25 Ekim 2012 Perşembe

Kadın, teknolojiye karşı

Yıllar yılı, nörolog annemi "en karmaşık beyin problemlerini, en anlaşılmaz görüntüleme tekniklerini falan çözebildiği halde, Tv'nin uzaktan kumandasını kullanmayı çözememesi" dolayısıyla acımasızca eleştirmiş olmamın allah katından geri dönen çuvaldızı, bi tarafıma saplandı sevgili dostlar. Oh olsun. Ofisin dış kapısı; sabrımı, şükrümü, rüştümü, inanç ve iyi niyetimi sınıyor yeminle.. Alman sistemi; adı şanı zaten dünyaya yayılmış bir teknoloji memleketi burası. Teknolojinin girmediği delik yok. Anahtar deliğine bile teknoloji sokmuş adamlar; anahtarlık denen cep süsünde 1 ev 1 oto 1 ofis anahtarı oluyor; bizdeki gibi çıngır çıngır onlarca anahtar ve mal mülk bildirimi sallanmıyor meretten. Bu tekli anahtar sistemi ilk geldiğimde beni çok şaşırtmıştı. Aynı anahtarla hem evin dış kapısını, hem evin kendi kapısını, hem de en alttaki garajı açabiliyorsunuz. Adamlar anaktar dişlisini farklı delik boyutlarında farklı şekilde çalışmak üzere ayarlamış; yani sizin ev anahtarınızla karşı komşunun ev anahtarı farklı olduğu halde, her ikisi de dış kapının kilidini ve bir başka derinlikteki garaj kilidini açabiliyor. Neyse bunu çözdüm, bir hoşluk olarak geride kaldı.

Bir diğer teknolojik sorunum, sevdiceğin evdeki tüm elektrikli aletleri birbirine bağlama azmiydi. Adam koltuktan kalkmamak için başarabilse pipisinin ucunu i-pod aracılığıyla tuvalete ya da direkt modem üzerinden okyanusa falan bağlayacak ama şimdilik elinden ancak Tv'yi i-pod'a, i-pod'u dünyanın dizi ve filmine beleşe ulaşmamıza yarayan netflix'e, netflix'i de kendimize Amerika'da yaşıyor süsü verecek IP değerini değiştiren sisteme, onu da uyduya, modeme, telefon hattına vs vs. bağlamak geliyor. Evde boyumdan büyük Lego modelleri yaratan bir adam için bu iki dakika falan alan bir işlem (ya da 5000'lik puzzle yapan adı lazım değil bazı arkadaşlar için de böyledir belki) ama benim için anlaşılması olanaksız bir algoritmik logaritmik işlemler bütünlüğü. Dolayısıyla en baştan tavrımı koyup "genlerimde Tv kumandasını çözememe kapasitesi var" diyip işin içinden sıyrıldım. Adam oynasın oyalansın maksat.. Lakin adam seyahate gidince ve iş başa düşünce, insan kuantum fiziğini bile öğrenebiliyor. Şimdi kullanıyorum bu hom enterteynmınt sistemlerini kolayca, bunu da çözdüm.

Lakin bu sefer de ofisin dış kapısı başıma bela. Bu dış kapı, benim gibi 1.58'lik yer cüceleri için üretilmemiş. Ya bizim ofis civarında henüz anlayamadığım +18'lik olaylar vuku buluyor ve el-kol-ayak ölçüleri belli boya gelemeyenler içeri alınmıyor (hangi arkeolojik sitedeydi o ayak izi, şimdi aklıma da takıldı), ya da ben olayın sırrına eremedim, kapının açılabilmesi için gerekli yoga duruşlarına vakıf olamadım. Lakin kapıyı açmam her sefer bir başka hikaye, bıktım artık. Kapının yanında bir zil var, kapı otomatı. Ama kapının dış tarafındakilerin erişememesi için yan duvarın bir hayli iç tarafına konulmuş. Zile basmak yeterli olmuyor, aynı anda kapı tutacağına da temasta bulunmanız, zile basarken kapıyı da çekiştirmeniz gerekiyor. 1.80'lik Alman hatunları için sorun değil bu, ama ben tek elimle zile diğer elimle kapıya ulaşamıyorum, hele bir yandan da kulağıma telefon dayalı laklak yapıyorsam - ki aksi gibi genelde de yapıyor oluyorum. Bunun başka bir yolu var mıdır diye sormak için de artık geç kaldım. İnsan işin 3. haftasında kapıyı nasıl açacağını sorarsa adı çıkar mazallah.. Hani kaç haftadır tanıdığınız halde adını bir türlü öğrenemediğiniz iş arkadaşları gibi, bir noktadan sonra insan karşısındakine adını soramıyor - ki bu da avanak başımın bir başka derdidir hep. Bunun çaresi var ama, yanınızda bir arkadaşınızı götürün. İkisi tanışırken diğerinin ismini de öğrenmiş olursunuz ;)

