30 Temmuz 2015 Perşembe

Ülke; ağır roman

Yine gündem ağır; IŞİD’in yediği haltı “Kürtler”e yıkan bir meslis ve medya var, akıl almaz işler bunlar.. Aklım almadığı için değil, aldığı için mutsuzum, herbirimiz gibi. Olanları artık hazmetmeyi bırakın, yutamıyoruz bile ama “hayat devam ediyor”. Nasıl ediyor bilemiyorum ama ediyor. Hem de onca insan ağlarken, güle oynaya devam ediyor. Toplumsal hafızamız balığınkinden bile kısa süreli artık.

Kürtler’i başından beri düşman gören tanışlarımdan biri sosyal medyada Avustralya’daki kedi katliyamını, Çin’deki köpek katliyamını kafaya takmış durumda. “Benim sevmediğim bazısı ölsün, benim sevdiğim bazısı yaşasın”cıları anlamak mümkün değil.. Belki de insan yakınındaki faciaya üzülmektense, kendinden daha uzakta yaşananlara takılmayı “nasılsa elimden bir yardım gelmeyecekti, bari yaygarayı koparayım” diye düşünerek acaba vicdanını mı hafifletiyor? Bunlar fakirliği hak ediyor, bunlar etmiyor.. Bunlar benim gibi düşünmedikleri için cehenneme gitsin, bunlar bizden.. Çocuk toplumuz; empati yeteneğimiz gelişmemiş, mantıklı düşünemiyoruz.

İzmir’in ufak bir deniz kenarı kasabasında ananemin yazlığı var, hep anlatıyorum, şu falezlere kurulu denizin üstündeki şahane ev.. O şahane evde oturmuş kahvaltı ederken, denize karşı; gözüm donanmanın küçük sayılabilecek bir gemisine takıldı. Midilli’deki kan davalı düşmanlarımıza yakınlıktan dolayı arada donanmanın gemileri gelir bu koya, tepemizden jetler geçer; şaşırmayız. Fakat bu sefer küçük botlarla gemiden sahile insanlar taşıyorlardı. Sahilde de bir hareketlilik, polis arabaları vardı. Dürbünü alıp bakınca, bunların o filmlerde gördüğümüz “mülteciler” olduğunu fark ettim. Kanlı canlı siyahi insanlar, ufacık filikalarla sahile taşınıyor, polis araçlarına bindiriliyordu. Ne bir haber kamerası, ne halktan bir heyecan. Meğerse alışkın oldukları bir durummuş, ayda en az 2-3 mülteci grubu bu şekilde denizden toplanıp karakola götürülüyor, sonra da büyük ihtimalle salınıveriyormuş. Ben ilk defa canlısını gördüğüm için, etkilendim. Alışkın olanlar çaylarını içerek izlemeye devam ettiler.

Herkesin derdi kendine. Avrupalı eşim “aslında şurdan paketler alıp versek mi ellerine, ya da biraz para mı versek” derken, ben “polis karakolda verir birşeyler zaten yanlarına da yaklaştırmaz kimseyi” dedim. Pek ikna olmadı, ben de söylerken pek ikna edici değildim zaten. Gelecekleri muğlak bir grup insan. Yıkılmış evlerinden, can pazarından kaçmış, Avrupa yoluna düşmüş, Türkiye’de “kalıcı misafir”. TV’den izlemek daha farklı oluyor tabii.. Taş olsan duygulanıyorsun, çoluk çocuk denizin ortasında, perişan insanlar..

Öte yandan sınırlarımızı bu perişanlığa kayıtsız şartsız açınca, bizi perişan edecek IŞİD ve türevleri de geldi tabii. Kim terörist kim gerçekten savaştan kaçıyor, nasıl emin olabilirsin ki? Ne büyük hesapsızlık, plansızlık. Sonra gidiyor canlar, yine biz ülke içindeki “öteki”lere çatıyoruz. Ya da “hesap ve plan” bu mu, işte o nokta beni düşündürüyor.. Bu durum kimin ekmeğine yağ sürüyor, yine halkı “kürt düşmanı” ederek seçim sonuçlarını lehine değiştirecek olan kim, kim sadece bu şekilde yeni bir seçimde oy kazanacağını düşünür, kim koltuktan vazgeçmemek adına ülkeyi savaşa atmaktan çekinmez? Cevap belli.

