11 Şubat 2012 Cumartesi

Parazitlerin oyunu

İçinde yaşadığımız dünyanın gözle görülemeyen mikro evreninde, parazitlerin çok renkli bir yaşamı var ve bazı yaygın inanışlara göre, insanlığın sonunu mükemmel şekilde evrimleşmiş bir parazit, bir virüs ya da bir bakteri getirecek. Peki biz onları ne kadar tanıyoruz? On bin yıllardır geçirdikleri sessiz evrimi ne kadar biliyoruz? Bundan sonrası için kurdukları hain planlardan ne hadar haberdarız?

Bilim ve Teknik Dergisi'nin Kasım, 2011 sayısında okuduğum çok ilginç bir yazı vardı; bazı mikro organizmalar evrimsel açıdan öyle avantajlı noktalara gelmişler ki, diğer organizmaların vücut ve beyinlerini tamamen ele geçirerek, onların davranış ve kişiliklerini, kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmeye başlamışlar. Yani bu gözden ırak gönülden ırak saydığımız, minnacık oluşları nedeniyle hor gördüğümüz bu canavarlar, ev hayvanlarımızı ve dolayısıyla bizleri kendi yavrularına fayda sağlayacak şekilde yeniden modifiye etmişler ve yüz yıllardır çaktırmadan keyifle de kullanıyorlarmış. Durum çok vahim. Beynimiz ele geçirilmiş, kişiliğimiz değiştirilmiş, üstelik bunu yapan minnacık bir mikro organizma! Suçlu mu arıyorsunuz, işte size milyonlarca örnekten sadece biri: Toxoplasma Gondii.

Bayan Gondii, kedilerle yayılan tek hücreli bir beyin paraziti. Bu parazit olgunlaşmak ve üremek için sadece kedileri seçmiş, fakat kediye geçebilmek için öncelikle fareleri hedef alıyor. Dışkıdan yayılan parazit, bulaştığı farenin beyninde bazı fizyolojik bozulmalara neden oluyor ve içgüdüsel olarak kedi kokusundan korku duyan fare, birden bu kokudan korkmamaya hatta hoşlanmaya başlıyor. Gidip kedinin önünde dansetmeye, adeta "ye beni ye beni" demeye başlıyor. Parazit kediye atladıktan sonra üremeye, klasik yaşam döngüsüne devam ediyor. Evde ya da sokakta aşısız kedi besleyen insanlara bulaşıyor, anne karnındaki bebeklerin ya da bağışıklık sistemi güçsüz kişilerin ölümüne neden olabiliyor. Üstelik yerleştiği insan beyninde de rahat durmuyor, konakçısının davranış ve kişiliğini değiştirmeye devam ediyor. Yapılan araştırmalar, toksoplazmosis hastalığı bulunan kadınların zamanla daha akıllı, sevecen, sosyal ve kurallara bağlı bir kişilik yapısı geliştirdiğini, erkeklerin ise daha az akıllı ama eve bağlı, sadık ve alçakgönüllü bir ruh haline büründüğünü göstermiş (e güzel aslında bu?) ama aynı zamanda bu kişilerde ani sinir patlamaları, sürekli bir şüphe ve güvensizlik hali de gözlemlenmiş. Toksoplazmosis hastalığının yaygın rastlanıldığı toplumlarda, suç oranlarının ve sosyal güvensizliğin aşırı arttığı da belirtilmiş. Makalede, parazitin neden bu tür bir kişilik örüntüsünü tercih ettiğine dair bir yorum bulamadım.. Kimbilir hangi evrimsel amaç ya da büyük planın bir parçası, bilinmez..

Kısacası, ufak diye hakir gördüğümüz bu canavarlar yüzyıllardır bizimle yaşadıkları için genetik ve davranışsal yapımızı çok iyi tanımışlar, davranışımızı değiştirecek fizyolojik yapıları belki de bizden iyi biliyorlar. Davranışlarımızı nasıl kontrol altına alacaklarını çok iyi bilen parazitler; insanı birey olarak ve toplumsal olarak, kendi emelleri uğruna değiştiriyorlar. Çok etkileyici.

