20 Mart 2012 Salı

İsim, şehir, hayvan

Bloğunu severek takip ettiğim Jardzy, işyerimizdeki bilgisayarda çalışıyor gibi görünürken oynayabileceğimiz birkaç oyun önermiş. Sağolsun, çok makbule geçti. Ben de işi bir adım ileriye (ya da yirmi sene geriye) götürerek, size işyerinizde çalışma arkadaşlarınızla oynayabileceğiniz, grup dinamiklerini geliştiren bir oyunumuzu hatırlatmak istedim: İsim, şehir, hayvan.

Normalde bir harf saptanır; ona göre isim, şehir, hayvan, ülke, spor, politikacı vs. allah genel kültürden ne verdiyse yazılır. Kural; aynı grupta sözcüğün tekrarlanmaması, tekrarlanan kelime çıkaıldığında kalan toplam kelimelerin sayılıp birincinin ilan edilmesine dayanır ama ben bugün yalnız çalışan bir kovboy olduğum için kuralları azıcık değiştirip, belirli bir harften değil de, 5sn içinde aklıma gelen kelimeden size birer hikaye anlatmaya çalışacağım. Evet, başlıyoruz. Rahat, hazır ol, başla!

İsim: Fasülye. Evet, bildiğiniz yeşil fasülye. Bursa'ya Bulgaristan'dan göçen bir ailenin kızlarına koydukları isimdir. Vallahi (ve de billahi) gerçektir. Gaz da yapar, doğrudur. Bana sormayın "neden ama neden, neden?" diye, muhacir aileler bu tip enteresan isimleri çok koyarlar. Çocukken bizim evde bana bakan Ganime hanım vardı mesela. Ya da Veslihan diye bi arkadaş vardı okulda. Bu arkadaşa da böylesi denk gelmiş. Tuhaf isim sahibi olmak için muhacir olmaya da gerek yok, bizim memlekette bolca var böyle tuhaf isim. Misal Yosma.. Güzel kadın demekmiş. Niyet iyi aslında yani.. Dahası var: buradan okuyun çünkü benim zamanım az, 5 saniye doldu mu? Peki.

Şehir: Fucking. Alman sınırına 4km uzaklıkta olan, Avusturya'da bulunan bir şehirdir. İnanmayanlar buradan inanabilir. Aslında bu kentle ilgili tuhaf-komik tek durum kentin ismi değil, devamlı tekrarlayan ciddi bir kriminal problemleri var bu insanların. Evlerine muzip bir hediye götürmek isteyen turist insancıklar tarafından kentin girişindeki isim tabelaları devamlı çalınıyormuş.. Kendilerine Allah'tan sabır diliyoruz. 5 saniye yine mi doldu? Peki.

Hayvan: Kurbağa. Çünkü öptüğünüzde prensi bulma şansınız var. Tabii yakalayabilirseniz, çünkü kendi boyunun yaklaşık 50 katı (yani neredeyse 2 metre) zıplayabilme yeteneğine sahipler. Yaklaşık 5000 farklı türü olan kurbağaların bir türü de bu yandaki şekerleme kurbağalar. Sydney'de yemiş ve beğenmiştim. "Kurbağanın şekerlemesini ne yapayım, bizzat kendisini yerim" diyorsanız, o da mevcut. Tuhaf şeyleri yemeyi sevenler diyarı Fransa'nın başkenti Paris'teki "Rotisserie d'en Face"da pişirilip beğeninize sunulan kurbağa bacakları, dünyanın en iyi bacaklarıymış. Ewwww diyenler için, tadının tavuğa benzediğini belirtelim. 5 mi? Peki.

Ülke: Liechtenstein. Avusturya ile İsviçre arasında 160km2'lik, 35.000 nüfuslu, Avrupa'nın en küçük ve Monako Prensliğinden sonra, Avrupa'nın en zengin ülkesi. Ayrıca işsizlik oranı da %1.5'un altında, o kişiler de sanırım keyiflerinden çalışmıyorlar. Liechtenstein'lılar kendi pasaportlarına, ulusal marşlarına ve ordularına sahipler. Ayrıca bir de prensleri var (ki kendisi benim kayınvalide ile üniversitede berabermiş, bu da benim sevdiceğimin kraliyeti teğet geçtiğini göstermiyor da nedir?). Liechtenstein birkaç sene önce yanlışlıkla İsviçre tarafından işgal edildi! Olay şöyle vuku buldu: İsviçre ordusuna ait bir tabur dağlık alanda kaybolup kendini Liechtenstein'da bulunca politik bir kriz yaşandıysa da, Liechtenstein basın sözcüleri "neyse ki çevremizdeki ülkeler son derece uygar ve barış yanlısı keh keh" diyerek durumu kotarmayı başarmışlardır. Ayrıca Liechtenstein dünya takma dişlerinin %80'ini üretmektedir. Yine mi 5 saniye? Peki.

