yaşadığım için gittikçe uzaklaşmış, yabancılaşmıştım kültürüme, artık gerçekten umursamıyordum.

Taş değilim. Ölen insanlara içim acıyor. O caddelerde ben de yürüdüm hayat boyu, teyzem bombadan yarım saat önce geçmiş sokaktan.. Ama günlük yaşamımı etkilemiyor, kendi iç huzurum, ailemin bütünlüğü sanki daha önemli geliyor. Elde olana şükrediyor geçiyorum, fazla aklıma takmıyorum. Bombanın ertesi günü yemek resmi paylaşmak içimden gelmiyor ama paylaşana da "vay şuursuz" diyemiyorum. O ayrı, bu ayrı, dün üzüldük, bugün şuna sevindik, insanız. En yakınımız ölüyor, akşama karnımız acıkıyor.. Hayatın gerçekleri..

Çocuk toplum olduğumuzdan bahsetmiştim. Kendimizi dünyanın merkezi gibi görüyor, ötekine karşı hiç bir empati duymuyor, hep ben, önce ben, ilk ben diyoruz. Sorumluluk duygumuz, adalet anlayışımız, etik bilgimiz sıfır. Cezalar ve ödüllerle yaşıyoruz, kendi başımıza karar veremiyoruz. Çocuğuz daha, büyümedik.. Fakat çocuk topluma yaşatılanlar çok ağır travmalar, iz bırakıyor, çocuk toplum olduğumuz için bunlarla nasıl başa çıkacağımızı bilemiyoruz. Aklımız karışıyor. Bir yandan "üzül şimdi, gülme!" diyoruz kendimize, öteyandan çocuğuz, iki dakika sonra aklımıza oyun düşüveriyor. Ne yapacağımızı bilemiyoruz, bir büyüğümüz bize nasıl davranacağımızı söylesin de öyle davranalım istiyoruz. Hep "büyüğümüz"ün bizi terk edip gittiği o meçhul yerden geri dönmesini ve bize yeniden çeki düzen vermesini bekliyoruz, güce tapmamız ve sırf güçlü diye başımızdaki belaya baş kaldırmak yerine şakşak tutmamız da bundan..

Kısaca; mutlu olmak biraz sığlaşmayı, vurdum duymazlığı, fazla hassas olmamayı da içeriyor. Bunları kaldırabilirseniz buyrun, mutlu olmak çok basit. Tüm algılarınızı kapatın dış dünyaya, kendinize küçük sakin rutin güvenli bir ada yaratın, sizden mutlusu yok. Ama uzun vadede, azıcık düşünen, okuyan, araştıran biriyseniz.. Nçık.. Gitmiyor..

26 Şubat 2016 Cuma

Sadeleşmek üzerine

Her Şubat ayı sonunda olduğu gibi, artık kışın bir an önce dinmesini, çimenlerin yeşillenmesini, ufak tefek çiğdemlerin belirmesini bekliyorum. Beklerken de kafamı çeşitli yaşam öğretilerine takıyorum. Sadeleşmek ve sufizm benim için bu kışın konularıydı.. Daha önce yaşamımı sadeleştirmek için neler yaptığımdan burada bahsetmiştim. Fakat insan bir kere sadeleşmeye başladıysa, artık bu bir tutku haline geliyor ve belirli aralıklarla kendi kendini gözden geçirme ihtiyacı içine giriyor. Yine bu hafta başı, 6 aylık olağan sadeleşme krizim tuttu.

Tanrıya inanıyor ve kendimi sufizme yakın görüyorum. Felsefi değerler ve uygulama alanlarında kendimi yakın hissettiğim, korkulası ve cezalandırıcı bir tanrı yerine sevgiyi koyan bir yaklaşım; sufizm. Yine sadeleşmek de aslında sufizm inancının binbir kolundan biri. Sanırım bendeki sadeleşme "kapitalizm karşıtlığı" ya da "bu dünyada hiçbirşey iyi gitmiyor, o zaman ne anlamı var?" türü bir nihilizmden değil de, birebir sevgiye ulaşma, iç huzuru bulma, kendimi benden daha büyük ve anlamlı bir bütüne tamamlama ihtiyacından kaynaklandı. Sadeleşme yolunda ufak ama emin adımlarla yürüdüğümü hissediyorum..

