26 Mart 2013 Salı

Salkımsöğüt

Sıra ona gelince, şu dizeler de beraber geldi: “ ... Rüzgar kanatlı atlılar gibi geçti hayat”.*.

TDK’ya bakmam gerekti; salkım söğüt mü, salkımsöğüt mü diye. Doğrusu ilk hali ama ben yine Nazım’ın yazdığına güveneceğim. 76’dan sonraki plakalar gibi, inatla öğrenemediğim bir detay olarak kalsın, ne olacak ki?


Salkımsöğütler çocukluğumun ağaçları; çünkü çocukluğum onlarla, beyaz kuğular ve (hayır Sebastian, uzak bir ormandaki bir şatoda, kuğular ve Wagner ile büyütülmedim ben) parkla geçti (evet dostum, doğru, Aşağı Ayrancı’dır bana şekil veren). Edebiyattaki izinden habersiz büyürken, dalgalı (nedense ve mutlaka) kızıl saçlarını sulara vermiş bir kadın gibi gelirdi bu ağaçlar bana. (Fazla parantez açma huyum da, yine onlardan kalmadır, haklısın).

O yıllarda bu ağaca karşı hissettiğim bağlılığı (düpedüz korkardım yapraklarını döktüğünde, bir daha saçlarını suya veremeyecek sanarak), hüzünle birleştirmem ise; 1983 sonbaharına rastlar. Tam gününü sorma bana, ananemin “4 sene baktığı emanet”i artık ana baba (ve anaokulu)nun kollarına geri teslim ettiği o ezberleri bozan, yıkan, yakan gün işte. Ankara’dan Bursa’ya (farkında olmadan) göç ettiğim o gün, Eskişehir’in tozundan hemen önce verilen molada, altında büyülenerek durduğum o boyumun kaç katı salkımsöğütü unutamam. Saçlarının indiği bir su olmaksızın gördüğüm (ve belki de tam bu nedenle) beni hüngür hüngür ağlatan ve yol boyunca kendimi susturamadığım o diğer salkımsız (böyle bir kelime olmalı!) söğütler arasında tek başına, (başı dik değil ama) tüm heybetiyle duran o söğütü..

İlerleyen yıllarda, okul tatillerinde ananemin evine dönerken, otobüsle (ve sonra da benim ısrarlarıma babamın kendi kullandığı arabada da teslim olduğu gibi) hep onun önünde mola verildi (o yoldaki tek benzinlik ve bozkırdaki tek gölgelik olması mı dersin? Hayır, bence herkes aşıktı ona, benim kadar aşıktı herkes). Ve sonunda bir gün, o söğütlü benzinlik yıkıldı, yerine yenisi yapıldı ama söğütlere yer yoktu bu yeni benzinlikte. Ben de yoktum.

Ve yıllar (ve yollar) sonra bugün dahi, ne zaman bir salkımsöğüt ağacı görsem, hıçkıra hıçkıra ağlamak gelir içimden. Onun güzel (ve kıpkırmızı, nedense) saçlarını salması için su olsun diye mi, yoksa bilinmeze giden (ve yerini/ağacını o günden sonra hiç bulamamış) o küçük kız için mi ağladığımı bilmeden, sadece ağlamak gelir..

Hamiş: Bu ağacın İngilizce adı, weeping willow yani ağlayan (ağlatan da olabilir duruma göre) söğüt.

Photo: Francisco Delgado, Unsplash.

25 Mart 2013 Pazartesi

Doğaya terk edilen koltuklar

Yıllardır, doğanın kucağına terk edilmiş koltukları, somya ve sandalyeleri fotoğraflıyorum. Böyle bir iş edindim kendime. Kimsenin bilmediği bir uğraş.. Mutlaka dikkatinizi çekmiştir; uzun süredir mola vermeden araba kullanıyorsunuz, artık geçtiğiniz tüm köy ve kasabalar birbirini andırmaya başladı ve can sıkıntısının tavan yaptığı o noktada, yolun hemen kenarında, bazen bir ağacın gölgesinde, bir koltuk çıkıverir karşınıza! Mesela şu:


Tamam; yıpranmıştır döşemesi, solmuştur renkleri ama orada, öylece, tüm heybetiyle durur o koltuk. Genellikle 16.yy'dan kalma gibi göründüğü için Loui stili de denen, neo-klasik görüntüsü ve bordo ya da nefti yeşili renkleri ile, şok edici derecede haşmetlidir. Bazısı; dede koltuğu yani hani 60-70'lerin canlı renkleriyle ya da deri kaplı, biz kitap kurtlarının ta çocukluktan tanıyıp sevdiği, gün boyu o rahatlığın, kocamanlığın içine gömüldüğü.... Diğerleri; 80'lerin ağdalı barok stili, tahta kakmalı, yaldız döşemeli sert kumaşla kaplı fiskos koltuğu denen cinsten... Bu koltukları ne zaman görsem, doğanın tam kucağına oturmak ister, durup en azından fotoğraflarını çekerim.