Başımın yeni derdi kapı sorunsalı böyle. Gökbilimci Jon Morse'a katılıyorum: "Evren bizim bildiğimizden ve hayal edebileceğimizden bile garip şeyler barındırıyor". Bu kapı da onlardan biri.

Nerde o eski bayramlar..?

Bugün terapi gurubuna gelen Türk kadınlar, baklavalar böreklerle geldiler. Aralarında yaşça küçük sekreterimize harçlık verenler bile oldu. Sonra Türkiye'deki bayramlarla Almanya'daki bayramların arasındaki farkları konuştuk. Çoğu 20 yılı aşkın süredir Almanya'da yaşıyor bu insanların. Dolayısıyla vatan özlemleri de, bayram gibi özel günlerde yaşadıkları mahsunlukları ve yalnızlıkları da had safhada.. Hepsi "eski bayramlar"ı arıyor; hani o en güzel elbiselerin giyilerek maaile buluşulup, küçüklerin el öptüğü, büyüklerin harçlık verdiği, sofraların şen, sohbetlerin canlı olduğu o eski güzel bayramları.

Ben 30 küsür yıldır yaşadığım bayramları hatırlamaya çalışınca, o "eski bayramlar"ın bugünkülerden çok da farklı olduğunu düşünmüyorum doğrusu. Aradan geçen yıllarda ailemizden eksilenler, aramıza yeni katılanlar olması dışında, bayramların tadı ve dokusu aynı kaldı. Bizim ailemiz için de, bayramlar önemlidir, bir araya gelmeye, hiç değilse telefonla birbirimize ulaşmaya çalışır, bayramlaşırız. Bir aradayken sofralarımız Halil İbrahim Sofrası gibi bereketli olur, sohbetlerimiz ve kahkahalarımız sıcak evimizde yankılanır. Yani bayramın bir anlamı vardır bizde de, bir kıymeti vardır. Fakat işin doğrusu, ben çocukken de sevmezdim şu kurban bayramını, büyüyüp anlamını idrak ettiğimde de sevmedim, şimdi vatandan ve ailemden uzaktayken de sevmiyorum. Kurban bayramının nasıl kutlanmaya başladığını anlatmıştım şu yazımda, bu hikaye bende çözemediğim acı duygular uyandırıyor. Bir babanın öz oğlunu inanç uğruna kesmeye kalkması, inandığı meta-olgu'nun olaya son dakikada müdahalesi, hadi onu kesme ama şunu kes diye bir ulvi takas.. Tanrıya inanan biri olduğum halde; bu şekilde "davranan", kendisine insan huyları atfedilen, sevilme - sayılma - kurbanlık adanma ihtiyacı içinde olan bir tanrıya hiç inanmadım ben. Bu hikaye de, kutsal kitaplardaki birçok benzeri gibi salt "bir hikaye" gibi geliyor bana, daha ötesi olduğunu sanmıyorum. Öteyandan, inanan insanlar için bu hikayenin "tanrı tarafından sınanma ve sınavı başarıyla geçme" anafikri çok önemli anladığım kadarıyla. Başarılı olmak, birinden aferin almak, kendi kıymetini başkasının koyduğu kriterlere bakarak anlamak.. Oysa insanın kendisiyle huzur içinde yaşaması; başkasının doğrularına uymasıyla ya da uyabilmek için yaşam boyu çırpınmasıyla değil, kendi bilincini ve farkındalığını geliştirmesiyle, etik ve adil olmayı öğrenmesiyle alakalı.