Spor: Boules. Fransızların yine hiçbir anlam veremediğim ulusal özelliklerinden biri olan bu spor, gülle kadar ağır topların asla anlaşılamayan bir takım kurallar çerçevesinde sağa sola fırlatılmasını içeriyor. Oynayanların yaş ortalaması 85 olduğu için fazla detaya girmiyorum artık.

Politikacı: Hepsini koymalılar bir füzeye, fırlatmalılar uzayın derinliklerine.. Sıkıldım ben, oynamıycam artık.

Yeni başlayanlar için: Kemoterapi

Kanser tuhaf bir hastalık. Sizde, ailenizde ya da sevdiğiniz bir dostunuzda olmayınca ya hiç umurunuzda olmuyor ya da çok korkutucu geldiği için bilinçli bir şekilde bilinçaltına atılıp tamamen gözardı ediliyor, ağza dahi alınmıyor. Oysa ki çok yaygın kanser. Mesela gelişmiş ülkelerde her 10 yetişkinden 1'inde kolon kanseri, her 8 kadından 1'inde meme kanseri, her 4 erkekten 1'inde prostat kanseri, toplumun %8'inde akciğer kanseri görülmekte. Bu tip yüzdeleri verdikçe aklıma hep bizim patoloji hocasının "yüzdeleri bir arada ele alınca normal diye tanımlanabilecek insan kalmaz" demesi gelir. Aslında bir anlamda doğru da.. Yaşam uzadıkça, beslenme ve egzersiz alışkanlıkları değiştikçe, tıp gelişip adı konmamış hastalık oranları düştükçe, aslında her insanın yaşamı boyunca en az bir ciddi hastalık geçirdiği gibi bir sonuç çıkıyor ortaya. Kanser de bunlardan biri.

KANSER kelimesi ne kadar negatif anlam yüklü, hiç fark ettiniz mi? KANSER, küçük harfle yazılamaz gibi.. Zaten K harfiyle başlayan kelimeler bizim dilde biraz ağırdır. Katı, kötü, kan, karafatma, kabızlık, kurufasülye.. falan. Garip bu. Psikolinguistik bir yana, kanser kelimesi çağrışımları gereği de korkutucu. Ağrı, acı, ölüm.. Pozitif anlam ilişkisi kuramadığımız kelimelerden.

Gerçekten öyle mi peki? Biraz aaştırırsanız, aslında pek değil. Son on yıldır, tedaviler de geliştikçe ve insanlar yüksek oranlarda kanseri "yenmeyi" başardıkça, kanserin pozitif yönlerinden de bahsedilmeye başlandı. Ben bile yazmışım burada. Kanserle gelen olgunlaşma, sosyal ilişkilerde iyileşme, yaşama bakışta değişim konuları, psikoloji ve onkolojide sıklıkla ele alınmaya başlandı. Artık kanser; çaresi olan, hatta yakalandığınızda ve savaştığınızda kişisel gelişiminize olumlu katkıları olduğu kanıtlanan bir "yaşam süreci" olarak kabul ediliyor. Erken dönemde teşhisi konan, yerinde tedavi edilen ve önleyici terapilerle desteklenen kanserler, artık "hastalık" yerine "yaşam süreci" olarak anılıyor. Bir psikolog olarak, ben de bu sürecin normalleştirilmesi taraftarıyım. Yani kanser teşhisi konulan ve tedavi sürecinde olan kişilerin "hasta" olarak tanımlanması yerine, bu kişilerin özel bir yaşam döneminde olduklarının dile getirilmesi, kişinin normal yaşamından mümkün olduğunca uzak bırakılmaması ve sosyal, bilişsel ve psikolojik yaşamlarının kesintiye uğratılmaması gerektiğini savunuyorum. Tabii ki bu hastalığın önemsenmemesi veya hafife alınıp tıbbi ya da koruyucu davranışsal gereklerin ve yaptırımların hiçe sayılması anlamına gelmemeli. Önemli olan kanserle edilen tıbbi mücadeleyi titizlikle sürdürürken, yaşama tutkuyla sarılmak belki de.