Doğaya terk edilen koltukları, bizim memleketin az yağış alan sahil kesimlerinde çok sık görüyorum. Mesela ilçeden köye dönerken tam 500'üncü metrede asırlık bir palamut ağacı vardır. Bu ağacın dibinde bu tarz koltuklar hiç tükenmez. Yanında da mutlaka bir çek-yat bulunur. Bunu koyanlar, bu koltukları çöpten ya da eski evlerinden getirip buraya koyanlar, bence ehl-i keyf insanlar olmalılar. Minibüs ya da araba bekleyen köylüleri düşünen yumuşak bakışlı insanlar ya da..

Bazıları da var ki; bu koltukların bulunduğu yerlerde eyleşir, şarap içerler.

Koltuk yolun üstündeyse, gelip geçeni izlemek, yol soran turist vatandaşlarla laflamak da olası. Eminim bu koltuklara kıdem sırasına göre oturulur, köyün en yaşlı ve en yol yordam bilir kişisi cevaplar bu soruları, arada da kasketini başından çıkarıp saçsız derisini kaşır, düşünür.. Ve, mutlaka, turistlere gidecekleri, gitmeleri gereken yolları da hiç bu koltukların üzerinden kalkmadan tarif ederler.

Bu koltukların bulunduğu yerlerde adı da vardır; mesela Harnupun Dibi dediğinde, kırmızı koltuğun bulunduğu yer akla gelir. Palamutun Dibi dendiğinde alacalı bulacalı koltukla, raflı çekyatın bulunduğu yerin tarif edildiği anlaşılır.

Sadece yurtiçinde değil, insanlığın tamamına ait bu ortak kültür, özellikle Akdeniz'e kıyısı olan ülkelerde ve hatta Avustralya'da bile karşıma çıktı! Koltukların çoğu yola ya da uzaklarda ufuk hizasında birleşen denizle ovaya ya da ormanlık alanlara baksa da, henüz üstlerinde gerçek bir insana rastlayamadığımı da itiraf etmeliyim. Ama çoktan sönmüş bir ateş izi ya da koltuktaki belirgin kıvrılmalar, ben gelmeden az evvel kalkıp gitmiş insanları muştular bana.. İnanmak isterim buna. Benim gibi, senin gibi birinin az önce bu koltuğa oturup kendini, dünyasını ve belki de tanrıyı düşündüğünü hayal ederim.. Bu koltukların terk edilmediğini bilirim.

Bu koltuklardan sadece bir tanesine oturdum şimdiye dek. O da oturulmadan geçilecek bir koltuk değildi. Pek kimsenin kullanmadığı, denizden kıvrıla kıvrıla tepeye çıkan bir yolum var. İşte orada, göz alabildiğine zeytinliklerin tam ortasında, bir tekli barok koltuk durur. Rengi o kadar soluktur ki; deseni kendinden mi, doğanın azizliğinden mi bilinmez. Bir defasında, denizi fazla kaçırıp dönerken, oturup soluklanayım dedim. İki saat kalkamadım. Hava kararmasaydı ve ananem zeytinlikler arasında ne yaptığımı soracak gazabından korkmasaydım herhalde o koltukta bir öbür boyu da oturur, orada yaşlanır, orada ölebilirdim.. Öyle güzeldi.

Bu yaz gittiğimde, yeni bir fotoğrafını çekip anlatmak istedim ya; bulamadım onu bıraktığım yerde. Almış biri götürmüş koltuğumu.. Belki yaktı sobasında, belki de Dağ'ımın tepelerindeki bir yerlerdeki çöplükte yatıyor huzur içinde.. Kim bilir..