Fakat bu arada dediğim gibi, dengeyi tutturamazsanız özentiliğe kayma tehlikesi gerçekten büyük. Mesela bir yanda yaşamı maddiyattan sadeleştireyim derken en azılı kapitalizm düşmanlarına taş çıkartacak denli az eşyayla yaşamaya başlayan insanlar var ve bunu bir "moda akımı" şeklinde satıyorlar. Katie Roberts'in 1 senedir tek bir şey satın almamış olması gibi.. Öteyanda gerçekten en gerekli şeyleri bile alacak maddi gücü bulamayan insanlar var ve bunu "yaşam sınırında fakirlik" kabul ediyoruz. Yani denge kaymış, amaç sapmış gibi..

Bir de işin nihilizm yanı var yani bazen bu tip "farkındalık geliştirme" davranışları aşırı bir hal alıyor ve obsesifliğe dönebiliyor. Aynen bir anoreksiğin iskelet vücudunu şişman sanıp korkması gibi, aslında "kapital"in gücünü doğru kullanmayı tamamen göz ardı etmek ve yaşamı sadeleştiriyorum derken içini boşaltmak, keyfini kaçırmak, işi misyona çevirmek de bir hastalık.. Aynen "dışarda insanlar ölüyorken ben mutlu olamam" diyen ortalama bir iyi niyetli Türk vatandaşı gibi; olan biten tüm kötülükler nedeniyle kendine mutlu olmayı yedirememek; kalbi kurutmak, gülmeyi unutmak, sevmeyi unutmak, mutlu olmayı unutmak gibi..

Sadeleşelim derken bomboşluğa düşmemek, nihilizme kaymamak ya da yaşam koşulları gerçeğinden uzaklaşıp bunu üst sınıfın yeni bir hobisi olarak algılamamak ince bir denge. Yani hem alçak gönüllü olacaksın, hem farkında olacaksın, hem empati duyacaksın hem de bunca yaşanana rağmen,  yine mutlu, umutlu, inançlı kalacaksın.. Çok zor bir denge.

Fotoğraflar: Arteide

25 Şubat 2016 Perşembe

Saate bakmadan yaşamak

Sevgili Handan demiş ki kendi kendine; "saate bakmadan bir gün geçirebilir misin?". Bu sorgusu çok hoşuma gitti çünkü bana kendim hakkında hiç dikkat etmediğim bir ufak ayrıntıyı fark ettirdi: ben 20 senedir saat kullanmıyorum! Yani kol saatim yok, beni tanıyanlar telefonumla nasıl bir "mesafeli ilişki" yaşadığımı bilirler, yani saati tek görebileceğim yer bilgisayarım, o da açıksa.. Fakat günlük hayatımda saat kullanmadığım halde, tuhaf bir şekilde biyolojik saatim dakikasına kadar doğru işler. Bana saati sorduğunuz zaman genellikle doğru bilirim, en fazla 3-4 dakika hata payı olur.. Dolayısıyla çok absürd bir durum olmadıkça randevularıma geç kalmam, hiç bir programım aksamaz, işlerim tıkır tıkır gider.. Tuhaf değil mi? Bence de..

Bunun nedeni sanırım 20 senenin getirdiği alışkanlıklar. Bir kere, sabah dakika dahi sektirmeden 07.15te uyanıyorum. Evet içimdeki çalar saat çalıyor sanki. Duşumu alıp hazırlanmam genellikle aynı süreyi alıyor, eşimle aynı saatte evden çıkıyoruz ve o saatsiz yaşayamayan aşırı dakik bir Alman olduğu için geç kalmayacağıma güveniyorum. Gün içindeki programımdaki olası gecikmeleri aklımın bir köşesine not ediyor, buna göre "hmm programımdan 15dk saptım galiba, şu 15dk'lık ekstra işi iptal etmeliyim" gibi ayarlamalar yapabiliyorum. Tabii yine biyolojik saatim yani karnımın acıkması, çişimin gelmesi, öğleden sonra 3.30'da yaşadığım "tatlı krizi" gibi hatırlatmaları da dikkate alıyorum. Ama en önemlisi; günü gözlemliyorum yani beynimin bir köşesinde sürekli çalışan bir saat var ve bu saat ufak çevresel ayrıntıları bilinçaltında asla kaçırmıyor; mesela bir kilisenin tek çanı herhangi bir saatin 15dk geçtiğini hatırlatıyor ya da çalışma masama vuran güneş, gölgelerin boyu gibi ayrıntılar.. Günün saatine özgü sesler oluyor bir de, mesela çöp arabasının sesi, trafiğin öğle saatlerinde hızlanması gibi. Çocukların okuldan dönüş sesleri var mesela.. Evdeysem; rutini seven bir komşunun eve giriş sesi, anahtarının kilitte dönüşü. Ya da kaloriferin otomatik açma kapama sesi, yine gölgeler ve ışığın gücü..

