28 Şubat 2014 Cuma

Kelebek etkisi

Münih'te muhteşem bir Botanik Bahçesi var, her gün saat 9-17 (yazın 20'ye kadar) açık ve ben kış süresince arada sırada soğuk ve griden çok sıkılınca oraya kaçıyorum. Özellikle tropik bitkiler bölümü çok hoşuma gidiyor çünkü sera şeklinde tasarlanmış geniş ve ferah odalarda 20-25 derecede rengarenk çiçek açmış bitkiler var. Hızlı hızlı bile yürüseniz, odadan odaya geçerek tüm bahçeleri gezmek en az 30-40 dakika alıyor. Kışın buz gibi havasında sanki tropik iklime tatile gitmişsiniz gibi.

Ayrıca Botanik Bahçesi'nin düzenlediği dönemlik sergiler oluyor. Mesela sonbahar renkleri, mesela orkideler, mesela kaktüs çiçekleri döneminde bazı odalarda özellikle muhteşem renkler ve kokular oluyor. Bu dönemlerde bu odalar daha fazla ziyaretçi akımına uğruyor. Şu sıra mesela Şubatın sonundan Mart sonuna dek "kelebekler" sergisi var ve ben dün bu sergiyi izlemeye / yaşamaya vakit bulabildim. Muhteşemdi! Daha önceki yıllar nedense kaçırmışım, sanki kelebek koleksiyonu denen canilikle karşılaşacakmışım gibi düşündüm. Yani ben bir alana iğne ile iliştirilmiş ölü kelebekler bekliyordum doğrusu, bu nedenle de sergiyi gezmek istemiyordum. Ama bir arkadaşımın iteklemesiyle kendimi sergi salonunda buluverdim. Ve şaşırdım, çok şaşırdım! 

Kelebeklerin geçirdiği başkalaşım beni hep büyülemiştir. O minicik kurtçukların ördükleri rengarenk kozalar, sonra beklemek ve sonra kozadan bile renkli kelebeklere dönüşmek.. 150.000 farklı kelebek türü biliniyormuş. Temel gıdaları çiçeklerin balözleri ve polenlermiş. Bazı kelebekler sadece geceleri aktif, bazıları ise sadece gündüzleri aktifmiş. Gece kelebekleri daha hafif ve zarifmiş ve koklama becerileri 5km'lik alanı içerirmiş. Yaşamları bazı türlerde sadece 24 saat, bazı türlerde ise 1-2 aymış. Kuzey Afrika'da ise birkaç sene yaşayan, kış uykusuna yatan ve kıtalar arası göç eden bazı kelebek türleri varmış. 

Kelebek sergisi tropik odalardan birinde, yaklaşık 25-27 derecede tutulan, nemli, tropik bitkilerle dolu, içinde ufak kırmızı balıkların yüzdüğü havuzları olan, yaklaşık 50-60mt karelik bir odadaydı. Odaya girer girmez çevrenizde uçuşan yüzlerce rengarenk kelebekle karşılaşıyorsunuz. Ama nasıl güzeller; kıpkırmızı, masmavi, yemyeşil, turuncu kanatlar. Kimi kocaman, kimi orta boy, kimi ufacık. Odanın çeşitli yerlerine çiçek özleri ve küp küp kesilmiş meyveler koymuşlar. Anladığım kadarıyla en çok portakal, yeşil elma ve muz seviyorlar bu kelebekler. Bir kısmı hala kozada, bir kısmı enerjiyle uçuşuyor, bir kısmı çeşitli bitkilerin dalların üzerinde dinleniyor. İnsanlara alışkın oldukları için yeterince sakin ve kıpırtısız durursanız başınıza, kollarınıza konabiliyorlar. Muhteşem bir deneyim oldu.

Ordan çıktım, birkaç gündür 10 derece güneşli bir hava var ya, soluğu açık bahçelerde aldım. Ama daha doğa mışıl mışıl uyuyor; bitkilerin hiçbirinde herhangi bir pırtlama, goncalanma yok. Yine açık bahçede cam seralar altında tutulan nergisler, sümbüller ve bazı ufak çiçekler açmış ama. Bu da birşeydir.. Meyve bahçesi derin uykuda, sebze bahçesi ise yeşil soğan ve marul dışında genellikle köklerini yediğimiz bitkilerin saplarından muzdarip. Kış ağaçları ve bitkileri koyu yeşil ve dikenli dikenli; her daim bahçenin bekçisi tabii. Bir de japon bahçesinde hafif bir hareketlilik sezinledim ama 1-2mm'lik tomurcuklanma dışında pek dikkat çekici bir durum yok. Asayiş berkemal yani, şimdilik beklemedeyiz.

