18 Aralık 2014 Perşembe

Çocukluğumun ıspanaklı pideleri

Bu sıra Bal'ın yücegönüllülükle paylaştığı diyetini uygulamaya çalıştım. Söylenene göre hakikaten acaip bir diyetmiş, tutanın elinde kalıyormuş. Fakat diyet öyle acaip ki; ismi 5 günlük detoks diyeti ama bence adını zengin diyeti koysalarmış! Yaban mersininden quinoa'ya (yine Prof.Google'a sormam gerekti yazımını bak) zencefilden keten tohumuna, yok yok! Bal'a sordum, Türkiye'de bu malzemeler kolayca bulunuyor mu, fiyatları cep yakmıyor mu diye, valla arayan buluyor dedi haklı olarak.. Neyse ki yaşadığım ülkede keten tohumudur, quinoadır, yaban mersinidir fazla cep yakmıyor ama bizde kolayca bulunan bazı kurubakliyat ve özellikle de kara turp gibi yerel tadlar burda çok yabani. Neyse diyetin malzemelerini temin edicem diye koştururken, komik bir şekilde vermem gereken kiloyu verdim valla! Belki de amaç buydu bilemiyorum ama tam yaban mersinini temin ediyorum, mor lahana ararken mersinler bozuluyor, tam mor lahanayı buluyorum ıspanak küflenmiş falan amaaaan valla bu iş benlik değilmiş. Ama tüm malzemeleri temin ettim, başladım. Valla o yeşil içeceği bile yaptım, içiyorum. Bal 5 günde "incicik" oldum dedi. Ama harfi harfine uymuş. Peki ben ne yaptım.. 2 gün uyguladım. O kadar acıktım ki, gözüm döndü. 1kg ıspanaktan yapılacak o yeşil içeceğin yerine, ıspanaklı börek yaptım. Afiyetle yedik! İçine ayıptır söylemesi bol kaşar ve havuç da ekledim. Bir de kekik, hem de Datça'dan dağ kekiği.. Çağatay Abi'nin ruhu şad olsun. Nasıl güzel oldu, gelin size de yapayım. Velhasıl ıspanak işi böyle hazin bir şekilde bitti. Lakin bu vesileyle aklıma şu anım geldi:

Ben çocukken, çekirdek ailemizde ara sıra pazar günleri yaptığımız bir adetimiz vardı. Annem sabah erkenden kalkar ıspanaklı pide için "iç" hazırlar, sonra biz babamla taş fırına gider bu içi fırıncıya verir, haftalık alışverişi falan yapıp 1 saat sonra fırına geri döner ve üzerinde buharı tüten pideleri alır, arabaya atar, kokusunu içimize çeke çeke eve döner, pazar kahvaltısı niyetine çay ya da ayran eşliğinde yerdik. O pidelerin tadını artık hiç bir yerde bulamıyorum. Tabii ki bir nedeni taş fırınların azalması, kullanılan malzemenin yozlaşması, kimyasal katkılar ama bir diğer nedeni de büyümek.

Bildiğim kadarıyla annemin hazırladığı içte ıspanak, tereyağı, tuz kara ve tatlı kırmızı biber, belki biraz kaşar ve yumurta oluyordu (ve belki yemeyen çocuğa yönelik bazı "gizli ve büyüsem de açıklanamayacak sırlar" da katılıyor olabilir). Yani malzemesi öyle özel bir şey değil ama tabii mutlaka buna anne elinin tadı da katılıyordu ve pek tabii kimsenin hazırladığı iç anneminki gibi olmuyor. Fakat yıllar sonra ailecek nostalji yapıp pazar günü bir fırına ıspanaklı pide yaptırmış ve aynı tadı da alamamış olmamızın da acı hatırası hepimizin aklında. Yani o günlere özgü başka birşeyler vardı, belki havada, belki suda..

Çocukluğumun ıspanaklı pidelerini çok özlüyorum. Çocukluğumun her anı güzel geçmedi tabii ki (hangimizinki geçti ki) ama genel anlamda mutluydum, huzurluydum. Bazı okul dönemleriyle ilgili, biraz da hastalıklarla falan alakalı zorlu ve mutsuz dönemlerim oldu, o nedenle çocukluğuma geri dönmek istemem ama yine de güzel günlerdi.. Özellikle ıspanaklı pideli pazar günleri.

15 Aralık 2014 Pazartesi

Öfkeli kesim


Her blogger gibi ben de iki üç ayda bir nefret içerikli tuhaf mesajlar alıyorum. Bu beni üzmediği ve sinirlendirmediği gibi, çok da eğlendiriyor çünkü demek ki yazılarım birilerinin yayıp durduğu totosunu rahatsız ediyor, kendilerini hayatlarının ve inançlarının gerçekliği konusunda şüpheye düşürüyor ve en primer savunma mekanizması saldırı olduğu için, karşı atağa geçiyor ve "benim fikrim en doğrusudur, senin gibi düşünmeye başlarsam belki tüm evren ellerimin arasından kayıp gidecek, korkuyorum" diye bağırıyorlar. Az gelişmiş insan psikolojisi; bin dinle, bir konuş yerine fikirlerini medeni bir şekilde ifade etmek ve karşı tarafın argümanlarını düşünmek yerine, direkt alayım elime sopayı, bağırayım, çağırayım.. Sadece gazete haberleri altına yapılan ünlü yorumlarda değil, belgesellerde de çok izliyoruz, primat memeliler arasında görülen benzer davranışları.

Üstelik bu saldırgan okurların TAMAMI isimsiz, gizli kimlik ya da bağlantısı olmayan rumuzlara sahipler. Daha kendi kimliğinden emin olamayan, kimlik bunalımı yaşayan, göründüğü gibi olmayan, olduğu gibi görünmeyen insanı, biz neden ciddiye alalım? Çoğu yazar gibi ben de gizli kimlikle bırakılan yorumları yayınlamıyorum, cevap vermiyorum, daha önce de belirtmiştim. Eğer, iletişirken insan yerine konulmak istiyorsanız, robot olmadığınızı kanıtlayın, yanlış mı?

Yazımın konusu bu kimliksiz ve saldırgan yorumcular değil ama bana şimdi bahsedeceğim konuyu ele almayı hatırlattığı için, önce ona bir dokundurmak istedim. Düşünmeye davet..

Ele almak istediğim; hani toplumumuzda bazı "kesim"ler var, bölüne bölüne bir hal olduğumuz, birbirimize düşman kesildiğimiz, "biz ve ötekiler" anlayışından bir türlü global kimliğe kavuşamadığımız için böyle "kesim kesim kesildik" ya.. Ha işte, bana göre aslında kimin ne olduğu önemli değil, isteyen totosunu açar, isteyen başını bağlar, isteyen hem totosunu açar hem başını bağlar, bence bunlar rüştünü kanıtlayan insan için kişisel kararlardır. Ama bir "kesim" var ki, işte ben onu kabul edemiyorum, sevmiyorum: Öfkeli Kesim.

Ne yazık ki, okuyan insan (okullu ya da alaylı, bence fark etmez) sadece "öğrenmez", aynı zamanda ufkunu genişletir, farklı "düşünmeyi" ve kendi inanç, düşünce ya da örf ve hatta etik doğrularından farklı uygulama ve düşünceler olduğunu görür, bunlarla bir arada barış içinde yaşamayı içselleştirir. Bu demektir ki, ben böyle düşünüyorum ya da uyguluyorum çünkü şunu şunu şunu okudum, yaşadım, deneyimledim, öğrendim. Sen de farklı bir yolda yürüyorsun, farklı inançlara ve uygulamalara sahipsin. Ama yollarımız kesiştiğinde, senin ayağına çelme takmak değil, kibarsa sana yol vermek ya da kibarca selam verip önünden geçip gitmek, benim görevimdir. Çünkü, sen de benim kadar yaşama hakkına sahipsin, seçtiğin bir yolda hürce yürüme hakkına sahipsin.

Fakat bu öfkeli kesim ne yapıyor? Sen benim inancıma katılmıyor musun, sapkınsın. Sen farklı mı düşünüyorsun, benim atama küfrettin. Sen neden benim gibi görünmüyorsun, sen neden benim kadar cefa çekmiyorsun, sen neden benden önde duruyorsun, sen neden, neden neden..? ÇÜNKÜ; hayatta kimse eşit şartlara sahip değil ve bazı insanlar diğerlerinden daha kolay elde ediyor bazı şeyleri ve bazı diğer insanlar daha zorlanıyor ama onların da başka başka yönlerde avantajları olabiliyor. AMA insanoğlu Habil ile Kabil'den bu yana "eşitlik" konusunda bir arpa boyu yol katedemedi ve Kabil hala ve aynı derecede öfkeli.

Öfkelenmek suç mu? Hayır. Öfke, bir duygudur. Beyin kimyasalları, hormonal düzey, koşullar.. Ama öfkenin dışavurumu benim derdim. Öfkelendiğini anlayamamak, kontrol edememek. Öfkesinin efendisi olmak yerine (ki bu yerinde kullanılırsa harikalar yaratan inanılmaz yaratıcı da bir duygudur), öfkenin kölesi olmak. Sağa sola saldırmak. ananemin değimiyle "estirmek". Çünkü, doğrudur; öfkeyle "kalkıldığında", zararla oturulur. Önemli olan, öfkeyle "oturmayı" başarabilmek. Öfke yönetimi konusunda bir sürü kitap var, alın okuyun. Ha pardon, önce "başkasının fikirleri"ni anlama sanatı konusunda okumak gerekecek. Ondan da önce sanırım insan ilişkilerinde saygı, genel adab-ı muhaşeret kanunları, 3 yaş üstü çocuklar için "toplumda nasıl davranılır" gibi kaynaklara da bir el atılması şart. Daha ileri okumalar olarak da "kimlik bunalımı, sosyal fobi ve kişilik sorunlarının aşılması"nı da öneririm.

Sosyolojik kapıdan bakarsak; ne yazık ki öfkeli kesimin marjinallikten saparak, giderek öfkeli çoğunluğa dönüştüğünü izlemekteyim. Özellikle bazı muhafazakar dayatma ve akımların yarattığı bastırılmış kimlikler eninde sonunda öfkeli kesime dönüşüyor, dönüşecektir. Yıllarca ezilmenin öfkesi, ancak kendi patolojik düşünceleriyle paralel güçlerin öne çıkması ile, ses ve beden kazandı. Fakat bu "ses ve öfke"nin, karşı yönden gelen artçı öfke dalgalarıyla birlikte ortalığı yıkıp yakması, ne yazık ki, beklenen bir kontra tepki olacaktır.

Öngörüyoruz ama bu dev dalgaların önünde sadece gözlerimiz dalgaya kitlenmiş, bekliyoruz. Toplumsal örgütlerin umursamazlığı ve hatta kışkırtıcılığına inat, her insan kendi içinde başlamalıdır öfke yönetimine. Bir çocuğa davranır gibi; yanlış davranışa tepki vermeden (çünkü cezanın artık bir işe yaramadığı aşikardır), doğru davranışı ödüllendirerek. Öfkeye karşı öfke yerine, sana bir adımla gelene, sen iki adımla giderek..

Öğretmeye değil, anlamaya çalışarak.

18 Ekim 2014 Cumartesi

Medya ve intihar

Gündemde iki intihar var bu sıra. Mehmet Pişkin'in intiharı, Cem Garipoğlu'nun intiharı ve aslında biz edebiyat severler için Nilgün'ünkinin yıldönümünü de sayarsak üç intihar. Birine sempati, diğerine nefret, bir diğerine acıma, ötekine öfke, birine oh olsun, ötekine vahvah yaptığımız, kimini yıllarca aklımızın bir köşesinde taşıyacağımız, kimini haftaya unutacağımız üç insan. Ve bize aynı eylem içinde tüm bu farklı duyguları yaşatan bir medya. Sosyaliyle, asosyaliyle, depresyonuyla, kişilik bozukluğuyla VAR olan, sosyo-politik yaşamın gündeminden insan sürülerini uzaklaştırmak için birebir ilaç: MEDYA.

