30 Ağustos 2014 Cumartesi

Çok özlemek

Canım Ananeciğimin aramızdan ayrılışının ilk yıl dönümü bugün. Çok sevgili Orta Karar'ın dediği gibi, bazı acılar ömürlük.. Hiç azalmıyor ki.. Ölümlerle eksiliyoruz yavaş yavaş, ömrümüzün sonunda belki de elimizde hiçbir şey kalmayacak anılardan başka.

Ananemi düşünmeden geçirdiğim bir gün olmadı bu bir sene içinde. Annelik konusunda zorlandıkça, o ne yapardı, nasıl davranırdı diye düşündüm. Sanki bazen melek olup da beni ve kızımı koruduğunu ya da birden bir fikir getirerek aklıma, beni doğru yollara sevk ettiğini hissettim. Bazen ise, sokakta yürürken ya da mesela saçma sapan bir iş yaparken birden öyle aniden geliverdi aklıma. Bir bıçak gibi saplanıyor acı, fiziksel bir acı resmen. Nefesin kesiliyor, boğazına bir yumru oturuveriyor, bakıyorsun birden gözlerin yaşlarla dolmuş. Ah.. diyorsun, ah neden böyle oldu?

Olumluya odaklanmaya çalışıyorum ben, çok sevdiğim iki varlığın kaybında da.. Bu benim kişisel savunma mekanizmam, acıyla başa çıkabilme yolum. Hep aklıma iyi hatıraları getirmeye, onları gözümün önünde en mutlu, neşeli, sağlıklı halleriyle görmeye çalışıyorum. İki ölüm de zamansız ve kaza (cinayet?!) ile olduğu için, başa çıkabilmemin tek yolu bu.

O nedenle şimdi burada, ananemle ilgili bir ufak hatıra paylaşmak, onu bu şekilde anmak istiyorum.. Ananem de her kadın gibi çiçek severdi elbette ama saksı çiçeği yetiştirmeyi hiç beceremezdi. Çocukluğumdan beri ananemin evinde ve balkonunda topraklı hiç çiçek gördüğümü hatırlamıyorum. Bir gün bunun nedenini sorduğumda, bana "aman hiç açma o konuyu, ben çiçek bakmayı beceremiyorum" dedi. "Nasıl yani anane? Su vereceksin, o kadar" dedim ama hikayeyi anlatınca, bu işin sadece su vermekle ilgili olmadığını da öğrendim. Meğerse ananem gençliğinden bu yana birkaç çiçek bakmayı denemiş, bazı doğal yollardan kuruyanları bir köşeye atalım, hadi fazla sulanan ya da haftalarca sulanması unutulanları da doğal sayalım ama ananem konuyu bir üst boyuta taşımış: bir tanesini dedemin pantolonundaki lekeyi çıkaracağım diye gaz yağıyla silip, balkondaki çiçeğin tam üstüne asarak yani gaz yağıyla kurutmuş, ötekini kibritle oynayan haşarı komşu oğlunun sayesinde salonun perdeleriyle birlikte bildiğin alevle yakmış. Komşusunun "benim hatırıma ilgilenirsin" diye zorla hediye ettiği çiçeği, komşu tatilden dönerken gözüne güzel gözüksün diye duşa sokup yıkamış, balkona atmıi, gece boyu unutmuş, tabii Ankara'nın ayazında sabah çiçek donmuş.. Yani, ananem çiçek bakamıyormuş.. Ya da, çocuklarına, torunlarına bakmış ama çiçek bakamamış..

Ona hep kesilmiş çiçek götürürdük; nergis, sümbül, gül ve papatya.. Ve şimdi üzerinde rengarenk sardunyalar büyütüyor.. Yolun çiçek dolu olsun canım ananem.. Ruhun şad, mekanın cennet olsun.

15 Ağustos 2014 Cuma

Bir yazarın yatılı misafiri olmak

Bir yazarın yatılı misafiri olmak böyle bir şey işte.
O yazarın çalışma odasında konaklamak.
Yüzlerce kitabın altında huzur içinde uyumak.
Hiç olmadığı kadar rahat uyumak.
Soluksuz uyumak.
Sabah uyandığında raftaki kitapların kokusuna uyanmak.
Bakakalmak masadaki kağıt tomarlarına.
O kağıtların savrukluğundaki hikayelerin hayalini kurmak.
Merak etmek.
Ucundan kaldırıp bakıverecek kadar yakın.
Dağınık çarşaflar kadar dağınık düşüncelere.
O düşüncelerin mahremiyetine sızmaya özenmek.
Bakmayacak kadar o kağıtlara saygı duymak.
Olmamış hayatların hikayelerine.
Hikaye ile oldurulan hayatlara.
İmrenmek.
Bir yazarın evinde uyumak.
Onun kitapları altında rüyalar görmek.
İşte böyle bir şey..