Bunları yazmak veya konuşmak kanserle yüzyüze gelmemiş biri için ne kadar kolaydır bilir misiniz? "Canım tutunuver işte hayata" demek, "somurtma, ağlama, sinirlenme, neşeli ol işte" demek, kısaca "Allah şifa versin" deyip kendi dertlerini anlatmaya başlamak ya da hasta ve yakınlarının karşısına geçip "senin başına niye geldi buuuu" diye hönküre hönküre ağlamak.. İnanın, bunlar yapılıyor ve son derece sinir bozucu durumlar. Oysa kanser hastalarının ahlayıp puflayan, onları azarlar şekilde konuşan, sinirlerini bozan, ille bir neden aratıp sanki kendi keyifleriyle kanser olmuşlar gibi "şunu şunu yaptın ya da yapmadın, ondan oldu" diyen "ben sana dediydim" tiplemelerine değil, onlara neşe ve umut veren dostlara ihtiyaçları vardır. Onun da samimisine ama.. Yoksa yüzün gülerken için ağlıyorsa, bunu en kolay onlar anlar..

Ağlayıp sızlayacaksanız, kendi derdinizi anlatıp sıkacaksanız, telefon edip yarım saat çene çalarak hastayı yoracaksanız, herşeyin artık ne kadar hormonlu olduğunu, bu nedenle kanserlerin ne çok arttığını "onda şu var, bunda bu var" diyerek ortaokul coğrafya öğretmeni misali sıralayacaksanız, bir zahmet siz eksik olun. Samimi insan konuşmaz, gider iki organik yumurta, domates alır gelir mesela. "Evet çok yaygın ama tedavisi mümkün" diye moral verir mesela. Öğreten adam değil, destek veren dost olur, insanı rahatlatır, hep kanser yerine başka şeylerden sohbet eder. Süreci normalleştirir yani. Lütfen böyle olun siz de.

Kanser öcü değil. Bir süreç. Dün ve bugün Ankara'daki Numune Hastanesi'nin Tıbbi Onkoloji Polikliniği'nde insanları inceler ve bazılarıyla sohbet ederken bunları öğrendim ve paylaşmak istedim. Bir de insan bazı şeyleri ancak deneyimleyerek, uzun yoldan öğrenebiliyor. Kemoterapi süreci de bunlardan biri. Hassas bir konu bu kemoterapi, herkes herşeyi söylüyor. Ben hep korkardım mesela "kemoterapi" ile "yazık" kelimelerini sıkça bir arada kullanırdım. Ne angutluk. Tamam, zor bir süreç, dikkat edilmesi gereken bir süreç, bilgilenilmesi gereken bir süreç.. İnsanı bitab ve halsiz bırakıyor, süründürüyor gerçekten. Ama öteyandan, aslında normal de bir yaşam süreci.. Yani 7 yaşındaki çocukla 87 yaşındaki ihtiyar da alıyor, gayet de güçlü gidiyor o koltuğa oturuyorlar.

Şöyle oluyor kemoterapi: bir gün önceden gidilip kan tetkiki yaptırılıyor. Birkaç saat içinde çıkan sonucu doktorunuza gösteriyorsunuz. O tedaviyi onayladığında, ertesi gün poliklinik hemşirelerinden kişiye özel ilacınızı alıyorsunuz ve kemoterapi odasına geçiyorsunuz. İlk serumlar hızlı veriliyor, sonrakiler ise 46 saatte yavaş yavaş verileceği için, serumlar bir askı ile boynunuza asılıyor ve eve yollanıyorsunuz. Evde dinlenmeniz, soğuk hava akımlarından, olası mikrop kapmalardan (yakın temas vs.) uzak durmanız gerekiyor. İlaçlar bulantı, halsizlik ve bazen saç dökülmesi, ellerde aşırı hassasiyet yapabiliyor ama yeni nesil ilaçlarda bu etkiler de daha az hissediliyor. Bir de genellikle 6 ay her 15 günde bir planlanan tedavide, ilacın damarlardan verilmesi bir süre sonra damarlarda sertleşme ve tahribata neden olduğu için, omuz ile göğüs arasında bir damara "port" denen bir alet takılıyor ve bu tedavi sonuna dek vücudunuzda kalıyor. Dıştan elbise altından belli bile olmuyor, güzel bir buluş. 46 saatlik ilaç bitince yine hastaneye gidiyorsunuz, iğne çıkartılıyor, port temizleniyor ve eve dönüyorsunuz. Birkaç gün içinde de iştahınız ve enerjiniz geri geliyor. Tabii bu süreç hiç kolay değil, psikolojiniz hassas oluyor, kırılgan oluyorsunuz, yakınlarınız biraz fazla üstünüze düşüp sizi sinirlendirebiliyor. Ama sonuçta bir süreç. Herkesinki farklı olsa da başı ve sonu olan bir süreç. Geçeceğini, sağlığınıza kavuşacağınızı lütfen hiç unutmuyorsunuz.