Üçü de birbirinden farklı görünen ama temelde kendi canını alma fiiline giden üç intihar eylemi, üstelik haklarında yazılıp çizilen ya da kendi haklarında yazıp çizdikleri dışında tanımadığımız üç insan hakkında hepimizin bir duygusu, bir görüşü, bir "illa ki söylemem lazım"ı var. Neden? Çünkü medya bize bunu yaptırıyor; üzerinde düşüneceğimiz gündemler yaratıyor, bozuyor, bizi ellerimizden tutup "düşünmeye" ve "hissetmeye" götürüyor. Yaşasın medya. Öyle mi gerçekten?

İntihar haber yapıldığında, bunun sonuçları yıkıcı olur. İntihar haberleri ayrıntılı ve görüntülü olarak medyada yer aldığında, ölen kişi içselleştirilir. Bazen kahramanlaştırılır, bazen yerin dibine sokulur. Ölen kişinin tüm bunlara yanıt verme olasılığı olmadığından ailesi, sevdikleri okların ucuna getirilir. Suçlu aranır, suçlu bulunur, yasama, yürütme, yargı bir arada halledilir. Bir de ona hayranlık duyan "kopya kediler" türer peşinden. Ona özenip, ben de böyle hissediyorum yahu diye düşünen, o yaptı kahraman oldu, ben de deneyeyim diyen insanlar.. İntiharlar haber yapıldıkça, toplumda takip eden intihar sayısı artar. Bu nedenle Türk Psikoloji Derneği şurada iyi bir bildiri yayınlamış, medyada intiharın "kullanılmaması" konusunda, uzman klinik psikolog olarak ben de aynen katılıyorum. Bu sansür değildir, Türkiye dışındaki bir çok ülkede intihar medya haberi olarak kullanıl(a)maz.

Tanımadığımız insanların depresyon, anksiyete, kişilik bozuklukları, psiko-patolojik hastalıklar, yoğun stres ya da psiko-sosyal sorunlarına vakıf olmadan, onları "katil" ya da "korkak" ya da "sempatik zavallı" ve "cesaretli ve buhranlı entel" olarak görmek ve yaftalamak, medyanın bizi getirdiği nokta bu. Oysa intihar "romantik" bir buhran değildir, bir hastalık sonucunda gerçekleştirilen hastalıklı bir eylemdir. Tıp ve psikoloji biliminin bunca geliştiği bir dönemde, artık depresyon, anksiyete, kişilik sorunları ve fizyollojik sorunların tedavisi vardır, tedavi sürecinde ve sonrasında bu hastalıklarla mücadelede intihar oranları düşmektedir. Nasıl grip olan bir kişiye vitamin al, bağışıklığını güçlendir, şunu bunu yap gibi öneriler veriyor ve onu "iyileştirmeye" çalışıyorsak, psikolojik hastalığı olan kişiye de aynı bakışla, yaftalamadan bakabilmeli ve ihtiyacı olan hizmeti almasını önermeli / sağlamalıyız. Medya'daki intiharlara acımakla, empati kurmakla, şakşaklamakla değil, sosyo-psikolojik, fizyo-patolojik temellere dayalı psikolojik sorunları ve intiharı da hastalık olarak görmeyi başarabilmeli, yargılamadan yaftalamadan ama ciddiye alarak ve mücadele ederek önüne geçmeye çalışmalıyız.

İntihar sempati yaratılacak ya da yargısız infazlarda bulunulacak bir medya olayı değildir. 

16 Ekim 2014 Perşembe

Yapraklar dökülürken doğmak

Ananemin doğduğu yıllarda gün ay belirtilmezmiş doğum cüzdanında. Hatta çocuklar doğar, ölür, yeni doğana ölenin kimliği verilirmiş. Normalmiş. Ananem bu nedenle 2 yaş büyük yazılmış nüfusa, ona kendinden öncedoğan kızçocuğun nüfus cüzdanını vermişler. Geçen 30 Ağustos'ta 88 yaşında vefat ettiğinde, ölüm belgesinde 90'ında vefat ettiği yazıyordu ama aslında 87 yaşındaydı. Çünkü 88'ine de daha 1 ay vardı. Nereden biliyorum,çünkü ananem "yapraklar dökülürken" doğmuştu. Büyük ihtimalle Ekim-Kasım arasında..

Ben ilkbahar doğumluyum, hatta Batı Avrupa için hala kış bile denebilir Mart başına. Bana bahar ayları doğmak için hep güzel gelmiştir. Yepyeni bir doğaya uyanmak gibi. Oysa son yıllarda bakıyorum da, sonbahar doğumlu olmanın başka avantajları var hayatta. Mesela yapraklar dökülür ve etraf hüzne bürünürken, hala kutlayacak bir şey bulabilmek gibi. Baharda zırta pırta kutlama yapmak kolaydır ama sonbaharda insana bir hüzün çöker, bir duygunluk gelir. Eşim mesela Ocak sonu doğumlu, sırf o nedenle Ocak ayı bizim için "çekilir" hale geliyor, sonunda hazırlanılması gereken bir heyecan beklediği için.. Aralık Noel hazırlığı, Ocak yeni yıl ve eşimin doğum günü, Şubat son yıllarda imza attığımız efsanevi tatillerin ayı, Mart benim doğum günüm, zaten sonrası bahar, kurtardık.. Bazen sırf bu nedenle kış depresyonuna girmediğimi, aklımı oynatmadığımı düşünüyorum. O derece ürkütücü benim için kış..

Şu an aynı anda hem donmakta hem de cayır cayır yanmaktayım, ateşim var. Münih'in resmen yarısı hasta, herkes öksürüyor, aksırıyor, bir şekilde birinden kapmışım işte. Uzun zamandır böyle sürünmedim, heryerim kırılıyor. Küçük Joe'nun taze zencefilli, tarçınlı, karanfilli, hibisküslü ve okaliptüs yapraklı güzel bir karışım önerisi var ama yahu okaliptüsü hibisküsü nerden bulayım şimdi, anca zencefili buldum, kaynattım bir taşım.. Sonra yattım, uyumuşum. Eşim ateşime bakmak için uyandırdığında elinde bir dilim tartla geldi. Yeni aldığı ve benim gereksiz diye dalga geçtiğim, şy yandaki elmanın kabuğunu soyan, çekirdeğini çıkaran ve dilimleyen aletle şu üstteki elmalı tartı yapmış. Neden bilmem, kokular, bu nazik insan, hasta olmak falan duygulandırdı beni ve sanki ananemin doğum günü bugünmüş gibi geldi birden. Hem yapraklar dökülüyor, hem de ev yapımı elmalı tart var.. Öyle olsun. İyi ki doğmuşsun ananem..

30 Eylül 2014 Salı

Üretim çılgınlığı

Bana sorarsanız; insan üretmeli. Üretmek, hayatın bence en önemli anlamlarından biri. Çalışmak, çabalamak, üretmek. Yerinde durmamak, gelişmek, Üretmeden bir yaşam geçirebileceğimi sanmıyorum. Fakat şunu okudum; üretim de tüketim gibi çılgınlık haline gelebilen bir olgu. Yani üretim çağında insana dair eksiklikler, aksaklıklar, mükemmel olmayan huy ve davranışlar göz ardı edilir hale geldi. Bir nevi hümanizm öldü yani, üretmeyen değersiz sayıldı ve etiketlendi. "Tembellik" üretkenliğinin doruğunda hiçbirşey üretmemek diye tanımlanır oldu. Dolayısıyla, insan da ürettiği ölçüde saygı görür, üretmediği / üretemediği zaman itelenir oldu. Sadece yöneticiler çalışanlarına değil, eşler birbirlerine, anne çocuğuna hep bu "üretme" bazında yaklaştı ve kıstas gittikçe yükseldi. Ev hanımı diye bir kıstas olmadı, evde üreten, çalışan oldu. Çocuk, sıkılması üyük kusur olarak düşünülen, sıkılmaması için devamlı eğlendirilen, devamlı kurstan spora koşturulan ve bunun karşılığında iyi notlar ve başarılar üreten bir küçük insan oldu. Oysa insanı kusurlarıyla, eksiklikleriyle, tembellik, aylaklık ve üretmemeyle de sevebilmeli, değerli görebilmeliyiz.
İnsan bir makina değil ki, insan A-B:C değil ki.
İnsan "neden?" sorusunu soran, bazen bu soruya cevap veremeyen bir bilinmezlik evreni..
Tükentim çılgınlığı kadar, üretim de çılgınlık..

23 Eylül 2014 Salı

Görülmesi gereken festivaller

Şehrimizi bir karnaval şehrine çeviren Oktoberfest başladı, daha önce yazmıştım, tekrar etmeyeyim, buradan okuyun nedir ne değildir, cümlemize hayırlı uğurlu olsun. Bu sene tam terelelli haldeyiz; artık benim de bir Dirndl'ım var, hatta 15 aylık kızımın bile bir Dirndl'ı var, tam bir Bavyeralı aileye dönüşmüş bulunuyoruz, işte yanda kanıtı.. Pazar günü gittik, tam tören meydanında yaşayan bir arkadaşın kapı-önünde açılışı izledik, sabah 9-11 arası benim dışımda tüm bay ve bayanlar minimum 2'şer 500ml'lik bira ile yerel tatları götürdüler afiyet olsun / şerefe.. Tam bir esenlik hali mevcuttu ama ilerleyen günlerde, çöpçüler bu 15 gün boyunca çalışmadığı için şehir tam bir çöplüğe dönecek. Yerler kusmuklarla rengarenk olacak, her yerde bira şişeleri, sigara izmaritleri, plastikler, kağıtlar uçuşacak. Neyse ki şehir merkezinde yaşamıyoruz. Oktoberfest süresince Münih'lilerin çoğunun tatile gittiğinden bahsetmiştim sanırım, şehirde sadece turistler oluyor, o nedenle normalde bal dök yala şehir resmen tuvalete dönüyor, berbat.. Yine de güzel. İşte her şey Şirinler Kasabası gibi temiz, düzenli ve örnek olunca, insanlar senede bir 15 gün normal bir dünya şehrinde yaşamanın ne olduğuna vakıf oluyorlar. Al Münih'i ver Eminönü-Laleli yani..

Velhasıl, bu sene de yine bir gün gideceğiz Oktoberfest'e, adet yerini bulsun diye. Aslında eğlenceli bir ortam ama herkes gibi sizin de 2 litre bira içmiş olmanız gerekiyor, yoksa olayın "eğlencesi"ne pek vakıf olmuyorsunuz hatta milletin gevrekliğine dahi gülemiyorsunuz, öyle bir sıkıntı, bezginlik, yorgunluk. E ben de içemiyorum malum, o nedenle 2 senedir pek bir keyfine varamadım Oktoberfest'in. Nirdeeee o eski festivaller mirim.. Geçmiş benden, ya da gelecek gelecek, inşallah seneye!

Lakin, aslında şu ahir-i ömrümde gidip de görmek, katılıp deneyimlemek istediğim iki festival var. İlki Amerika Nevada'daki Burning Man Festival, ikincisi de Almanya Wacken'deki Open Air Heavy Metal Festivali. Evet, karşıtlıkları huzur ve barış içinde bünyemde birleştiriyorum, hem de şu orta yaş krizinin hemen öncesinde, neden olmasın?

Burning Man festivali, hakikaten kült bir sanat festivali. Amerika'nın Nevada çölünde, sadece 1 hafta sürüyor ve Ağustos'un son Pazartesi günü başlıyor. Tabii ki biletler haftalar öncesinden tükeniyor ve oldukça da pahalı ama değer be azizim. Değer vallahi. Sadece sanat değil, bir "kendini gösterme" eylemi de aynı zamanda. Hem katılan sanatçılar, hem izleyiciler için. Aslında festival 1986'dan beri düzenleniyor ama özellikle 2010'dan bu yana oldukça radikal bir değişim gösterdi ve özellikle zengin kesimin ilgisi nedeniyle biraz da şekli şemali değişti. Fazla bahsetmek yersiz olacak, gitmeli, görmeli. Ya da muhteşem videosu için buraya tıklayın lütfen.

