18 Ekim 2014 Cumartesi

Medya ve intihar

Gündemde iki intihar var bu sıra. Mehmet Pişkin'in intiharı, Cem Garipoğlu'nun intiharı ve aslında biz edebiyat severler için Nilgün'ünkinin yıldönümünü de sayarsak üç intihar. Birine sempati, diğerine nefret, bir diğerine acıma, ötekine öfke, birine oh olsun, ötekine vahvah yaptığımız, kimini yıllarca aklımızın bir köşesinde taşıyacağımız, kimini haftaya unutacağımız üç insan. Ve bize aynı eylem içinde tüm bu farklı duyguları yaşatan bir medya. Sosyaliyle, asosyaliyle, depresyonuyla, kişilik bozukluğuyla VAR olan, sosyo-politik yaşamın gündeminden insan sürülerini uzaklaştırmak için birebir ilaç: MEDYA.

Üçü de birbirinden farklı görünen ama temelde kendi canını alma fiiline giden üç intihar eylemi, üstelik haklarında yazılıp çizilen ya da kendi haklarında yazıp çizdikleri dışında tanımadığımız üç insan hakkında hepimizin bir duygusu, bir görüşü, bir "illa ki söylemem lazım"ı var. Neden? Çünkü medya bize bunu yaptırıyor; üzerinde düşüneceğimiz gündemler yaratıyor, bozuyor, bizi ellerimizden tutup "düşünmeye" ve "hissetmeye" götürüyor. Yaşasın medya. Öyle mi gerçekten?

İntihar haber yapıldığında, bunun sonuçları yıkıcı olur. İntihar haberleri ayrıntılı ve görüntülü olarak medyada yer aldığında, ölen kişi içselleştirilir. Bazen kahramanlaştırılır, bazen yerin dibine sokulur. Ölen kişinin tüm bunlara yanıt verme olasılığı olmadığından ailesi, sevdikleri okların ucuna getirilir. Suçlu aranır, suçlu bulunur, yasama, yürütme, yargı bir arada halledilir. Bir de ona hayranlık duyan "kopya kediler" türer peşinden. Ona özenip, ben de böyle hissediyorum yahu diye düşünen, o yaptı kahraman oldu, ben de deneyeyim diyen insanlar.. İntiharlar haber yapıldıkça, toplumda takip eden intihar sayısı artar. Bu nedenle Türk Psikoloji Derneği şurada iyi bir bildiri yayınlamış, medyada intiharın "kullanılmaması" konusunda, uzman klinik psikolog olarak ben de aynen katılıyorum. Bu sansür değildir, Türkiye dışındaki bir çok ülkede intihar medya haberi olarak kullanıl(a)maz.

Tanımadığımız insanların depresyon, anksiyete, kişilik bozuklukları, psiko-patolojik hastalıklar, yoğun stres ya da psiko-sosyal sorunlarına vakıf olmadan, onları "katil" ya da "korkak" ya da "sempatik zavallı" ve "cesaretli ve buhranlı entel" olarak görmek ve yaftalamak, medyanın bizi getirdiği nokta bu. Oysa intihar "romantik" bir buhran değildir, bir hastalık sonucunda gerçekleştirilen hastalıklı bir eylemdir. Tıp ve psikoloji biliminin bunca geliştiği bir dönemde, artık depresyon, anksiyete, kişilik sorunları ve fizyollojik sorunların tedavisi vardır, tedavi sürecinde ve sonrasında bu hastalıklarla mücadelede intihar oranları düşmektedir. Nasıl grip olan bir kişiye vitamin al, bağışıklığını güçlendir, şunu bunu yap gibi öneriler veriyor ve onu "iyileştirmeye" çalışıyorsak, psikolojik hastalığı olan kişiye de aynı bakışla, yaftalamadan bakabilmeli ve ihtiyacı olan hizmeti almasını önermeli / sağlamalıyız. Medya'daki intiharlara acımakla, empati kurmakla, şakşaklamakla değil, sosyo-psikolojik, fizyo-patolojik temellere dayalı psikolojik sorunları ve intiharı da hastalık olarak görmeyi başarabilmeli, yargılamadan yaftalamadan ama ciddiye alarak ve mücadele ederek önüne geçmeye çalışmalıyız.

İntihar sempati yaratılacak ya da yargısız infazlarda bulunulacak bir medya olayı değildir. 

16 Ekim 2014 Perşembe

Yapraklar dökülürken doğmak

Ananemin doğduğu yıllarda gün ay belirtilmezmiş doğum cüzdanında. Hatta çocuklar doğar, ölür, yeni doğana ölenin kimliği verilirmiş. Normalmiş. Ananem bu nedenle 2 yaş büyük yazılmış nüfusa, ona kendinden öncedoğan kızçocuğun nüfus cüzdanını vermişler. Geçen 30 Ağustos'ta 88 yaşında vefat ettiğinde, ölüm belgesinde 90'ında vefat ettiği yazıyordu ama aslında 87 yaşındaydı. Çünkü 88'ine de daha 1 ay vardı. Nereden biliyorum,çünkü ananem "yapraklar dökülürken" doğmuştu. Büyük ihtimalle Ekim-Kasım arasında..

Ben ilkbahar doğumluyum, hatta Batı Avrupa için hala kış bile denebilir Mart başına. Bana bahar ayları doğmak için hep güzel gelmiştir. Yepyeni bir doğaya uyanmak gibi. Oysa son yıllarda bakıyorum da, sonbahar doğumlu olmanın başka avantajları var hayatta. Mesela yapraklar dökülür ve etraf hüzne bürünürken, hala kutlayacak bir şey bulabilmek gibi. Baharda zırta pırta kutlama yapmak kolaydır ama sonbaharda insana bir hüzün çöker, bir duygunluk gelir. Eşim mesela Ocak sonu doğumlu, sırf o nedenle Ocak ayı bizim için "çekilir" hale geliyor, sonunda hazırlanılması gereken bir heyecan beklediği için.. Aralık Noel hazırlığı, Ocak yeni yıl ve eşimin doğum günü, Şubat son yıllarda imza attığımız efsanevi tatillerin ayı, Mart benim doğum günüm, zaten sonrası bahar, kurtardık.. Bazen sırf bu nedenle kış depresyonuna girmediğimi, aklımı oynatmadığımı düşünüyorum. O derece ürkütücü benim için kış..

Şu an aynı anda hem donmakta hem de cayır cayır yanmaktayım, ateşim var. Münih'in resmen yarısı hasta, herkes öksürüyor, aksırıyor, bir şekilde birinden kapmışım işte. Uzun zamandır böyle sürünmedim, heryerim kırılıyor. Küçük Joe'nun taze zencefilli, tarçınlı, karanfilli, hibisküslü ve okaliptüs yapraklı güzel bir karışım önerisi var ama yahu okaliptüsü hibisküsü nerden bulayım şimdi, anca zencefili buldum, kaynattım bir taşım.. Sonra yattım, uyumuşum. Eşim ateşime bakmak için uyandırdığında elinde bir dilim tartla geldi. Yeni aldığı ve benim gereksiz diye dalga geçtiğim, şy yandaki elmanın kabuğunu soyan, çekirdeğini çıkaran ve dilimleyen aletle şu üstteki elmalı tartı yapmış. Neden bilmem, kokular, bu nazik insan, hasta olmak falan duygulandırdı beni ve sanki ananemin doğum günü bugünmüş gibi geldi birden. Hem yapraklar dökülüyor, hem de ev yapımı elmalı tart var.. Öyle olsun. İyi ki doğmuşsun ananem..