27 Mart 2015 Cuma

Lumbersexual nedir?

Haftasonu evde bir lumbersexual ağırladık, bu vesileyle ben de bu lumbersexual'lar nedir, ne değildir, ne yer ne içerler, dünyaya nasıl bakarlar bir öğrenmiş oldum. Siz tabii sosyal alemi ben ununu elemiş eleğini kaldırmış, çoluk çocuğa karışmış, başını kaşımaya vakti kalmamış bir garip cerenmus'dan daha iyi takip ediyor ve "ohooo, bunlar out oldu kızığm, şimdi snipersexual'lar moda oldu" diyor olabilirsiniz ama işte ben, kendim yazıp kendim gibilerin dimağında "haaaa bu o muymuş" diye bir ışıkcağız yakmak istedim, tamamen kamu yararına.

Lumbersexual da bir metrosexual, emo, hipster gibi bir insan evladı arkadaşlar. Şu üstteki fotoğraftaki gibi kareli gömlek ile biraz yüsekçe belli ve paçalı dar kot giyinen, saçını sakalını bir hipster kadar olmasa da, yine de orta düzeyde salmış bulunan, yün bereler takan, sırt çantası kullanan ve dikkat ediniz lütfen şimdi can alıcı noktaya geliyorum: belinde minyatür bir balta taşıyan (evet evet evet) bir insan evladı bu lumbersexual. Yemin ederim bir tane değiller, çok moda burda, elini sallıyorsun böyle adamlara çarpıyor! İnanmazsan al wiki'ye sor. Ordan çık The Guardian gazetesine sor. Minyatür balta diyorum yaaa! Tabii işin esprik yanı o ama vallahi taşıyorlar! Neden diye sormayın bana, 2000'lerden bu yana akıl sağlığımı korumak adına, modaya "neden ya neden?" demeyi kestim ben..

Lumberjack ile heterosexual'dan türetilmiş olan, 2014'te ortaya atılan bu terim, aslında bir nevi metrosexual erkek tipine başkaldırı olarak çıktı diyeni de var ama ben şahsen hipster'in bir "numero" ötesi diye düşünüyorum, hipsterin dağa kaçmış, haftasonu kamp yapıp pazartesi işe dönmüşü bence bu. Ve de çok ince bir çizgide kayıverirse ucundan biraz seri katil havası da var sanki.. Sadece erkek versiyonu olması (şimdilik) içimize su serpiyor mu, emin değilim.

Dur bakalım hayat bize daha ne renkler verecek (seviyorum yani bu rengarenkliği, nokta).

24 Mart 2015 Salı

İç ses daha başlamamıştı..

İç ses'inizin ne zaman başladığını hatırlıyor musunuz? Hani size "dur oraya basma, düşersin", "evet çok berbat bir yemek ama eline sağlık de ve biraz ye, yoksa üzülür" ya da "salla gitsin yaa, hayata bir kez geliyorsun" diyen o meşhur iç ses. Oğuz Atay'ınkiler gibi bazen biraz deli, bazen fazla mantıklı, bazense seni senden iyi tanıyan o iç ses.

Ben benimkinin ne zaman başladığını aşağı yukarı hatırlıyorum çünkü içimde benimle konuşup duran bir "ben" olması bana çok acaip gelmişti. 5 yaşında falandım. Babama söylemiştim ilk, biraz korktuğum ve babam herşeyi bildiği için. Denizden dönüyorduk, eve çıkan falezin dedem tarafından açılan o küçük patikasından, otların arasından tek tek toprak basamakları tırmanıyorduk. Ben önde, babam hemen arkamda. Saçlarımdan su süzülüyor. O an durup babama "baba, benim içimde bi ses var, ben içimden konuşuyorum biliyor musun?" demiştim. Babam "nasıl oluyor o?" gibi birşey söylemiş olsa gerek, "işte şimdi mesela bak sustum ya, içimden denize geri gidelim dedim, sen duydun mu, bak yine diyicem" demiş ve babamı baya bir güldürmüş, sonunda da "kızım ona düşünmek denir" cevabını alıp oturmuştum. Düşünebildiğimi bile babam öğretti bana işte, görün halimi.