Biyolojik saatimi tek etkileyen; çok nadir, genellikle hastalığa alamet olarak yaşadığım öğleden sonra uykusu. Hele ki bu uykuyu 1 saatten fazla tuttuysam ve gün batımına yakın saatlerde yaşamışsam vay halime.. Tüm ritmim bozuluyor, gün batımını gün doğumuyla karşılaştırdığım "Aman tanrım yoksa tüm geceyi koltukta mı geçirdim?" dediğim zamanlar bile olmuştur (çocuksuz hayatta tabii, artık öyle uzuuun uykuları ara ki bulasın..)

Kısacası; saat kullanmaya kullanmaya kendim saat olmuş vaziyetteyim. Tuhaf ki ne tuhaf!

13 Şubat 2016 Cumartesi

Anneliğin nesi kutsal?

Birkaç senedir takip ettiğim bir blogger geçen sene anne oldu. Severek takip ettiğim farklı yelpazedeki ilgi alanları, seyahatleri, eşiyle ve dostlarıyla günlük yaşamında yakaladığı hoş kareler, akıcı ve neşeli dili, daha o ilk ultrason yazısıyla birlikte akııııp gitti, yerine devamlı çocuğunun gelişimini anlatan, kendisinden önce kimsenin karşılaşmadığı bebek bakım sorunlarına sanki ilk defa ona, ilk defa yukardan bir aydınlanmayla gelmişçesine çözümler bulduğu, çözümleri kanun hükümleri gibi yazdığı, çocuktan başka tek bir post yazmadığı bir blog geldi.. 1 seneyi aşkındır bu şekilde, çok canımı sıkıyor ama hala içimde bir umut, ha bugün ha yarın, bir gün o güzel farklı tonlara geri dönecek diye bekleyip duruyorum. Ama dönmüyor. Son önerili yazısını sıkıntı içinde okurken demin, artık o renge asla geri dönmeyeceğini fark ettim ve bloğu takibi bıraktım..

Ben bu şekilde düşünüyorsam acaba eşi, yakın dostları, hatta ara sıra belki de kendi ne düşünüyordur acaba? Acaba hiç özlemiyor mudur o eski çocuksuz ama renkli hayatını? Hiç mi eksikliğini duymuyordur başka türlü yazılar yazmanın keyfini?

2,5 sene önce ben de anne oldum. O zaman farkettim ki; insan bir süre devamlı çocuğundan bahsetmek istiyor, sanki dünyada ilk defa o anne olmuşçasına, ondan başka hiç bir kadın böyle hissetmiyor sanarcasına, tuhaf bir tutkuya kapılıyor.. Bağlanma deniyor buna, bir bebeğin tüm o ağlama krizlerine, uykusuz bırakmasına, üstüne başına ağzına dahi etmesine rağmen onu sevip koruyabilmen için genlerine işlenmiş, sadece ilk aylarında koca gözleri, minik burnu ve tuhaf sevimli halleri olmasa çekilir hiç bir tarafı olmayan o tuhaf canlının hayatta kalabilmesi için.. Tuhaf bir ruh hali.. Sonra yavaş yavaş o bulut dağılıyor, çok seviyorsun tabii ama dengeli seviyorsun artık. Tutkuyla değil, saygıyla, neşeyle, şaşırarak falan seviyorsun. Çok güzel bir duygu gerçekten, dilerim Allah isteyen herkese kısmet etsin..