İşte böyle; yeni başlayanlar için kemoterapiye giriş postu oldu bu da.. Dün ve bugün onkolojide çok tatlı insanlar gördüm ve tanıdım. Bazısı müthiş bir enerji ile örgü örüyor, bazısı gazetesini okuyor, bazısı ders çalışıyor, bazısı sohbet ediyor bir yandan da kemo'larını alıyorlardı. Bu süreci normalleştirmeyi başaran, ailesi ve sevdiklerinden destek alarak geleceğe olumlu bakanlar, eğer bu bir savaşsa, kazanan taraf oluyor anladığım kadarıyla. Özetle; kemoterapide korkulacak birşey yok ama kesinlikle hafife alınacak bir süreç de değil. O zaman ne yapıyoruz sevgili bloggercıklarım? Pozitif düşünüyoruz, sağlık kontrollerimizi aksatmıyoruz, tüm hastalara da bol şans ve şifa diliyor ve dua ediyoruz.

Görsel buradan alıntıdır.

14 Mart 2012 Çarşamba

Gece fenerleri

Aşırı hızlı geçmekte olan 2000'lerin yoğun ötesi insanının "boş boş oturma" lüksü elinden alındığı için, bazı küçük ama önemli ayrıntıları gözden kaçıranlarımız olabilir diye yazıyorum bu yazıyı.

Çocukluğumdan beri pek sık görmediğim, en sonuncusunu da 1998 yılının Ağustos'unda Rumeli Hisarı'ndaki Yeni Türkü konseri sırasında gördüğüm bir alamet-i farika, geçen hafta şans eseri tekrar karşıma çıktı: Ateşböcekleri! Aman tanrım, tevellüt kaç benim ya?!? Rumeli Hisarı konseri mi kaldı, Yeni Türkü mü kaldı ki ateşböceği kalsın?!? Ateşböcekleri.. Hayır tiyatro sanatçıları Ercan ve Yalçın değil - aman tanrım, yine aynı şey, bu adamları yeni nesile nasıl tanımlarsın şimdi?!? - benim bahsettiğim, bildiğiniz böcekgillerden ateş böceği. Hiç rastlamamış olabilenler çıkacağını düşündüğüm için - sevdiceğim de bunlardan biri çünkü - önce size bu böceğin bir nüshasını göstermeliyim.

İşte bu, o. Ama bu renkli halini görebilmemiz pek mümkün değil çünkü onun tercihi "gecelerin kadını" olmak. Simsiyah geceyi yanıp sönerek aydınlatan ufacık florasan lambalar gibiler, yeşil yeşil minicikler. Karanlık gecelere tuhaf bir huzur verirler, en azından ben öyle hissederim çünkü bu böcekleri çocukluğumun ışıksız ve ufak Ege kasabasında hayranlıkla izlerdim geceler boyu. Sonra dediğim gibi, yıllarca kayboldular ve bir gece Rumeli Hisarı'nda - tam da Derya "işte bu yüzden, sırf bu yüzden işte, yeni bir isim verdim sana: Destinaaaaaa!" derken - aniden karşıma çıktılar. Onlar benim Alcatel'in (yeni nesile not: cep telefonuydu bu) yanıp sönen yeşil ışığına aşık, ben onlara.. Yine yıllar sonra, bu sefer geçen hafta Palawan'ın ufak ve yine elektriksiz adasında, yine dalga sesleriyle uykuya dalmak üzereyken, birden odada yanıp sönmeye başladılar. Sevdiceğim inanamadı, sonra çocuk gibi heyecanlandı, sonra hayranlıkla izledi benim gibi, kapkaranlık odadaki minik gece fenerlerini. Çok güzeldi..