Fakat zamanla düşünmekten başka birşeyler olduğunu da anladım içimde. Düşünmeden bile önce gelen birşey vardı, belki bir his, bir bilme hali. Mesela Semo'ma o köpek saldırdığında, herşey ağır çekimle olup biterken, biliyordum ben öleceğini. İçimdeki ses "bitti" demişti. Ya da eşim bir öğlen ansızın eve geldiğinde, kızarmış gözlerinden, titreyen sesinden "C., gel, sana birşey söylemem gerekiyor"u duymadan önce hissetmiştim, birşeylerin kırıldığını. Saniye bile değil, o tip anlarda insan saniyenin bile milyonda birinde o kadar hızlı düşünebiliyor ki.. Sanki birşeyi görüyorsun, hissediyorsun, biliyorsun.. İç ses bu işte. Ses bile değil. Ruh belki.

Bir önceki yazımda bahsettiğim Portekizli'nin en içime işleyen sözlerinden birini yazmamıştım. Kızıma bakıp "işte temelde olan bu, iç ses başlamamış daha, öz bu" demişti. Düşünme değil çünkü 1,5 yaşında planlı, sonucunu bildiği, bir anlamda etik değerler bile içeren davranışlarda bulunuyor. Vicdan da değil, empati kurmak için daha çok küçük, başkasının ne hissedeceğini bilmiyor henüz, doğru ve yanlış değerleri, etiği sadece sonucunda ne olacağını bildiği, önceden başına gelen durumlar için geçerli. Ama iç ses işte.. Doğru ve yanlışın ötesindeki iç his. Tam ifade edemediğimin farkındayım ama anladınız sanırım. Gerçekten öz. Daha zamanı olduğunu bilmek, belki fark edeceği anı görebileceğimi düşünmek beni heyecanlandırıyor.

16 Mart 2015 Pazartesi

Bir Portekizli tanıdım..

Afrika'nın bana / bize en güzel getirilerinden biri Mauricio oldu. Kucaklaşıp ayrılırken dediği gibi, belki bulutların üstündeki ülkede görüşmek üzere..

60'lı yaşlarında, kıvırcık simsiyah saçlı, simsiyah gözlü bir adamdı Mauricio. Pretoria'da kaldığımız butik otelin ufacık bahçesinde kahvaltı ederken karşılaştık. Yanınızda çocuk olunca insanlar daha kolay iletişim kuruyorlar sizinle. Köpekle de böyleydi. Bir sıcak hava esiyor, bir karşılıklı "iyi başlama" oluyor, bir daha insancıllık, yumuşaklık oluyor iletişimde. Mauricio'yu ilk gördüğümde de böyle bir gülümseşme oldu aramızda ve masasından kalkıp masamıza gelip, kızımın çenesini okşadı ve: "Portekizli mi bu, çok güzel gözleri var" dedi. "Hayır yarı Türk yarı Alman" dedim ve safça sordum "Siz nerelisiniz?". Güldü ve tabii "Portekizliyim" dedi. Ve ekledi "Alman değil bu, bizim gibi, Akdenizli. Biz başka türlü bakarız. (Ve göz kırparak:) Bizim gözlerimiz konuşur".. Bu adamı seveceğimi o anda anladım.