*Çağatay Abi'nin anısına. Italik kısımlar, onunla sohbetlerimizden hatıra..
Photo by Boba Jovanovic on Unsplash

24 Mart 2013 Pazar

Hoşçakal Çağatay abi..

Bugün Kavaktan Tabut isimli blogun yazarı Çağatay ya da Gökhan abi'nin vefat haberini aldım.. Kendisi birkaç hafta önce geçirdiği trafik kazası sonrası yoğun bakımdaydı ve hep iyileşeceğini, çok yakında bloga dönüp, kaza anını ya da hastane anılarını falan anlatacağını düşünüyordum. Başka türlü olabileceğine hiç imkan vermediğim için, Fermina Daza'nın önerisiyle başlatılan posta hareketine katılarak, geçen hafta Portekiz'den ona "çabuk iyileş" diye kart bile atmıştım.. Oysa Çağatay abi o kartları alamadan yaşama veda edecekmiş.. Çok üzüldüm, gerçekten çok zamansız bir vefat - ölümlerin hangisi zamanlıdır ki sanki..?

Yine de bu ölüm haberi bana tam bir beklenmedik olmadı. Bundan iki gece önce rüyamda gördüm Çağatay abi'yi ve bana "Cereeeeen.. Hoşçakal!" diye usulca fısıldadı. Uykumun arasında o an gerçek mi rüya mı ayıramadım ama "Gökhan abi..." diyerek uyandığımı ve tekrar uykunun kollarına akmadan önce birkaç saniye bu anın etkisinde kaldığımı söylemeliyim. O nedenle, onun ölümü beni çok ama çok üzdü ama sanki biliyordum bu haberin geleceğini.. Binlerce kilometre öteden bir hoşçakal diyebilmiş olduğumu hissediyorum. Bu beni çok rahatlatıyor. Çünkü kendisi baba tarafından akrabam olmasına rağmen ben kendisiyle hiç tanışamadım.. Benim için ne büyük kayıp!

Yaşam alanlarımız ve tarzlarımızın, hayata bakışımızın çok farklı olmasına rağmen, sadece blogdan ve son 1,5 senedir tanıyabildiğim Çağatay abi ile aramda bir bağ olduğunu hissediyordum hep. Çağatay abi çok temiz yürekli, yiğit bir insandı. Ben onun kadar eli açık, cömert, elinde avucunda azıcık birşey bile olsa paylaşan büyük yürekli insan çok az tanıdım. Badem toplar, kargolar, yollar. Reçel yapar, kargolar, yollar. Leblebi severim demişim bir yazımda, eve çeşit çeşit Çorum leblebisi gelmiş. Oysa imkanları bellidir Çağatay abinin, emekli insan. Öyle veren, eli açık bir insandı.. Vermeyi sevmediği tek şey vardı ama: Rahatsızlık. Kimseyi rahatsız etmek istemez, ziyarete gittiyse hemen kalkmak ister, yük olmak istemez kimseye. Oysa ne güzel insandı, bulunduğu yeri eminim zenginleştiren insanlardandı..

Kedileri, hatta tüm hayvanları, doğayı sever; bloğunda sıklıkla söz ederdi. Datça'daki "köyü"nü az mı dinledik. Diktiği ağaçlar, baktığı kediler kaldı yadigar. Ne çok sevap işledi, doğaya ve topluma ne çok şey verdi bu insan.. Sanırım yaşamının bu döneminde mutlu ve huzurluydu. Bir kızını evlendirdi, diğer kızını mezun etti, ŞRF hanımıyla tam bahçesinde ağaçlarının ve torunlarının büyümesini izleyerek kahve içeceği zamandı.

Yaşam ne kırılgan! Ne çok planı vardı.. Hepsi bir trafik kazasıyla birden sona erdi. Sayfaları yarım kaldı. Ben onun artık yaşadıklarını heyecan içinde bloga yazamayacak oluşuna çok üzülüyorum.. Ondan geriye bu ilk blog ve bu ikinci blog kaldı; kendini, yaşamını, ona dokunanları ayrıntılarıyla anlattığı, fotoğrafladığı.. Keyifle okuduk, onu bu bloglar sayesinde tanıdık ve bloglar sayesinde hep hatırlayacağız..

HUZUR İÇİNDE YAT ÇAĞATAY ABİ.. MEKANIN CENNET OLSUN..