Bu tip dini kuşkuculuk üstüne, bir de et sevmeyen biri olmanın getirdiği, gereksiz ve yetkisiz hayvan katliyamına isyanla, kurban bayramına sıcak bakamıyorum; benim için anlam ve değeri olan bir bayram değil doğrusu. Ama günümüzün iş ve uğraşlar arasında bin parçaya bölünerek hızla akıp geçen hayat koşullarında; maaile biraraya gelinmesi, büyük küçük tüm aile bireylerinin birbirini tanıyabilmesi ve hoş sohbet edebilmesi, ihtiyaç sahiplerinin belirlenip yardım sağlanabilmesi için de bir vesile bayramlar, bunu da göz ardı etmemek lazım.

18 Ekim 2012 Perşembe

SoMbahar

Sonbahar iyiden iyiye kendini hissettirmeye başladı bu coğrafyada. Bu sabah uyandığımda hava hala alacakaranlıktı. Sabah yürüyüşüm sırasında, evin yakınındaki ufak ortaçağ şatosunun önündeki gölette görmeye alışık olduğum ördek ve kazların, daha sıcak bir iklime gitmiş olduklarını gördüm. Neyse ki iki evcil kuğu var orda kış boyu kalan.. Yoksa kuşlar da olmadan, çok yalnız hissedecektim kendimi. Sincaplara da güven olmuyor; bir gün hepsi etrafta ağaçlardan düşen kestaneleri ve yemişleri depolama telaşı içinde, ertesi gün hepsi yuvalarına çekilmiş, tık yok.

Bizim pastırma yazı dediğimiz, batılıların Indian Summer dedikleri doğanın o şiir gibi sarı-kırmızı renklere büründüğü zamanlar başladı. Doğa yaklaşan soğuk, çıplak ve gri kışa inat eder gibi boyadı kendini capcanlı güz renklerine. Her köşe başı bir başka tablo adeta, sarının ve kırmızının binlerce tonu kahverenginin içinde öyle güzel ki! Hele güneşli günlerde.. İnsan hiç dönmemecesine yürüyüşlere çıkmak, pedal basmak istiyor kuru yaprakların üzerinde. Almanya'da yaprakları toplayan temizlik işçileri var, ama henüz başlamadılar göreve. Sanki herkes bu güzelliğin keyfini biraz daha çıkarabilmek istiyor. Kış uzun, soğuk ve gri örtüsünü örtmeden üzerimize.

Sonbahar, akademik yılın başı olduğu için, yeni yeni heyecanlar da kattı hayatıma. Bu dönem aldığım "Hisseden Beyin" dersindeki nörofizyoloji ve felsefe öğrencileri arasındaki ilk elektrikten anladığım, bu dönem bol tartışmalı geçecek. Ne güzel! Bayılırım fizikle felsefenin çakıştığı noktalara. Bazı öğrencilerin felsefe doktorası yapacak zaman ve para lüksüne sahip olmasını kıskanıyorum. "Felsefeci olmak" bir hayat tarzı, bundan para kazanabilir miyim diye düşünmemek demek - ki zaten kazanamazsın. Salt felsefeci olan, devamlı düşünen, tartışan olmak isterdim..

Sonbahara dair en sevdiğim şey; mandalina çıktı. Geçen sene bol bol hazırladığım "enerji tabağı"na yine başladım. Bu şekilde hazırlanınca insana "soğuk havaya psikolojik olarak da göğüs gerebilme" gücü veriyor... Tavsiye ederim.

Eskiden Sombahar dergisini alırdım, başlık ona atfen. Çok güzel dergiydi. İntihar sayısı hele.. Tüm sayılarını Bilkent kütüphanesinde bulabilirsiniz.

17 Ekim 2012 Çarşamba

Tuhaf şeyler

Tv'de damper reklamı gördüm; evet damper.. Damper kaç kişiye hitab ediyor ki reklamını tv'ye koyuyorlar? Bu reklamdan sonra içimde onulmaz, karşı konulmaz bir damper satın alma arzusu da oluşmadı üstelik. Ya da potansiyel bir damper alıcısı olsaydım da, tv'den mi beğenip alırdım damperimi, bilemiyorum.. Güldürürken düşündüren bir reklam oldu benim için bu damper reklamı.

Ölüm maskesi diye birşey varmış şu hayatta. Ben sadece Antik Mısır'da kullanıldığını sanıyordum ama öyle değilmiş, antik ve modern uygarlıkların bir çoğunda kullanılırmış ölüm maskeleri. Ölen kişinin yüzünün balmumu ya da alçıdan kalıbı çıkartılırmış, Roma döneminde bir çok heykelde bilindik yüzler bu teknikle kullanılmış. 17.yy. Avrupa'sında ise, ölen kişinin cenazesinde bu maskenin bulunması adettenmiş. Günümüzde ise; adli tıp, ölümden sonra arta kalan kemiklerden bu maskeleri yeniden inşa edebiliyor, böylece ölen kişinin kimliği şaşırtıcı bir mükemmellikle en ince ayrıntısına dek belirlenebiliyor.