Mauricio tam 35 senedir Afrika'da. Üstü başı bildiğiniz Afrika'ya misyona gelmiş "beyaz adam" kılığı, yani yeşile çalan krem rengi keten pantolon, bol cepli, kolları dirseklere dek kıvrılmış, aynı renk bir gömlek, keten şapka ve kahverengi ayakkabılar. Bir savaş muhabiri, safari tur lideri ya da uluslararası casus gibi.. Sanırım bu kıyafetten 7 tane falan var, başka şey giydiğine de, giysilerinin kirlendiğine ya da koktuğuna da şahit olmadım. Her sabah kahvaltıda ve akşam çayından yemeğe ve uykuya kadar birlikteydik. Gün içinde her birimizin çok yoğun bir programı vardı. Biz turistik işlerle, o ise uluslararası şirketinin Afrika bürokrasisiyle ilgileniyordu. Ghana'dan Kongo'ya, G.Afrika'dan Namibya'ya, Eritrea'dan Fildişi sahiline, bulunmadığı yer kalmamış 35 senede ve Afrika hakkında gerek politik, gerek coğrafi, gerek sosyolojik muhteşem sohbetler ettik, çok şeyler öğrendik ama bunların yanı sıra Maurice'in en küçüğü 4 senedir kanserle mücadele eden 4 çocuğunu ve karısını yılda ancak bir iki hafta görerek geçirdiği 35 senenin yükünü incecik sarma sigarasıyla nefes nefes içine çeken ve geri üfleyen buğulu gözleri etkiledi beni.. Neden insan böyle bir yaşamı 35 sene yürütür? Bunca özlem, yarım yamalak yaşanmışlıklar, kızımı her sevişinde, kucaklayışında kendi kızlarına duyduğu özlem.. Portekiz'den bu kadar uzakta bir hayat..

Maurice'in sadece bir işadamı olduğuna inanmıyorum tabii. O kadar saf değilim. Ama ne olursa olsun (ki bu öğrenmek istemediğim kadar kirli bir gerçek büyük ihtimalle) bizimle geçirdiği zaman içindeki kimliğinden çok etkilendim. hani bahsettiğim "benim insanlarım"dan biri işte, bunca uzakta ve bir daha karşılaşmayacasına.. Kim bilir belki bir başka hayatta ya da dediği gibi, bulutların üzerindeki ülkede..

Ondan öğrendiğim bir sürü şey arasından size de iki üç satır:

- Dünyayı görmek, insanı tanımak; en sonunda sadece kendini tanıyabilsen bile bir kazançtır.
- Hiç bir şeyi, özellikle de işi, ailenin önüne koyma. Yaşlılıkta yalnızlık en kötü şeydir.
- Çocuklarlayken yaşlı köpeklere güvenme. Genç köpek herşeyi unutur, hoşgörülüdür, oynamayı sever ama yaşlı köpek yılların getirdiği bir dünya görüşüne ve daha az esnekliğe sahiptir. Yaşlı köpekler çocukların çevresinde rahat değildir, dolayısıyla ne yapacaklarını tahmin edemezsin..
- Afrika'da kendine güvenli ol, yoksa kokunu alırlar. Sadece hayvanlardan bahsetmiyorum.
- Beyaz adam için her geçen gün daha kötüye gidiyor Afrika, sonunda özüne dönüyor, en baştan olması gerekene dönüyor. Yüz yılda beyaz adamın tek bir getirisi olmadı bu kıtaya.
- (Çocuğu) bırak, kendi başına olmanın tadını öğrensin, yoksa nerede kiminle olursa olsun mutlu olamaz.
- Kaldığın otelde iki kişiyle samimi ol, aşçı ve temizlikçi. İkisi de hem sağlığın, hem de öğrenmek istediklerin için en önemli kaynaklardır.
- Gün batımını görmek istiyorsan, bu kapıdan çık, şu koridoru geç, iç bahçeye çık, duvarın arkasından, dikenli telin arkasından, elektrikli telin arkasından ve diğer elektrikli telin arkasından, ve diğer elektrikli telin arkasından, ve diğer elektrikli telin arkasından.. İşte orada Afrika'nın en güzel gün batımını göreceksin (fotoğraftaki bu işte, sizin için..)