15 Mart 2013 Cuma

Portekiz ve İspanya Seyahati

Avrupa'nın kuzeyi Mart ortasında tam bir karış kar altındayken, biz iflah olmaz iki gezgin, çantalarımızı sırtımıza atıp güneye doğru yola düştük. Hedef: Atlas Okyanusu'nun Akdeniz'i kucakladığı zeytin, portakal, jakaranda kokan o ılıman coğrafyalar; Portekiz ve İspanya. 


Seyahatimizi planlarken, aklımızda araba kiralamak ve yolda gördüğümüz tüm o ufak kahverengi tabelalara girip çıkarak, istediğimiz hızda, özgürce seyahat etmek vardı ve bu planımızı aynen gerçekleştirdik; tamamen spontan, dolayısıyla çok eğlenceli ve inanılmaz romantik bir seyahat oldu. Rotamız soldaki gibi, Porto'dan güneye İspanya'ya doğru, ordan tekrar Portekiz'e, yıldızlar çizerek, yavaş yavaş geri Porto'ya dönmek şeklinde oldu ve seyahatimiz toplam 15 gün sürdü. Tabii ki bu coğrafyada tarihi miras, doğal güzellikler öylesine yoğun ki, aylar ve yıllar geçirseniz sıkılmazsınız ama 15 gün bile bölgenin "ruhunu" anlamak için yeterli oluyor.


İlk durağımız Portekiz'in kuzeyinde yer alan, içinden Douro nehrinin geçerek Atlas Okyanusu'na döküldüğü Porto kenti oldu. Şehrin Riberia bölgesini yürüyerek gezmek, nehre inip kenarındaki şarapevleri ve mahzenlerde içine bolca Brandy katılmış tatlı Port şarabını ve yanında ikram edilen bizdeki yaş bademi hatırlatan bakla çerezini, tuzlu fıstığı ya da yerel peynirleri tatmak, taze deniz mahsülleri ya da Porto'ya özgü portakallı, Port şaraplı ördeği yemek, Ponte de Dom Luis köprüsünden geçen tekneleri izlemek olmazsa olmazlardan. Ertesi gün kiraladığımız arabamıza atlayıp, Beira bölgesinin en güzel kentlerinden biri olan Coimbra'ya geçtik. Bu kentin en büyük özelliği oldukça eski taş binalardan oluşan ve hala aktif hizmet veren üniversitesi. Üniversite'yi nehrin karşısından gören, eski bir sarayın restore edilmiş halinden oluşan Quinta das Lagrimas mutlaka kalmanız gereken otel. Odanız botanik bahçesine açılıyor ve bambuların hışırtısıyla ve martıların sesiyle uykuya dalmak inanılmaz rahatlatıcı bir deneyim.


Üçüncü gün yine erkenden kalkıp benim dahiyane(!) önerimle Beira bölgesinin en güzel taş köy evlerinin bulunduğu  ufak dağ köyü Piodao'ya doğru direksiyon salladık. 2 saat içinde ulaştığımız ve taş binalar ve masmavi kapılarına aşık olduğumuz köyden, akşam kalacağımız Marvao'ya varmamız 4 saat yerine tam 7 saat sürdü! Bizim hesaplamadığımız, bu bölgenin dağlık alanlarının 1400mt yüksekliğe ulaştığı ve Mart ortasında dahi kar nedeniyle dağ geçitlerinin kapanmasıydı ve geçit vermeyen dağlarda 2 derecelik havada, tabii ki kiralık arabada kar lastiği de olmadan, sislerin içinde kıvrıla kıvrıla bir geçit aradık durduk. Ne maceraydı! Hava kararırken, yağmur çiselerken, Marvao'ya vardık.. Ama ne varış. Marvao, dağın tepesinde kale burçlarıyla çevrili, beyaz ve kahve kerpiç evlerden oluşan bir kale-kent! Kendinizi ortaçağda yaşayan bir şövalye ya da prenses falan hissediyorsunuz. Rüzgarın uğultusu, kale-kentin dar arnavut kaldırımlı sokaklarında insana sürreal bir his veriyor. Yüzyıllar öncesindeymiş gibi uyuduk..