Ülke; ağır roman. 

22 Temmuz 2015 Çarşamba

Çocuklardan ve umuttan..

En çok da şu yandaki fotoğraf içimi acıttı. Umudun, gerçekleşecek hayallerin, naifliğin ve kırılganlığın fotoğrafı çünkü..

2000 senesinin yılbaşı gecesi, benim hayatımın en güzel yılbaşı gecesiydi. Üniversite yıllarımda gönüllü olarak çalıştığım bir uluslararası çevre sivil toplum kuruluşunda, bir kampanya düzenlemiş ve 1999'daki büyük depremden çok yara almış olan Değirmendere'li çocuklar için kendimiz ve destekçilerimizden hediye gelen oyuncakları iki ay boyunca temizlemiş, onarmış, sınıflamış, paketlemiş ve çocuklar için hazır hale getirmiştik. 31 Aralık öğleden sonrası 15 kişi ve koca koca çuvallara dolan hediyelerimiz bir minibüse doluşmuş, sırtımıza sadece birer el çantası ve uyku tulumu almış, şarkılar türkülerle güle eğlene akşam saatlerinde Değirmendere'ye varmıştık. Bir arkadaşın yerlere uyku tulumlarımızı atıp uyuyabilmemiz için ayarladığı köy evinde, hemen ilk iş ısınabilmek için ocak yakılmış ve sonra herkes köy evinin karlarla kaplı ıssız ve sakin ön bahçesinde yakılan ikinci mangalın çevresinde toplanmış, gruplara ayrılmıştı. İlk grup kendimize ufak tefek yemelik bir şeyler hazırlayacak (mangalda pişirilen vejeteryan ürünler, ekmek ve peynirdi o yılbaşı menüsü), ikinci grup hediyeleri dağıtacak, sonra her iki grup birleşip yenilecek içilecek, plastik poşetlerle kar kaplı tepeciklerden aşağı kayılacak, herkes birlikte bulaşıkları yıkayacak ve o sıcacık eve bir dakika olsun girilmeden sabah edilecekti.

Yemekle pek alakam olmadığı için hediye dağıtan ekipteydim. Kilometrelerce yol yürüdük o gece, elimizde fenerlerle, sırtımızda çuvallarla. 3-4 kişilik gruplar halinde civar köyleri dolaştık, kapıları çaldık, "bu evde çocuk var mıııı? çık dışarıyaaa" diye bağırdık. Biz onlara hediyeler dağıttık, onlar bize ev leblebisi, sıcak shlep ya da çay verdiler, evde yeni pişmiş odun ekmeği verdiler, yoğurt verdiler. Kiminin evinde yarım saat oturduk, kiminin evinde 5dk oturduk ama hepsiyle sohbet ettik, çocuklara oyuncakları verdik.

Yüzlerindeki gülümsemeyi unutamıyorum. Bir de kendi yüzümdekini.

Gece yarısına kadar gezdik, saat 00.00'da en sevdiğim arkadaşıma sarıldım, sonra diğer arkadaşlarıma sarıldım, biri yanında harika bir kırmızı şarap getirmişti, bardak falan olmadan direkt şişeden paylaştık, sonra kaybolduk, karların arasında yuvarlandık, bir ara kartopu oynadık, bir ara diğer gruplardan birini bulduk, yukarıda inanamayacağınız kadar güzel, açık, yıldızlı bir gökyüzü vardı. Dolunay da vardı diye hatırlıyorum ama eminim bu hafızamın sevimli bir oyunu bana.. O kadar da olmaz heralde (ama çok net pırıl pırıl parlayan karlar içinde, ay ışığında şarkılar söyleye söyleye yürüdüğümüzü hatırlıyorum).

Köy evine gittiğimizde ortada yemek falan kalmamıştı. Tabii, bulaşık da :) Ama kimse sorun etmedi çünkü zaten köy ekmeğiyle, yoğurtla, leblebi ve bozayla tepeleme doymuştuk. Açıkcası hiç ikram olmasaydı da ruhumuz doyardı o gece eminim..