Ama sadece doğurmakla mı oluyor, bence asla! Hayır. 14 senelik can dostum köpeğimi şimdi kızımı nasıl seviyorsam öyle sevdim, biliyorum ne eksik ne fazla.. Ya da çiçeklerini seven, onlarla konuşan, öpen bir kadını gördüğümde "işte annelik hissi" derim, hiç tereddütsüz. Ya da tutkuyla bir kitap yazan bir kadın, bir adam gördüğümde, gerçekten ilgi duyduğu konuda bir tez yazan akademik gördüğümde, bu da annelik işte derim. Ayırmam. Hepsini yaşadığım için bu örnekleri vermek geldi içimden, hepsinde kızımdaki annelik hissini hissettiğim için.. Annelik hissi üretmek demek, sevgi demek, ondan gelen bir tepkiye ya da gösterdiğin emeğin sonucuna hafif bir gururla karışık neşeli bir kahkaha atıvermek demek.. Hepsi annelik hissi.

Kutsal mı? İçine yaratıcılık katılan her eylem biraz insanı tanrıya yakınlaştırdığı için kutsal tabii. Ama sadece doğurmak, hele hele doğurduysan görevin olan beslemek, gecenin bir yarısı uykundan uyanmak, tüm gün onun peşinde oyun oynarken çayını sıcak içememek kutsal falan değil bence..

Bazı kadınlar sırf anne oldular diye kutsal görünmek istiyorlar sanırım. Saçını süpürge eden, kendi hayatını bir tarafa bırakan, çocuğunu dünyanın merkezi sanan anne.. bence kutsal falan değil resmen ruh hastasıdır. Çocuğa layıkıyla bakım ve sevgi vermek tabii ki görevi ama kendine bakmak, eşine dostlarına hobilerine zaman ayırmak, zamansızlıkta zaman yaratmak, hayatı sadece anneliğe indirgememek de lazım. Asıl kutsal olan, anne olduktan sonra hala kadın ve insan olabilmek.. Hala üretebilmek, hala çocuğundan başkasını da sevebilmek, başka şeylere ilgi ve heyecan duyabilmek, başka çocukları da düşünebilmek..

Devamlı çocuğundan bahseden anne bloğlarına karşı değilim, benim de var öyle bir bloğum (hoş ben çocuğumdan çok annelik maceramı yazıyorum diye avutuyorum biraz kendimi ama) ama bloğunu anne bloğuna çeviren ve eskiden yazdığı rengarenk yazıları unutuveren bloglara karşıyım. Bu şekildeki annelere de karşıyım.. Böyle bi silkelemek "yahu ilk doğuran sen değilsin, kafayı mı çizdin kızım, dışarda hayat var, kendine gel" demek istiyorum.. Ben mi anlamıyorum bu annelik işinden, bilemedim ki?! Bir kısmımız doğuruyor, bir kısmımız doğurmuyor, bir kısmımız doğuramıyor ama hepimiz insanız yahu, hayat rengarenk, doğurunca daha bir insan olunmuyor, hayatta binlerce farklı güzellik var, binlerce yaratma hazzı var, büyütme hazzı var, emek verme hazzı var.. Anneliği bu denli kutsallaştırmak nedir bilemiyorum, acaba başka birşey olamamanın ezikliği midir?

12 Şubat 2016 Cuma

Adalet.. Sadece bir kadın adı.

Bugün bu ülkeye, özellikle de adalet sistemine verip veriştirmek istiyorum. Çünkü bu sistemde hakkım yeniyor benim. Hakkımı savunma hakkımı kullanmak istiyorum. Ama yapamıyorum. Uzun yıllardır yurtdışında yaşayan insanlar için, kontrasttan gözlerin kamaşması ve yanlış giden herşey için verip veriştirmek ne kadar kolay diyorsunuz, değil mi.. İçinde yaşayınca sanki insan daha bir normal görüyor aksaklıkları, kabulleniyor, çemberin dışına çıkmaya gör, herşey batıyor sana. Yine de konuşamıyorsun çünkü "yaban"sın, içinde yaşamadıkça konuşmaya hakkın yok..