Dördüncü sabah, İspanya'ya geçtik ve sadece 2 saat ötedeki bu "bir başka ülke"nin 1 saat ileride olabileceği hiç aklımıza gelmediği için, Caceres kentinde akşama dek saatimizi ayarlamadan, ülkedeki siesta zamanının ne kadar erken başladığına şaşırıp kalarak geçirdik. İspanya'da öğlen saat 1'den 5'e kadar siesta zamanı, tüm dükkanlar kapalı oluyor, sokaklar bomboş, insanlar efil efil uçuşan tül perdelerin gerisinde öğle uykusuna yatmış ya da tapas barlarında bira eşliğinde ufak tefek birşeyler atıştırıyor olurlar. İspanyol ekonomisinin bu 4 saatlik tembellikten mi tepetaklak çakıldığını düşünmeden edemiyor insan. 5 gibi sokaklar yine dolar taşar ve insanlar saat 9'dan 10'dan önce akşam yemeğine oturmazlar. Tembel güzel Caceres'ten sonraki durağımız, Molinos de Fuerteheridos adında, büyük ihtimal bizden başka yabancı turist görmemiş ufacık tefecik bir köy oldu. O kadar doğal, o kadar İspanyol, o kadar güzeldi ki.. Kaldığımız köy evinin şöminesi çıtır çıtır yandı, yoldan aldığımız 5kg'lık portakal sepetindeki sulu ve tatlı portakallarla, aromalı yerel şarapla, kavrulmuş bademle tıka basa doyduk. Ufacık köyün meydanında tek kelime İngilizce konuşmayan köy yaşlılarıyla tarzanca sohbetlere daldık, önümüze getirilen bir tepsi ızgara balık ve salataya yumulduk ve muhteşem bir gün geçirmiş olduk.


İspanya'daki ikinci durağımız Sevilla oldu. Sevgili kocam uzattığı sakallarını Sevilla berberine büyük bir cesaretle (!) teslim etme hayalleri kuruyordu aslında ama kentte bu isimde bir berber dükkanı bulamadığımız için bu planı suya düştü :) Sevilla'da eski merkezde kaldık ve yürüyerek katedrali, nehir kıyısını ve canlı meydanları gezdik. Tabii ki bol bol tapas yedik. Bölgede orman içinde özgürce dolaşarak sadece belli tür bir fıstıkla beslenen domuzların etinden yapılan özel bir pastırma üretiliyor, domuz eti sevenlere önerilir. Ayrıca benim tamamen karşı durduğum boğa güreşleri de ne yazık ki kültürün bir parçası, bu gösterilere de katılabilirsiniz. Yolda binlerce leyleği havada ve elektrik direkleri üzerine kurulu "aşk yuvalarında" görmek çok güzel bir tesadüf oldu. Hani çocuklara deriz ya "seni leylekler getirdi" diye, işte bu bebek yapım atölyeleri meğerse buradaymış, biz bulduk bebeklerin nereden geldiğini!


Sevilla'dan erken saatlerde ayrılarak, Huelva üzerinden tekrar Potekiz'e geçtik ve Algarve bölgesinin yaz aylarındaki en turistik kentlerinden biri olan Lagos'a vardık. Bahar aylarında sakin, sessiz bir balıkçı kenti olan Lagos'ta okyanusun kıyısında bembeyaz kumsalın hemen gerisinde yer alan Belmar tatil köyünde kalmanızı kesinlikle öneririm. Stüdyo daire olan odalar oldukça geniş, palmiyeli havuzun kıyısında kendi özel bahçe alanınız ve devasa boyutlarda bir jakuzi var. Tüm gün kumsalda yürüyüş yapmak, güneşlenmek, bol bol kitap okumak, gece de Lagos meydanına inip binlerce minik balıkçı dükkanından birine dalıp taze balıkları mideye indirmek yapabileceğiniz en keyifli aktiviteler.


Lagos'tan sonraki durak yine bir ortaçağ güzeli Evora oldu. Hükümet tarafından eski bir manastırın restore edilip otele çevrilmiş hali olan Pousada denen konaklama sisteminde kalıyoruz. Odamızın kapısında "Hücre 120" yazıyor, ancak bir rahibenin tıklım tıkış yaşayabileceği denli küçük, basık ama bir o kadar beyaz, temiz, yüksek tavanlı ve tarih kokan bir yer. Odaları çevreleyen sonsuz koridorlarda asılı çarmıha gerilmiş İsa ya da kurtların parçaladığı kuzu tasvirleri arasında rüzgar ya da eski ruhların sesleri dolaşıyor, gece şömine kenarında diğer insanların sıcaklığını arıyorsunuz. Ama otel yönetiminin canlı ve neşeli hali bu ürkütücü ortaçağ manastırını büyülü bir mekana çeviriyor. Özellikle banyodaki ayaklı klasik küvete bayıldım, köpük köpük yapıp bir saat kadar içinden çıkmadım!