10 Şubat 2012 Cuma

Milli kayakçı olacakken milli gitarist olmak

İnsanın kader çizgisi bazen ne kadar beklenmedik bir şekilde değişebiliyor. Sanki bir karadelik tarafından yutulup, evrenin diğer ucuna tükürülmüş halde bulabiliyorsunuz kendinizi. Siz de düşünüyor musunuz sık sık bu konuyu? Yaşlanma alameti midir acaba?

Mesela; ufak bir gençlik hatasının kontrolsüz bir yetişkin öfkesine denk gelip büyütülmesi, olayların tuhaf bir ivme kazanması ve daha ne olup bittiğini anlayamadan kaderimizin yüz seksen derece değişmesi ile ilişkili çok güzel bir anım var. Geçenlerde hatırlayıp, komik diye Kuyruksuz Kedi'ye anlatırken o “hayata bak be!” diyince farkettim, unutmuş gitmişim.. Ama düşünüyorum da, bu olay yaşanmasaydı, olayın kahramanlarının yani bizlerin kader yolu çok farklı olacaktı. Ben şu anki mesleğimi yapmıyor, o Türkiye'nin en ünlü gruplarından birinde çalmıyor, diğerleri de apayrı kulvarlarda yüzmüyor olacaklardı şüphesiz.

9-10 yaşlarımızdan itibaren beraber milli kayak takımındaydık biz. İstanbul, Bursa, Ankara başta olmak üzere ama yurdun dört bir yanından, Kayseri'den Erzurum'dan gelen çocuklar, bazen bir hafta yatılı idmanda, bazen yarışlarda birbirimize karşı, ama hep beraber büyüdük. Sabahın köründen akşamın seherine idman sürer, sonra hocalarla beraberce akşam yemeği yenir, kızlara ayrı oğlanlara ayrı, 8'er ranzadan dört ya da yaşımız büyüdükçe 4'er ranzadan sekiz koğuş gibi belirlenen (ya, benim de askerlik hatıralarım var işte!) ama çocuğuz diye de hiç kontrol edilmeyen, bizim de yatak yorganı ve evden getirdiğimiz kekleri, çikolataları, gazlı içecekleri falan kapıp tek odada birleştiğimiz "kamp hayatı". Nöbetçi öğretmen saat 22.00 gibi "söndürün ışıklarııııı" diye kükreyene kadar "yat geberlik" yiyip muhabbet eder, gülüşürdük (aslında o çikolatalar olmasa o kamptan sağ çıkamazdık hiç birimiz, şimdi düşünüyorum da, yastığa kafamı koyduğumda bile kayak yapıyormuş hissi gelirdi, aynen tüm gece araba kullandığında ya da uzun deniz yolculuklarında ayağını karaya bastığın halde bile sallandığını hissedersin ya...). Ne güzel bir ön-ergenlikti bizimkisi. Bembeyaz..


13-14 yaşımıza dek çocuktuk ama o kış, birden büyüdük işte. Daha doğrusu büyüdüğümüzü sandık... O kış tatilinde, İstanbul'dan gelen ekip yanlarında kötü bir alışkanlıkla geldi. Gece yatakhanede yine hepimiz bir araya gelir ve gizli gizli o kötü alışkanlığı "dener"dik. Gençlik işte, ben ağzıma (şu yaşıma dek) sigara dahi sürmemişimdir ama bazı şeyler yasak ya, insana ilginç geliyor.. Yine öyle gecelerden birinde tabii ki hocaya yakalandık. Hem de en sertine; Abdurrrrrrahman Hoca'ya.