İslami bisiklet yaygarasına ne oldu? Gündemden düştü, oysa çok eğlenceli ve güldürücüydü. Almanya'da yolun sağ tarafına düşen kaldırımdaki bisiklet yolu (ki iki bisikletin yanyana geçebileceği kadar da geniş olmasına rağmen) asıl bisiklet kullanılacak yolmuş. Sol taraftaki kaldırımdan (yani trafiğin tersi istikamette) bisiklet kullanıyorsanız, 50Euro'ya kadar cezası varmış, geçen gün polisler duruyordu o ters tarafta ve geçenlere ceza kesiyorlardı pey pey pey.. Ayrıca Münih'te yol üzerindeki benzinliklerden saat 22'den sonra alışveriş yapabilmek için, benzinliğe arabayla gitmiş olmak gerekiyormuş. Bu kuralları kim düşünüp buluyor, kim mantıklı bulup koyuyor yahu?!

Fransız kadınları incelik ve zarifliklerini sadece sabah kahvaltılarında tatlı yemeye bağlıyorlarmış diye okuyup hemen Fransız çocukluk arkadaşımı arayıp teyit ettirdim. Doğruymuş; Fransızlar sadece sabah kahvaltısında tatlı yerlermiş, akşam yemeklerinden sonra ise birkaç dilim sert peynir tatlı niyetine yenirmiş. Ayrıca çocuklarına da beş yaşına kadar şekerli hiç birşey vermezlermiş. Bu yaşlardan sonra ayrıca çocuklara suyla şarabı karıştırıp verdikleri de doğruymuş ama şarap oranı yüzde onu geçmezmiş. Fransa'da ve Almanya'da içki içince bizdeki kadar sapıtmıyor insanlar, bunun da nedeni kültürel yaklaşımlar ve "yasaklanmamak" olabilir.

Kadının teki geçenlerde eski sevgilisini evinin tavanarasında gizlice yaşarken yakalamış. Adam kadından ayrıldıktan sonra, çaktırmadan tavanarasına yerleşmiş. Kadın tıkırtılar duydukça ilk olarak tavanarasında fare olduğunu sanmış, tıkırtılar artınca evin perili ev olduğuna inanmaya başlamış. Çağırdığı cesur itfaiyeciler olayı çözmüş.

Bugün cenaze işleri şirketinin önünden kamyonları çalınmış. Kamyonun içindeki 12 cesetle birlikte.. Çalan adamın dramını düşünemiyorum. Almanya gündemi bunları konuşuyor.

Yukarıdaki güzellik; koli basilinin mikroskop altında bilmemkaç kere büyütülmüş görüntüsü.. Tuhaf.

9 Ekim 2012 Salı

Edebiyatçının çevirmenden farkı

Elimde uzun zamandır dolanan, ara sıra açıp baktığım Shakespeare'in sonelerini dün gece bitirdim. Bendeki Remzi'den çıkan eski bir baskı (fiyat küpürü 1.250.000TL'yi gösteriyor; basım yılı 1999) ve belki yeni baskılarda farklı çevirmenlerle çalışmış olabilirler, Shakespeare'in ağdalı dilinin üstesinden gelebilmenin zorluğunu da anlarım.. Ama sevgili Bülent Saadet Bozkurt; bir sone bu kadar mı berbat çevrilir! Edebiyat tutkunu olsam da blogumda pek kitaplardan bahsetmiyorum, hele emeğe saygı duymak lazım diye düşündüğüm için.. Ama.. Bu kadar güzel, bu kadar yaşadığımız çağdan çok önce yazıldığı halde hala geçerli olan, bu kadar tutkulu bir sone; bu kadar mı ruhsuz, sıradan, tutkusuz çevirilir..? Çok sinirlendirdiniz beni, size şu yandaki "Shakespeare tarzı onur kırıcı cümleler"den seçip seçip yolluyorum, bilesiniz. 


İşte aynı sonenin iki farklı çevirisi. Yorum sizin..
 