Ve Lizbon! Portekiz'in kaotik, gürültücü ve güzel başkenti! Kıpkırmızı köprüsünden geçerek şehre girerken, ben kendimi İstanbul'da, Boğaziçi Köprüsü'nde Asya'dan Avrupa'ya geçermiş gibi hissettim. Bir şehir başka bir şehre bu kadar mı benzer! Boğazın iki yakası gibi Tejo nehrinin iki yakası, evleri, ağaçları, sokakları.. Lizbon son derece dağlık tepelik bir kent ve bizim kaldığımız merkez Alfamo bölgesine araçla girmek intihar etmek anlamına geliyor. Arabayı hemen kaldığımız pansiyonun önerisiyle bir kilisenin bahçesine park ettik ve otopark mafyasının kirli elini bu kutsal mekana uzatmayacağını umarak kendimizi daracık arnavut kaldırımlı sokaklara attık. O daracık sokaklarda bir de sapsarı tramvay işliyor, hem de ne işlemek. Yokuş, iniş demiyor, basıyor gaza.. Lizbon inanılmaz fotoğrafik bir kent, kendinizi kaybedebilir ve klasik kedi-çocuk-ihtiyar fotoları yanında bir de rengarenk fayanslarla kaplı ışıltılı Portekiz evlerinin binlerce fotoğrafını çekebilirsiniz. Kent çok yokuş ama yürümek inanılmaz keyifli, yorulunca da tramvaya atlayıveriyorsunuz zaten. Alfamo'dan çıkıp Baixa, Rossio bölgelerini yürümenizi ve akşamı canlı Bairro Alto'nun barlar sokağında sonlandırmanızı öneririm. Bizim Antony Bourdain'de gördüğümüz tamamen yerel halkın tercihi ufak ama tıklım tıklım "A Tasca do Chico"da kırmızı şarap eşliğinde Fado dinlemek ise kesinlikle kaçırılmaması gereken bir deneyim. Ama rezervasyon yaptırın ve 8.30'da masada yerinizi alın! Fado, Portekiz kadınlarının deniz seferlerine gidip de dönmeyen kocaları için yaktıkları ağıtlar olduğu için o yanık sesler insanın içini dağlıyor ama muhteşem bir deneyim yaşatıyor.


Lizbon'a 1 saat uzaklıktaki mesire alanı Sintra'ya mutlaka bir yarım gün ayırmalısınız. Rüya gibi bir kasaba. Sık ağaçların ortasına kurulu ortaçağ şatoları ve hala içinde ailelerin yaşadığı daha mazbut şatomsu evler, bir sürü turist ıvır zıvırının satıldığı dükkanlar ve tabii ki bölgenin ünlü Nata pastasının en güzel örneklerinin bulunacağı pastaneler.. Portekiz'de sabah kahvaltıda şekerli pasta türü poğaçalarla kahve, akşam ise Cod balığı yanında haşlanmış sebzeler klasik yemek. Bu ikisini sevmiyorsanız (benim gibi sabah peynirdir süttür arıyorsanız) beslenme açısından işiniz zor. Sintra'dan öğlen ayrılarak, bir başka ortaçağ güzeli - her biri sanki birbirinden daha güzeli - Obidos'a vardık. Kale içinde tamamen yürüyerek gezilebilen bir kent bu. Son derece turistik ama kentin en tepesindeki surların dibinde sakin sessiz ve bol rüzgarlı bir kahve evi bulunca dünyalar bizim oldu. Surlara minder atmışlar, otur, kenti tepeden izle. Bir de Obidos'un bir diğer özelliği vişne likörü ve çikolatanın genel merkezi olması. Sokaklarda bu ikiliyi bolca tadabilir ve beğenirseniz satın alabilirsiniz.