En azından bazı çocukların hala ateşböcekleriyle büyüdüklerini bilmek güzel..

Denize kavuşmak

Henüz ortasında olduğumuz Mart ayının tartışmasız en muhteşem anı, doğum günümden bir önceki gece yaşandı. Albaguen adasında bir kaç gece önce yumurtadan çıkan ve tesisin ekolojik hassasiyet sahibi personelinin yıllardır sahip olduğu deneyimle birkaç gün suyla ve kayalarla dolu kırmızı bir leğende yüzdürdüğü yavru deniz kaplumbağaları suya salındı. Yavruların kumsalda debelenip, denize kavuşma anı ve sonra birkaç saniye durup birden denizin sonsuzluğunda kaybolmaları muhteşem bir görüntüydü.

2002'de yüksek lisansımı yaparken üniversiteden tanıdığım bir ekiple, Dalyan'daki Caretta Caretta'ların yumurtadan çıkışlarını ve denize kavuşmalarını desteklemiştik. Projeyi Hacettepe Biyoloji'den Ali Fuat Canbolat yönetiyordu ve bölümde okuyan öğrenciler de hem tatil hem staj yapıyorlar, Caretta'ları taramadan geçiriyor, veri topluyor ve denize ulaşmalarına destek olmaya çalışıyorlardı. Benim kampta bulunduğum dönem yumurtlama sonrası, yavru çıkışına denk gelmişti ve öğrencilerden beklenen, yeri belirlenmiş bulunan yuvaları, kedi, köpek, kuş gibi predatörlerden korumak ve yavruları denize kavuşturmaktı. Caretta yavruları yuvadan çıkınca içgüdüsel olarak deniz üzerinde dalgalanan ayışığına yani yakamoza yönelir, bu sayede denize kavuşurlar. Fakat Dalyan gibi doğal sit alanı olan bölgelerde ne yazık ki izin verilen turizm ve yapılaşma, onları deniz yerine çok daha güçlü olan ışık kaynaklarına yönlendirir. Dolayısıyla deniz yerine otellere yönelen kaplumbağaları doğru yola çevirmek öğrencilerin en büyük göreviydi. Aslında yavru kaplumbağalara dokunmak, onları elimize alıp denize götürüvermek yardımsever bir davranış gibi gözükse de, öyle değil. Çünkü yavrular kumsalı geçerken öğreniyorlar ve olgunlaştıklarında dişiler aynı kumsala geri dönerek yumurtalarını bırakıyor. Bu nedenle ele almadan, gerektiğinde yönlendirerek denize kavuşturmak en doğrusu. Gece boyu uyanık kalmayı, kedi köpek kuş ve yengeç kovalamayı gerektiren ama insanı çok da keyiflendiren bir görev bu. İlgilenenler için daha fazla bilgi burada.

Albaguen adasındaki personel kaplumbağaları direkt denizin kıyısına bıraktı, bence de iyi oldu çünkü kumsalda sayısız yengeç ve iki koca köpekle kimsenin uğraşacak enerjisi yoktu. Ayrıca bunlar carette caretta olmadıkları için, ben de bilgiçlik taslamak ve hepsi ayrı yöne koşturan 17 minik canavarın peşinde tüm gece uyanık kalmak istemedim. Ama denize kavuşma anlarını görebilmek mütiş keyifliydi. Yolları açık olsun bakalım. Köpekbalıklarını ve diğer büyük balıkları, açlığı ve çalkalı sonsuz denizi yenebilirlerse, belki 10 sene içinde adaya geri dönerler. Kim bilir..

12 Mart 2012 Pazartesi

Filipinler Seyahati

Avrupa'da bilmem kaç yılın en soğuk ve karlı kışı yaşanırken, eşim bana bir doğum günü sürprizi yaptı. Topladık pılımızı (ve de pırtımızı), yağarken dışarıda lapa lapa kar, kaçtık biz Filipinler'e..! Sürpriz adı üzerinde, hazırlıksız yakalanılan bir durum. Sırt çantama tropikler için uygun üç beş kıyafet, bir şemsiye, iki mayo, bir deniz gözlüğü, bir terlik, bol bol da kitap tıkıştırdım. Hazırım!