Yarın bahar mevsiminin ilk ayının ilk günü, yaşasın. Buraya bahar biraz geç geliyor ama geldi mi bir ce-e yapıp kaçmıyor, uzun kalıyor. 1 ay daha geçsin, eminim dış bahçe de canlanmaya başlayacak. Hele bir de Mayıs'ta açan güller eklenince, of ki ne of..

Münih'e gelirseniz ya da burada yaşıyorsanız, Botanik Bahçesi'ni mutlaka ziyaret edin derim.
Kelebeklerin aşırı hassas gözleri nedeniyle fotoğraf çekmedim, wiki'den aldım.

10 Şubat 2014 Pazartesi

Seyşeller Seyahati


Seyşeller denince aklıma hep böyle balayı çiftleri, 35. yıldönümünü kutlayan yaşı olgun ruhu genç çiftler gelirdi de; hiç bir zaman 7,5 aylık bebekle Seyşeller'e gidebileceğim ve hatta bu ahval ve şartlarda romantik ötesi bir tatil geçirebileceğim ve dinlenip, eğlenip dönebileceğim aklıma dahi gelmezdi. Mümkünmüş! Biz iki deli gezgin, bu sefer 3 deli gezgin olduk. Bebekle ilk bağımsız gezimizi de Seyşeller'e yaptık.

Tipik deniz, güneş, kumsal, amazon ormanlarının küçük ölçekteki göz alabildiğine yemyeşili, bol ve taze balık, pembe kızıl gün batımları, yakamozlar.. İşte aklınıza ne gelirse, Seyşeller'de hepsi ve kitç tabirle daha da ötesi var. Balayı çiftlerini de, çocuklu çiftleri de, tek başına tatile çıkan özgür ruhları da (hatta Somali'de korsan kovalayan Türk donanmasının askerlerini de - gelicem oraya birazdan) mutlu edebilecek bir rüya adalar grubu Seyşeller. Gidin, görün. 35. yıldönümünüzü beklemeyin :)


Emirates A380 ile düştük yola. Uçak hakikaten kocaman, içinde barlar, gezinme yerleri, rahat alanlar var. Başlıbaşına bir deneyim. Bizim buradan (Münih) Seyşeller 14 saat sürüyor (5 saat Dubai, 4 saat aktarma, 5 saat Seyşeller) o nedenle bu koca uçak, bol bol ayak mesafesi, güleryüzlü Emirates tayfası gerçekten seyahat yaşam kalitenizi arttırıyor. Özellikle çocukla seyahat ederken, bu kocaman ve tonlarca ağır şey nasıl böyle hafifçe uçuyor, bak şu Allahın işine diye düşünmemek elde değil yahu. Seyşeller'de Mahe havaalanına inişse pek maceralı oldu. Ben tropik tatile hazırlamışım kendimi, böyle turkuaz sular üzerinden geçerek yemyeşil bir vadiye ineceğiz derken inişte siyah bulutların içine daldık ve şakır şakır yok hatta patır kütür yağan tropik yağmurla karşılandık. Nasıl yani?! Ya Münih'te hava daha güzeldi, benim surat asıldı.. Tüm gün yağdı o yağmur, asla dinmedi, azalmadı, eyvah dedim, krem peynir gibi geldik, aynen döneceğiz. Al sana Şubat ayında yapılan tatil. 24 saat yağdı. Şakır şakır, hani yarım saat o şekilde İstanbul'da yağsa kent valla Atlantis'e döner.. Biz de ilk 24 saat yatakta kaldık, odanın nimetleri ve uykudan faydalandık. Ama ertesi sabah.. Ah o ilk sabah.. O gün doğuşu, o sıcacık güneş, o okyanus sesi, o mavi, o yeşil, o turkuaz! Ve sonraki 17 gün boyunca bir damla yağış olmaması.. Cennet.