Cemal Süreya'nın yitirdiği Y'yi bu adam kaba kuvvetle R'ye çevirmiş, adına bolca eklemişti adeta. Kışın en pis tipisinde dahi, halk arasında Cehennem de denen, asıl ismini ölmüş bir kayak hocası olan Osman Yüce'den alan oldukça dik, bombeli ve sert bir piste biz çöp bacaklı kayakçıları dikmesiyle ünlü, tek bir hatayı affetmeyen, koca pala bıyıklarını (ki tipide nefesindeki nemden sakalı bıyığı donar, küçük buzul sarkıtları sarkardı burnundan ve kaşlarından ve ekstra sert, ekstra korkutucu olurdu) oynata oynata, "olmadııııııı, böyle kayacaksan git B takımına yazdır adınııııı" diye kükrer şekilde bağıran, kaç defa demir butonla kıçımıza ya da dizimize vuran, kızların örgü saçını çeken ama oğlanlara resmen tokat atan, son derece sert ama aşırı derecede de başarılı, sadece gerçekten umut vadeden çocukları alan ve hakikaten uluslararası yarıştıran ve kazandıran bir hocaydı Abdurrahman Hoca.

Sertti ama babaydı da. O çocuk, o naif çocuk (adı bile kalmamış aklımda, hayat çok acımasız..) pistin telesiyeji taşıyan kalın yan demirine çarpıp öldüğünde, o bembeyaz karların içindeki kıpkırmızı kan gölünden (günlerce öyle kalmıştı o kar, temizlenememişti kandan) gözünü ve aklını alamayan, o demir ayaklar kalın süngerle çevrilmeden bir daha kaymak istemeyen hepimizi toplamayı bilen, saatlerce konuşan, bizimle ağlayan, oturup hepimize yazılar yazdıran, resimler çizdirten, birazdan anlatacağım sessiz çocuğa beste yaptırtan ve en sonunda da tüm "biriktirdiklerimizi, döktüklerimizi" toplayıp kendi içimizde bir anma törenine dönüştüren ve ilk yarışı onun adına kaydırtan, bize de o zor, üstelik de ailemizden uzak dönemde resmen babalık yapan bir adamdı aynı zamanda...

Ama işte, hatayı asla affetmezdi. Elden ele dolaşan kötü alışkanlık denememizin kokusunu açık camdan, ta iki kat üstten duyup, bizi o bahtsız gecede kafa bin küsür yakalayınca, hepimiz, bütün ekip kovulduk!

Atıldık takımdan. Daha doğrusu takımdan değil, takımca hayattan atıldık. Bütün "gençler"de yarışan ekip, 24 kişi, hepimiz, içen içmeyen, istisnasız, atıldık! Araya kimler girmedi; yalvaran anne babaları bırak, bizimle tek tek konuşan pedagoglar, takım doktoru, diğer hocalar, "yahu millide yarışan sporcu kalmayacak, kaç sene sürer yetiştirmek, n'apıyorsun" diyen sponsorlar... Dinlemedi. "Sporcu" dedi, "kötü alışkanlık edinmez, merak dahi etmez, denemez.. Bunlar bir avuç kontrolsüz, laubali, ciddiyet nedir bilmeyen çocuk, bunlardan bi nane olmaz, bunlar kalırsa ben giderim!".. E koskoca Abdurrahman Hoca'yı kaybedemezdi federasyon.

O kıştan sonra, profesyonel anlamda kayak yap(a)madım. Ama keyfine, dünyanın en güzel pistlerinde kaydım. Pişman değilim; zayıf, minyon bir çocuktum, çok yoruluyordum... Ekipten bazı arkadaşlarla hala görüşüyoruz; aramızdan mühendisler, avukatlar ya da sade ev hanımları, hizmet sektörü çalışanları, her tür insan çıktı.. Bir de Türkiye'nin en iyi gitaristlerinden biri çıktı işte! Hala ayda yılda bir "olm napıyosun" başlıklı emailler yazdığım, "kız 9kat nerdesin" diye cevaplar aldığım, hepinizin dilinde en az 5 şarkısı dolanan, ergenlerin taptığı o grubun karizmatik ötesi baş gitaristi. Ama aynı zamanda da, o gece ilk defa denediği "kötü alışkanlık"tan milli takımdan atılan, sonra o kötü alışkanlığı malesef hayat tarzına çeviren, gittikçe daha çok kapılan, sonunda da çok çeken, evliliğinden, sağlığından olan, grubu dağılan ama bir şekilde kendini toparlayıp şu an yeniden çok iyi besteler yapmaya devam edebilen bir efsane adam... Benim içinse hala zulamdaki ülker 9katlarımı paylaştığım maviş gözlü, çorabını pijamasının paçasının üstüne geçirip de uyuyabilen, asla ranzanın üst tarafında yatamayan, sessiz, utangaç çocuk....