Ben dünden hazırım da.. Filipinler 7107 adadan oluşuyor. Bu adaların 4'ü gelgit süresince arada belirip arada kayboluyor. Biz hangisine gideceğiz? Nerede kalacağız? Ne yiyeceğiz? Filipinler hakkındaki bilgilerim "orada bir adalar gurubu var, cennet gibi" ile "muzun çorbadan ana yemeğine, salatadan tatlısına her şeklini yiyorlarmış" dan öteye geçemedi, yıllardır. Tamam internetten iki günlük bir araştırma yaptım, bir rehber kitap edindim, seyahat bloglarından üç beş gizli cennetin adını belledim ama böyle tamtakır kuru bakır gidilir mi yahu? Gidilir! Bilmeniz gereken tek şey; Filipinliler çok misafirperver, çok iyi niyetli, çok yardımsever ve (belki de henüz fazla turist görmedikleri için) aşırı dürüstler. Memleketleri cennetten kopmuş bir parça, onlar da bunun farkındalar ve gurur duyuyorlar.

Kısıtlı zamanda yaptığım araştırmaya göre, ülke tarihi milattan 50.000 sene öncesine dek uzanıyor. Ama bilinen tarih Portekizli kaşif Macellan ile 1521'de başlıyor (aslına bakarsanız Macellan burada günümüz tabiriyle yerlilere "demokrasi getirirken" ölüyor ve yerliler kendisini son derece demokratik bir şekilde parçalara ayırıp, afiyetle mideye indiriyorlar). İlerleyen dönemde, Filipinler 1821'e dek İspanyol yönetiminde kalıyor ve uzun mücadeleler sonucunda 1898'de bağımsızlığına kavuşuyor. Bu tarihten sonra da bir çok ülkenin direkt ve dolaylı sömürgeciliğine maruz kalan ülkede, özellikle İspanyol, Çin ve Amerikan etkisi hala yoğun şekilde hissediliyor. Filipinler 1987 yılında tam anlamıyla özgürlüğüne kavuşuyor, yurtta ve cihanda sulh ilan ediyor. O günden bu güne, Mindanao bölgesinde süregiden Moro Terör sorunları, deprem, tsunami, kasırgalar ve volkan patlamaları ülkenin dertleri; dünyanın en büyük yeraltı ırmağı, koca gözlü Tarsier primatı, yağmur ormanları ve volkanik coğrafyanın renklendirdiği muhteşem doğa ise ülkenin gurur kaynakları. Göreceli olarak turizme henüz açılmamış olması, yerel dokunun korunması ve renkli kültürü bizim gibi sırt çantalı, özgür turistleri çeken en büyük güzellikleri.

Filipinler'e gitmeye karar verdiğiniz anda, en büyük (ve tek) derdiniz 7107 adanın hangisine gideceğinize karar vermek. Zamanınız bolsa, aylarca ve yıllarca usanmadan gezebileceğiniz güzellikler sunuyor Filipinler. Bunların en başında, bembeyaz ve muhteşem mercan kumsalları ile Boracay geliyor. Bu cennet parçasında, bolca turistik aktivite, barlar, alışveriş imkanı bulabiliyorsunuz. Ama bizim için fazla turistik.. Bir diğer alternatif, Cebu adası. Ülkenin tam ortasında olduğu için, çevre adalara kolay ulaşımı ile Bohol'daki Çikolata Tepeleri'ni görme, Dumageute'deki muazzam mercan resif dalışlarını deneyimleme, bir iki volkana tırmanma imkanı sunuyor. Bu bölgeye gidecekseniz Apo adasına mutlaka uğramanızı öneririm. Bizim için yine fazla turistik - fazla tepilmiş - bir bölgeydi, o nedenle oraya da gitmedik.