Seyşeller Mahe, Praslin ve Denis adalarını içine alan İç adalar ile Amirantes, Alfonso ve Aldabra adalarını içine alan Dış Adalar'dan oluşuyor. Ekvatorun 7' güneyinde ve tropik iklim nedeniyle yaz kış aynı derecelerde (gündüz 34, gece 26, deniz de minimum 25) seyrediyor. Konumu nedeniyle tayfun ve siklon almadığı için her mevsim gidilebilir. Kaldığınız adaya bağlı olarak dalış, şnorkel ve deniz sporlarının yanısıra rüzgarlı bölgelerde sörf de yapılabiliyor. Biz 7,5 aylık kızımızla ilk seyahatimiz olduğu için, ulaşım rahatlığı, konaklama, yeme içme, hastanelerin ve teknolojik hizmetlerin varlığı ve rahatlığı nedeniyle ana ada olan Mahe'de kaldık ve kesinlikle tavsiye ederim. Praslin ve Denis'e feribotlarla kolayca ulaşabileceğiniz gibi sadece Mahe bile tüm bir tatil boyunca sıkılmadan zaman geçirebileceğiniz bir yer. Ayrıca diğer adalardaki kadar muhteşem bembeyaz kumlu plajlar, turkuaz deniz, lüks oteller ve restoranlarla donanmış.


Mahe'nin ve ülkenin başkenti Victoria, alışveriş için ideal. Eden Island bölgesinde deniz doldurularak inşa edilmiş lüks villalar ve Batı standardında alışveriş merkezleri mevcut. Ayrıca balık pazarı ya da açık pazarlardan sebze, meyve ve balığın en tazesini günlük temin edebilirsiniz. Adanın çevresini arabayla dolaşmak 3 saat alıyor, minibüsler ve taksi mevcut olsa da günlük 30-35 euro'ya kiralayacağınız araçlar son derece akıllı bir seçim. Bu sayede her sabah, her akşam ayrı ayrı plajlara gidebilir, bir gittiğiniz kumsala 15 gün bir daha uğramayabilirsiniz. Bu arada turistlerin bilmediği bir küçük ipucu; Mahe'de son derece lüks otellerin plajları halka açık. Böyle bir kanun var. Yani geceliği 4000 Euro'ya kadar çıkabilen Maia Beach Resort'un ya da Four Seasons'un plajını ve denizini bedava kullanma hakkınız var. Bomboş, bembeyaz kumsallar..


Bazı plajlar gün boyu gel-git nedeniyle bir kabarıp bir çekilen deniz suyuyla sizi şaşırtabilir, eğer denizin orta yerinde su ayak bileklerinizde kalıyorsa, birkaç saat sonra tekrar gidin bakın, boyunuzu geçmiş olabilir! Bu arada tabii bele kadar su olan plajlar da var, dev dalgalarla kulaç kulaç boğuşacağınız plajlar da. Benim tavsiyelerim; güzel bir yüzme keyfi için adanın Batı tarafındaki Maia Resort'un bulunduğu Anse Boileau, Four Seasons'un bulunduğu Petit Anse ve turistlerin %95'nin konaklama tercihi Baie Beau Vallon. Yok ben suya girer, belime kadar gelen dalgasız suda oturur tavla falan oynarım derseniz de, doğu taraftaki Anse Royale, Anse Takamaka ideal. Bizim gibi ufacık gizli ve biraz hırçın kumsallardan hoşlanıyorsanız, adanın kuzeyindeki Northeast Point civarında patika bir yolla inilen ufacık kumsalları ve Carana Beach'i kesinlikle öneririm. Bir de batı kıyıda National Park girişinden hemen önce yine anca dikkatli gözlerin seçebileceği ufacık bir kumsal daha var. Ama tabii ki en güzeli, atlayın arabaya, tek tek tüm kumsallara gidin. Genellikle koca kumsalda bir tek siz olacaksınız, şaşırmayın. Yerel halk sadece cumartesi pazar gğnleri yüzüyor, onda da otellerin kumsallarına pek gitmiyorlar. Edindiğimiz dostlar bunun kendi halklarına yönelik ayrımcılıktan kaynaklandığını söylediler, üzüldüm. Biz beyaz derimizle turist olarak heryere girelim, yerel halk giremesin. Ayıp oldu Seyşeller..