Bazen konserlerindeki çığlık çığlığa bağıran güruha bakıyorum da; "iyi ki hepimiz birden o takımdan atılmışız, yoksa bu çocuktan bu kral doğamayabilirdi" bile diyorum... Yaşıyorsa, Abdurrahman Hoca ne diyordur acaba..

Yani bazen çok anlamsız bazı olaylar oluyor, hayatın apayrı bir yola giriyor ve "neden böyle oldu, nedir bunun anlamı?" diye dövünüyorsun. Belki kendi hayatındaki değişimi göremiyorsun ama, aslında kelebek etkisi gibi, başkasının hayatında olması gereken değişimin ardçı rüzgarından etkilemiş olabiliyorsun. Kader denen şey.. ne bileyim ya, tuhaf işler bunlar.

9 Şubat 2012 Perşembe

Beş şehir (ve birkaç tane daha)

Dün gecenin (tüm şehrin uyuduğu) çok geç bir saatinde, yatakta birden gözlerimi açtım ve birkaç dakika (ya da upuzun geçen birkaç saniye diyelim) nerede olduğumu anlayamadım. Duvarları, penceresi, kapısıyla bir odadayım ama bu oda nerede? Bu ev nerede? O birkaç saniye, karanlık odada "neredeyim ben?" diye düşünürken, insan çok tuhaf bir ıssızlık duyuyor.. Arada oluyor bu bana, çok seyahat ettiğimde ya da uykuya tedirgin daldığımda.

Sonra yavaş yavaş yatak, duvarlar, pencereden görülen zeytinlikler belirdi; anladım ki Bursa'dayım. Annemlerin şehrin dışındaki (yaz geceleri açık pencerelerinden bazen denizin kokusunun duyulduğu, kış akşamları rüzgarın arkadaki meşelikte hışırdadığı, her sene daha bahar gelmeden açan deli ağaçların arasındaki) evlerinde; ben evden çıktıktan sonraki yıllarda adım adım daha fonksiyonel yönde değiştirilmiş ama bazı ufak detayları (tıklım tıkış kitaplığı, çocukluktan kalma bebek ve teddy'lerle dolu sepeti, semo'mun yatağı gibi) özenle yerinde bırakılmış, duvarları deniz mavisi odamdayım. Hem farklı, hem de aynı kalmış çocukluk odamda. Rahatlıyorum..

Benim en uzun yaşadığım kenttir Bursa; anaokulundan üniversiteye dek, 12 sene. Güzel şehirdir; yeşili boldur, doğayla iç içesinizdir. Yazın yüzebilir, kışın kayak yapabilirsiniz. İskender kebabının ve kestane şekerinin ana yurdudur. İstanbul'un gölgesinde kaldığı için biraz kendini kanıtlama derdindedir. İnsanları tekstille uğraşır, zengini boldur, biraz muhafazakar da olsalar rahat ve (trafikteki halleri dışında) güleryüzlü insanlardır. Bulgaristan'dan çok geriye göç almıştır, bu nedenle sarışın mavi gözlü, pembe yanaklı insanı boldur. Altıparmak, Çekirge, Şehreküstü, Tayakadın, Karafatma, Kızyakup, Arapşükrü, Sakaldöken, Tezveren, Maksem, Fomara, İntizam gibi tuhaf isimli mahalleleri olan; yerel ağzında "Pampacık" (yumuşak, temiz anlamında kullanılır), "Lutenitza" (patlıcanlı cevizli közlenmiş biber sosu, kahvaltı niyetine ekmeğe sürülür), "sağda kalayım" (dolmuş şöförüne inmek istediğinizi belirtir), böğrek (börek anlamına gelir), "boğazlarım ağrıyo" (Bursalıların boğazı iki tanedir), "uzayda buluşmak" ya da "durakta muhallebi yemek" (Uzay ve Durak, pastanedir) gibi linguistik ilginçlikleri bulunan, garip bir kenttir. Yaz akşamları günbatımlarının kırmızısı, kar yağdıktan sonraki ilk güneşli günde Uladağ'da kayak keyfi, bahar geldiğinde her evin bahçesini saran kavuniçi gülleri, Koza Han'da içilen çayın kesif tadı, Muradiye mahallesinin kış gecelerinde hala sesleri duyulan bozacıları ve sabah ezanının sesi hiçbir kente benzemez. Ha bu arada; yolunuz Bursa'ya düşerse aklınızda bulunsun: Aklı selim hiçbir Bursalı kebabı "İskender"de yemez, iskender kebap kent meydanına yakın ufacık bir esnaf lokantası görünümündeki "Cemil Cemal"de yenir.