Bizim bu seyahatten beklentimiz; deniz, dalış, güneş, kumsal, kitap, sakinlik, yalnızlık, huzur ve romantizm gibi kriterler olduğu için; en nihayetinde karar kıldığımız ve gittiğimiz ana ada ve çevresini süsleyen yüzlerce ada "Palawan" oldu. Palawan; ülkenin görece daha az gelişmiş, lüksü olmayan, dolayısıyla daha az turist çeken, daha doğal kalabilmiş bir bölgesi. Turizme açık alanları; dünyanın en uzun yeraltı nehri olan Puerto Princesa Yeraltı Nehri ile denizin ortasından şaşırtıcı şekilde fırlamış ve üzeri yağmur ormanlarıyla kaplı kayalıklardan oluşan Bacuit Körfezi. Bir de gizli adacıklar, karadan ulaşımı olmayan el değmemiş koylar, sizi Robinson ile Cuma'ya bağlayacak sürreal ortamlar.. Tabii ki turkuazın binlerce tonu olduğunu şaşırarak öğreneceksiniz, tabii ki kum taneciklerinin beyaz pürüzsüzlüğüne hayran kalacaksınız, tabii ki dalışta ille birkaç sakin kaplumbağa, şaşkın vatoz ve utangaç köpek balığı ile karşılaşacaksınız.

Cennet Palawan'da, bizim ilk seçimimiz cennetin tam merkezi olan Albaguen adası oldu. Ada cennet ama önceden söylemeliyim, cennete ulaşım hiç kolay değil. 19 saatlik uçak yolculuğunu saymayalım hadi.. İlk aşamada, Başkent Manila'dan Palawan'ın başkenti Puerto Princesa'ya 50 dakikalık oldukça maceralı bir iç hat uçuşu yapıyorsunuz. Uçaklar pervaneli ufak uçak olduğu için, denge önemli bir mevzu. Dolayısıyla bagajınızı ve sizi tartıyor, kilonuza göre bir koltuğa oturtuyor ve artık ömür billah yerinizden kıpırdatmıyorlar. Ayrıca uçakta akıllara ziyan bir "inflight entertainment system" (uçak içi eğlence sistemi) kurulmuş durumda. Buna göre hostes ablamız uçak kalkmadan duvara bir hediye paketi asıyor, size de bir karaoke mikrofonu uzatıyor, Celine Dion'un içli şarkılarını en güftekar şekilde söyleyebilene uçuş sonunda bu hediye paketi veriliyor. Asyalılara karşı şansınız yok tabii ki, ama izlemek keyifli. Bizim hediye paketinden balık sosu çıktı bu arada.. Puerto Princesa'ya böyle eğlenceli bir şekilde vardıktan sonra, bir gece dinleniyor, ertesi sabah erkenden otobüs terminaline gidiyorsunuz. Otobüs dediysem, aslında bildiğimiz kamyonun boyalı ve süslü hali olan Jeepney demek istedim. Efil efil 7 saatlik bir yolculuk yapıyorsunuz. İsterseniz - ya da terminale geç gelirseniz - otobüsün üstünde, bagajlarla da seyahat edebilirsiniz. Bu durumda bol güneş kremi sürmenizi tavsiye ederim. Aslında Puerto Princesa ile Port Barton arası normalde 5 saat, fakat 50cm çamur yolda - çoktan seçmeli olarak - lastik patladığı ya da aks kırıldığı için, yol rahatlıkla 7-8 saate çıkıyor. Akşamın kızıllığı ile Port Barton'a varıyorsunuz ama henüz "ıssız ada"nıza varamıyorsunuz.

Albaguen'de sadece bir konaklama seçeneği var; Blue Cove. Toplamda 5 bungalow odası olan bu tesis, lüksten tamamen uzak. Sıcak suyunuz, elektriğiniz yok ama istediğiniz anda içebileceğiniz hindistan cevizleriyle dolu palmiyeler, turkuaz bir deniz, bembeyaz kumlar, sakin hamaklar ve geceleri kapkaranlık odanızın içinde uçuşan ateş böcekleri (!) var. Akşam yiyeceğiniz balık öğlen yakalanıyor, yemekten sonra tesis görevlisi etrafı temizleyip, teknesine binip evine gidiyor. Gece boyu adada bir siz varsınız! Bir de ormanın sesleri, denizin sesleri.. Üç gece kaldık. Ayrılmak istemedik. Ama 7107 ada diyorum, sadece birini mi görelim yani?!?

Ertesi sabah, tekneyle yarım saat uzaktaki doğal park alanına geçtik. Orası ayrı bir cennet, daha bir cennet. Turkuazı daha bir turkuaz, kumu daha bir beyaz. Tanrım! Adı da boşyere Secret Paradise (gizli cennet) değil! Sahibi Michael, 7 sene önce İngiltere'den gelmiş. Bizi "cennete hoşgeldiniz!" diyerek karşıladı. Bu sefer biraz daha lüksümüz var, akşam 6-9 arası elektrik var mesela.. Bungalow daha büyük mesela.. Yine aynı rutin günler; deniz - kitap - deniz - kitap - uyku - yemek - bol bol dalış.. Bir de kum sinekleri. Offf.. Söyleyecek birşey bulamıyorum. Alerjim var; kızardım, kabardım. Saydık, 247 tane sinek ısırığı var üzerimde! Birkaç gün idare ettik sonra kaçtık cennetten.