10 Mart 2015 Salı

Çocukla Afrika Seyahati

Bundan 4 sene önce yine sırt çantalı ve bağımsız olarak gitmiş, tamamen toplu ulaşımı kullanarak Güney Afrika'nın Cape Town kentinden, Namibya, Zambia, Malawi ve Tanzanya'yı aşıp Zanzibar'da gezimizi sonlandırmıştık (hatırlamak için buraya tıklayabilirsiniz).

Muhteşem bir deneyimdi ve aynı zamanda da sağlık açısından baya zorlamıştı beni. İtiraf edeyim dönerken "daha bir süre dönmem Afrika'ya" diyerek dönmüştüm. Ne oldu da sadece 4 sene sonra, tüm o sırt çantalarına bir de bebek arabası ekleyip yine kendimizi Afrika'da bulduk dersek.. Sanırım Afrika'ya aşık olmak böyle birşey. Ne uzak kalabiliyorsun, ne de yakındayken rahatsın.

1,5 yaşındaki çocukla seyahat etmek çok şey değiştirmiyor aslında. Biraz daha planlı, daha az spontan ve bir derece daha temiz ve lüks konaklama ve ulaşım tercih ediyorsunuz çünkü daha bebek sınıfından çocuk sınıfına yeni terfi etmiş bulunan bücürle yalınayak başıkabak seyahat mümkün olsa da, iki günde bir uzun mesafeler katedebilmek, başına savruk ve hızlı tempoda seyahat pek mümkün değil. Zaten olmamalı da sanırım, anneliğin bana öğrettiği en temel taşlardan biri bu; yavaşlamak. Afrika zaten yavaş bir kıta, insanların zaman anlayışı Batı'dakinden daha farklı. Özünde böyleyken, koştur koştur seyahat etmektense, anın keyfini yakalamak ve uzun uzun da keyfini çıkartmak en güzeli..


Bu sefer Münih'ten yola çıktık ve Etihad'ın promosyonlu uçuşu ile Seyşeller aktarmalı olarak Johannesburg'a gittik. Seyşeller'de bir hafta kaldık ama geçen sene de bu cennet adalarda 15 gün geçirdiğimiz için, bahsetmeden geçeceğim. Geçen seneki yazım burada, özetle hiç bir şey değişmemiş ve ekleyeceğim hiç bir şey yok. Hala cennet, hala muhteşem.

Johannesburg'a (JB) indiğimizde, Seyşeller'den daha serin, rüzgarlı bir hava karşıladı bizi. Fakat kuzeye çıktıkça derece 30'ların üst sınırlarına yaklaştı. Nem olmadığı için insanı daraltmayan, hoş bir sıcak, özellikle Şubat ayında kar altındaki Avrupa'dan geliyorsanız. İlk durağımız Pretoria oldu ve bu güzel kentte, ne yazık ki insan kaynaklı güvenlik nedeniyle şehir merkezinde yürüyemeden, ancak arabayla (o bile önerilmediği halde) gezebildik, Beyaz Adam'ın övünç kaynağı, bence mimarisindeki süslemeler dışında pek bir özelliği de olmayan, son derece "yerlilere medeniyeti getirdik, ne kadar da muhteşemiz" türündeki ırkçılık abidesi (ve bence 30 sene içinde yerinde yeller esecek olan) Voortrekker Monument'i ziyaret ettik. Ayrıca çocuklar için ilginç olabilecek ve içeriye silahla giremeyeceğiniz (!) bir de hayvanat bahçesi var, görülmeye değer. Özellikle bush'a yaban hayata ve safariye çıkacaksanız, önceden çocukların ilgisini çekmek ve dikkatlerini yöneltmek için güzel bir fırsat. Geniş çim alanlarda piknik yapmak ve yürüyüş için de öneririm. Pretoria'da kaldığımız otel "Opikopi Guest House" kesinlikle önereceğim, Afrika'nın dört bir yanından işadamı ve üst düzey (gazeteci, bürokrat) seyyahların kaldığı ve bu insanlardan Afrika ve sosyal yaşam hakkında çok ilginç anektodlar alacağınız bir buluşma noktası. Ve de tabii silahlı güvenlikle, elektrikli ve jiletli tellerle, yüksek duvarlar ve köpeklerle "korunduğunuz" bir nevi beyaz adam hapishanesi. Ama ne yazık ki alternatifleri çok riskli..