Sonra o efsanevi plastik poşeti kızak edip saatlerce kaymak dönemi başladı. Sabah 5 gibi gülmekten, defalarca kaymaktan derisi soyulmuş ve eminim mosmor olmuş totomdan yorgun, bizim köy evinde beni bekleyen uyku tulumumun içinde uyumuş kalmıştım. Ertesi sabah kahvaltı bile yapmadan çıktık, ben Ankara'da toplanan aileme, kimi memleketine, kimi boş öğrenci evine döndü ama o yılı ne zaman hatırlasak gülümseriz; saflığımıza, güzelliğimize, çocukluğumuza.....

İşte Kobane'de bunlar olacaktı. Kar yerine kum, boza yerine mırra. Başka da fark olmayacaktı eminim. Yani "ne işleri varmış orda, otursalarmış oturdukları yerde" dedikleri çocukların işleri güçleri kavgaları buydu işte, bu kadarcıktı..

O çocuklardan ne istediler bilmiyorum, anlamıyorum ama o çocuklarda aslında bizi vurdular, bu anlattıklarımı vurdular, umudu vurdular (yine, kahrolsunlar ki yine yeniden..)

Allah ailelerine, sevdiklerine sabır versin. Bizlerin de unutursak kalbimiz taş olsun..

18 Temmuz 2015 Cumartesi

Sade bir yaşam

Son 10 senedir yaşamımı sadeleştirmeye çalışıyorum. İlk olarak maddiyattan başladım, fazla eşyalarımı, kıyafetlerimi ayırıp, yeni ve güzel olanları yıkayıp güzelce paketleyip ihtiyacı olanlara, eskileri ise çöpe yolladım. Kıyafet verme konusu hassas bir konu, tekstil artık çok ucuz ve çeşitli olduğu için gerçekten değerli, yeni ve temiz kıyafetleri vermek ve ihtiyaç sahiplerini eskilerle rencide etmemek gerekiyor. Eşyalar daha kolay; hatırası olanları ayırdıktan sonra büyük eşyaların bir kısmı önce annemlerin alt katına, ordan yazlığa gitti. Büyük çöp poşetleri içinde geri dönüşüme gidenler de azımsanmayacak kadar fazlaydı. Ne çok "biriktirmişim", ne gereksiz yüklerle yaşamışım.. Evim, dolaplarım ferahladı; ruhum ferahladı. Senede bir yine maddi yüklerimden kurtuluyorum ama her geçen yıl daha da azalıyor yüklerim ve çöp poşetlerim. Çünkü sadeleşmeyi öğrenirken, ihtiyacım olanı almayı ve verimli kullanmayı öğrendim.

Sonra sıra geldi manevi yüklere.

Bu kısım daha zor, daha incelikli, daha duygusal. Her tek çocuk gibi ben de büyürken, kendi kendimle mutlu zaman geçirmeyi öğrendiğim kadar, aynı zamanda da kolay sosyalleşmeyi, çabuk arkadaş edinmeyi de öğrendim. Yaşamımın hiç bir döneminde kendimi yalnız hissettiğim, arkadaşsız kaldığım olmadı. Tuhaf ama insanlar bana çabuk ısınıyor, hatta sık sık yüzüme "sende çok tuhaf bir enerji var, odaya girince insanın gözünü alıyorsun" diyorlar. Ne mutlu bana. Ama bunu gerçekten tek çocuk olmaya ve ailemin beni eve tıkmak yerine "git bak orda senin yaşında bir çocuk var, tanış" diye destekleyip dışarı itelemelerine ve bir çok yaz okulu, kamp, sanat, spor aktivitesine yazdırmalarına da borçluyum. Bu sayede "ilk tanışma" konusunda çok erken uzmanlaştım, sonra yaşadığım bir çok ülkede de sıfırdan bir çok tanış, arkadaş hatta dost edinme deneyimim oldu. Çevremi kalabalıklaştırmak konusunda sıkıntım hiç olmadı. Fakat benim sıkıntım, özellikle de son 10 senenin "sadeleşme" hedefinde, çevremdeki bu insanların bir kısmından "ayrılmak" oldu. Yani sosyal anlamda sadeleşmek. Neden buna ihtiyaç duydum, çünkü insan yaş aldıkça aslında önemli olanın çok geniş bir çevre değil, samimi ve öz bir çevre olduğunu öğreniyor. İnsanın 15 tane "en yakın arkadaş"ı olmaz, olsa olsa 5 belki 7, o da yıllara yayılan, tortu gibi suyun dibinde kalan.. Bunu fark ettiğimde, aslında bir çok insanın beni yükseltmediğini, bana ağırlık verdiğini ve dibe çektiğini de fark ettim. Öyle insanlar var ki, ne yazık ki özünde ve sözünde çok farklılar, kendi komplekslerini sizin üstünüze atmaktan, sizi bir psikolojik yastık olarak kullanmaktan çekinmiyorlar. Dertsiz insan olur mu, olmaz, varsa da asıl derdi içinde saklıdır. Ama benim dediğim hep dert, hep olumsuzluk dinlediğiniz insanlar. İltifat bile almayı beceremeyenler, "yok kilo vermedim, yorgunum da süzgün gözüküyorumdur"cular.. Ya da daha kötüsü, sadece kendine değil, size etki etmeye çalışanlar, "bak sen böyle yapıyorsun ama doğrusu budur, böyle davran sen"ciler. Sizi olduğunuz gibi kabul edemeyenler, sizden değişim bekleyenler (ya da sizin onların değişmesini ummanız..)

