28 Ocak 2016 Perşembe

İslami terör olur mu, olmaz mı?

Geçenlerde bir kaç arkadaşımla tartışıyorduk, konu son zamanların sıcak konularından: "İslami Terör". Arkadaşlarımdan biri oldukça inançlı bir müslüman, diğeri protestan hıristiyan. Müslüman olan arkadaşım "İslami terör diye bir şey olamaz, baştan yanlış bir terim bu, sadece müslümanları karalamak için dinle alakası olmayan bu teröristleri kullanıyor medya" diyor, diğer arkadaşım ise "ama dünyanın heryerinde müslüman kimliğiyle insanlar diğer dinden insanlara saldırıyor, hunharca katlediyor, tabii ki bunu dinle bağdaştırmak doğal" diyordu.

Siz ne düşünüyorsunuz bilmiyorum ama ben İslami Terör'ün terim olarak anlamsız olduğunu düşünmüyorum çünkü siyasi rejimi ya da yaşam tarzı İslam olan ülkelerin geneline bakıldığında gerçekten de azınlıklara ya da kendisiyle karşıt görüşte olanlara dair bazen "cihad" adı bile verilen terörist eylemler olduğu bir gerçek. Bunu yadsımak, odadaki kocaman fili görmemek demektir. Ama İslam dininin özüne bakıldığında terörist aktiviteler ne kadar meşru, işte o tartışılır..

İslamda cihad kavramı yanlış anlaşılıyor, Hz. Muhammed bile savaşlarında şu şu şu kriterlere uygun davranıyordu, bunlar terörle hiç bağdaşamaz diyen bir kesim var. Kısmen haklılar. Fakat Hz. Muhammed'i kıstas alarak İslam dinine bakarsak, zaten dinin orjinalinden apayrı bir dine dönüştüğünü, kendisi geri gelse ümmetinin durumuna üzüleceğini de düşünen bir kesim daha var. Ben din uzmanı değilim, o nedenle bana bu konuda laf düşmez ama kendisini inançlı gören bir kişinin sadece bir başkası kendinden farklı düşünüyor diye eline kılıcı alıp ona saldırmasını da "akıl hastalığı" emaresi olarak gördüğümü söyleyebilirim. Müslüman kardeşlerimizin hakkı yeniyor diye dünyanın bir başka yerinde budist olan insanlardan üstün olduklarını ve daha fazla hakka sahip olmaları gerektiğini de düşünmüyorum. Ya da hıristiyan bir insana "yanlış yoldasın, benim yoluma gel" demeyi de kendini bilmezlik olarak görüyorum. İnançlar tartışılır, renkler gibi, kim neyi beğeniyorsa, neyin doğru ve mantıklı olduğuna inanıyorsa, onunla yoluna devam eder ya da etmez. Bunlar kişisel konulardır.

İslami teröre en fazla tepkiyi kendini müslüman görenlerin vermesini beklerim çünkü bu insanlar dinlerine sövüyor. Fakat tuhaf olan, kendini müslüman lanse edenlerin İslami Terör'e gizli ya da açık destek veriyor olmasıdır. Bu da bizzat terörü islami yapar, islam dini açısından meşrulaştırır. İslami teröre açık ya da gizli destek veren müslümanlar aslında ince bir buz üzerinde yürüyorlar çünkü o terör dönüp dolaşıp, gelip yine en çok gariban müslüman kardeşlerini vuruyor. Belki de doğal seleksiyon demeli, fazla düşünmemeli ama kurunun yanında yanan yaşları gördükçe, insan tepkisiz kalamıyor işte..

Geçen gün izlediğim bir dizide çok güzel bir söz geçti; "dünya dönmeye başladığından beri her insan gurubu, kendinden sonra gelen nesilin bozulduğunu, dünyanın sonunu getirecek bir yanlışlık ve sapkınlık içinde olduğunu söyler durur ama dünya dönmeye devam eder" diye.. Çarklar arasında bir dişli..