Obidos'tan ayrılıp 2 saat sonra Atlas Okyanusu'nun kıyısına, geçenlerde haberlere dahi konu olan 30mt'lik dalgaların üstünde sörf yapılan Nazare kentine vardık. Bizim niyetimiz bu buz gibi devasa dalgaları kucaklamak olmasa da tepelerinden bakmak, kokusunu içimize çekmek. Bunun için okyanusun kenarındaki kentin üst yakasına, falezlerin tepesine çıkmanız gerekiyor. Neyse ki teleferik sistemiyle çalışan bir asansör var. Asansörle tepeye çıkıp yarım saat falez üstlerinde yürüyerek şehrin kıyısındaki fenere varıyorsunuz (arabayla da gidiliyor ama yürümek çok daha keyifli tabii). Falez tepelerinde dolaşıp, dalgaların hemen üstünde heyecanlı vertigolu anlar yaşamak muhteşem! İnsan "Dünya harika bir gezegen!" diye haykırmak istiyor (yaptım da ben dayanamayıp). Bu Portekiz'deki son günümüz olduğu için, okyanus kıyısında romantik bir akşam yemeği (tabii ki balık, 15 gün boyunca balık ve deniz ürünü dışında birşey yemedim mmm harikaydı) ile günü bitirdik ve yatağımızdan dev okyanus dalgalarını izleyerek ve dinleyerek uykuya daldık.

Turizm mevsimi tam başlamadığı için, fiyatlar bahar aylarında çok uygun. Günlüğü 8 Euro'dan (!evet!) araba kiralayabiliyor, şarapçılıkla geçimini sağlayan köylerin bağ evlerinde, ortaçağdan kalma kale surlarıyla çevrili kasabaların restore edilerek beş yıldızlı pousada'lara çevrilmiş lüks odalarında, taş manastırların tarih kokan, geceleri tuhaf uğultularla dolan yüksek tavanlı odalarında ya da yatağınızdan okyanusun dev dalgalarını izleyebileceğiniz tatil evlerinde çift kişi kahvaltı dahil 40-60 Euro'ya konaklayabiliyor, kaliteli ve leziz Portekiz şaraplarını, bir klanı doyuracak miktarlarda hazırlanan çeşit çeşit balık ve deniz mahsülünü cüzi fiyatlara tadabiliyor, Avrupa'nın konforunda, Akdeniz'in sıcak tavrı ve misafirperverliğinde rahatça seyahat edebiliyorsunuz. Yaz aylarının yapış yapış sıcağı ve kalabalığı bastırmadan gidin, zeytinlikler, portakal ve limon ağaçları içindeki Portekiz ve İspanya'nın keyfini çıkartın derim!

Ceren - Mart, 2013.
(c) Yazı ve fotoğrafların izin alınmadan kullanılması yasaktır ve kanuni yaptırımlara tabiidir.

3 Mart 2013 Pazar

Beni takip et!

Fotoğrafçı Murad Ossman'ın şu linke tıklayarak gezebileceğiniz muhteşem blog projesi "Beni Takip Et" eşliğinde, sıcacık-güneşli-bahar kokan bir Mart sabahından günaydın! Baharla ben deliriyorum; zaten normalde çok erken uyanıyorum, güneş yüzüme dokunur dokunmaz kalkıyorum. Doğayla birlikte uykuya yatan beş duyum da uyanıyor, gri doğa rengarenge dönerken, mis gibi kokular çevremi sarmalarken, sakin sakin yerimde oturamıyorum. Olmuyor işte, olmasın da..

Beni takip et! Doğanın renklerinin tam ortasına dalalım beraber.
Beni takip et! Yeni ülkeler görelim, yeni insanlar, yeni kültürler tanıyalım beraber.
Beni takip et! Buz gibi bir dereye ellerimizi sokalım, avucumuzdan damla damla dökülsün sular.
Beni takip et! Gökyüzü çatımız olsun..

Almanya'ya baharın gelmesine nereden baksak daha bir ay var ama; Mart geldi ya, gerisi kolay! Ha bir de bugün benim doğum günüm, yolun ilk yarısını devirdiğimi söylüyorlar - o belli olmaz, belki 7/8ini de devirmiş olabilirim, 2/6sını da. O yüzden de biraz hüzünlü-neşeli ortaya karışık bir ruh hali içindeyim. Yeni bir yaş almak insanı düşündürüyor; bakalım beni neler bekliyor bu yeni yaşımda?!

Christina Baldwin demiş ki: "Neyi, nasıl ve neden hatırladığımız; bizi biz yapan en kişisel yol haritamızdır". Bu yaşıma, bu yılıma dair; hatırımda hep güzellikler kalsın diye umuyorum.

Photo source (c) Murad Ossman