Bazı geceler Bursa'da olduğumu sanarken, uykulu gözlerimin tanıdık görüntüler bulduğu bir diğer şehir Ankara'dır. Doğduğum ve süt kuzusuyken yaşadığım şehirdir. Ankara; Paris Caddesi'dir benim için. Sokaklarında upuzun kavakların olduğu, güneşi fena, ayazı daha fena olan şehirdir. Teyzemin beni götürdüğü çocuk tiyatrosudur, kuzenimle izleyip çok korktuğum E.T.'nin oynadığı o kocaman Akün sinemasıdır, Kuğulu Park'taki kuğulardır (çalınmıştı bir sene hepsi, yoksullar yemiş diye söylenti çıkmıştı). Sonra her Şubat tatilinde koşarak gittiğim, ananemin kucağından ağlayarak döndüğüm şehirdir. Ankara'nın simidi gibisi yoktur, kedisi gibisi de, keçisi gibisi de. Çok çirkin kedi ve keçi motifleri ise köprü ve viyadüklerde çoktur. İnsanı kibardır; yollar verilir, teşekkürler edilir, saygılar sunulur. Bürokratı da çoktur; apartman başına ortalama 3 yaşlı paşa, 1 ziraat mühendisi, 1 de TRT'den emekli seslendirme sanatçısı düşer. Taksi şöförleri genelde Yozgat'tan ya da Merzifon'dan gelmiş, ceketli, kasketli, ak düşmüş gür bıyıklı, radyoda "Sabahınan esen seher yeli mi" gibi türküler dinleyen, ince uzun boylu ve kendi halinde amcalardır.. Severim. Yıllar sonra ilk yüksek lisansım için döndüğümde, bozkır ve denizsizlik kafama vurduğunda, Yahya Kemal'in neden "Ankara'nın en çok İstanbul'a dönüşünü severim.." dediğini anlamış olsam da, gece ışıklarını ve kışın beyaz sessizliğini en çok sevdiğim ve özlediğim kenttir.

Eğer Bursa'da ya da Ankara'da değilsem; gece yarısı uyandığımda yatağımdan denizi görüyorsam, Karaburun'dayımdır. Planını dedemin çizdiği, üç aylık bebekken geldiğim, yedi sene öncesine kadar her sene en az üç ay kaldığım, ilk kez aşık olduğum, ilk kez ölümle karşılaştığım, aslında yaşamımın dönüm noktalarını çizen kasabada, bana yaşattığı en büyük acılara rağmen çekip gidemediğim, bahçesinde Semo'mun çiçeklerini sevdiğim, daha konuşmayı sökemeden balık gibi yüzebildiğim turkuaz denizin hemen üstündeki faleze kurulu olan evimizdeyimdir. Yazın tatlı bir imbatla serinleyen, kışın yazlıkçılar gidince "kasaba" demeye bin şahit isteyen, yıllardır nüfusu 2000'i geçmeyen bir Ege kasabasıdır Karaburun. Hani evinizde mis gibi kokan nergis var ya; ordan gelir işte. Enginarı, kefali, mandalinası bir başkadır. İnsanı çok tembeldir, dedikoducudur, menfaatçidir falan ama o masmavi denizi, baharda tüm kenti sapsarı bir sevince bürüyen katır tırnaklarının mis gibi kokusu, bizim balkonda yapılan kahvaltının, içilen çayın tadı ve sivrisineklerin fırsat verdiği gecelerde Midilli'ye karşı edilen sohbetin keyfi hiçbir yerdekine benzemez. Dönüp dönüp geldiğim kenttir.