Bunları hayatımdan bir bir çıkarttım. Bahane uydurup görüşmemek değil, o zaman insan sadece fiziksel ortamından çıkarıyor, aklından çıkaramıyor. Bizzat "kusura bakma, ben seni çok olumsuz buluyorum, şu an benim olumsuzluğa değil, umuda ihtiyacım var, bu şekilde bir dostluğu daha ileriye götüremeyeceğim" dedim kiminin yüzlerine. Acıttı mı, evet. Onu da beni de ama yapılması gerekiyordu. Bencilce görmüyorum. O insana daha önce bir çok şans vermiş, sırtınızda uzun yollar taşımış, olumsuzluğuna umut olmaya çalışmışsanız ve başaramamışsanız; bencillik değil. Olumsuzdan uzaklaştıkça, karmaşık insanları (entellektüel anlamda değil, hep aynı hataları yapıp ders almayan, hayatını karmakarışıklaştıran insanlar anlamında) hayatınızdan attıkça, çevreniz sadeleştikçe birden aslında hayatın ne kadar basit, duru ve öz olduğunu fark ediyorsunuz. Hayatımdan çıkardığım insanlar adına hiç bir pişmanlığım yok.

Şu an yine çevrem kalabalık ama bu kalabalık benden sürekli birşeyler bekleyen, talep eden, beni eleştiren, yargılayan ve değiştirmeye uğraşan insanlardan oluşmuyor. Bu çevre sade, kendi gibi yaşayan, kimsenin yaşamına karışmayan, olumlu düşünen, "hafif" insanlardan oluşuyor. Bir kısmı doğal sade, doğal sarışın gibi, içten gelen bir ışığı var. Bir kısmı benim gibi tırnaklarıyla kazıyarak, kendiyle ve çevresiyle çok sınavlar vererek, çok fedakarlıklarda bulunarak bu yere gelmiş. Daha da tam gelememiş aslında, daha çok yol var..

Evim çok sadedir, eşyalarım az ve özdür, mobilyalarım beyaz ve açık tonlarda, perdesiz ve geniş pencerelerim, yeşil ve havadar bir evim vardır. Yaşamım da sadedir; eşimle, kızımla, işimle, eğitimimle, sevdiğim dostlarımla sevdiğim yerlere tekrar tekrar gitmelerimle, yılda 2 yeni ülke görmeye çalışmalarımla dopdoluyum. Çok para kazanma, evler arabalar eşyalar sahibi olma hırsım hiç yoktur. Bilgi ve kitap biriktiririm, ilkini aklımda, ikincisini gurur duyduğum kütüphanemizde. Ve en önemlisi, gün içinde bazen bir çiçek gördüğümde, bazen bir hoşluk hissettiğimde, hemen şükrederim "Allahım teşekkür ederim bunu bana gösterdin, yaşattın, bilincinde olmamı ve keyif almamı sağladın. Seni ve yarattıklarını saygıyla seviyorum, yolundan ayırma ve hayatıma verdiğin bu güzellikleri katlayarak arttır, sana daha çok şükretmemi sağla" derim. Sağlığıma şükretmek için hasta olmayı beklemem yani..

Bu anlamda sadeleşme yolu beni mutlu etti diyebilirim. Kendimi doğru bir yolda yürüyor hissediyorum. Hırsı olmayan, kimseyle kendimi karşılaştırmadığım, sahip olduklarıma şükredip yetindiğim, yaşamı kabullendiğim bir yol oldu sadeleşme yolu. Bu nedenle, tavsiye ederim.