Tabii bir kesim de festivalin değişen tadından pek zevk almıyor, Mesela NY times'daki yazı için buraya tıklayın lütfen, Nick Bilton bu festivali "beyaz bir çölde 50.000 kadar yarı çıplak ve kafası dumanlı hipi yerine gösteriş meraklısı milyonerlerin katıldığı dejenere festival" diye tanımlamış - biraz da haklı adam aslında. Okuyun derim, güzel yazılmış.

Wacken festivali ise, Almanya'nın ortasında, kimsenin normal zamanda gidip de görmek zahmetine girmeyeceği bir köyde yapılıyor. Çok hoş bir belgesel videosu var, izlemek için buraya tıklayın lütfen. O belgeselden sonra, Heavy Metal Fan olmasam da, gidip de bu güzel insanların arasına bir karışasım, çamur alanda güreşesim falan geldi yahu. Giyimleri simsiyah, yüzlerindeki makyaj korkunç, ama kendileri ne güzel insanlar yahu bunlar. Festivalde herkes gayet saygılı, bir olay çıksın, kavga edilsin, yok. Enteresan haller yahu. Gidip de deneyimlemek lazım. Daha fazla bilgi için buraya tıklayın lütfen.

22 Eylül 2014 Pazartesi

Die Ahnungslosigkeit

Şu son zamanlardaki hissiyatımın tam anlamını açıklayan kelimeyi buldum sonunda. Die Ahnunslosigkeit; yani Almanca'da olan bitene tamamen yabancı kalma, konu hakkında herhangi bir bilgisi ya da anlayışı bulunmama hali anlamına gelen bir kelime. Almanca'da evet. Ne yazık ki anadilimde değil.. Bazı dillerde olan bazı kelimeler anadilimde olmuyor, anadilimde olan bazı kelimelerse başka dillerde olmuyor. İnsan düşünebilmek için kelimelere ihtiyaç duymuyor demek ki, yoksa başka dillerdeki kelimeler hissettiklerimizi ve düşündüklerimizi "tam hedeften yakalama" başarısını elde edemezlerdi.

Mesela yine Almanca'da sevdiğim bir başka kelime var, bizim dilimizde yok "loş ormanlık arazide yürürken duyulan yalnızlık sessizlik hissi" anlamına gelen Waldeinsamkeit de var, hissederim bolca, illa ki ormanlık alanda olmama da gerek yok. Sonra mesela bir sürü Kyoikumama'lar var bizim kültürde, Japonca'da "çocuğunu akademik başarı için fazlasıyla zorlayan anne" anlamına geliyor bu kelime, yok mu? Son zamanlarda dilimizden düşmeyen İskoç halkının kullandığı tartle kelimesi hele, devamlı başımın derdi, yani "tanıştırıldığın bir kimsenin adını unuttuğun anda yaşadığın tedirginlik hali" yahu, bildiniz mi?

Örnekler çok.. Mesela bizdeki "yakamoz" kelimesinin Almanca'da olmadığını öğrendiğimde baya şok yaşamıştım, yahu bizdeki şarkı sözlerinin yarısında geçer halbuki, İspanyolca corazon (kalp), Fransızca a oublier (unutmak) falan gibi bişeydir bu yakamoz. Almanca'da olmaması, normal tabii, su olsa dolunay olmaz, o olsa illa ki bulutsuz gökyüzü olacak, üçü bir arada zor evet. Yaşadığımız kültürün dili oluşturması, kelimeleri belirlemesi normal. Ama düşüncelerimizin dilinin olmadığını bu basit kelime oyunlarıyla kanıtlamış olmak hoşuma gitti..

30 Ağustos 2014 Cumartesi

Çok özlemek

Canım Ananeciğimin aramızdan ayrılışının ilk yıl dönümü bugün. Çok sevgili Orta Karar'ın dediği gibi, bazı acılar ömürlük.. Hiç azalmıyor ki.. Ölümlerle eksiliyoruz yavaş yavaş, ömrümüzün sonunda belki de elimizde hiçbir şey kalmayacak anılardan başka.

Ananemi düşünmeden geçirdiğim bir gün olmadı bu bir sene içinde. Annelik konusunda zorlandıkça, o ne yapardı, nasıl davranırdı diye düşündüm. Sanki bazen melek olup da beni ve kızımı koruduğunu ya da birden bir fikir getirerek aklıma, beni doğru yollara sevk ettiğini hissettim. Bazen ise, sokakta yürürken ya da mesela saçma sapan bir iş yaparken birden öyle aniden geliverdi aklıma. Bir bıçak gibi saplanıyor acı, fiziksel bir acı resmen. Nefesin kesiliyor, boğazına bir yumru oturuveriyor, bakıyorsun birden gözlerin yaşlarla dolmuş. Ah.. diyorsun, ah neden böyle oldu?

Olumluya odaklanmaya çalışıyorum ben, çok sevdiğim iki varlığın kaybında da.. Bu benim kişisel savunma mekanizmam, acıyla başa çıkabilme yolum. Hep aklıma iyi hatıraları getirmeye, onları gözümün önünde en mutlu, neşeli, sağlıklı halleriyle görmeye çalışıyorum. İki ölüm de zamansız ve kaza (cinayet?!) ile olduğu için, başa çıkabilmemin tek yolu bu.

O nedenle şimdi burada, ananemle ilgili bir ufak hatıra paylaşmak, onu bu şekilde anmak istiyorum.. Ananem de her kadın gibi çiçek severdi elbette ama saksı çiçeği yetiştirmeyi hiç beceremezdi. Çocukluğumdan beri ananemin evinde ve balkonunda topraklı hiç çiçek gördüğümü hatırlamıyorum. Bir gün bunun nedenini sorduğumda, bana "aman hiç açma o konuyu, ben çiçek bakmayı beceremiyorum" dedi. "Nasıl yani anane? Su vereceksin, o kadar" dedim ama hikayeyi anlatınca, bu işin sadece su vermekle ilgili olmadığını da öğrendim. Meğerse ananem gençliğinden bu yana birkaç çiçek bakmayı denemiş, bazı doğal yollardan kuruyanları bir köşeye atalım, hadi fazla sulanan ya da haftalarca sulanması unutulanları da doğal sayalım ama ananem konuyu bir üst boyuta taşımış: bir tanesini dedemin pantolonundaki lekeyi çıkaracağım diye gaz yağıyla silip, balkondaki çiçeğin tam üstüne asarak yani gaz yağıyla kurutmuş, ötekini kibritle oynayan haşarı komşu oğlunun sayesinde salonun perdeleriyle birlikte bildiğin alevle yakmış. Komşusunun "benim hatırıma ilgilenirsin" diye zorla hediye ettiği çiçeği, komşu tatilden dönerken gözüne güzel gözüksün diye duşa sokup yıkamış, balkona atmıi, gece boyu unutmuş, tabii Ankara'nın ayazında sabah çiçek donmuş.. Yani, ananem çiçek bakamıyormuş.. Ya da, çocuklarına, torunlarına bakmış ama çiçek bakamamış..

Ona hep kesilmiş çiçek götürürdük; nergis, sümbül, gül ve papatya.. Ve şimdi üzerinde rengarenk sardunyalar büyütüyor.. Yolun çiçek dolu olsun canım ananem.. Ruhun şad, mekanın cennet olsun.

15 Ağustos 2014 Cuma

Bir yazarın yatılı misafiri olmak

Bir yazarın yatılı misafiri olmak böyle bir şey işte.
O yazarın çalışma odasında konaklamak.
Yüzlerce kitabın altında huzur içinde uyumak.
Hiç olmadığı kadar rahat uyumak.
Soluksuz uyumak.
Sabah uyandığında raftaki kitapların kokusuna uyanmak.
Bakakalmak masadaki kağıt tomarlarına.
O kağıtların savrukluğundaki hikayelerin hayalini kurmak.
Merak etmek.
Ucundan kaldırıp bakıverecek kadar yakın.
Dağınık çarşaflar kadar dağınık düşüncelere.
O düşüncelerin mahremiyetine sızmaya özenmek.
Bakmayacak kadar o kağıtlara saygı duymak.
Olmamış hayatların hikayelerine.
Hikaye ile oldurulan hayatlara.
İmrenmek.
Bir yazarın evinde uyumak.
Onun kitapları altında rüyalar görmek.
İşte böyle bir şey..

9 Ağustos 2014 Cumartesi

Cote D'Azur: Şık ve lezzetli Fransız

Bir önceki yazımda bahsettiğim gibi, arabamıza atlayıp Münih'ten Akdeniz'e kavuşmak için 7 saatte 5 ülke aşarak İtalya'ya varmıştık.

4 günlük muhteşem bir şarap ve İtalyan lezzetleri eşliğinde bol yürüyüş ve bol ılıman iklimle kucaklaşma molasından sonra, yine arabamıza atlayıp bu sefer de 5 saatte 2 ülke daha geçerek (itiraf edeyim, Monako'da sabahın o saatinde grandtuvalet giyinmiş, boya küpüne batmışçasına makyajlı ve sevimsiz insan evlatlarına şaşırma nedeniyle, AB'ye inat bu tuhaf ülkeyi 1/2 ülke saymak hissiyatı içindeyim!) Fransa'nın ünlü Cote D'azur sahiline vardık.


İtalya'dan sadece bir taş atımlık uzaklıktaki bu sahil, İtalya ile Fransa arasındaki bakış açısının dağlar kadar farklı olması nedeniyle sanki birbirinden kilometrelerce uzak iki farklı ülke gibi. Oysa coğrafya açısından çok da farkları yok, masmavi deniz, kilometrelerce ev ev ev dolu sahil, rengarenk dondurmalar, zeytinlikler, üzüm bağları.. Neredeyse aynı. Tek farkı; sanırım Fransa biraz daha şık, biraz daha özenli, biraz daha "zengin ve kültürlü" duruyor. Ve evet, biraz daha pahalı.


Konaklamayı seçtiğimiz bölge yani Grasse; turistik sahilden daha kuzeyde, dağlık alandaydı ama turizm açısından İtalya'dakinin aksine, dağlık alandaki köyler çok daha kalabalık ve "modern". Daha doğrusu, tarihi doku son derece güzel korunmuş olduğu için, kendinizi ortaçağda bir şatoda konaklıyor gibi hissediyor, aynı zamanda da 21.yy'ın tüm teknolojisine sahip olduğunuz lüks bir tatil geçiriyorsunuz. Grasse; Fransa'nın parfüm başkenti. Belki Patrick Süskind okuyucuları "Koku" romanından da hatırlarlar. Geceleri ortaçağ kasabası ruhu tabii ki hafif ürpertici oluyor ama gün doğumu ve gün batımında o güzel kahve kızıl evler, yemyeşil bahçelerin arasında mütiş romantik, gerçekdışı bir güzellik sunuyor insana. Grasse'ın biraz uzağında Le Bar sur Loup köyünde kaldık ve bu köyde ortaçağda verilen bir davette, tüm davetlilerin esrarengiz bir şekilde ölmesi sonucunda, efsaneye göre hala geceleri hayaletleri dolaşır dururmuş sokaklarda (biz göremedik kendilerini). Ama gün boyu güneşin sıcak etkisi kerpiç evlerin ve taş sokakların köşelerinde dolaştı durdu.


Bölgeyi karış karış gezmek, sahile hiç inmeden ve sıkılmadan günler sürüyor. Mutlaka yapılması gerekenler arasında tabii ki Trüf mantarı (toplanma sezonu genellikle Eylül ayı) dokunuşlu çeşitli Fransız yemeklerini tatmak da var. Özellikle İtalyan mutfağının etkisiyle, çeşitli makarnaların Trüf mantarı ile taçlandırılması tam bir damak şöleni sunuyor. İsterseniz, yandaki gibi bütün mantarları da alabilir, kendi mutfağınızda deneyebilirsiniz. Ayrıca Akdenize özgü enginar, patlıcan ve deniz ürünleri, Fransız mutfağının diğer gözdeleri. Özellikle Grasse'da sokak mutfağını da denemenizi öneririm.