Pretoria'dan sonra yaban hayata, safari alanlarına gittik. Kruger ne yazık ki sıtma ve daha beteri sarı humma bölgesi ve 1,5 yaşındaki çocukla gidilecek yer değil. Fakat en az Kruger kadar bereketli, her yerden uzak, muhteşem bir flora ve fauna alanı olan Waterberg bölgesi ve özellikle Vaalwater muhteşem bir seçenek. Vaalwater "medeniyet"ten oldukça uzak küçücük bir kasaba ve iki ATM ile bir market bulunuyor. Bir de kendin pişir kendin ye'den sıkılırsanız öğlen 14'e kadar açık olan ufak bir cafe'si var (muzlu milkshake'leri ve cevizli keklerini özellikle tavsiye ederim). Fakat Vaalwater'da yapacağınız şey şu: marketten etinizi, kömürünüzü, içeceklerinizi, salata malzemelerinizi ve macadamialı kurabiyelerinizi (kaçırmayın bu lezzeti) alıp istifliyorsunuz ve kaldığınız safari kampından dışarı burnunuzu dahi çıkarmıyorsunuz. Bu kamplara "game reserve" deniyor ve genellikle beyaz bir aile tarafından işletiliyor, ailenin yanında kalıyorsunuz aslında ve size sundukları doğal bungalovlarda konaklıyor, bahçenizde havuz ve mangal keyfi (braii) yapıyor, sabahtan akşama dek kamp alanını ziyaret eden hayvanları izliyor, doğayı dinliyor, kayan yıldızların altında dilek tutuyorsunuz. Bu kadar basit bir yaşam. Tabii ki muhteşem bir deneyim, çok romantik, dinlendirici, lezzetli ve heyecan verici (çünkü sırtlan, çakal, Black Mamba denen son derece zehirli yılanlar, zebra, zürafa, yaban domuzu ve mandalar size 1-2 mt uzakta, uyduruk bir çitin hemen arkasında!) Eğer oturduğunuz ya da yattığınız yerden sizi ziyarete gelen safari hayvanlarını (game) gözlemlemek size yeterli gelmezse, bölgede bir çok vahşi hayat alanı var, arabalı ya da yürüyerek gezebilir, turlara katılabilirsiniz. Bu bölgede kredi kartı kullanılmıyor, konakladığınız yerler euro ya da dolar kabul etmiyor; o nedenle cebinizde yeterli nakit olmasına dikkat edin. Bir de G. Afrika'nın genelinde enerji açığı nedeniyle sık sık elektrik kesintileri oluyor, bunlar genellikle önceden belirlenen saatlerde yapıldığı için, elektrikli mangal gibi aletleri kullanacaksanız önceden bilgilenin derim.


İkinci haftaya iyice dinlenmiş şekilde, huşu içinde başladık ve Afrika'nın Las Vegas'ı ile Disneyland'ı arası birşey diyebileceğim Sun City'ye gittik. Burası kumarhaneleri ve dünyanın en iyileri arasında sayılan su parkı ile ünlü, yine kendinizi beyaz adam'ın "kurtarılmış bölgesi"nde hissedeceğiniz tuhaf bir yer ve 2 günden fazlası insanı sıkar ama görmeden de geçmeyin derim. Paranıza azıcık kıyarsanız konaklama için The Palace Hotel'i mutlaka öneririm, oldukça kitch ama bir o kadar da ihtişamlı. Hemen yakınındaki Cavanas Hotel de ekonomik ve rahat. Zaten su parkından çıkıp ayaküstü birşeyler atıştırıp (ne yazık ki yeme içme işleri G. Afrika'nın genelinde çok kötü, fastfood ve kalitesiz) casino'lara giriyorsunuz, Sun City'de yapacak pek fazla şey yok. Vaktiniz kalırsa bir de Lost City labirentini gezebilirsiniz..