9 Ağustos 2014 Cumartesi

Cote D'Azur: Şık ve lezzetli Fransız

Bir önceki yazımda bahsettiğim gibi, arabamıza atlayıp Münih'ten Akdeniz'e kavuşmak için 7 saatte 5 ülke aşarak İtalya'ya varmıştık.

4 günlük muhteşem bir şarap ve İtalyan lezzetleri eşliğinde bol yürüyüş ve bol ılıman iklimle kucaklaşma molasından sonra, yine arabamıza atlayıp bu sefer de 5 saatte 2 ülke daha geçerek (itiraf edeyim, Monako'da sabahın o saatinde grandtuvalet giyinmiş, boya küpüne batmışçasına makyajlı ve sevimsiz insan evlatlarına şaşırma nedeniyle, AB'ye inat bu tuhaf ülkeyi 1/2 ülke saymak hissiyatı içindeyim!) Fransa'nın ünlü Cote D'azur sahiline vardık.


İtalya'dan sadece bir taş atımlık uzaklıktaki bu sahil, İtalya ile Fransa arasındaki bakış açısının dağlar kadar farklı olması nedeniyle sanki birbirinden kilometrelerce uzak iki farklı ülke gibi. Oysa coğrafya açısından çok da farkları yok, masmavi deniz, kilometrelerce ev ev ev dolu sahil, rengarenk dondurmalar, zeytinlikler, üzüm bağları.. Neredeyse aynı. Tek farkı; sanırım Fransa biraz daha şık, biraz daha özenli, biraz daha "zengin ve kültürlü" duruyor. Ve evet, biraz daha pahalı.


Konaklamayı seçtiğimiz bölge yani Grasse; turistik sahilden daha kuzeyde, dağlık alandaydı ama turizm açısından İtalya'dakinin aksine, dağlık alandaki köyler çok daha kalabalık ve "modern". Daha doğrusu, tarihi doku son derece güzel korunmuş olduğu için, kendinizi ortaçağda bir şatoda konaklıyor gibi hissediyor, aynı zamanda da 21.yy'ın tüm teknolojisine sahip olduğunuz lüks bir tatil geçiriyorsunuz. Grasse; Fransa'nın parfüm başkenti. Belki Patrick Süskind okuyucuları "Koku" romanından da hatırlarlar. Geceleri ortaçağ kasabası ruhu tabii ki hafif ürpertici oluyor ama gün doğumu ve gün batımında o güzel kahve kızıl evler, yemyeşil bahçelerin arasında mütiş romantik, gerçekdışı bir güzellik sunuyor insana. Grasse'ın biraz uzağında Le Bar sur Loup köyünde kaldık ve bu köyde ortaçağda verilen bir davette, tüm davetlilerin esrarengiz bir şekilde ölmesi sonucunda, efsaneye göre hala geceleri hayaletleri dolaşır dururmuş sokaklarda (biz göremedik kendilerini). Ama gün boyu güneşin sıcak etkisi kerpiç evlerin ve taş sokakların köşelerinde dolaştı durdu.


Bölgeyi karış karış gezmek, sahile hiç inmeden ve sıkılmadan günler sürüyor. Mutlaka yapılması gerekenler arasında tabii ki Trüf mantarı (toplanma sezonu genellikle Eylül ayı) dokunuşlu çeşitli Fransız yemeklerini tatmak da var. Özellikle İtalyan mutfağının etkisiyle, çeşitli makarnaların Trüf mantarı ile taçlandırılması tam bir damak şöleni sunuyor. İsterseniz, yandaki gibi bütün mantarları da alabilir, kendi mutfağınızda deneyebilirsiniz. Ayrıca Akdenize özgü enginar, patlıcan ve deniz ürünleri, Fransız mutfağının diğer gözdeleri. Özellikle Grasse'da sokak mutfağını da denemenizi öneririm.

Fransız mutfağı benim damak tadıma biraz fazla yağlı ve soslu gelse de, tatlılarına diyecek sözüm yok tabii. Fransızlar gibi güne şekerli tatlarla başlayıp, peyniri sadece yemek sonrasında tatlı yerine yemek benim tercihim değil ama denenebilir (yemek sonrası yenen peynirin ayrıca dişlerin korunmasında yardımcı olduğu da söyleniyor). Bölgede özellikle pastaneler ve şekerleme fabrikaları turistik turlar düzenliyor ve hem işin ustalığını öğrenebilir hem de ondan bundan tadarak mükellef bir ziyafet çekebilirsiniz.