Fransız mutfağı benim damak tadıma biraz fazla yağlı ve soslu gelse de, tatlılarına diyecek sözüm yok tabii. Fransızlar gibi güne şekerli tatlarla başlayıp, peyniri sadece yemek sonrasında tatlı yerine yemek benim tercihim değil ama denenebilir (yemek sonrası yenen peynirin ayrıca dişlerin korunmasında yardımcı olduğu da söyleniyor). Bölgede özellikle pastaneler ve şekerleme fabrikaları turistik turlar düzenliyor ve hem işin ustalığını öğrenebilir hem de ondan bundan tadarak mükellef bir ziyafet çekebilirsiniz.

Tabii ki yeme içme dışında, parfümerileri gezebilir ve kendi teninize uygun tasarlanmış kokuları seçebilir, satın alabilirsiniz. Ayrıca Nice, Cannes ve diğer ünlü turizm merkezlerine yakınlığıyla da günü birlik kültür, alışveriş ve yaşam tarzı turları için ideal bir bölge. Kısacası, şık ve lezzetli Cote D'Azur'un alımlı ve marur bölgesi Grasse; oldukça romantik bir tatil için de, görme ve tat alma duyusuna yaşattığı festival için de, Ortaçağ'ı konforlu bir şekilde düşlemek isteyenler için de ve hatta alışveriş ve pop kültür çılgınları için de farklı turizm seçenekleri sunduğu için, herkesi tatmin edebilecek bir bölge. Görülmeli, deneyimlenmeli..

(c) Ceren Musaagaoglu Schubert - Ağustos, 2014

8 Ağustos 2014 Cuma

Piemonte: İtalya'nın şarap merkezi


Avrupa'da bu Ağustos 15-18 derecelerde gezindi, 20'lerin üzerine çok nadir çıktı, devamlı bulutlu, yağışlı, uzun kollu, çoraplı bir yaz geçirdik..

Derken; meğerse bu durum hiç de böyle değilmiş Alpler'in güney yanında! Meğerse o bulutlar, o yağış, o yaz demeye bin şahit isteyen hava Alp'lerin iç tarafında asılı kalmış, bizi esir almış da güney ellerde ağustos böcekleri, sıcacık güneş, masmavi denizin hakimiyeti sürer gidermiş.. Ah be Akdeniz.. Bu sefer Münih'ten arabamızla sabahın 4'ünde ayrıldık, tam 7 saatte 5 ülke geçtik ve öğle yemeğine İtalya'nın Piemonte bölgesine yetiştik. Sabah erkenden sisli ve puslu Avusturya'ya bir göz kırptık, hafif yağmur çiseleyen Lichtenstein'da zaruri ihtiyaç ve çay molasını takiben İsviçre'ye daldık, benzin fiyatları yüzümüzü güldürünce depoyu da fulledik ve ver elini Akdeniz güzeli, İtalya! Evet 5 ülke işte, Lichtenstein'ı AB tam ülkeden sayarken, biz niye 1/2 sayalım?!

Piemonte; İtalya'nın Fransız etkisindeki, bağcılık ve şarapçılıkla ünlü, sevimli mi sevimli, dağlık bayırlık, yemyeşil bir bölgesi. Bağcılık derken, abartmışlar, yer gök bağ, tüm tepelikler, tüm ovalar, mümkün olan her santimertekare şaraplık üzüm bağlarıyla örtülü. Ağustos'ta, daha üzümler yeni yeni olgunlaşmışken, bağ bozumuna ooo-hooo çok varken, bölgenin keyfine doyum olmuyor.

Piemonte'de 4 gün kaldık, klasik bir bağ evinde konakladık. Aile gündüz üzüm bağında çalışıyor, akşam bizimle yemek yiyor, kahvaltı uyandığımızda hazır, bahçedeki erik ağacının ulaşabildiğimiz dalları emrimize amade, öğle uykusunda istersen terastaki divanda, istersen bahçedeki hamakta, istersen odanın efil efil perdeleri uçuşuyorken şekerleme yap, karışan yok, soran yok.. İster akşam gün batımında açarsın bir şişe şarap, damakta o kekremsi, hafif kuru ve meyve tadı.. Alırsın bir kitap eline, üç sayfa, bir yudum, iki sayfa, bir yudum.. Sessizlik, hafif akşam esintisi, birkaç sinir bozucu sivrisinek (her gülün bir dikeni..)

Kaldığımız köy Santo Stefano Belbo - ki özel bir köy değil, binlercesinde aynı şekilde konaklayabilirsiniz - ufacık, içinde bir pizzacı (gerçekten de Big Mama! hazırladı incecik hamur üzerine bol malzemeli pizzalarımızı), bir dondurmacı, çocuklar için bir atlıkarıncası olan ufak bir meydandan ibaret bir köyceğizdi, yetti de arttı bile.


Zaten yapılacak tek şey, köy köy gezmek, şarap tatmak (özellikle Barolo köyü şarapları oldukça ünlüdür ama köyden kazıklanarak almak yerine herhangi bir süpermarketten de alabilirsiniz), İtalyan rahatlığının, ağız tadının, geçmeyen zamanın keyfine varmak. Tatil = Yavaş zaman.


Bölgede Bizans ve Frank etkisi oldukça yoğun hissediliyor. Ama kimsenin bu bölgeye tarih için geldiğini sanmıyorum. Şarap seviyorsanız, şarap bağlarının arasında romantik bir haftasonu kaçamağı ya da sakin bir hafta geçirmek istiyorsanız, Ağustos sıcağında hafif esintili, insanı bunaltmayacak derecede güneşli ve İtalya'nın neşesi ile Fransa'nın şıklığını bir arada yaşayabileceğiniz bir ufak köyler topluluğu arıyorsanız; Piemonte sizi büyüleyecektir. Ha bir de son hatırlatma; yürüyüş ayakkabılarınızı yanınıza alın çünkü dağ tepe tırmanmalık, bağlara dalmalık, dalından meyve sebze atıştırmalık (izin alarak tabii, emeğe yazık!) ve özellikle çakırkeyfken bol engebeli bir bölge burası :)

(c) Ceren Musaağaoğlu Schubert - Ağustos, 2014.

2 Ağustos 2014 Cumartesi

Tek kişilik ruh

Orhan Pamuk "Sessiz Ev" romanında, karakterlerden birini betimlerken "Tek kişilik bir ruhu vardı. Kendi olmayı beceriyordu. Ben olamıyorum.." der. Bu cümle benim beynime kazılı roman cümlelerinden biridir. Yıllardır dilime gelir gider, beni yalnız bırakmaz, durur dinlenir, yine üzerinde düşünürüm. Tek kişilik bir ruh, sadece kendi olabilen bir insan. Kılıktan kılığa girmeyen, olduğu gibi görünen, samimi, içten, belki doğruculuğu yüzünden dokuz köyden kovulmuş, yalnız bir insan gelir aklıma. Bu insanı severim. Bu insan "benim insanım" çünkü.. Benden biri, bizden biri..

Ruhumuzu yalınlaştırmak; doğu felsefelerine, özellikle de ilgimi çeken Zen Budizmi'ne göre, yaşam ödevlerimizin en başında geliyor. Ruhun Tanrı'dan kopup geldiğine, ondan bir parça olduğuna, "bir an" için yaşayıp, yaşam boyu öğrenip, tekrar ona döndürüleceğimize inanıyorum. Doğu felsefelerinde buna ek olarak "tekrar (tekrar?) ona döndürüleceğimiz" sıklıkla inanılır, öğretilerde ve hatta kutsal kitaplarda yazar. Kur'an'da da bu cümle geçer, okuyanlar bilir. Bunu tek bir yaşam olarak alır müslümanlar, çok tanrılı dinlerde ise daha sarmal bir yapı olduğu için belki, bir çok yaşam olarak düşünülür ve ruhun en basit noktadan başlayıp her bir yaşamda öğrendikleriyle gittikçe yüceldiği ve en sonunda Nirvana'ya ulaşarak bir daha yaşama geri gelmeden tanrı'ya kavuştuğu düşünülür. Yani dünya yaşamı bir "an"dır ve bu an sadece öğrenmek ve ruhu yüceltmek için yaşanılır, olanlardan ders alınır, çeşitli sınavlardan geçilir ve tabiri caizse "uzmanlaşana dek" bu yaşam örtüsü yeniden yeniden kuşanılır. Yani öğrenmek ve uzmanlaşmak, daha yüce bir ruh olmaktır yaşamın amacı. Tek tanrıya inandığım halde, itiraf edeyim bu "yaşamda öğrenme" konusuna ve öğrenilecek şeyin de sevgi ve yalınlık olması gerektiğine inanıyorum. Bahsetmiştim, bence "hayatın anlamı" sevgiyi ve yalınlığı anlamak, sindirmek, yaymak. Velhasıl, "tek kişilik ruh" betimlemesi bu nedenle benim için çok anlamlı, güçlü bir betimleme.

İnsanın yaşamında kuşkusuz "diğerleri"nin etkisi azımsanamaz ve sosyal gelişimin ötesinde, psikolojik gelişiminde de "başka ruhlar"ın yeri büyük. Ama yine de insanın kendi kendine, sadece kendisiyle başbaşa yaşamındaki huzuru (ya da daha yalın olmak gerekirse, iç huzuru), sanırım en önemlisi. Kimseye bağlı olmaksızın "ben" olabilmek, kendini birinin karısı, birinin annesi, birinin işvereni ya da çalışanı olarak görmeden, salt bir birey olarak varolabilmek ve kendi kendini tanımaya çalışmak, iç huzurunu sağlamaya çalışmak; sanırım bunlar hayattaki diğer amaçlarımız, anlamlarımız. Bir başka ruha "çıtçıtlanmış", "düğmelenmiş", "yapıştırılmış" olmadan, tek kişilik bir ruh olabilmeyi öğrenmek..

Hamiş: Fotoğraf bizim ön bahçedeki ufacık havuzda bu haftasonu birdenbire açıveren nilüfer (ya da lotus çiçeği..)

8 Temmuz 2014 Salı

Dokuzuncu 7 Temmuz

Semo gideli 9 sene oldu. Ölümlere, tüm ayrılıklar gibi hiç alışamıyorum.. O'na söz verdiğim gibi, her sene olduğu gibi bu sene de yanındayım. Geçen sene doğum nedeniyle gelememiştim, aklım hep buradaydı. Bu sene gelmek kısmet oldu ama ağzımdaki o tatsızlık, kuruluk, burnumdaki sızı değişmedi. Ölümlere alışamıyorum. Ayrılıkların hiçbirine alışamıyorum.

Bu sene ev öyle sessiz ki.. 40 senedir olmadığı kadar sessiz, kimsesiz.. Ananemin yokluğu evin her milimetre karesinde hissediliyor, bu yokluk, bu yoksunluk üzerime üzerime geliyor. Bu kasaba benden ne çok sevdiğimi aldı, yine de kendine döndürüyor her sene..

Temmuz bu ilkimde çok sıcak geçer. Yine öyle, bu sene de. Ağustos böceklerinin sesine dalgaların sesi, akşam çıkan imbatın sesi karışmasa, hava öyle ağır ki, havada asılı kalmış tüm düşünceler sanki..

Sıcak temmuz. Ölüm. Ayrılık. Omuzlarımda öyle ağır yükler var ki..

Öyle oturdum mezarında yine. Yıllar geçtikçe artan mezar oturmalarını düşündüm. Allah sıralı ölüm versin derdi ananem, anlıyorum onun ne demek istediğini. Ama yine de her ölüm erken ölüm, Semo'yu da ananemi de; adına kaza dediler, katlettiler. Oysa o gün o dakikada o aynı yolda olmasalardı, daha yaşarlardı her ikisi de.. Daha vardı görecekleri günler..

Bunun için ağır içim, bunu kabul edemiyorum, kader diyip geçemiyorum, bu düpedüz haksızlık.. Ama bilemezsin gelen günler ne getirirdi, bedenlerine aldıkları yaralarla ikisi de ömürlerinin geri kalanında mutlu olabilir miydi? İkisi de gururluydu; ikisi de yaşamı dolu dolu yaşardı, bir eksikle, engelle, ağrılarla yaşamak istemezlerdi biliyorum. Onun için bencilce onları geri getirmek istememden utanıyorum. Ama öyle çok özledim ki.. İkisini de.