Son durağımız Johannesburg'du ve bu kente 2 gün ayırdık. Şehrin merkezi yine Pretoria'da olduğu gibi gece asla, gündüz ise bazı bölgelerde özellikle temkinli olarak gezilebiliyor. Özellikle Hillbrow bölgesini ve Soweto gibi township denen gecekondu alanlarını kesinlikle tek başınıza gezmeye kalkmayın. Kentin tamamında, arabanızın camları kapalı, kilitli olarak gezmenizi, üzerinizde kamera ya da değerli hiçbir şey taşımamanızı (markalı kıyafetler dahil), kırmızı ışıklarda ön ve yan arabalara mesafe bırakmanızı önereceğim. Hillbrow için Ponte City'yi de içine alan harika bir yürüyüş turu önereceğim ve gelirin tamamı bölgenin yararına kullanılıyor, mutlaka katılmanızı tavsiye ederim. Çok güvenli ve ilginç; Dlala Nje. Ayrıca City Tour kırmızı otobüslerine katılabilir ya da bizim yaptığımız gibi aynı rotayı kendi arabanızla gündüz saatinde dolaşabilirsiniz. Ben JB'de kaldığımız sürece kendimi güvensiz hissetmedim ama her 3 dakikada bir çocuğun (kadının değil) tecavüze uğradığını, sadece kafası iyi olup da bela aradığı için rastgele birine nişan alıp öldüren insanların olduğunu, dünyanın en tehlikeli şehirlerinden biri olduğunu aklınızdan çıkarmayın derim. Konaklamak için Sandton, Bedfordview ya da bizim tercihimiz olan Melville (Arum Place) güvenli ve güzel bölgeler. Ayrıca çocuklaysanız Melville'deki Bambanani'yi mutlaka ama mutlaka önereceğim. Hem yeme içme için (kokteylleri bile yuvarlayabilirsiniz), hem de oyun alanı olarak harika bir yer.

Özetle; bu seferki G. Afrika seyahatimiz ilki kadar başına buyruk olmasa da, hem daha sakin hem daha planlı olsa da, yine de muhteşemdi. 1,5 yaşındaki çocukla Afrika'da safari yapabilir miyiz derseniz, kesinlikle evet. Kruger olmasa da bahsettiğim bölgeler gerek hayvan çeşitliliği, gerek bitki örtüsü, gerek konaklama seçenekleri olarak çocuklu aileleri mutlu edecek özellikte. 1 hafta boyunca bush'ta kalsanız da kesinlikle sıkılmayacağınızı, harika vakit geçireceğinizi garanti ederim. Çocuk ihtiyaçları kolayca sağlanıyor, doktorlar ve hastanelerin standardı yüksek, özellikle Avrupa'nın kışında gidilebilecek güzel bir ülke. Tavsiye ederim.

Fotoğraflar ve yazının tüm hakları (c) Ceren Musaağaoğlu Schubert, Mart, 2015.

3 Mart 2015 Salı

Marta dair

Yeni bir ay, yeni bir mevsim. Son yıllarda Mart bitmeden bahar gelmez oldu, sanki mevsimler 15-20 gün kaydı ama en azından adı bahar ya, gerisi kolay..

