31 Ekim 2013 Perşembe

Kabak süsleme ve yeme sanatı

Eveeet, yine bir Halloween yani Cadılar Bayramı geldi çattı. Duyan da ezelden beridir kutluyoruz bu bayramı sanır ama işin doğrusu Amerikan filmleri ve geçen yıllarda ödümü patlatan mahalleli çocuklarla deneyimlerim dışında, ben yaşamım boyunca bu cadılar bayramıyla pek haşır neşir olmadım. Ama dönüp dolanıp bu konuda yazıyorum, demek ki içimde bir yerlerde, gizli kalmış ve itilmiş bir özenti söz konusu. Ayol evet özeniyorum; rengarenk kostümlere bürüneyim, mahalle sokaklarında treat or trick edeyim isterdim ama "tevellüt kaç teyze?" diye sorarlar diye çekiniyorum. Ba"ğğğğ"zı şeyler çocukken güzel. Ya da çoluğa çocuğa karışıp "çocuk istedi, kıramadım" diye yalan atabilecekseniz, yine güzel. İkisinin arasında olmuyor. Olursa da şu şekil oluyor, elaleme madara oluyorsunuz.

Bu sene, 2011'in Cadılar Bayramı'nda başıma gelen hadise tekrarlanmasın diye hazırlıklı davranıp iki üç paket karışık şekerleme aldım. Aslında dediğim gibi; bizimki gibi zengin ve çocuk-odaklı, dolayısıyla "aman çocuğu oyalayalım ve aynı zamanda komşulara hava atalım da nasıl yaparsak yapalım" mottosuyla hareket eden mahalleler dışında, Almanya'da Cadılar Bayramı kutlanmıyor. Ama sanki son yıllarda balkabağı üretimi ve tüketimi arttı ve heryerde üstüste yığılmış duran balkabaklarını değerlendirme amacıyla insanlar ne yapacaklarını bilemez hale geldiler. Mesela hemen yanda komşularımın balkabaklı sanatsal çalışmalarından bir kuple görüyorsunuz, bu vahşi bakışlı arkadaşlar dünden beri geri dönüşüm konteynırımızın üstünü şenlendiriyor. Sevimliler evet, geceleri de içindeki ufak mumları yakıyor, mahallelinin yüreğini hop hop hoplatıyoruz.

Kabakların dışını oyduk, baş ucumuza koyduk. Evet. Peki içini ne yaptık? Tabii ki değerlendirdik, afiyetle mideye indirdik. Sevgili Ayşe'nin annesinin pek kıymetli "kirece yatırılmış balkabağı reçeli"ni yapamadık, balkabağı tatlısını da yapmaya üşendik amma ve lakin hoşunuza gideceğini düşündüğüm (çünkü benim okurum tontondur, ağzının tadına düşkündür, yeni tarifler denemeye bayılır, di mi kuzucuklarım?) iki balkabağı yemek tarifi ile sofralarımızı şenlendirdik. Tabii ki sevgi paylaşmaktır diyor ve bu ulvi bayramımızı kutlayarak hemen tariflere geçiyorum.

İlk tarifimiz; koca bir tencere yapıp, ilk üç tabağını parmaklarınızı yalayarak, son iki tabağını yine mi çorba yaaa diyerek hafif bıkkınlıkla, son iki tabağı da dökülmesin yazık diyerek zorla yiyeceğiniz "Balkabağı Çorbası". Küçük boy (1kg) bir balkabağını dış kabuğunu soyarak küp küp doğruyoruz. Azıcık balkabağı çekirdeği yağında (bulamazsanız saf zeytinyağı da olur) 1-2 adet soğanı pembeleştiriyor ve balkabağı küplerini ekliyor ve 10dk. kadar yumuşayıp kırmızılaşıncaya dek pişiriyoruz. 700ml. (mesela maggi) hazır sebze suyuna tuz ve karabiber ekleyip kaynatıyor, içine 150gr. şekersiz krema (ya da light sahne) ve birazcık taze zencefil katıyor ve bu karışımı kabaklara ekliyoruz. Ateşten alıp blendırda çorba kıvamına gelene dek eziyoruz. Tabaklara koyduktan sonra üzerine hafif zeytinyağında çevirdiğiniz kabak çekirdeklerini ekleyebilirsiniz. Çorba çok fazla olduysa (ki mutlaka oluyor) derindondurucuya atıp 2 ay içinde azar azar da tüketebilirsiniz.