Türkiye'de, doğru yolda yürümeye çalışan, hak hukuk değeri bilen insanların çoğu en az 1-2 defa adliyelik olur. Kuraldır bu. Çünkü hukuk sistemi haklıyı değil, haksız kişiyi savunmak üzerine kurulmuştur. Doğaldır bu, çünkü hiç bir masum insan suçu kesin olarak kanıtlanmadıkça suçlu sayılmamalıdır. Çok doğrudur. Fakat adliyeler suçlulardan ziyade doğru insanlarla dolu bugün. Birine acıyıp borç vermiş doğru insanlarla, birine yardım olsun diye senet imzalamış, şahit olmuş insanlarla, birinin hakkı yenecekken kendini ne atıp savunmaya kalkanlarla, bir haksızlığı içine sindiremeyip adliyeye taşıyanlarla ya da gündüz gözüne hakkı yenmiş mazlumlarla doludur.. Gerçekten suçlu olan insanlar ise, pişkin pişkin dışarda elini kolunu sallayarak gezer ve "gördünüz işte dokunamazlar bile" diye hava atar bu adli yetersizliği kendilerinin "doğruluğu" bile ilan edecek derece cüretkarlaşırlar..

Her masum insanın ortalama 2 defa adliyelik olması bundandır bizim memleketimizde.. Ben 36 yaşındayım ve kendime ait 2 dava, ailemin çok yakından takip ettiği bir çok dava ile yüzleştim şu yaşam yolumda. İlki vakti zamanında ülkemiz kirlenmesin, batının çöpü olmasın, bizde gani gani bulunan doğal enerji kaynakları varken nükleerle insan ve çevre sağlığı riske atılmasın diye giriştiğim uluslararası bir çevre eyleminden ötürü. 1 sene sürdü dava sonra "suçsuz"luğum anlaşıldı.

İkincisi tasmasız gezdirilen ve defalarca başka hayvanları öldürmesiyle, insanları yaralamasıyla tanınmış bir köpeğin ve canımdan canın kanlar içinde kucağımda yatarken bana "üzülme üzülme, yenisini alırım sana" diyen psikopat sahibinin koparttığı canın acısını kaldıramadığım için. 2 sene sürdü dava, sonra insan müsvettesi "suçlu" bulundu.

O 2 sene içinde ben davalara gidip gelirken, kaybolan evrakları ararken, öğle arasından bir türlü dönmeyen hakim beyi beklerken, bir sürü şahite rağmen hala olayı anlayamayan bilirkişilere defalarca yaşadığım o kabus dolu anları anlatmak zorunda kalırken, sonunda bu dava zaman aşımına gider bence umutlanmayın hiç bile denmişken.. Bu ülkede adaletin bu derece bozuk olabileceğini ilk defa o zaman görmüşken.. Bir tek şeyi öğrendim; adalet, bir kadın adıydı ve en ateisti bile "yukarda Allah var, o kimsenin hakkını yerde bırakmaz" demeye yönelten bir başka sisteme de hukuk deniyordu.. Davayı kazandık ama umudumu, hukuka olan inancımı kaybettim..

Tam 2,5 senedir evinin önünde motosiklet çarpmasıyla yitirdiğimiz ananeciğimin davası sürüyor. Bugüne dek bir sürü olay yeri tesbiti, şahitlerin dinlenmesi, bilirkişi raporları geçti gitti. Mevsimler yıllar geçti. Dava bitmiyor. Bitirilemiyor. Motorsikleti kullanan kişinin ehliyetsiz oluşu, yaşlı bir kadına çarpacak derece dikkatsiz sürüşü bunlar önemli değil. kafadan üç rakamlı sayıları toplayan, her sabah gazetesinin köşeyazılarını dahi okuyan, hayat neşe dolu ananeme "bunamaya başlamıştı" diye iftira ediliyor, öyle olmadığını kanıtlıyoruz bu sefer yaşlı kadınların evde oturması gerektiği kanununu bilmediği için "ne işi varmış evinin önündeki caddede" deniyor, evraklar isteniyor, şahitler defalarca çağırılıyor artık yaşlı insanlar gidip gelmekten yorgun, ailem her davaya katılıyor, şubat ayında buz gibi yazlık eve gidiliyor, bir de bakılıyor hakim hastaymış gelememiş, bahar geçiyor yaz geçiyor, mevlütüne lokma dökülüyor, sonbahar geçiyor kış geçiyor.. Bitmiyor.