Öylesine geçiyor zaman, artık onlarla şu yukarıdaki fotoğraftaki denize bakarak değil, tek başıma mezarları başında oturuyorum. Mezarları denizi görüyor, ağaçların rüzgarda çıkardıkları sesler dışında sessiz, sakin; mezarları huzur dolu. Umarım onlar da huzur doludurlar..

18 Mayıs 2014 Pazar

Endülüs: İspanya'nın beyaz köyleri

Mayıs ayında, henüz yaz bastırmadan ama serin geceler yerini insanı ısıtmaya başlayan gündüzlere bıraktığı zamanda, uzatılmış bir haftasonu kaçamağı için İspanya'nın Endülüs (Andalucia) bölgesi ne kadar isabetli bir seçenekmiş! Bunca senedir çok yakınımda, oysa bir türlü gidip de görmek kısmet olmamıştı. Vakit ve para az olsa da, romantik ve dinlendirici bir tatil yine de mümkün; işin sırrı, internette azıcık dolaşmak, biraz araştırmak, uygun fiyata uçak bileti şansını yakalamak, iki üç parça eşyayı küçük bir bavula atıp, fazla düşünmeden yola koyulmak. Ve işte günün ilk ışıklarıyla Endülüs özerk bölgesindeyiz..

Endülüs, İspanya'nın güneyinde, aslında oldukça kalabalık nüfuslu ve zengin bir bölge. Başlıca şehirleri Sevilla, Malaga, Cordoba, Cadiz ve tabii ki Granada. Daha önceki bir seyahatimizde Sevilla'da zaman geçirdiğimiz ve çok sevdiğimiz halde (tıklayarak okuyabilirsiniz), bu sefer seyahatimizi Granada ve Cordoba bölgelerine odaklamayı ve özellikle Beyaz Köyleriyle ünlü dağlık bölgede zaman geçirmeyi tercih ettik. Malaga'nın deniz kıyısı konumu, özellikle Costa del Sol (Güneş Sahili) diye anılan kıyının turizm merkezi olması aslında Mayıs ayında turistlerin genelini bu bölgeye çekiyor, özellikle Nerja bölgesinde denize girebilir, sonra basamakları tırmanıp Balcon De Europe'da nefis bir akşam yemeği ya da dondurma keyfi yapabilirsiniz. Yine de, fazla deniz güneş turist istemezseniz, bizim gibi dağlık bölgede sessiz, sakin, huzur dolu ve yeni açan çiçeklerle mis gibi kokan bir tatil yapabiliyorsunuz.

Tabii ki bölgenin en önemli turizm merkezi El Hamra (Alhambra) Sarayı ve Cordoba çevresindeki diğer İslami dönem eserleri görülmeye değer. El Hamra Sarayı'nı gezmek için 1-2 ay önceden internetten bilet almanız gerekiyor, yoksa "o sabah gider, biletimi alır gezerim" gibi bir seçenek ne yazık ki mümkün değil. Gerçekten gerek bahçesi, gerek sarayın içi muhteşem ve çok da iyi korunmuş. Tüm bir günü saray ve bahçesini gezmeye ayırmanız yerinde olur. Cordoba Camii ve Jaen'deki hamam da mutlaka görülmesi gerekenler arasında. Düz tarih okumayı sevmeyenler için özellikle Ildefonso Falcones'in tamamen bu bölgede, ortaçağda geçen romanları "Deniz Katedrali" (Cathedral of the Sea) ve "Fatıma'nın Eli" (Hand of Fatima) hem keyifli, hem rahat, hem de heyecanlı okumalar, mutlaka öneririm. Özellikle bu romanları okuduktan sonra seyahat ettiğiniz her köşede sanki tarihi yeniden yaşıyor gibi oluyorsunuz. Çok keyifli.

Huelva, Cadiz ve çevresindeki Beyaz Köyler, mutlaka görülmeli. Biz çok cüzi miktara bir araba kiraladık ve köy köy gezdik, kesinlikle tavsiye ederim. Her bir köyün kendine has bir lezzeti, bir manzarası, bir geleneği mutlaka olduğu için, kesinlikle bir süre sonra rutine bağlamıyor ve sıkılmıyorsunuz. Köyler arasında "Ronda" özellikle fotoğraf meraklılarını cezbedecektir. Bir de küçük ipucu, oturduğunuz kafe ve restaurant'larda hemen yemek sipariş etmeyin, içtiğiniz her içecekle yeni bir tapas (klasik İspanyol atıştırmalıkları, bizdeki meze gibi) geliyor. Sadece içkileri ödeyerek de baya bir doyabiliyorsunuz :) Ama İspanyol tadlar denince, tabii ki tapas dışında Gazpacho, Serrano Jambonu, kavrulmuş bal-badem ve tatlı olarak bizdeki lokmayı andıran Churros ya da Merengadas bezeleri mutlaka denenmeli.

Endülüs, özellikle yaz başında doğası ve tatlı havası ile gerçekten de insanı kendine hayran bırakıyor. İster bizim gibi uzatılmış bir haftasonu kaçamağı yapın, ister daha uzun ve ayrıntılı gezin, her şekilde geçirdiğiniz zamanın tamamı sizde hoş anılar bırakacak. İspanyol insanının sıcaklığı, yaşam zevki, canlılığı, neşesi ve şık ve özenli hizmet ve misafirperverliği sizi kuşatacak, kendinizi "evden uzakta ama yine de evde" hissetmenizi sağlayacak. Kısacası, ister turizmin tam göbeğinde, ister sakin ve huzur dolu dağlık bölgede kalın, her anlamda dinlenecek, yeniden enerjiyle dolacaksınız. Sıcaklar henüz bastırmadan, kışın yükünü atmak ve yaza merhaba demek için ideal zaman ve ideal mekan; Endülüs. Mutlaka görülmeli..

(c) Ceren Musaağaoğlu Schubert - Mayıs, 2014.

11 Mayıs 2014 Pazar

Anne olunca anlarsın

Ananemsiz ilk anneler günü.. Her sene ilk annemi, sonra bana annelik yapan ananemi, teyzelerimi arardım. Bu sene ananemi arayamadım..

Bu sabah, hastalıktan yeni kalktığı için zaten az olan iştahı iyice azalıp, kuş kadar yiyen kızıma üzüm yedirirken ananemi andım. Ananem ben küçükken üzümleri tek tek soyar, ikiye keser, içinin çekirdeğini çıkartır da yedirirmiş bana. Bunu duyduğumda çok gülmüş ve "amaaaan anane işin mi yoktu yaaa, verseydin öyle niye uğraştın ki?" demiştim o da bana "hanııım, yemiyordun, n'apacaktık?" demişti.. O zaman da cevabım hazırdı tabii "aman yemeseydim ne olurmuş anane, şimdi zayıf kalıyım diye ölüyorum, zaten çocuk yemezse yemesin aman nasılsa acıkınca yer"....

Ananem bana "anne olunca anlarsın" demedi pek, çünkü hem benim anne olmaya pek niyetim yoktu 34 sene, hem de o kadınların çocukla "tamamlandığına" inanan cahillerden değildi.

Ama ben anne olunca, ananemin neden o üzümleri soyup, ikiye kesip, içindeki çekirdeği çıkardığını ve sonra ben o kadar uğraşılan üzümlerden sadece iki tanesini yedim diye sevindiğini, kızım hasta olup da günler boyu sadece 2 tane soyulmuş, kesilmiş, çekirdeği alınmış üzüm dilimi dışında birşey yemeyince anladım.

Keşke bunu anladığımı ona söyleyebilseydim ve o çekirdeği çıkarılmış üzümler için vıt vıt bilgiç bilge öteceğime, bir teşekkür edebilseydim..

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Hızır ile İlyas*

Hıdırellez bugün. Vladimir'in bugünün anlam ve ehemmiyetine dair çok güzel bir yazısı olduğu için, onun üzerine sevgili J. de bu konuda burada bizi aydınlattığı için ve bence üzerine de daha başka birşey yazılamayacağı için, bu sene bilgilendirme kısmını pas geçerek, direkt icraata geçiyorum.

Hıdırelleze çocukluğumdan beri inanırım, değer veririm, o da bana sağolsun dilediğim güzellikleri hep verir. Öyle maddi şeyler dilemediğim için de dileklerim gerçekleşiyor olabilir tabii, önemli olan sağlık ve iç huzuru diye düşünüyorum. Bir de J. ile dünya barışı dileğimiz var, güzellik yarışmalarındaki kızlar misali..

Karada yardıma ihtiyacı olanların yardımcısı Hızır ile, denizde yardıma ihtiyacı olanların yardımcısı İlyas peygamberler de bu gece buluşuyor ve bunun sonucunda ölü doğa artık tam anlamıyla bahara adım atıyor. Bu nedenle sadece dilek dilemekle kalmayıp, park ve bahçelere çıkmak, ruh ve bedenimizi havalandırmak, sevdiklerimize gülümsemek, sıkıca sarılmak, kalbimizi ferahlatmak bu günün ödevleri arasında. Zaten bugün bunları başarabilirsek, yarın ve diğer günlerde de başarırız, güzellik güzelliği getirir..

O nedenle; baharınız uzun, yazınız güzel olsun, ruhunuz hafif, yolunuz açık olsun diyor ve hepimiz için sağlık, mutluluk, huzur, aşk, iyi şans, hayırlı yollar ve güzellikler diliyorum.

*Başlığı çok sevgili J.'nin şuradaki güzel yazısından aldım.
Üstteki resim, bizim evin sapsarı açan katırtırnaklı çitleri :)

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Beyaz kuşkonmaz

Beyaz Kuşkonmaz, ya da buradakilerin değimiyle "beyaz altın" günlerindeyiz. Almanya'da yılın belli günleri arasında "kuşkonmaz yeme dönemi" diye bir dönem var. Mesela bu seneki dönem Bavyera'da 23 Nisan'da başladı ve 24 Haziran'da sona eriyor (!) Ciddiyim, 24 Haziran akşamı herkes son kuşkonmazları yiyecek ve bu seneyi de kapatacağız. Neden 24 Haziran derseniz, bu hıristiyan dininde "St.John Günü" ya da "Yaz ortası" günü kabul edilen bir gün ama neden bu gün derseniz, hiç bir fikrim yok, geleneksel olarak bugünden sonra kuşkonmaz yenmiyor ve hatta bazı kaynaklardan okuduğum kadarıyla tarlalarda kalmış kuşkonmazlar da toplanmıyor ve satılmıyor. Gelenek işte, fazla mantık aramamak lazım.. Velhasıl, bizde bu geleneğe uyuyoruz ve geçen haftadan beri sanırım 3. kez bu akşam kuşkonmaz pişireceğim.

Kuşkonmaz bizim ülkemizde genellikle yeşill olur, ince ve lezzetli bir bitkidir. Özellikle Ege mutfağında çokça yenir. Haşlaması, kavurması, salatası yapılır, bilirsiniz. Burada pek yeşil kuşkonmaz bulunmuyor. Bulunanlar genellikle İspanya, Yunanistan ya da Türkiye'den geliyor. İşin ilginci, Türkiye kendi yediği kuşkonmazın çok daha fazlasını Avrupa'ya ihraç ediyormuş. Acaba ağız tadımıza yabancı diye mi yoksa herşeyin iyisini ihrac eden politikaların kurbanı olduğumuz için mi, bilemedim.

Bavyera'da beyaz kuşkonmaz hem dışarıdan ithal ediliyor hem de yerel çiftliklerde yetişiyor. Aslında yeşil akramasıyla neredeyse aynı bitki ama güneş ışığından uzak olarak toprağa gömülü şekilde yetiştirildiği ve dolayısıyla klorofil ürettirilmediği için beyaz oluyor. Buranın kuşkonmazı çok kıymetli ve ithal edilenlerin 2-3 katına satılıyor. Mesela bu Bavyera menşeyli kuşkonmaz 4-5'li genellikle 500gr. kadar eden paketlerde satılıyor ve 4 Euro, Türkiye'den ithal edilen yeşil kuşkonmazın 500gr'ına 10-12 tane sığıyor ve 1,30 Euro. İşin tuhafı yeşil kuşkonmaz beyazdan daha yararlı ve sağlıklı diyorlar ama yine de burada yeşili pek tüketilmiyor. Diüretik ve afrodizyak özellikleri olan Kuşkonmaz, aynı zamanda düşük sodyum ve kalori değeri, yüksek B6, C, E, K, kalsiyum, folik asit ve demir içermesi ve bol posalı bir bitki olması nedeniyle ideal bir rejim besini.