7 Temmuz 2015 Salı

10 senenin ardından

Sevdiğimiz birini kaybedince duyduğumuz acı zamanla azalıyor derler ya.. Bugün Semo'm gideli 10 sene oldu ve bir süredir onu ölümüyle değil de bana bıraktığı hatıralarıyla anmayı da başardığım halde, acının azalıp azalmadığından hala emin değilim. Azalsaydı, hatta unutulsaydı, hiç yaşanmamış gibi olsaydı, hayat onsuz da aynı devam etseydi; şu an binlerce km öteden gelip, onun mezarı başında oturup, onun genetiğini taşıyor umuduyla üstüne diktiğim sardunyaları severek göz yaşı döküyor olmazdım. Acı azalmıyor, unutulmuyor ama şekil değiştiriyor. Hayat devam ediyor ama aynı devam etmiyor. Ondan kalan hatıraları gülümseyerek anıyorsun belki ama birden o acı geliyor boğazına takılıyor, gözünden yaş olup akıyor, midene saplanıyor. Giden her biri, yanında hayatı götürüyor..

Ramazan ayında düşünerek, bilişsel egzersizler yaparak oruç tutuyorum demiştim. Bugünün benim için anlamı büyük olduğu için, gerçekten karşılıksız sevdiğim ve sevildiğime emin olduğum için, Semo'ya dair duyduğum en güçlü duygu olan sevgiden bahsetmek istiyorum. Gidenin ardından sadece hissettirdiği sevgisi kalıyor çünkü..

Sevginin çok çeşidi var diyorlar ve Türkçe'de tutku, aşk gibi kelimeler de sevgi sınıfına girse de ve hatta diğer dillerde sevgiyi ifade etme yolları daha geniş olsa da (belki de biz Türkler sevgimizi sırf kelime hazinemizin fakirliğinden dile getiremiyoruz?) yine de bence sevgi farklı farklı duygular değil, kendine özgü, öz, apayrı bir duygu. Aşk, takıntılı ihtiras, tutku bence farklı kavramlar. Bence bir çok ilişkinin tıkanma noktasında da aşk ile sevgi arasındaki uçurum yatıyor. Sevgi ise daha derin, hatta sanki daha az sonradan öğrenilen, daha çok insan doğasına ait bir temel duygu gibi. Annenin çocuğuna, kadının köpeğine, adamın kedisine duyduğu, fizyolojik bir ihtiyaçtan kaynaklanmayan, beklentisi sadece geri sevilmek olan bir duygu. Tam tanımlayamamamızın altında da aslında, hayatımızda - o da gerçekten şanslıysak - belki bir, belki beş canlıya karşı hissettiğimiz, karşımıza nadir çıkan bir duygu olması yatıyor belki de. Hiç kimseyi, kendini bile sevememiş insanlar var, öyle çoklar ki..

Hissettiğim duygunun aşk ya da tutku değil de sevgi olduğunu şu şekilde anlıyorum, kokusunu içime çekerek öpüyorsam, bu sevgi.. Neden böyle bilmiyorum ama; sevdiğim adamı, çocuğumu, Semo'mu ve ailemle birkaç dostumu koklayarak öperim, onların kokusunu severim, üzerinden 10 sene geçse de hatırlarım. Koku hafızam çok iyidir ve hep sevdiğim kokuları hatırlarım, istediğim anda hatıralarla birlikte kokuları da geri getirir, duyumsarım. Bu yeteneğimden ötürü çok şanslıyım, bu sayede özlem duyduklarım uzun süre geçse bile yanıma gelir, doya doya koklar, özlemimi gideremesem de, sanki bir an olsun onlarla geri karşılaşmış gibi hissederim.

Geriye sadece sevgi kalıyor demiştim ya. O da gidenin bize son hediyesi işte, birini gerçekten sevdiyseniz acı tatlı anılar arasından sadece sevgiyle dolu olanları hatırlıyorsunuz, insan beyninin en olumlu, en güzel "eksikliği" bu olsa gerek.. Bizi seven, bize sevmenin ne demek olduğunu öğreten tüm sevdiklerimiz için Allah'tan rahmet ve huzur diliyorum..