Ben şaşırmıyorum artık, bana normal geliyor, normalimiz bu.. Ama ağır geliyor be dostlar, çok ağır geliyor.. Çekip gitmişim ülkeden, burdaki kuralları kanunları öğrenmişim. Gözüm açılmış. 30km ile gideceksin mahalle arasında denmiş, anaokulu önünde 7km denmiş, 7 yahu 7! Herkes uyuyor, herkes dikkatli. Neden? Çünkü 35ile gittin, bir çocuk ya da yaşlı önüne fırladı, çarptın, kaçarı yok, bir saat sonra hapistesin! Kaçarı yok. Neymiş ananeme çarpan adamın o sıra karısı hamileymiş! Karısı hamile diye adamı masum ilan edecekler.. Benim kızım 3 aylıktı ananem vefat ettiğinde, 1 hafta sonra gidecektik Türkiye'ye, sadece 1 hafta kalmıştı kızımı görmesine, kucağına almasına.. O adamın çocuğu babasıyla büyüdü 2 yıldır. Her çocuğun hakkı analı babalı büyümek ama peki benim kızımın büyük ananesini, annesini büyüten o muhteşem kadını tanıma hakkı? Yok.

Ve ben her mahalle arasında araba kullanırken aman diyorum aman dikkatli ol, bir anlık dikkatsizlik birinin canına, senin küçücük çocuğundan ayrılıp hapse girmene malolur aman dikkat et. Çünkü senin yavrun kadar başkasının yavrusu da hak ediyordu yaşamayı ve sen aldın o canı sevenlerinden... Sen bu dikkatsizliği yaptıysan, biri seni ehliyetsiz o sokağa saldıysa; yeriniz hapishane, ana da olsan baba da olsan yerin hapishane. Ama bizim memlekette adalet yerini bulana dek sen zaten yolunu buluyorsun, değil mi?

Ama masumsan, birine kefil olduysan, birinin hakkını aramaya kalktıysan.. Hemen tepene binerler. Annem mesela doktorluk mesleğini yaparken resmen korumalara ihtiyaç duyuyor hale gelmişti, bir ara doktor dövmek moda olmuştu. Allahtan emekli oldular da kurtuldular bu "yüce" meslekten. Aynı şekilde sadece çalıştığı kurumu daha iyi bir konuma getirmeye kalktı diye eski erkek arkadaşıma "mesleği kötüye kullanma"dan dava açıldığını, çarşaf çarşaf fotoğrafının gazetelere konduğunu duyduğumda "al işte, kesinlikle iftira asla yapmaz ama adını nasıl temizleyecek" dediğimi düşündüm, neyse ki suçluluğu kanıtlandı ama yaşadığı strese bak.. Bunun gibi bin tane sayarsınız siz de, biliyorum..

Bitmiş.. Sistem de bitmiş, adalet de bitmiş.. Bir tek bizim dava hala bitmedi.. Allah'a havale edecekmişiz, haşa, zaten tüm yaşamımız onun elinde, kadere inanırım, ilahi adalete inanırım ama Allah bize beyni neden vermiş, herşeyi ona havale edeceksek toplumun sistemin hukukun ne anlamı var, o zaman herkes orman kanunlarını kullansın nasılsa öbür tarafta iahi adalet var, vur patlasın çal oynasın o zaman... Hayır Allah'tan önce, bu dünyada da ceza çekilmesi lazım.. Yoksa ne anlamı var ki..?

Hamiş 1: Fotoğrafta ben, anenem ve dedem ile, onların hep anlattığım falezlere kurulu evlerinin kocaman balkonunda.. O balkonda geçen her saniye meğerse, Orhan Pamuk'un değimiyle "yaşamımın en mutlu günleriymiş, bilemedim.."

Hamiş 2: "Adalet; sadece bir kadın adı bu ülkede" sözünü geçen yıllarda duymuştum ama kimin söylediğini bulamadım, eğer orjinalini bilen varsa, lütfen belirtsin, emeğe saygı duyduğum için kaynak olarak eklemek isterim..