Biz burada kuşkonmazı önce dış sert kabuklarını soyarak yıkıyor ve 10-15dk haşlıyoruz (yumuşak seviyorsanız biraz daha uzun tutabilirsiniz) ve üzerine Hollandaise sosu (parmesan ile tereyağın eritilmesiyle hazırlanan bir çeşit beşamel sos) ile kıyılmış maydonoz ekerek, eğer yiyorsanız domuz pastırması ve haşlanmış patates ile yiyoruz. Ben ayrıca daha hafif olduğu için beşamel sos yerine hardal ve maydonoz ve domuz pastırması yerine mozarella peyniri ya da parmesan ile de seviyorum. Yeşili ise sadece üzerine saf zeytinyağ limon karışımı ile parmesan peynir rendeleyerek seviyorum ama kavurması, omlet içinde kıyılmış hali ya da zeytinyağlı Ege sofrası tarzı da çok güzel oluyor.

Bir de hamiş; kuşkonmazın idrar sistemi için faydalı olduğu söyleniyor ve idrarınız buram buram "foetid" kokuyor ya.. Ha işte bir kaynağa göre o kokuyu hepimiz üretsek de, sadece insanların %22'si sahip oldukları SNP geni nedeniyle bu kokuyu alabiliyormuş (tuhaf ama gerçek).. Afiyet olsun!

28 Nisan 2014 Pazartesi

Pembe karda zombi koşusu

Pembe kar yağdı! Valla! İşte yanda kanıtı, inanmıyorsanız kendi gözlerinizle görün. Hava muhteşem, tam bahar havası. 15-17 derecelerde, gece yağmur yağmış, mis gibi kokuyor toprak. Yapraklar artık çiçeklerin arasından iyice belirgin. Çiçekler yavaş yavaş dökülüyor. Bazen pembe kar gibi, bazen sapsarı kar gibi, bazen de bembeyaz, mosmor.. Doğanın bahar coşkusuna katılmamak mümkün mü?

Pazar ve çarşamba sabahlarını kendime ayırıyorum, kendimle başbaşa. Belki tek çocuk olduğum ve çocukluktan yalnızlığın tadına vardığım için, belki eski çağlarda dedikleri gibi melankolik yapım nedeniyle, belki de sadece basit bir tercih. Benim için kendimle başbaşa kalmak, bir zevk. Hafta boyu kurduğum hayalleri gerçekleştirmek, yenilenmek için bir ihtiyaç.

Dün sabah erkenden doğaya çıktım. Niyetim biraz yürümek ve kahvaltı için ekmek alıp eve dönmekti. Babamın değimiyle "100mt yürümüş, yorulmuşuz" muzip muzip.. Ama dışarıya çıkıp da pembe karı görünce birden koşmak isteği geldi bana. Böyle amaçsızca koşma isteği bana ara sıra gelir, çocukken bizimkiler beni çimenliklere falan salarlardı. Özellikle Pazar günleri, şehir çocukları için doğaya çıkma (ve sonrasında evde keseli bir banyo ile doğadan arınma ve normale dönme) günü. Oradan heralde kaldı bu alışkanlık. Çimenlik gördüğümde, özellikle de Pazar günüyse koşarım arkadaş.

Velhasıl bu pek doğru değil, şimdi abartmayayım. Şehir çocuğu büyüdü, şehir insanı oldu (onca dünya seyahati ve bahçeli evler, doğa gönüllülüğü falan derken kalıplarımın dışına çok da çıkabildiğim söylenemez). Dolayısıyla her şehir insanı gibi doğada değil koşu bandında, kapalı alanda koşar oldu. Mevsime atmamak lazım suçu, yaz kış kalabalık oluyor spor salonları. Belki toplu halde ter atmanın motivasyonu. Ama spor salonunda koşu bandında 40 dakika koşabilen ben, doğada aynı performansı sergileyemiyorum. Doğada 5 dakikada yoruluyorum, dilim damağıma yapışıyor. Bunu maraton koşan bir arkadaşıma anlatınca, bana "hızlı koşuyorsundur da ondan" dedi. Ne kadar basit ama akıl edememişim bu zamana dek. Doğru, hızımı ayarlayamıyorum kendi başıma. Sanki peşimde zombi ordusu var.. Bu arada bu zombi koşusu hakikaten var, oldukça da eğlenceli gözüküyor. 11 Mayıs'ta da Münih'te de olacak, sadece 5km aslında hiç birşey değil ve çok katılmak isterdim. Ama doğada işte nafile! Oysa şuraya tıklayıp bakın ne çok eğleniyor insanlar.

Pembe karda koşmaya başladım. Kulaklıklarım da yanımda, salonda koşarken her zaman dinlediğim albümü açtım (Muse - Black holes and revelations) ve adımlarımı albümün ritmine uydurmaya çalıştım. Çünkü salonda aynen böyle yapıyorum. O da ne, yorulmadan koşuyorum! Olayın sırrı buymuş, ritm. Tabii bir de bir önceki gece protein almak, uykuyu iyi almış ve dinlenmiş olmak gerekiyor. Bu ritme adım uydurmanın bir de iyi tarafı var, dikkatiniz sadece adımlarınızda ve nefesinizde olduğu için hiçbirşey düşünmüyorsunuz, beyniniz tamamen bomboş! Muhteşem bir meditasyon şansı.. Öyle koştum koştum koştum. Birden yorulup da kendimi uzaklarda bulmam tabii pek iyi olmadı. Planlı koşmak lazım. Doğanın acemisiyim işte..

Bazen rüyalarımda koşuyorum. Hiç yorulmuyorum, terlemiyorum, sadece doğayı, çevreyi, insanları izliyor ve koşuyorum; sanki saatlerce koşuyorum.. Öyle güzel bir his ki..

25 Nisan 2014 Cuma

Ölümden korkmak / korkmamak

Dün gün boyu karşı arsamızda Grand Designs mahiyetinde sürüp giden ev yapımı çalışmalarının bam bam küt küt sesiyle mücadele ettim. Normalde ben İstanbul'da yaşamış biri olarak gürültü kirliliğine kafayı takmam, öyle tek pırtta uykusu kaçan, tek gümde komşuya dalan biri değilim yani. Ama Münih'e taşınalıberi, özellikle de şehrin çok merkezinde olmayan, kanun gereği max. üç katlı ve bahçeli şirinler köyü misali evler içinde yaşamaya başlayınca, Türkiye ziyaretlerimde de annemlerin benzer bir ortamda bahçeli evlerinde kala uyuya, gürültüye karşı tahammül seviyem azalmış. Oysa her Türk evladı gibi ben de gürültüyü "hayat enerjisi" ile karıştırıyorum genellikle (çoğunlukla da özlüyorum ha, özellikle etrafta zombi savaşı olmuş da bir ben canlı kalmışım hissi veren Pazar günleri ve tatil zamanlarında!) Velhasıl, gürültü kirliliği vardı dün, daha da olacak galiba. Evropalılar yazı falan asıyorlar, şu şu tarihler arası yoğun gürültü kirliliği (kolon indirmece bam bam küt küt) ve takiben şuşu günler arası hafif gürültü kirliliği (evde vida sökme çıkarma işleri vızzt cızzztlar) olacak, kusura bakmayın falan diye. NaĞĞzik insanlar ne de olsa Evropalı, inşaat işçisi bile Cold Play dinliyor.

Grand Designs dedim de abartmadım, hakikaten enteresan bir ev inşa ediyorlar karşıya. Aynı zamanda da bahçeyle uğraşıyorlar. Ev bitince bahçe de yemyeşil hazır olacak. Bizim zengin mahallesinde yeni trend "açık oturma odası" yani dışardan bakınca insanların yediği bezelye bile seçiliyor. Bizde ve evlerin hiçbirinde perde alışkanlığı yok. Aslında evler mimari açıdan akıllı tasarım, kimse kimseyi görmüyor ve insanlar da birbir evlerinin içine bakmıyor (ben arada yoldan geçerken Türk meraklılığı ile bi göz ucu atıveriyorum). Mahallemizin kokoşları böyle süslenip püslenip oturma odasında Biri Bizi Gözetliyor fantazisi yaşıyor ve yaşatıyorlar. Enteresan.

Velhasıl ordan aklıma geldi, nicedir kızı uyuttuktan sonra Grand Desings'ı izlemiyoruz, izleyelim bu gece dedim. İngiltere'de teeee 70'lerden beri süregelen bir diziymiş bu, şimdiki Kevin McCloud sunumuyla oldukça ilginç. Ben çocukluğumdan beri mimariye meraklıyımdır. Düz çizgi bile çizemediğim halde kendi kendime kağıtlara defterlere hep böyle kuşbakışı evler çizer, mobilyalar döşer, peysaj mimarisini eksik etmezdim. Tabii eciş bücüş çizimler ama bebekle oynamaktan çok daha eğlenceliydi benim için. O nedenle seviyorum bu diziyi. Özellikle Grand Designs Abroad'ı da çok sevdim.

Bu bölümde biri 2, biri 4 yaşında iki çocuk annesi öğretmen bir kadınla eşi hayallerindeki evi yaptırmak üzere yola çıktılar. Aynı anda adam kansere yakalandığını öğrendi ve 6 ayda (sadece 6 ayda, oldukça agresif bir kansermiş ve adam çok gençti..) adam öldü. Kadın tek başına dimdik evi yaptırdı ve içinde iki çocuğuyla oturdu. Tabii ben programa odaklanamadım çünkü aklım uçtu, gitti. İlk başta adamı görünce, böyle sen ben gibi sağlıklı turp gibi adam, evin planını anlatıyor Kevin'e. Sonra iki cümlede özetliyorlar; kanseri ne yazık ki tahmininden daha fazla yayılmış ve 6 ay sonunda öldü diye. Bu kadar. Sonra evin mimarisi.. İngiliz tarzı işte, programın odağı kadının iki çocukla mücadelesi değil tabii, evin yapımı. Ev de güzel oldu, bakın burda linki. Özellikle çatısı ilginç, değil mi? Kadın biraz maddi sorunlar yaşadığı için tabii biraz küçüldü ama 300.000 Pound'a (oldukça ucuza) maletti ve güzelce döşedi, sağa sola babanın fotolarını astı, eve yerleşti. Çocuklarını mutlu mutlu büyüttü.

Beni tabii bir dehşet saldı. İnsan "ay benim başıma gelse dayanamam" dememeli, çünkü yukardaki melekler midir nedir onlar bu tip sözlerinizi hemen kayda alıp, sizi bizzat bu durumun içine atıp, "bak işte yaşadın, dayandın" dedirtiyorlar. Karmanın böyle "olumsuza odakla, olumsuz da gelsin yakana yapışsın" durumu var. Aman dikkat yani. Yine de ben kadına hayranlık duydum, ne güçlü bir kadındı o. Bir kere hep olumluya odaklandı ve şansına mimar da işçiler de hep iyi insanlar çıktılar, kadını kazıklamadılar, kadın da onların önerilerine değer verdi. Kadın hem öğretmenlik mesleğini sürdürdü hem iki çocuğunu tek başına büyüttü, programın güzel yanı 1-2 sene geçiyor ev yapılırken malum. Kadın dedi ki "kimse GERÇEKTE sizin ne durumda olduğunuzla ilgilenmiyor, her şeyi siz tek başınıza yapıyorsunuz, yapmak zorundasınız". Bu çok can alıcı bir cümleydi bence.