Almanya'da Suriye'li göçmenlerle çalıştığımdan bahsetmiştim. Doğrusu bu kesime bakış ilk baştaki heyecanını yitirerek, özellikle Paris ve Köln'de yaşanan terör olaylarından sonra daha "realist" bir hal aldı. İnsanlar yabancı düşmanı olmasalar da, yabancılardan korkuyor, kendileri gibi olmayandan rahatsızlık duyuyorlar, bu bir gerçek. İlk başlarda yaşanan ellerde çiçeklerle karşılamalar falan hep bitti, artık Merkel'e "daha fazla gelmesinler, almayalım, altyapımız yok kaldıramayız" baskısı var. Çok da akılalmaz bir durum değil bu, o kadar kontrolsüz ki sınırlar, masumun yanında ne olduğu bilinmeyen insanlar da girdi "içimize". Bunun etkilerini de günlük hayatta görüyoruz artık. Müslümanlara karşı genel bir "eğitimsiz, sosyo ekonomik düzeyi düşük kesim" inancı var, ki bu doğru ne yazık ki.. Müslümanlar da bu kalıp yargıları kırmak için pek çaba göstermiyorlar.

Bu işin sonu ne olacak bilmiyorum. Büyük ihtimalle Avrupa genelinde krize neden olacak göçmenler ve belki de Avrupa Birliği'nin sonunu getirecek. Terörle ya da ekonomik anlamda AB'yi zorluyor ve tepki çekiyorlar. Keşke kafa yapıları arasında bu kadar derin uçurum olmasa, İslam altın çağında ortaya çıkardığı bilim insanları ve düşünürleri bu çağda da çıkarabilse.. Ama sanıyorum kafa yapısı arasında ne yazık ki yüzyıllar var artık, nasıl kapanır bu açık bilmiyorum..

23 Ocak 2016 Cumartesi

Sanatsal yetenek

Kusura bakmasınlar ama 1 milyon politikacıyı, 1000 tane ekonomisti, 100 tane temel bilimciyi, hatta düşünce bilimleri dışında kalan genel bilim insanları dahil; 1 tane sanatkar için gözden çıkarabilirim ben. Sanat bence tüm bunlardan daha önemli.. Aramızdaki bilimciler alınmasın, bilimsiz yaşayamayız ama sanatsız bir yaşamda da aklımızı kaçırırız..

Sanat bence insanın gelebileceği en üst nokta. Hatta belki bundandır, dikkat edin ailelerin antropolojik yapılarına bakıldığında genellikle ilk okumuş grup öğretmen, hemşire, memur vs oluyor, sonraki nesil biraz daha okuyup doktor, mühendis vs oluyor, bir sonraki nesil ya da olmadı 2 sonraki nesil illa ki hayatın anlamını aramakla meşgul oluyor ve de ya felsefe ya sanatla ilgileniyor (bu neslin içinde sanat olup aslında başarısız olanları kazanılan tüm parayı ve statüyü yokedip başa döndürüyor, başarılı olansa genelde aile falan kurmadığı, daha alternatif, daha kafasına göre yaşamayı seçtiği için aile sona eriyor). Eğitimli, az çok üst sosyal düzeydeki ailelerin mesleki evrimi hep bu şekilde, bilmem fark ettiniz mi?

Ayda bir Münih Müzik Yüksekokulu'nun öğrenci konserlerine gidiyoruz. Hem gençlere destek oluyoruz, hem gerçekten iyiler, daha "piyasa"nın içine girmedikleri için coşkulular, onlardan aldığım enerjiyle sanki gelecek nesiller daha iyi bir dünya kuracakmış hayalleri kurarak birkaç gün gerçeklerden uzaklaşıyorum. 

Geçtiğimiz hafta yine gençleri dinlemeye gittik. "Yeni yıl konseri" idi bu seferki ve her sene bu konser diğerlerinden daha özel olur, dünya çapındaki orkestra şefleri ziyarete gelir mesela ya da gerçekten yetenekli bir piyanist ya da tenör ya da çellist olur. Bu seferkinde şef Prof. Bruno Weil idi ve konuk sanatçıyı "bu ismi aklınızda tutmanızı, bir köşeye yazmanızı isterim" diyerek tanıttığı piyanist henüz 21 yaşında olan Aris Alexander Blettenberg'di. Bu genç adam hakikaten yetenekli, sayısız ödülü var ve şu an Münih'in büyük kasabalarından biri olan Garsching senfoni orkestrasında şeflik de yapıyor. Daha önemli ve özel olan ise; dünya üzerinde çok az kişinin sahip olduğu bir yeteneği var, piyano çalarken aynı zamanda senfoni orkestrasına şeflik yapabiliyor! 