Bir kötü nokta da pahalılık. Herşey inanılmaz pahalı. Uçak biletinden konaklamaya, yeme içmeye herşey Batı'nın 2-3 katı. Çok kaba bir hesapla, bizim 2 kişi ve 1 bebek toplam maliyet herşey dahil 4000 Euro oldu ve bu gerçekten bir başarı. Konaklama için günlük 100-120 euro'ya beach chalet, pansiyon, self catering ya da bizimki gibi aile yanı türü biryer bulabiliyorsunuz. E adı Seyşeller, olacak o kadar diyebilirsiniz ama bağımsız gezginler için biraz sıkıntılı bir durum bu. Bebekle gidecekler için, bir de alıştığınız bebek bezini ve mamayı yanınızda götürmenizi öneririm. Biz biraz zorlandık bu konularda. Markalar Batı'dakiler gibi kaliteli değil, Afrika'dasınız sonuçta. Yeme içme için kendiniz de alıp pişirebilirsiniz, Victoria İskele'deki balıkçılar muhteşem, ücretler uygun. Ya da doğu sahildeki Kaz Kreol'den ya da batı sahilindeki Baobab Pizza'dan bol deniz ürünlü pizza alıp kumsala oturabilirsiniz, oldukça romantik ve lezzetli. Adanın ünlü yemeği Ahtapot Köri, denemek içinse benim önerim Beau Vallon'daki La Plage restoranı, denize sıfır, gün batımı ayaklarınızın altında. Adanın Rum'u ve alkolsüz tercih edenler için Hindistan cevizi suyu da ünlü tabii.


Seyşeller'de dalış ve su sporları yanında yoğun ve sık orman örtüsünü ve inişli çıkışlı parkurlarda tropik ısıda yürümeyi göz önüne alırsanız, trekking turları da var. Ya da arabanızın klimasının konforu eşliğinde kıvrım kıvrım yollara düşebilir, kendinizi Lost'taki Dharma istasyonları arasında direksiyon sallarmış gibi falan hissedebilirsiniz. Görmeden gelmeyin diyeceklerim arasında tabii ki sadece Seyşeller'de yetişen kocaman ve popo şeklindeki muzır ceviz, koyun büyüklüğünde dost canlısı kaplumbağalar, White Bank bölgesinde dalış, çarşamba günleri kurulan Labrin Pazarı ve her gün bir başka kumsalda denize girmek var. Kaçırmayın!


Turistlerin çoğu Batı sahilini tercih etse de, bence Doğu sahili çok daha yerel ve samimi. Zaten araba ya da dolmuş tipi minibüslerle istediğiniz an istediğiniz yere rahatça ulaşabiliyorsunuz. Bizim evlerinin teras katını paylaştığımız aile beyaz bir Alman ile siyah bir Seyşelli çift ve 4 yaşındaki sevimli melez kızları, 4 adet köpekleri, 3 adet kedileri, 12 adet guineapigleri ve 1 adet kaplumbağalarından muzdarip şeker mi şeker bir aileydi. Kocaman bir teras katı, iki oda, mutfak, banyo ile muhteşem okyanus manzarası vardı. Gecesine 4000 euro vermeden de aynı kumsallarda yüzerek, güneşlenerek, aynı kalitede yemekler yiyerek (hatta çoğu zaman ev yemeği) inanılmaz güzel bir tatil geçirdik. Seyşel halkı yabancılara karşı çok açık, yardımsever ve güleryüzlü, aynı zamanda son derece gururlu ve kendilerini beğenen insanlar. Mavi gözlü zenciler falan var aralarında, yani inanılmaz güzeller.