Ben ölümden korkuyorum. Daha doğrusu, ben hayatımda çok şükür büyüyene dek hiç bir yakınımı kaybetmedim. Hepsi benim çevremde, benimle oldular, büyümemi gördüler. İlk dedemi kaybettim ve o zaman ölüm korkusu saplandı içime. Baya bocaladım o yıllarda, kafamı ölüme taktım, başka şey düşünemez oldum. Belki tüm yaşamın anlamını arama, dünya seyahati, çeşitli çeşitli uğraş ve hobiler edinip çabuk sıkılma, sevgililer bu ölüm korkusundan kaynaklanıyordu. Belki değil, tamamen öyle aslında (bir itiraf daha, J.'nin önderliğinde bu hafta itiraf haftası adeta!)

Hayatım ölümden çok korkmak, hiç korkmamak ve yine çok korkmakla geçiyor. Ölümden korkmamaya Semo'yu kaybedişim neden olmuştu. Birden hayatın anlamsızlığı ve ölümün birden geliverip herşeyi kapatışını idrak ettim ve birden korkmamaya "öbür taraf var, kesin var, yeşil çimenlerde Semo'yla koşacağım ben" fikri hayatımın merkezine oturmaya başladı. Uzun yıllar ölümden korkmadım. O yıllar en zor yıllardı aslında, ölümle içiçe, aklımdan çıkmadan, olumlu düşünebildiğim tek şey "bunu da yaşamalıyım, bunu da görmeliyim ki öbür tarafa gidince anlatacağım şeyler olsun oradakilere" oldu. Bu felsefeye devam ediyorum hala..

Sonra işte gebelik, Maya'nın doğumu. Hayat bir ölçüde değişiyor ister istemez, yeni bir renk ekleniyor diyelim. Olumlu ya da olumsuz getirilere odaklanmak yine insanın elinde. Ama tek bir şey var ki; insan yine ölümden korkmaya başlıyor. Bu sefer ben ölmemeliyim; onu büyütmeli, yetişkin hatta yaşlı bir insan olduğunu, kendi ayakları üzerinde durduğunu görmeliyim korkusu başlıyor. Dediğim gibi aslında karmaya fırsat vermemek lazım bu tip konularda, tabii ki annesiz büyüyen milyonlarca çocuk var, hayatta dimdik durabilen, sevgiyi anneden olmasa da başkalarından alabilen, güçlü insanlar olabilen. Yine de işte, insan çocuğu küçükken hasta olmamalı, ölmemeli dostlar. Bir blogger yazmıştı, kimdi hatırlayamıyorum (hatırlatırsanız hemen düzeltir adını eklerim, emeğe saygısızlık olmasın) "Ölüm anneye yakışmaz" diye. Katılıyorum.

15 Nisan 2014 Salı

Kudüs'te 24 saat

İki durak arasında kalan, transit geçtiğimiz şehirler vardır ya.. Bazen bir uçağın rötarıyla, bazen uzun süren bir yolculukta zorunlu bir soluk alabilmek için durduğumuz. Aslında tam da o şehre gitmek aklımızın ucundan bile geçmemişken, birden kendimizi buluverdiğimiz bir yerde birden kendimizi bulmaktan bahsediyorum. Kendimizi bulmak. İki anlamıyla da. Rastgele bir yerde amaçsızca bulunduğumuz anda, birden o aydınlanma anı.. Daha önce adını bile duymadığımız ufacık bir kasabada; teker patlamışken, kar fırtınası yolları kapamışken, belki bir konukevinde, belki kapısı tanrı misafirlerine açık bir ailenin kurduğu yer yatağının soğuk ama konforlu yün yorganına sarmalanmışken. Olur ya, kendimizi buluvermek.

Ama bundan bahsetmiyorum. Belki sadece bundan bahsetmeliyim ama bugün değil.

Bugün, tüm haftasonu izlediğim ve bu hafta içi geceler boyunca izlemeye devam edeceğim bir belgeselden bahsetmek istiyorum. 24 saat Kudüs (24 Hours Jerusalem) belgeselinden. Bu haftasonu en sevdiğim - tek sevdiğim hatta - Alman belgesel / tartışma kanalı ARTE'de yayınlanan "24 saat Kudüs" belgeseli, beni ve milyonlarca ben gibi insanı TV karşısına kitledi. Cumartesi sabah 06.00'da başlayan yayın Pazar sabah 05.59'da sona erene dek, 24 saat boyunca Kudüs'te yaşayan çeşitli insanların yaşamlarından kesitler sundu. İlginç olan, mesela siz Cumartesi sabah 10.04'te TV karşısındayken, Kudüs'te de saat 10.04 oluyor ve o saniyede bir Kudüs'lünün evinde kahvaltı hazırlığını izliyorsunuz, ya da bir Arap mesela namaz için camiye gidiyor oluyor ya da bir Musevi çocuğunu okula hazırlıyor ya da bir Hıristiyan evinin önünü süpürüyor ya da bir Ermeni çoktan atölyesini açmış, kilden çömlek yapıyor. Eş zamanlı olarak izliyorsunuz. Çok güzel bir konsept bence. İzlediğim kadarıyla yansız bir belgeseldi, yani hem Filistinlilerin hem de İsraillilerin, hem Hıristiyan, hem Müslüman, hem de Musevilerin gözünden Kudüs'te yaşamanın nasıl bir şey olduğunu anlatıyor ve bunu da gayet güzel yapıyordu. Ama İsrail'in Filistin'e ait bölgelere haksız yollardan yerleştiğine dair yanlı olmasa da bu işlemi normalmiş gibi gösterdiğini söyleyen bir kesim de var tabii, şuradan okuyabilirsiniz. Sıradan insanların sıradan yaşamları, biraz Life in a Day'e benziyor, oldukça sıradan ve o kadar ilginç bir belgesel. 6 Eylül 2012'de bir çok film ekibi tarafından çekilmiş, Grimme ödülüne layık görülmüş olan bu belgesel tam 24 saat sürüyor. Böyle olunca, ben yayının tamamını izleyemedim, ara sıra birkaç saat bakıp çıktım ve eksik kalan saatleri bu hafta içi geceleri internetten izleyerek tamamlamayı umuyorum.

Kudüs, benim için özel bir kent. Yaşamımın dönüm noktası Kudüs'e gitme kararım oldu diyebilirim. Yüksek lisansı tamamlamış, doktora öncesi biraz soluk almak istemiş ve 1 senemi elimde biriken tüm parayı harcayarak seyahat etmeye ayırmıştım. Hayatımın karışık, ne yola gideceğimi bilmediğim, aşktan ağzımın yandığı, mutsuz ve amaçsız bir dönemiydi. O sene bir çok ülkeyi gezdim, bazısını tek başıma, bazısını şimdi eşim olan adamla, bazısını çalışarak, okuyarak.. O 1 sene oldu 2-3 sene, para sandığımın aksine, o kadar hızlı bitmedi.. Sonra İstanbul'a döndüm ama mutlu olamadım, tekrar çıktım yurtdışına, okudum, evlendim, çocuklandım falan filan. Ama hepsinin başlangıcı Kudüs'e gitme kararım oldu. Benim için özel bu şehir.

Eşimle İsrail'de tanıştık ve Kudüs'te eski kentin o efsanevi çatılarından birinde birbirimize aşık olduğumuzu itiraf ettik. 10 senelik ilişkimizde bir çok defa gidip geldik Kudüs'e, her defası çok özel oldu. Nedense bu kent mıknatıs gibi çekiyor beni / bizi ve her bir köşesi, tüm o kültürlerin beşiği oluşu, insanlarının her birinin anlatacak bir hikayesi oluşu, her bir karışı duygu ve tarih yüklü oluşu ve çözülemeyen tüm o karmaşık politik ve sosyal düğümleri ile, Kudüs benim / bizim için dünyanın merkezi. Hala aklımız Kudüs'te, ara sıra gitsek yerleşsek dediğimiz oluyor. Günün birinde Kudüs'te eski kentte bir ev alıp oranın yerlisi olmayı istiyoruz, kısmetse..

Bu nedenle belgesel beni esir aldı, fırsat bulduğum her boşlukta Kudüs'üme koşuyorum. Tüm bir hafta da böyle geçecek sanırım, 24 saatlik bir belgeseli bu yoğunlukta anca 1 haftada bitirebilirim gibime geliyor. Eğer ilginizi çekiyorsa bu tip şehir belgeselleri, Kudüs'ü buradan izlemenizi tavsiye ederim. Berlin'in de 24 saatlik bir belgeseli var bu arada..

Hamiş: Yazıdaki fotoğraflar bana aittir ve izinsiz kullanımı ve paylaşımı kanunen suçtur.

3 Nisan 2014 Perşembe

Memleketin hali

Şu son 1 senede olan biteni saymasak, 35 senelik hayatım boyunca politik bir insan olamadım hiç. Bunun bir nedeni belki Mari Antrikot'un dediği gibi 70-80'lerde çocuk yetiştiren nesilin bizleri "aman evladım sen karışma"larla yetiştirmiş olması, belki de kişiliğimde A tipi (yönetici, atılgan, hırslı) öğeler bulunmaması ya da tembelliğim, ilgisizliğim (hadi olumludan bakalım; başka başka şeylere olan ilgim ve geniş yelpazede giden merakım) olabilir. Her neyse politika ilgimi çekmiyor. Çoğu seçimde oy bile kullanmadım çünkü benim fikirlerimi tam olarak ifade eden ve destekleyen hiç bir parti bulamıyorum. Özgürlüğü tuttursalar halkın gerçeklerinden uzaklaşıyorlar, adaleti tuttursalar askeri rejime yaklaşıyorlar, liberal demokrasiyi öne çıkarsalar tepedeki kapitalist sisteme yarıyor, sosyal hak ve özgürlükleri destekleseler ekonomi bozuluyor, bir türlü olmuyor da olmuyor.. Adam gibi bir muhalefet olsa, tepedekiler de iş yapacak ama olmuyor. Senelerdir aynı insanlar, aynı fikirler, aynı yerinde saymalar, aynı geri gidişler. Kısacası politikadan hoşlanmıyorum, ne oy veriyor sistemi destekliyordum, ne de oy vermediğim için haksız yere eleştiriyordum. Amağğğn hepsi aynı diyip, apolitik apolitik yaşayıp gidiyordum.

Son 1 senede çok şey değişti. Politik gündemi ilk defa takip ettim, ilk defa politikacı adı öğrendim, kendi fikirlerime yakın insanların meydanları doldurduğunu, "böyle gelmiş böyle gider"e karşı yüzbinlerin ayaklandığını gördüm. İlk defa heyecanlandım, sandığa koşma azmi duydum. İlk defa seçim sonuçlarını milli maç izler gibi kalbim elimde izledim. 

Ne oldu?

Hezimet. 

Demokrasi böyle bir şey işte. Şikeler, aldatmalar içinde bu sonuçlar geçerli değil diye düşünüyoruz hala. Ben de öyle düşünüyorum. "Sandık demokrasisi" geçerli olmaz diyoruz. Ben de diyorum. Ama şimdi eğri oturalım, doğru konuşalım. Biz meydanları da doldursak, sosyal ağda devrim de yapsak, bu ülkede bizim gibi düşünmeyen, farklı inanç ve değerlere sahip bir %45 var ve biz o kadar kendi çevremiz içinde kalmış haldeyiz ki, bu %45 ile yollarımız şu güne dek kesişmemiş, kim bu insanlar bilmiyoruz.. Neredeyse 2 kişiden birinin AKP'ye oy verdiği şu ülkede, ben bu seçimde daha AKP'ye oy verdiğini söyleyen kimseye rastlamadım mesela. Bu kadar kopuk, apayrı bir yaşam sürüyoruz işte.. Ve bu nedenle, işte sırf bu nedenle biz bu AKP'yi söküp atamıyoruz.

Peki kim bu insanlar?