Bu; sonenin Bülent Saadet Bozkurt çevirisi:

Bezdim hepsinden, ölüm gelse de huzur getirse;
Hangisini saysam: Haklının hakkı hiç verilmez;
Allı pullu giysi düşer, beş para etmez serseriye;
En güvendiğin adam seni aldatmaktan çekinmez
Oysa buna hayasızca yaldızlı paye dağıtılır,
Tertemiz genç kıza düşüncesizce damga vurulur,
Sarsak yönetimlerce becerikli insan engellenir,
Kusursuz adını hak etmişe haksızca leke sürülür.
Kültürle bilimin dili bağlanır yetkili kişilerce,
Bilgin geçinen şarlatanlar yönetir bilgili adamı,
İyilik kıskıvrak kul köle edilir kötülüğe,
Doğru sözlü kişinin aptala çıkartılır adı.
     Bezdim işte bunlardan ve hiç durmam bana kalsa;
     Ölmek, sevdiğimi bir başsına bırakıp gitmek olmasa.

Bu da aynı sonenin Can Yücel çevirisi:

Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen'e
     Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
     Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.

7 Ekim 2012 Pazar

En güzel içki tarifleri

Google'dan en yeni ve en tutulan kokteyl tariflerini aratarak geldiysen, yanlış yerdesin dostum! Ha, şöyle 60'lardan kalma hipster bir barda kokteyller yuvarlamak, o da güzeldir, onların yeri de ayrı pek tabii.. Ama bu yazının konusu, son derece dürüst, katısıksız ve saf olan temel içecekler. Alttaki listede de en çok sevdiğimden başlayarak; süt, domates suyu, mojito ve köpüklü taze şarap tarifleri var; ona göre..

Benim en sevdiğim içki süt yahu.. Sudan bile çok sevdiğimi söyleyebilirim buzzzz gibi bir bardak sütü. Oysa son zamanlarda doktorlar inek sütü başta olmak üzere, 750ml'yi aşan günlük süt tüketiminin zararlı olduğunu söylüyorlar. Fazla süt demir emilimini azaltıyor, kızlarda erken ergenliğe girmeye ve bazı hormonal sorunlara neden oluyormuş. Bunu diyenler var, ben pek umursamıyor ve her sabah koca bir bardak sütümü seve seve içiyorum. Bu sıra Alplerin tepelerinde gezip durduğumuz için, bol sayıda inekle karşılaşıp koca memelerine göz dikiyoruz. Almanca'da "Alm" denen dağ kulübelerinde bu inekceğizleri taze taze sıkıp, sütünü kaynatıp (hatta bazı ekolojik çiftliklerde ve Amerika'da yeni moda olduğu üzre, "sağlıklı inekte bakteri olmaz" diyip tüm hastalık olasılıklarını da hasır altı ederek, direkt bardağa koyup) elinize tutuşturuyorlar. Hani bir dikişte lıkır lıkır içersiniz, "ehhhh" diye bir keyif sesi çıkarır, burnunuzla dudağınız arasındaki kalın beyaz süt bıyığını silersiniz ya, hah işte o (85 sonrası doğumlular için, bknz. "gerçek inek sütü nedir?"). İşte bu sütün kış aylarında bir başka güzel kullanım alanı daha vardır: hastalıklara karşı; zencefilli ballı süt. Sütü ısıtır, içine rendelediğiniz taze zencefilden bir çay kaşığı, baldan da bir tatlı kaşığı koyar, çın çın karıştırır, afiyetle içersiniz. Ne nezle, ne boğaz ağrısı, ne öksürük, bişeyciğiniz kalmaz. Anaokulunda müdürlük yaparken öğrendiğim, bir öbek çocuk üzerinde bir kış boyu deneyler yaparak kalite güvenirliğini tasbit ettiğim bir tarif size. Jardzy'ciğim, hor hor çeşme burnuna iyi gelebilir.