Tatilin en komik anı, etrafta birden bire birsürü Türk erkeğinin belirmesi oldu. Ben bu acaip gruba bir anlam veremedim ama sohbet ederken anladık ki, bunlar meğerse bizim donanmanın elemanlarıymış ve Somali'deki korsanlara karşı bölgede devriye geziyorlarmış. O hafta izindeymişler, tüm bir gemi dolusu donanma askeri Seyşellerdeydi yani.. Enteresan di mi, o kadar uzağa gidip bu kadar Türk'ün arasına düşmek :)

Uzun lafın kısası; Seyşeller cennet, hem de balayına da, 35. yıl kutlamasına da, sırtçantalı turiste de, bebekli ve çocuklu ailelere de konforlu, eğlenceli ve dinlendirici bir tatil garanti eden bir cennet. Gidin, görün, böyle bizim gibi yumoş yumoş dönün :)

Yazı ve fotoğrafların tüm hakları: Ceren Musaağaoğlu Schubert - Şubat 2014.

1 Şubat 2014 Cumartesi

Cennet hurması

35'imde sevmeye başladığım bir meyve var; cennet hurması (İngilizcesi Persimmon ya da Sharon fruit, Almancası Kaki olarak geçiyor, daha fazla bilgi için buraya tıklayın lütfen). Eskiden ağzıma sürmezdim, şimdi nerde görsem üçer beşer alıyorum hemen. Üstelik annemlerin Bursa'daki evlerinin bahçesinde ağacı var ve üzerinde gani gani meyve olur her sene, bizimkiler herkese dağıtır yine de bitiremezler. Ben onca sene ağzıma sürmedim, nedeni de aşırı tatlı ve vıcık vıcık oluşu. Görsel ve tadsal açıdan bana hitap etmiyor çünkü ben meyveleri ham ve çok az şekerli severim. Ama burada tanesine 0.60-0.90 euro vererek (yani neredeyse tanesine 2,5TL veriyorum) enayi gibi senelerdir beleşe bahçeden yemediğim kadar cennet hurması yiyorum. Birkaç tane daha yersem içimde ağacı bile çıkabilir yakında..

Annemlerin bahçedeki ağacı öyle güzeldir ki.. Kar yağınca, bahçedeki meyve ağaçları artık hep çıplak kalmıştır, bir bu cennet hurması yapraksız ama üstü meyve dolu durur. Bembeyaz karların içinde kıpkırmızı turuncu yuvarlak toplar, çok güzeldir, bakmaya doyamam. Ama onca sene böyle bakıp bakıp da yemedim! İki ay önce ilk cennet hurmaları piyasaya çıkınca kayınvalidem almış "bu nedir bilmiyorum ama aldım" dedi, getirdi bize. "Aaa cennet hurması, eşeğin sevmediği ot, burnunun dibinde" dedim tabii. Sonra baktım eşimin yiyeceği yok, yazık atılmasın diye kestiysem.. Aman Allahım o nasıl bir tat. Şekeri çok az, sert. Benim sevdiğim gibi ham ham ve az şekerli ama kokusu tadı muhteşem. Üstelik C vitamini deposu. Yıllarca bizimkiler ne diye bu meyveleri illa şekerlendirmiş yumuşatmış ki?! Türkiye'de insanların ağız tadı böyle aşırı şekerli, tatlılarımız falan insanı şeker komasına sokacak derecede hep. Ama şu meyveleri ham ham, az şekerliyken yemeyi nedense akıl edemiyoruz. Bak Avrupalı yapmış, ne güzel olmuş. Ben de yıllardır beleşe yemediğim kaç ağaç dolusu cennet hurmasını kazık yiye yiye mideye indiriyorum şimdi.

Bizimkiler ham toplanan cennet hurmaları tatlansın diye aralarına elma koyup buzdolabında 1-2 hafta bekletirler bu arada, illa ki aşırı olgun yiyeceğim derseniz..

Yalnız bir soru da aklıma takılmadı değil, bu cennet hurmaları anladığım kadarıyla iki cins. Benim sevdiklerim ham ve az şekerli, içinde çekirdek yok. Direkt soyup dilimleyip yiyorsunuz. Biraz daha basık ve daha açık renk. Sanırım diğer türün içinde çekirdek oluyor ve onlar daha olgun yeniyor, ayrıca reçel ve pasta falan yapılıyormuş. Tam emin değilim bizim bahçedekiler hangi tür, çünkü hiç ilgimi çekip de soyup dilimlemedim bile.. O derece uzaktım yani bu cennet hurması denen meretten. Ama artık değilim :) Herkese (ha bir de özellikle sütüm artsın diyen annelere) tavsiye olunur.