Tabii ki yeme içme dışında, parfümerileri gezebilir ve kendi teninize uygun tasarlanmış kokuları seçebilir, satın alabilirsiniz. Ayrıca Nice, Cannes ve diğer ünlü turizm merkezlerine yakınlığıyla da günü birlik kültür, alışveriş ve yaşam tarzı turları için ideal bir bölge. Kısacası, şık ve lezzetli Cote D'Azur'un alımlı ve marur bölgesi Grasse; oldukça romantik bir tatil için de, görme ve tat alma duyusuna yaşattığı festival için de, Ortaçağ'ı konforlu bir şekilde düşlemek isteyenler için de ve hatta alışveriş ve pop kültür çılgınları için de farklı turizm seçenekleri sunduğu için, herkesi tatmin edebilecek bir bölge. Görülmeli, deneyimlenmeli..

(c) Ceren Musaagaoglu Schubert - Ağustos, 2014

8 Ağustos 2014 Cuma

Piemonte: İtalya'nın şarap merkezi


Avrupa'da bu Ağustos 15-18 derecelerde gezindi, 20'lerin üzerine çok nadir çıktı, devamlı bulutlu, yağışlı, uzun kollu, çoraplı bir yaz geçirdik..

Derken; meğerse bu durum hiç de böyle değilmiş Alpler'in güney yanında! Meğerse o bulutlar, o yağış, o yaz demeye bin şahit isteyen hava Alp'lerin iç tarafında asılı kalmış, bizi esir almış da güney ellerde ağustos böcekleri, sıcacık güneş, masmavi denizin hakimiyeti sürer gidermiş.. Ah be Akdeniz.. Bu sefer Münih'ten arabamızla sabahın 4'ünde ayrıldık, tam 7 saatte 5 ülke geçtik ve öğle yemeğine İtalya'nın Piemonte bölgesine yetiştik. Sabah erkenden sisli ve puslu Avusturya'ya bir göz kırptık, hafif yağmur çiseleyen Lichtenstein'da zaruri ihtiyaç ve çay molasını takiben İsviçre'ye daldık, benzin fiyatları yüzümüzü güldürünce depoyu da fulledik ve ver elini Akdeniz güzeli, İtalya! Evet 5 ülke işte, Lichtenstein'ı AB tam ülkeden sayarken, biz niye 1/2 sayalım?!

Piemonte; İtalya'nın Fransız etkisindeki, bağcılık ve şarapçılıkla ünlü, sevimli mi sevimli, dağlık bayırlık, yemyeşil bir bölgesi. Bağcılık derken, abartmışlar, yer gök bağ, tüm tepelikler, tüm ovalar, mümkün olan her santimertekare şaraplık üzüm bağlarıyla örtülü. Ağustos'ta, daha üzümler yeni yeni olgunlaşmışken, bağ bozumuna ooo-hooo çok varken, bölgenin keyfine doyum olmuyor.

Piemonte'de 4 gün kaldık, klasik bir bağ evinde konakladık. Aile gündüz üzüm bağında çalışıyor, akşam bizimle yemek yiyor, kahvaltı uyandığımızda hazır, bahçedeki erik ağacının ulaşabildiğimiz dalları emrimize amade, öğle uykusunda istersen terastaki divanda, istersen bahçedeki hamakta, istersen odanın efil efil perdeleri uçuşuyorken şekerleme yap, karışan yok, soran yok.. İster akşam gün batımında açarsın bir şişe şarap, damakta o kekremsi, hafif kuru ve meyve tadı.. Alırsın bir kitap eline, üç sayfa, bir yudum, iki sayfa, bir yudum.. Sessizlik, hafif akşam esintisi, birkaç sinir bozucu sivrisinek (her gülün bir dikeni..)

Kaldığımız köy Santo Stefano Belbo - ki özel bir köy değil, binlercesinde aynı şekilde konaklayabilirsiniz - ufacık, içinde bir pizzacı (gerçekten de Big Mama! hazırladı incecik hamur üzerine bol malzemeli pizzalarımızı), bir dondurmacı, çocuklar için bir atlıkarıncası olan ufak bir meydandan ibaret bir köyceğizdi, yetti de arttı bile.


Zaten yapılacak tek şey, köy köy gezmek, şarap tatmak (özellikle Barolo köyü şarapları oldukça ünlüdür ama köyden kazıklanarak almak yerine herhangi bir süpermarketten de alabilirsiniz), İtalyan rahatlığının, ağız tadının, geçmeyen zamanın keyfine varmak. Tatil = Yavaş zaman.