Gerçekten ilgiyle ve zevkle dinledik ve özellikle Schostakowitsch'in 2 numaralı piyano konçertosu opus 102 yorumundan çok etkilendik. Fakat gel gör ki; küçük yaşta aşırı bir yetenekle yüksek bir noktaya gelmiş her genç insan gibi, o da tam bir sosyal uyumsuzluk abidesi. Kıyafetinden gözlüklerine, ipincecik kürdan gibi ve tabii ki eğri boyunlu hafif kambur vücudundan sanki başka bir insana aitmişçesine fırlayan o kemikli up uzun parmaklı ellerine, tek kelimeyle: "tuhaf!". İnsana öyle geliyor ki; bir kadını (ya da erkeği) hiç öpmemiş dudakları, ellerini korumak için yapamadığı tüm o sporların çelimsiz bıraktığı bedeni.. Ne kadar naif, kırılgan ve bu dünyaya ait değil.. Kadın erkek ilişkilerinin, günlük dertlerin hatta belki yaşam savaşının bile çok dışında bir ruh. Hani Benedict Cumberbatch'in bıkmadan usanmadan oynadığı tüm o rollerdeki aslında aynı kişilik gibi; aseksüel, biraz otistik, çokça sosyal uyumsuz, biraz sosyopati de içeren yalnız dahi. 

Hayatım onunkinden çok daha sıradan, sanata yeteneğim yok (aslında kayda değer hiç bir şeye yeteneğim yok, öylesine sıradan bir insanım ki..). Biraz düşünebildiğimi düşünüyorum ama ondan bile emin değilim. Ama bu "dev" çocuk için üzülüyorum! Ne saçmalık!? Onun bana üzüleceği yerde..

Dahi ya da çok yetenekli olmak; yalnız ve tuhaf olmak da demek, onun için herkese verilmemiş bu ışık.. Herkes kaldıramaz.. Ben kaldıramazdım.. Sanatsal yetenek çok başka bir "şey".. 

13 Ocak 2016 Çarşamba

Bir vida arttırmak..

Bir laf vardır; "iyi usta söktüğünü geri toplarken vida arttırmaz" diye. Çok sevdiğim, IKEA'nın puzzle türü mobilyalarını birleştirirken sıklıkla kullandığım bir deyimdir. Bu sabah hayatta bazı durumlarda da kullanabileceğimizi fark ettim.

Mesela bazı ilişkiler var, baştan bir "vida arttırdım" hissi verir insana. İçinde hep bir "birşeyler ters sanki bu ilişkide ama olsun düzelir, değişir" hissi vardır ve değişmez, o ilişki bozulmaya, yıkılmaya mahkumdur. Sadece zorlarsın, "bazı huylarını beğenmiyorum ama olsun bu şekilde de seviyorum" dersin.. Ama o geride arttırdığın vida hep aklını kurcalar, hep korkarsın acaba çok önemli bir yerden mi arttırdım, ya tüm mobilyayı etkileyecek bir vidaysa bu, ya ilerde başıma iş açarsa.. Ve gün gelir, birden ayağı aksamaya başlar, üstüne koyduğun içecekler dengesini kaybedip düşer, o güzel elbisen batar, hep o eksik vida aklına gelir.. İlişkiyi de mobilya gibi evden, gönülden çıkarırsın sonunda ama o eksik vida aklını hep kurcalar. Bazen mobilya gider, o eksik vida sende baki kalır. Bir göze atarsın, unutursun, üstünü kaparsın, taa ki günün birinde bir çekmeceden karşına çıkana, bir başka mobilyada tamamlanana dek.. Ve Murathan Mungan'ın "ben sende bütün aşklarımı temize çektim" lafı gelir aklına. Bir marangozun arttırdığı vidaya yer bulması gibi bir doymuşluk, doğruluk, parçaların yerine oturmuşluğu hissi gelir. 

Benim hayatımda çok önemli bir yeri olan bir arttırılmış düğme kutusu var. Hikayesini şurada anlatmıştım. Bu kutuyu özel bir yerde saklıyorum, arada çıkarıp baktıkça hatta kavanozun kapağını açıp o kokuyu içime çektikçe, hatta cesaret edip birini avucuma alıp o mükemmel yuvarlaklığını, dolgunluğunu hissettikçe; ananemin ve hatta onun annesinin de belki çivi değil ama düğme arttırdığı nice etek, pantolon, elbise, ceket geliyor aklıma. O eski yıllara dönmek, o düğmelerin tutturulduğu elbiselere dokunmak, o elbiseleri giyen insanların yaşamlarına dokunmak, o yaşamların naifliğine, kısıtlı imkanlarla mutluluğuna sızmak istiyorum. Arttırılan düğmelerin gizem dolu kavanozu..