Ben ise sonbahara girdim, güney yarımkürede. Bugün Afrika'da geçen zamanın son günü. Bu gece dönüyoruz Münih'e, sonbahardan ilkbahara, karlı ve soğuk bir mış gibi bahara. Olsun, geç gelse de upuzun sürüyor en azından Münih'in baharı. Ama tuhaf bir his işte, buraya yavaş yavaş sonbahar gelecek, bize yavaş yavaş ilkbahar ve tropik iklimde hep yaz, hep yağmura özlem ve arktik iklimde hep kış, hep güneşe özlem. Dört mevsimi layıkıyla yaşayabilmek, aslında dünya üzerinde çok az insana nasip olan bir lüks..

İklim aslında insan davranışlarını da büyük ölçüde belirliyor. Mesela sıcak iklim insanları daha dışa dönük oluyor, daha açıklar, paylaşımcılar. Evler mesela, açık alanların yüzölçümü fazla ve bu da isteristemez, insanlar arası sosyal ilişkiyi geliştiren bir yaşam biçimi. Afrika'da mesela, batının etkisiyle "medenileşmiş" insanlar dışında kalan kesimde nizim anladığımız anlamda bir ev anlayışı yok. Teneke barakalar, iki çit örülmüş gecekondular. İnsanlar evin içinde değil dışında yaşıyor. Tek başına kalmak bir özlem değil. Ben değil biz var. Beyaz adam gibi evin çevresine dikenli tel, yetmedi elektrikli tel, yetmedi çift demir kapı ve duvar, yetmedi iç kilitli kapı, yetmedi köpek, yetmedi silahlar değil.. Medeniyet buysa, farkında olmadan hapishanede yaşıyor beyaz adam..

Yağmura seviniyor, rüzgara dans ediyor, güneşe tapıyorlar Afrika'da. Hayvanla iç içe, hayvandan çok insandan gelecek tehlikelerden korkarak.

Sonbahar demek, biraz daha sık yağmuru görebilmek, biraz daha yeşil demek. Sonbaharla birlikte bir "sonlanma" hissi gelmiyor bu nedenle, bir yenilenme başlıyor.

Yine de dört mevsimin yaşandığı iklimde olmak, gelişim adına bir "şans". Çünkü kışın varlığı ve sertliği, insanı zorladığı gibi, yerleşik hayata da geçirmiş, daha korunaklı yaşam alanları, dolayısıyla kentleşmeyi de getirmiş. Kentleşme teknolojiyi, endüstri devrimini, sosyal devrimleri getirdiği gibi aynı zamanda sosyal sorunları, adaletsizlikleri ve eşitsizlikleri de getirmiş. Ve beklenen sonuç, nefret, öfke, terör. Bugün tüm dört mevsimi yaşayan ülkelerdeki sorun bu, aşırı kentleşme.

Afrika'da geçen zamanda, özellikle 1,5 yaşındaki kızımı doğada ve hayvanlarla, kısıtlamasız ve korumasız haldeyken gözlemlerken, şehirde ne kadar tutsak olduğumuzu, ne kadar esir olduğumuzu da farkettim. Biz belki teller ve korumalar arkasında yaşamıyoruz Afrika'daki terör Avrupa'da yok ve bu anlamda özgürüz. Ama yine de bir devletin kuralları altında yaşıyoruz ve aldığımız kararların tamamına yakını, devlet ve kurumları tarafından önceden belirleniyor. Karşı çıkamayacağımız sorumluluk ve yükümlülüklerimiz vat, bunun karşılığında devletin bizi koruduğuna inanıyoruz. Afrikalı değil Avrupalıyız ya, medeni sanıyoruz kendimizi. Oysa sadece tutsaklığın bir başka basamağındayız. Haberimiz yok.

Mevsimler değişiyor. Bugün baharın ikinci günü. Bugün Afrika'daki son günüm. Yarın yeni yaşımın ilk günü. Yarın bahara, yeni bir kıtaya, yeni bir yaşa gidiyorum. Yeni bir başlangıç, yeni bir umut