İkinci tarifimiz; özellikle süt veren anneler ve yavruları için ideal bir tarif olan "Füme somonlu balkabaklı spagetti". Somon fümeyi mini mini kesiyor, içine az zeytinyağında pembeleştirdiğimiz (ya da daha hafif bir opsiyon olarak fırınladığımız) minik balkabağı küplerini ekliyor, azıcık kaşar ya da parmesan peynirle zenginleştiriyor, istersek biraz sebze suyu (ya da üstteki çorbadan bir iki kaşık), azıcık zencefil ekliyor ve spagettimizin üstünü şenlendiriyoruz. En tepeye de yeşillik babında maydonoz atabilirsiniz. Bu karışım ayrıca kişte ve lazanyada da çok güzel oluyor.

Balkabağının tam mevsimi; etinden sütünden, içinden dışından, bol bol yararlanalım. Afiyette kalın!

24 Ekim 2013 Perşembe

Şükretmek

Bu sıra evde baykuş beslediğimiz için, geceleri uyuyamıyoruz. Gündüz de hoşaf gibiyim, bloga yazamaz kadar sulanmış beynim. Yine de doğa içinde yaptığım yürüyüşlere devam ediyorum. İnsan yürürken ne çok düşünüyor. Ayaklarımla düşünüyorum ben de, Maalouf..! Devamlı şükür kavramı üzerinde düşünüyorum. Tanrıya inananlar için, tanrıya bize sundukları için teşekkür etmek. İnanmayanlar için, hayatın bu kadar anlamsızlığı arasında tutunacak güzel birşeylere sahip veya vakıf olduğumuz için sevinmek. Şükür, şükran, teşekkür..

Pollyannacılıktan pek hazzetmem ama pozitif psikoloji denen ve son 10 yılda iyice hortlayan bilim dalına inanırım. Kanseri bile yendirtiyor adama diyorlar. Umut ve şükür.. Ama ilk aşama farkına varmak ve kabullenmek yine de.

Kış kapıda ama kestane de çıkmak üzere. Etrafta koşturan sincaplar (bu memlekette orman değil ağaç dahi kolay kolay kesilemediği için sincap denen bir canlı türü var evet, heryer sincap kaynıyor) ve ben, bu sıra en çok buna şükrediyoruz..

13 Ekim 2013 Pazar

Kabullenmek

Hıristiyanların çok güzel ve anlamlı bulduğum bir duaları vardır. Derler ki; "Tanrım; bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmek için sabır ve bu ikisi arasındaki farkı bilebilmek için de akıl ver". Sanırım bu sıra benim sık sık bu duayı etmem gerekiyor, ta ki beni zorlayan bir takım yaşam koşulları değişene ya da ben bu koşullarla yaşamayı öğrenene dek.

Ben akılcı ve aşırı mantıklı bir insanım. Tüm olaylarda neden sonuç ilişkisini kurmam, olayı bilimsel bir mantık düzeyine oturtmam gerekir. O nedenle, çoğu zaman akılcılıktan uzak, sadece inançlı olan insanları anlayamam. Birşeye inanmam için, elle tutulur ve gözle görülür olması gerekir. Mış, muş ile yola çıkmam, illa ki denenmiş ve kanıtlarla ispat edilmiş olmalı bu şeyler. Din inancım bile bu şekildedir, inanmam için önce mantıklı bir temele dayandırmam gerekir. Bu nedenle de dini bir çok dogmayı kolayca gözardı eder, aslında hiçbir dini uygulamaya uymayan bir tanrıya inanır ve o tanrıya dua ederim. O benim için tek ve tüm dinleri kuşatan, eklektik ve bütünsel tanrıdır.