İkinci içkimiz, bulutlar arasında 10.000 feet'in en çok tercih edilen markası: Domates Suyu! Domates suyu'nu Ankara'da yaşayan şanslı bir azınlık olarak AOÇ'den alabildiyseniz hele, tadından içilmez. Lütfen bu lezzet elimizden alınmasın, değil mi sevgili Fermina Daza?! Bu içkinin özellikle uçakta tercih edilmesinin nedenlerini araştıran akademisyenler var (bazı insanlar doktora ünvanına ne kolay ulaşıyo görün!) ve nedenleri "kırmızı baskın bir renk olduğundan, birbirine yakın alanda bulunan kişilerin biri kırmızı renkli sıvı içerse, diğerleri de sosyal psikolojik nedenlerle bu davranışa iştirak ederler" ile "domates suyu kabin basıncı değişiklikleri nedeniyle yaşanan ağız koruluğuna iyi geliyor" arasında biryerlerde tesbit edilmiş. Velhasıl, evet, sadece uçakta bile olsa domates suyunu severek içenlerdeniz hepimiz, itiraf edelim. Bu güzel sebzeyi ayrıca içine 30ml Smirnoff Vodka, 15ml taze limon suyu, karabiber, tuz ve istediğiniz acılık için gerekli kadar Tabasco ekleyerek ve kereviz sapları ile süsleyerek ve kat-i surette günbatımı zamanı (asla daha geç değil) hazırlayarak, Bloody Mary olarak da değerlendirebilirsiniz.

En sevdiğim üçüncü içki; yaz akşamlarının tatlı esintisi ve akdenizin kıpır kıpırlığı eşliğinde Mojito. Kaleminin gücünü, ağzının tadından alan Ernest Hemingway'in de bir numaralı içkisi olan Mojito'nun sırrı, iyi Rum kullanmakta gizlidir; dolayısıyla Matusalem Platino ya da Cruzan Light'tan (bulamazsak, hadi en azından Küba menşeyli açık renkli rumlardan diyelim) şaşmıyoruz. 60ml rum içine, 30ml limon suyu (tercihen minik yeşil lime olsun) ve yarım lime'ın kazınmış kabuğunu, 90ml mineral suyu, 15 nane yaprağı ve daha tatlı sevenler için bir çay kaşığı şekeri bol bol ezilmiş buzla karıştırıyor, sıcak akdeniz akşamlarında (hava mümkünse 30 derecenin altı olmasın), tercihen denize karşı, yavaş yavaş, keyifle içiyoruz. Mojito, naneli tadı nedeniyle çok hızlı ve bolca içilme ve içinde bulunan rum ve şeker nedeniyle bolca kilo aldıran bir içki olduğu için, birbiri ardına sipariş verip abartmıyoruz. Yoksa göbeğimiz pörtleyebiliyor sevgili Ece'ciğim :)

Son günlerde keşfettiğim ve ilk görüşte aşık olup devamında da tutkuyla bağlandığım son önerim; burada Federweißer (Beyaz kuş tüyü!) diye adlandırılan, taze üzümden yapılan ve bağ bozumunun hemen ardından piyasaya sürülen köpüklü taze şarap. Kırmızı ve beyaz (daha güzel) iki çeşidi de olan bu tatlı ve köpüklü içecek, Almanya dışında farklı isimlere sahip. Almanya, İsviçre ve Güney Tirollerde "Sauser" ya da "Süßer" (şekerli, taze), Frankonya'da "Bremser", Fransa'da "vin bourru" ya da "vernache", Slovakya ve Çek Cumhuriyetinde "burçak" ve Gürcistan'da "makari" olarak anılıyor, bu ülkelere bağbozumu döneminde giderseniz mutlaka deneyin. Belki bizim ülkemizde de evlerde ya da aile bağlarında üretiliyordur, bu konuyu Çağatay abi'ye danışmak lazım. Normal köpüklü şarabın daha taze taze üzüm kokan, daha az asitli hali olan bu şarap; içinde normalden fazla alkol bulunduruyor, dikkat! Ayrıca diğer şaraplardan farklı olarak, fermantasyon süreci şişelendikten sonra da büyük hızla devam ettiği için, bu şişelere tam kapanmayan kilit-kapak sistemi takıldığı için, şişenin yatık muhafaza edilmemesi gerekiyor, yoksa şişeyi dik konuma getirdiğiniz anda, hiç beklemediğiniz şekilde birden Michael Schumacher misali şampanya patlatmalı kutlamalar içinde bulabilirsiniz kendinizi.. Aynı nedenden ötürü, bu şarabı genellikle üreticiden direkt alıyorsunuz ve aldıktan sonra kısa sürede tüketmeniz gerekiyor (zaten şişeyi açmanızla dibini görmeniz bir oluyor, muhteşem bir tat!).

O zaman "şerefe" diyoruz!