Geçen seçimde AKP'ye oy verenler arasında sadece toplum içinde dindar kimliğini öne çıkartarak yaşayan ya da tabii kömür dağıtılan, para verilen, devlet kurumlarında ücretsiz hizmet alan o "öteki" kesimden insanlar yoktu. Benim AKP'ye oy veren "bizden" tanıdıklarım da vardı ve veriş nedenleri "adalet" ve "kalkınma" idi, yani ekonomi diğer hükümetlerin dönemine göre daha iyi düzeydeydi ve diğer hükümetlerdeki gibi akkuya çıkan ölçüde yolsuzluk yapılmamıştı. Ayrıca Kürt açılımını destekleyen, entellektüel arkadaşlar vardı. Demokratik anlamda "biz ve ötekiler"in biraz daha yakınlaşacağına, memlekete Avrupa standartları düzeyinde hizmet getirileceğine ve en önemlisi de halkımızın 70-80 döneminde çektiği askeri darbe ve cunta iktidarının kökünün kazınacağına, milliyetçi akımın önüne geçileceğine ve daha liberal olunacağına inanan arkadaşlar vardı.

Fakat yolsuzluklar, hırsızlıklar ve yalan dolan bu derece ayyuka çıkınca, AKP'ye "iyi niyet"le oy veren "bizden" kesim, bu seçimde oyunu çekti. Çünkü bu kesim bağımsız medyaya erişimi olan, okuyan, artık "iyi niyet"le AKP'nin iç hesabının bağdaşmadığını gören kesimdi. Fakat, bu kesim ne yazık ki sadece %1-2'de kaldı. AKP geçen seçimden bu seçime, bu kadar çalıp çırpsa da, sadece bu kesimi kaybetmiş gibi gözüküyor.. Peki geriye kalanlar kimler? Kim bu çalsa da, aldatsa da "kocamdır, sever de, döver de" diyen insanlar?

İşte bence asıl önemli olan bu sorunun cevabını bulabilmek. Bizim görmezden geldiğimiz, belki evimizi temizleyen, belki çöpümüzü alan, belki sabah kapımıza bir ekmek bırakan, belki yöneticisi olduğumuz iş yerinde bantta çalışan insanlarsa bunlar; bu insanlara sormak lazım "neden?" diye.. Sosyal medyadan bir arkadaşımın çok güzel ifade ettiği gibi belki de bu insanlar sadece insan yerine konulmak, seslerini çıkarmak, fark edilmek istiyorlar. Bunca yılın ezilmişliği zaten varken, artık ezilmek değil onları korkutan. Birinin onlara sahip çıkması, birinin onlar gibi olduğunu söyleyerek seslerini duyurması belki. "Kasımpaşalı, eli maşalı" imajıyla, seyrek bıyıklı asabi kişilik ünvanıyla da olsa, birinin onların yerine onların yapamadıkları şekilde, "öcünü alma"sı belki tüm bu yılların biriken hıncının. Bizim hırsız gördüğümüzü onlar Robin Hood görüyor bu nedenle belki de..

Bu sosyolojik sorunsalları çözmeden ne AKP gider, ne de biz gerçekten bütüncül ve eşitlikçi bir demokrasiye kavuşuruz.. Bana öyle geliyor..

25 Mart 2014 Salı

Elena Kalis ve sualtının büyüsü

Münih'te tam 36 saattir aralıksız yağmur yağarken ve ben biraz daha aralıksız yağarsa heralde Atlantis'e döneceğiz diye düşünmeye başlamışken, karşıma Elena Kalis'in sualtı fotoğrafları çıktı. Büyülendim. sanatçının emeğini izinsiz kullanmak bana çok ters ama, bir iki tane örnek koymak ve lütfen şu linkten web sitesini inceleyin demek istiyorum. Rüya gibi..

Beni etkileyen, sualtında tam olarak nasıl hissettiğimi tamamen yakalamış olması. Çocukluğumdan beri şnorkelle ve 15 yaşımdan beri de tüple dalıyorum. O derin maviliğe, balıklarla çevrelenmeye, buradaki meraklı mantaların arasında yüzmeye aşığım. Çocukken uyumadan önce kendimi sualtında yaşıyormuş gibi hayal ederdim. O kadar heyecanlanırdım ki, bazen uyku tutmazdı. Öyle detaylı hayallerim vardı ki, bugün bile bazılarını hatırlayabiliyorum. Yazları, denizin sesini dinleye dinleye uyuma lüksüm vardı ve yastıktan başımı kaldırdığım anda masmavi güzelliği görebiliyordum. Bazı geceler saatlerce baktığımı, gün ışırken oynaşan ışıklara hoşçakal derken uyuduğumu bilirim.

Denizin altındayken hiçbirşey düşünemem, beynim bomboş olur, tüm dertler tasalar akar gider ve o yerçekimsiz hafif ortamda sadece "var olmak" kalır bana. Ruhum da bedenim kadar hafiftir denizin içinde. Bazen nefes almadan gözlerimi kapayarak aynen bu fotoğraftaki gibi tersten dalarım, nefesim yettiğince - bu bazen bir buçuk hatta iki dakikaya kadar çıkabilir - denizin dibinde öylece yatmaktan hoşlanırım. Deniz sanki yanaklarımı okşarmış gibi gelir, saçlarım tel tel oynaşır gelgitleriyle.

Kimi şap şup yüzer ya, ben tek bir ses ve dalga çıkarmadan kucaklamak isterim denizi. Kucaklamak gibidir yüzmek zaten. O serinlik o sessizlik, o hafif ürperti, diplerin karanlığındaki huzur.. Öyle sessiz, daha herkes uyurken, daha kimse tatile gelmemişken.. Deniz sadece benim olsun isterim.

Elena Kalis bu fotoğraflarda benim tam da ne hissettiğimi çok güzel yakalamış. Web sitesinde daha da güzel fotoğrafları var. Mutlaka girin bakın derim.

15 Mart 2014 Cumartesi

Aydınlanmış zorbalar

İngilizcesi Enlightened Despot. Bu tanımı ilk kez Amin Maalouf'un bir romanında okumuştum. Sonra wikipedia'dan tam anlamına baktım ve pek kitaptaki anlamıyla ilişkisi olmadığını görünce biraz daha araştırdım, özellikle kavramın tarihsel geçmişi ilgimi çekti. O zamandan beri de üzerinde çok sık düşündüğüm bir konu oldu, özellikle de şu son dönemlerde. Sadece politik evrende değil, sosyal yaşamda da sık sık bu aydınlanmış zorbalarla karşılaşıyoruz. Bazen yan komşumuz, bazen okulda öğretmenimiz, bazen eşimiz, babamız, annemiz, kardeşimiz. Biraz felsefe, tarih, sosyal bilimler ve sanat okumuş yazmış, üç beş sanat eseri, bir iki ülke görmüş, bununla da kendini "aydınlanmış" sanan ama gerçekte yaşam ve eğilimleriyle sadece kendi doğrusunu savunan ve bu doğruyu kendisi dışındaki herkese empoze etmeye çalışan insanlar.. Her alandalar.

"Doğru" nun tek olduğunu sanarlar. İyilik, güzellik ve doğru; evrensel ve tektir diyen modası geçmiş anlayışa inanırlar. Benim gibi düşünen yaşasın, benden farklı olanın vay haline derler. Benim düşüncelerim, benim inançlarım, benim tutum ve yargılarım.. Benim tanrım, benim dinim, benim mezhebim, bizim gibiler.. Benim ailem, benim çocuğum, benim mallarım, mülklerim.. Benim sağlığım, benim yaşam alanım, benim refahım.. Ben, ben, ben. Gerisi ne olursa olsun. Biz klinik psikologlar bunu narsistik kişilik bozukluğu, büyüklük sanrısı, psikoz başta olmak üzere çeşitli psikolojik hastalıklarla ilişkilendiriyoruz ama hadi siz kısaca bencillik, kendini beğenmişlik, saygısızlık da diyiverin. Tanımlamalar o kadar da önemli değil..

Bir insan cahilse, düşünmeden inanan türde bir insansa, görmemişse, okumamışsa, bazı sosyal veya ekonomik sıkıntılar nedeniyle kozasından çıkamamışsa; anlarım. Ama okuyan, kendi ayakları üzerinde duran, gören, gezen, araştırma özgürlüğü olan bir insanın bu kadar dar kalıplar içinde kalmasını anlayamıyorum. Nasıl olur da sadece benim doğrum, gerçek doğru diyebiliriz? Doğru, iyi, güzel; bu kavramlar içinde bulunduğumuz çağa, mekana, rollerimize ve daha bir çok fiziki, sosyal ve psikolojik değişkenden etkileniyorsa.. Evrensel, tek bir doğrudan, iyiden, güzelden söz etmek mümkün müdür?

Empati.. Karşındakini anlamaya çalışmak. Sana çok ters olsa bile bakış açısı, onun düşüncesine saygı duymak. Eylemine demiyorum, düşüncesine. Eylem farklı bir konu, bir tek cana zarar geldiğinde, eylemin iyisi olmaz, tümü yanlıştır diye düşünüyorum. Ama düşünce, özgürdür; ifade özgürdür; haber alma ve tartışma, özgürdür; protesto etmek de özgürlüktür. Bunun aracı yakıp yıkmak, zarar vermek olmadıkça.

Aydınlanmış despotlara geri dönersek.. Evet heryerdeler. Herşeye karışma özgürlüğünü kendilerinde görüyorlar. "Onu öyle yapma, bunu böyle yapma, şu şekilde olmaz, bu şekilde yapılmaz". Yeni anne olursunuz, herkes sizden iyi bilir emzirmeyi, bebeği giydirmeyi. Çocuksanız, herkes size: "koşma, terleme, yapma, etme" demeyi çocuk eğitimi sanar. Yeni işe girersiniz, çalışma arkadaşlarınız hemen "o öyle yapılmaz, böyle yap" der. Peki neden? Böyle gelmiş böyle gidecek; sizinki daha pratik, daha çağdaş, daha mantıklı bir yöntem olsa bile. Üzerinizde hakimiyet kuran, kendini sizden daha güçlü gören bir "zorba"; hele ki o konuda kendini bir de "aydınlanmış" görüyorsa; bu böyle olacak, doğrusu budur, bitti.

Doğru bile olsa, siz o yoldan gitmeme hakkına sahipsiniz. Siz kendi hatalarınızı yapma, bundan kendinizce birşeyler öğrenme hakkına sahipsiniz. Bir insan sizden daha deneyimli, daha aydın diye sizin "hata yapma" özgürlüğünüzü elinizden almamalı. Hata yapma, düşme, kalkma.. Öğrenme. Hayat bu.

Aydınlanmış zorbaların hakimiyeti altında mutsuzuz. Onların doğrusu, onların inancı, onların ilke, tutum ve alışkanlıkları altında kendimizi bulamıyoruz. Siliniyoruz. Eziliyoruz. Biz sisteme uydurulunca, bu sefer farklı düşünen, farklı yaşayan, farklı tutum ve davranışları olan insanların sindirilmesine göz yumuyoruz. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın, aman evladım sen karışma.. Öyle böyle; insanlar en ufak şeyden birbirlerine girmeye, "öteki"ni anlamak ve tanımak istememeye, biz ve onlar olmaya başladılar. Bugün geldiğimiz noktanın artık bir açıklaması yok; kutuplaştırılmış toplum, nefret söylevleri, sabrı taşan, yıkımın bir adım önünde duran bir ülke. Mutsuz insanlar. Mutsuzuz. Sevgisiziz.

İyice dibe batmadan bazen suyun yüzeyine çıkmak mümkün değildir. Amerika'nın "Seal" denen donanma komandolarını düşünün. Bu askerler eğitimlerinin bir parçası olarak elleri kolları zincirlerle bağlı, vücutlarına ağırlık bağlanarak havuza atılırlar. Eğer suyun yüzeyinde çırpınırlarsa, bir süre sonra yorulur ve dibe batarlar. Ama eğer battıkları noktada ayaklarıyla dibi iterlerse, o zaman yüzeye çıkarlar. Dolayısıyla bu eğitimde batmayı öğrenmek ve her sefer dibi daha güçlü iterek, her sefer daha yükseğe çıkmak amaçlanır. Bu fiziksel ve psikolojik donanma eğitiminin bir parçasıdır. Zorluklarda hep aklıma bu Seal'ler gelir.

Aydınlanmış zorbalara karşı durabilmek için, ne kadar dibe batmış olsak da, dipten kendimizi yüzeye itecek gücü bulmalıyız.