Fakat şu son 15 gündür yaşadıklarım, bana bazı sonuçların "nedensiz" olabileceğini ve bilimsel bir mantık düzeyinin bu şeyler için işlemeyebileceğini gösterip duruyor. Kabullenemiyorum çünkü aklım almıyor nedensellik yaklaşımına aykırı sonuçları. Bir sonuç ortaya çıkıyorsa, bir nedeni de olmalıdır diyorum ve her geçen gün, her geçen hafta, her geçen ay elimdeki tüm nedenleri tek tek yere çalsa da, hani siz sosyal bilimcilerin "açıklanamayan hata" dedikleri olay gibi elimde açıklanamaz bir E değeri kalsa da, yine de aklım almıyor.. Nasıl bir sonuç sadece kendiliğinden, nedensiz yere yaşanabilir?!

Neden-sonuç ilişkisi kuramamak, dolayısıyla olayların doğasını değiştirememek beni kahrediyor. Kabullenebilmek işte bu noktada devreye girmeli ama yapamıyorum. Oysa herkesin dediği bir; bunun bilinen bir nedeni yok, bu sonuç senden ya da yaptıklarından kaynaklanmıyor, "bu böyledir" diyip geçmelisin, kabullenmelisin. Başka türlü başa çıkamazsın, neden neden diye aklını kaçırırsın..

Mükemmelliyetçi değilim. İstediğim sadece optimum bir rahatlık, sağlık, mutluluk ve huzur hali..

9 Ekim 2013 Çarşamba

Mutlu olmayı başarmak

Bugün biricik ananemin 40'ı, hava buz gibi ve karanlık, nefret ettiğim ve bu memlekette bir geldi mi bir daha gitmeyen mevsim (kış) yaklaşıyor, gözüm gibi baktığım orkidelerimden birisi kurumaya yüz tuttu, çocuk sahibi olmak tahminimizden zor çıktığı için eşim de ben de tükenme noktasındayız, bel ve elde tendon ağrısından hareket edemez haldeyim, kızımda laktoz intoleransı olabilme olasılığına karşı doktorun önerisiyle en sevdiğim sütten ve 5 çayı için atıştırdığım aburcuburdan oldum ve daha binlerce mutsuzluk nedeni sayabilirim. Ama; herşeye rağmen mutlu olmayı başarmak lazım, hayata sadece bir kez geliyoruz. O da bir göz açıp kapayana dek geçiveriyor..

Bu sabah doğada uzuuuun bir yürüyüş yaptım çünkü yaşadığım kente SOMbahar gelmiş! Hani bizim Bolu ve Mezitler yöresinde de yaşanan, pastırma yazı dönemine denk gelen, batıda "indian summer" denen o rengarenk mevsim. Bu sene gelişini tam yakaladığım için çok sevinçliyim, çünkü geçen senelerde bu mevsimde genellikle Türkiye'de oluyor ve bu çok sevdiğim mevsimi ancak ortalarında, yapraklar sarıdan kahverengiye dönmeye başladığında yakalayabiliyordum. Hemen makinamı kaptım ve evin köşebaşındaki "yanan ağaç"tan başlayarak gördüğüm güzellikleri tek tek fotoğrafladım.


Kış tepeden aşağıya doğru geliyormuş, bu fotoğrafta bunu anladım! Hani derler ya kavak yaprağını yukardan dökerse kış uzun olur, aşağıdan dökerse kısa olur diye. Bu kavak ağacı değil ama yukardan sararan yapraklara bakarsak sanki bu kış da geçen kış gibi upuzun ve bıktırıcı olacak. Kıştan nefret ediyorum. Sadece ilk kar yağışını, heryerin bembeyaz oluşunu seviyorum. Ona da 3 gün tahammül edebiliyorum. Devamlı üşümek, kalın kalın giyinmek, düşmemek için yollarda hantal hantal yürümek, erkenden kararan hava, kısacık günler.. Üff içim karardı, hiç hazır değilim bu kışa, nasıl geçecek bilmiyorum. Yapraklar hala varken sorun değil de, yapraklar bir kez dökülüp doğa gri renge bürününce bende de şalter atıyor resmen. Üstelik bu ülkede doğa griye öyle çabuk bürünüyor ve o kadar ağır geçiyor ki kış! Hiç gelmese keşke..