Yine tekneyle, deniz üzerinden El Nido'ya. O gün şansımıza yağmurlu bir gündü, deniz kuduruktu. Yol 7 saat sürdü, manzara muhteşemdi. Arada deniz kaplumbağalarıyla selamlaştık. Vardığımızda benim kaşlarım bile tuzdan bembeyaz olmuştu, denizin üzerinde değil içinde seyahat etmişiz. El Nido Palawan'ın turizm merkezi. Küçük bir kent olmasına rağmen canlı ve kalabalık. Turistlerin çoğunluğu bizim gibi sırt çantalı. Bir kısım gelmiş, gidememiş, kalmış, yerel dükkanlarda ya da bar ve cafelerde çalışıyor. Fransız'ın yeri var mesela; kendi romunu yapıyor, her çeşit meyveden. Elmalısını denedim, muhteşemdi. Alman'ın restoranı var, taze ton balığından ev yapımı mısır ekmeği arasında sandöviçi meşhur. Öylesini yemedim. Kaldığımız pansiyon "Entalula" çok rahattı. Denizin 5 metre ilerisinde japon tarzı bungalowlar. Kahvaltı her gün başka şekillerde geldi, hoşuma gitti. El Nido'nun en önemli turistik bölgesi Bacuit Körfezi'ndeki adalar. Buraya günlük tekne turları düzenleniyor. Biz birkaç gündür beraber seyahat ettiğimiz bir çiftle özel tur aldık otelin teknesi ile. İki gün üstüste, muhteşemdi. Rehber Francis'i isteyin, bu işin üstadı odur. Masmavi koylar, gizli kumsallar, terk edilmiş bir manastır. Francis işini biliyor; tüm turların aksi yönünde seyahat ettik, böylece nereye gitsek sadece biz vardık, başka kimsecikler yoktu. Öğle yemeği ayrı bir hikaye tabii. Francis'in annesi pilav yapmış, babası balık hazırlamış, kendi de kumsala sofrayı kurdu, balıkları ızgara etti. Bir de mango salatası yaptı. Mis! Tabii ki isteyene buz gibi San Miguel birası da var. Turlar sabah 9'dan akşam 4'e kadar sürüyor. Denize doyuruyor (en azından bir süre tabii).

El Nido'dan geri Puerto Princesa'ya döndük Jeepney ile 7 saatte. Puerto'da mutlaka denemeniz gereken "Kailui" restoranıdır. Tipik Bali evlerini anımsatan bu hoş restoranta rezervasyonsuz gitmeyin. Yer yoksa, deniz kenarında "Badjao Seafront" restorantına gidebilirsiniz, mekan biraz sapa. Dönüşte triportör (motorsiklet kırması taksi diyelim) bulmak zor olduğundan, gidişte ayarlayın. Puerto'dan başkent Manila'ya yine aynı muhteşem kanatlı pırpır karaoke makinası ile uçtuk ve konduk. O gün son gün ve - bak şu tesadüfe - benim doğum günüm olduğu için, efsanevi bir "Tequila in Manila" deneyimi yaşayalım dedik. Manila; İstanbul kadar büyük bir kent ama varoşları çok geniş. Sokaklar lady-boy'larla dolu. Sevimsiz ve tuhaf bir kent. Kentin turistik bölgesi Ermita ve Malate bölgeleri. Burada bir çok otel, restorant ve bar var. Bizim tercihimiz Çinlilerle tıka basa dolu bir Çin lokantasında çeşit çeşit dimsum yemek ve sonra da Manila'da birkaç tek Tekila içmek oldu. Sonra da kafa beş bin uçağa bindik, 26 saat sonra evimizdeydik. Saat farkı 7 olduğu için, devrildik yattık..

Filipinler'in 4 / 7107'sini görebildim ama görebildiğim kadarı ile: CENNET ORASIDIR.

Ceren Musaağaoğlu - Mart, 2012.