Bölgede Bizans ve Frank etkisi oldukça yoğun hissediliyor. Ama kimsenin bu bölgeye tarih için geldiğini sanmıyorum. Şarap seviyorsanız, şarap bağlarının arasında romantik bir haftasonu kaçamağı ya da sakin bir hafta geçirmek istiyorsanız, Ağustos sıcağında hafif esintili, insanı bunaltmayacak derecede güneşli ve İtalya'nın neşesi ile Fransa'nın şıklığını bir arada yaşayabileceğiniz bir ufak köyler topluluğu arıyorsanız; Piemonte sizi büyüleyecektir. Ha bir de son hatırlatma; yürüyüş ayakkabılarınızı yanınıza alın çünkü dağ tepe tırmanmalık, bağlara dalmalık, dalından meyve sebze atıştırmalık (izin alarak tabii, emeğe yazık!) ve özellikle çakırkeyfken bol engebeli bir bölge burası :)

(c) Ceren Musaağaoğlu Schubert - Ağustos, 2014.

2 Ağustos 2014 Cumartesi

Tek kişilik ruh

Orhan Pamuk "Sessiz Ev" romanında, karakterlerden birini betimlerken "Tek kişilik bir ruhu vardı. Kendi olmayı beceriyordu. Ben olamıyorum.." der. Bu cümle benim beynime kazılı roman cümlelerinden biridir. Yıllardır dilime gelir gider, beni yalnız bırakmaz, durur dinlenir, yine üzerinde düşünürüm. Tek kişilik bir ruh, sadece kendi olabilen bir insan. Kılıktan kılığa girmeyen, olduğu gibi görünen, samimi, içten, belki doğruculuğu yüzünden dokuz köyden kovulmuş, yalnız bir insan gelir aklıma. Bu insanı severim. Bu insan "benim insanım" çünkü.. Benden biri, bizden biri..

Ruhumuzu yalınlaştırmak; doğu felsefelerine, özellikle de ilgimi çeken Zen Budizmi'ne göre, yaşam ödevlerimizin en başında geliyor. Ruhun Tanrı'dan kopup geldiğine, ondan bir parça olduğuna, "bir an" için yaşayıp, yaşam boyu öğrenip, tekrar ona döndürüleceğimize inanıyorum. Doğu felsefelerinde buna ek olarak "tekrar (tekrar?) ona döndürüleceğimiz" sıklıkla inanılır, öğretilerde ve hatta kutsal kitaplarda yazar. Kur'an'da da bu cümle geçer, okuyanlar bilir. Bunu tek bir yaşam olarak alır müslümanlar, çok tanrılı dinlerde ise daha sarmal bir yapı olduğu için belki, bir çok yaşam olarak düşünülür ve ruhun en basit noktadan başlayıp her bir yaşamda öğrendikleriyle gittikçe yüceldiği ve en sonunda Nirvana'ya ulaşarak bir daha yaşama geri gelmeden tanrı'ya kavuştuğu düşünülür. Yani dünya yaşamı bir "an"dır ve bu an sadece öğrenmek ve ruhu yüceltmek için yaşanılır, olanlardan ders alınır, çeşitli sınavlardan geçilir ve tabiri caizse "uzmanlaşana dek" bu yaşam örtüsü yeniden yeniden kuşanılır. Yani öğrenmek ve uzmanlaşmak, daha yüce bir ruh olmaktır yaşamın amacı. Tek tanrıya inandığım halde, itiraf edeyim bu "yaşamda öğrenme" konusuna ve öğrenilecek şeyin de sevgi ve yalınlık olması gerektiğine inanıyorum. Bahsetmiştim, bence "hayatın anlamı" sevgiyi ve yalınlığı anlamak, sindirmek, yaymak. Velhasıl, "tek kişilik ruh" betimlemesi bu nedenle benim için çok anlamlı, güçlü bir betimleme.

İnsanın yaşamında kuşkusuz "diğerleri"nin etkisi azımsanamaz ve sosyal gelişimin ötesinde, psikolojik gelişiminde de "başka ruhlar"ın yeri büyük. Ama yine de insanın kendi kendine, sadece kendisiyle başbaşa yaşamındaki huzuru (ya da daha yalın olmak gerekirse, iç huzuru), sanırım en önemlisi. Kimseye bağlı olmaksızın "ben" olabilmek, kendini birinin karısı, birinin annesi, birinin işvereni ya da çalışanı olarak görmeden, salt bir birey olarak varolabilmek ve kendi kendini tanımaya çalışmak, iç huzurunu sağlamaya çalışmak; sanırım bunlar hayattaki diğer amaçlarımız, anlamlarımız. Bir başka ruha "çıtçıtlanmış", "düğmelenmiş", "yapıştırılmış" olmadan, tek kişilik bir ruh olabilmeyi öğrenmek..

Hamiş: Fotoğraf bizim ön bahçedeki ufacık havuzda bu haftasonu birdenbire açıveren nilüfer (ya da lotus çiçeği..)