Ya da şöyle bir evimiz olsa.. Sevgili J. sarmaşık sinek yapar dedi, sivrisineklerin bir numaralı tercihiyim zaten. Olmadı bu! Burada Amerika'daki cadılar bayramı kutlanmıyor ama bu mevsimde yapılan benzer bir adet var; evin girişine bal kabağı koymak. Süs kabakları da oluyor bazen irili ufaklı, o capcanlı kavuniçi çok hoşuma gidiyor. Sincaplar etrafta koşturuyor, ağızlarında koca koca at kestaneleri. Tüm yaz ve sonbaharda etraftan topladıklarıyla kışı geçirecekler. İnsan bazen uykuya yatan doğa ve hayvanlara bakınca, "keşke biz de koca bir kileri baştan aşağı yemek doldursak, battaniyeleri üstümüze çekip tüm kış boyu uyusak" diyor.

Bu evin önündeki sapsarı ve bembeyaz kasımpatları da çok hoşuma gitti. Tam bir renk cümbüşü olmuş. Ev sahibesi belli ki çiçek seven bir insan; evin her köşesinde rengarenk çiçekler vardı, ben de bol bol fotoğraflarını çektim.

 

Ama asıl günüme güneş gibi açan, en üstte gördüğünüz o kavuniçi şaheser. Burda bir tarlaya ekmişler, rengarenk. Artık kurumaya, bozulmaya yüz tutmuş, arasından en tazesini seçip koparttım. Tabii 30 Euro cent'imi de tarlanın girişindeki kutuya attım, bizde olsa o kutuya para atılmadığı gibi, kutuyu da söker götürürler, di mi? Atmayabilirdim de çünkü ne kontrol eden var, ne de açıkcası çürümeye yüz tutmuş çiçeklere para isteyen.. Ama bu karanlık günde bana mutluluk verdi ya bu tarla, 30 cent'ten çok daha değerli bence..

7 Ekim 2013 Pazartesi

Ederin kaç, Münevver?

Gazetelerde bugün çıkan Münevver'in değeri 37.486 TL yazısı sinirlerimi hoplattı. Münevver'i unutmuş olabilirsiniz, çünkü ne ilk ne de son genç kız cinayetiydi. Ama eli baltalı katilini, parçalara ayrılan vücudunu hatırlatsam olaylar hemen hatırınıza gelir. Kızcağız 18 yaşındaymış öldürüldüğünde.. Bu haberler değil de, bugün "bilirkişi" raporunda yer alan, Münevver yaşasaydı şu şu olurdu şeklindeki öngörüler şaşırttı beni. 18 yaşında bir kızın tüm hayatı öngörülmüş, okulunu bitirince ailesine getireceği maddi faydadan tutun, yapacağı çocuk sayısı, öleceği yaş; hepsi Türk ortalamasına göre tesbit edilmiş ve ailenin açtığı tazminata karşılık, bilirkişi "Etse etse 37.486 TL eder bu kız" demiş..

Münevver yaşasaydı belki bu bilirkişinin dediği gibi bir üniversitede okuyacak, belki mezun olacak, belki iki çocuk yapacak, belki bir işe girip 28 sene çalışıp emekli olacak ve 65 yaşıda ölecekti. Çünkü ülkemizde ortalama bir kadının yaşamı bu şekilde geçiyormuş. Ama belki de Münevver bir üniversiteden mezun olduktan sonra, okuduğu kitaplar, izlediği filmler, yediği içtiği takip ettikleri sayesinde çok başka bir insan olacaktı, olamaz mıydı? Belki dünyayı gezecekti Münevver, belki bir yardım kuruluşunda tek kuruş almadan çalışacaktı, belki "bu dünyaya çocuk yapılmaz" diye düşünecek, iki kedi sahibi olacaktı? Belki sağlıklı beslenecek, kendine dikkat edecek, spor yapacak ve 90 yaşına dek yaşayacaktı? Bilirkişi bunları öngörmemiş Münevver için. Öngörse ne kadar ederdi acaba?