10 Ocak 2016 Pazar

Avusturya Alpleri'nde kayak - haftasonu kaçamakları


Kayak ve kış sporları için Avusturya Alpleri'nde büyük turizm merkezleri yerine küçük çiftlik evleri ya da aile yanı konaklamalı, fazla pahalı olmayan ama her düzeyde kayak ve snowboardsevere hitab edecek, çocuklar için kayak okulları, kızak ve diğer kış sporları yapma imkanları ile kayak sonrası apreski ve kasları dinlendirecek havuz-spa merkezleri arıyorsanız; bu yazı tam sizlik.

İki merkezden bahsedeceğim. İlki Münih'e sadece 2 saat uzaklıkta bulunan Westendorf. Bu sevimli kasaba aynen Heidi'nin köyü misali, yaz kış turizme açık bir ufak Avusturya kasabası. Öyle yerel ve samimi ki, kasabada yaşayanlar evlerini pansiyon olarak kiraya veriyor, sizi aile yemeklerine davet ediyor, kahvenizi sıcacık stüdyonuza getiriyorlar. Kayaklarını her daim evlerinin önündeki çengellere asıyor, kızakla ekmek almaya gidiyor, at arabalarıyla size romantik geziler sunuyorlar.


Pistler gerçekten en kolaydan en zora, her zevke hitab ediyor ve sabahtan akşama dek kayabileceğiniz kadar uzun ve çeşitli. Minikler için 3 yaştan itibaren kayak okulları ve kar oyunları da mevcut. Tabii ki kayak sonrası midenizi eğlendirebileceğiniz ve yorulmuş bedeninizi dinledirebileceğiniz kafeler, barlar, havuz ve spalar her köşe başında. Kentin çeşitli çiftlik evlerinde ya da pansiyon ve otellerinde oldukça makul fiyatlara konaklayabilirsiniz, banka ve alışveriş yapılabilecek marketler de açık. Westendorf ufak haftasonu kaçamakları için yaz kış gidilebilecek sevimli ve sakin bir kasaba..


İkinci merkez ise; aslında yine aynı bölgede ama daha da küçük, hatta bir küçük kutucuk diyebileceğim Brandenberg. Yine bir çiftçi ailenin yanında kaldık ve yine şahane bir stüdyo daireydi. Çiftlikte hayat gerçekten tam çocuklu aileler için ideal. Sabahları ahırdaki ineklerin mööö'leriyle uyandık, yavru buzağıları ellerimizle besledik, sevdik. Hemen evin 20mt ötesinden başlayan pistte 2,5 yaşındaki kızımız kayak yapmayı denedi, bol bol kızakla kaydı, yemeklerimizi hemen evin karşısındaki otelde yedik ve kendimizi oradaki köylülerden bir aile gibi hissettik. İnanılmaz samimi ve rahat bir yer. Pist biraz kısa ve uzun yıllardır kayan bizleri tatmin edecek gibi değil ama çevre kasabalarda kırmızı (orta) ve siyah (ileri) düzey pistler var ve ulaşım çok kolay. Çok turistik bir bölge olmadığı için fiyatlar da çok makul.


Ayrıca bölgede spa turizmi ve kayak sonrası aktiviteler yine çok gelişmiş olduğu için, kayaktan fırsat kalan zamanları da dolu dolu geçirebilirsiniz. Mesela biz bir at arabalı orman gezisi yaptık ki gerçekten dedikleri kadar romantikti. Normalde araçların girmediği bir patikadan at arabasıyla resmen 10mt ötenizde geyikleri, ceylanları görerek karın puf puf sesi ya da sessizliği içinde mis gibi dağ havasını soluyarak 2 saat dünyanın tüm sesinden ve gürültüsünden uzaklaşıyorsunuz. Tabii ki karların ortasında bir küçük kulübede mola veriliyor ve tabii ki Glühwein (sıcak şarap) ya da sıcak elma çayı içiliyor.. Şahane bir deneyim.

Kısacası; Avusturya Alpleri'nde oldukça hesaplı ve keyifli bir haftasonu kaçamağı yapmak istiyorsanız, her iki bölgeyi de öneririm. İyi kayaklar!

(c) Ceren Musaağaoğlu Schubert, Ocak, 2016.