Bir zamanlar (yedi sene) evim dediğim, ama artık iki günden fazla kalmaya dayanamadığım, hakkında benden öncekilerce binlerce kez yazılıp çizilen onca yazıya ek hiçbir lafımın kalmadığı; trafiği, pisliği, boğazdaki mimozaları, Nevizade'deki geceleri derken, sakinlerinin sevgi ve nefret ilişkisi ile bazen yaşam boyu ayrılamadığı şehr-i İstanbul; gece yarılarında birden gözlerimi açınca kendimi bulduğum şehirlerden biri değildir artık.. Ne o; ne de doğru bir iş adına, hayatımın yanlış bir zamanında yapayalnız bir buçuk sene geçirdiğim; sokaklarında saatler boyu yürüyüp daha da çok zaman düşündüğüm; arnavut kaldırımlı caddelerde bir gece arkadaşımın kullandığı, benim de selesinde oturduğum bisikletten düşüp, trafiksiz yolda iki saat yerde yatıp polis gelene kadar kahkahalarla güldüğümüz Maastricht.. Ya da kariyerimin en gurur duyduğum kısımlarından biri olan, bizim meslekte peygamber gibi bir şey farzedilen o adamın ekibinde çalıştığım, geri kalan zamanlarda da Harvard'ın bahçesinde meyve salatası yiyip, yaşadığım Yahudi mahallesinin yaşlı sakinleriyle takıldığım ya da "yedi kocalı Hürmüz" tipindeki latin ev arkadaşımın sevgililerinin çetelesini tuttuğum Boston.. Orada da açılmıyor gözlerim artık.. Ya Perth? İki senede iki ev de orada, hele birinin 12. katta, pencerenin hemen yanındaki kocaman jakuzisi az mı giriyor hala rüyalarıma? O çok uzak kentte insan çok fazla sıkılabilir, sohbetlerin ve insanların derinliği olmayabilir, 40 derece havada 19 derece okyanusta köpekbalıklarıyla yüzmek insanı gerebilir, yollarda zıplayan kangurular marketlerin et reyonlarını süsleyebilir ama aynı zamanda insan sonsuz okyanusa bakarak kendini mutlu hissedebilir, sevdiği insan elini tutup asla bırakmayacağını söyleyebilir, ocak ayında ağustos böcekleri sesiyle uykuya dalınabilir. Ama ben artık o kentte de açmıyorum gözlerimi..

Ev neresi..? 11 aydır Münih'te yaşıyorum; eşim, doktora çalışmam, dil kursum orada. Üç beş arkadaşım da var artık, nerede ne var biliyorum, yollarında kaybolmuyorum. Kışlık giysilerim, kahverengi defterim, çiçeklerim de orada. Ama yine de tüm bunlar, bazı geceler gözlerimi açtığımda evde olduğumu anlamam için yeterli olmuyor.. Öyleyse; ev neresi?

Dipnot. Başlık Ahmet Hamdi Tanpınar'dan. Bu soruyla o da boğuşmuş olacak ki; şöyle demiş: "Beş Şehir'in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır. İlk bakışta birbiriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz. Bu sevginin kendisine çerçeve olarak seçtiği şehirler, benim hayatımın tesadüfleridir."

5 Şubat 2012 Pazar

Yellow submarine

".. and we lived beneath the waves in our yellow submarine" - Beatles.

Basit bir melodi ama kulağına bir kaçtı mı, diline öyle bir dolanıyor ki.. Zararsız takıntılar gibi, beyninde dolanıp duruyor.

Ben bazen o sarı denizaltında yaşamak istiyorum; basit ve herşeyin önemsiz olduğu ya da görmezden gelindiği bir dünyada. Avustralya'dayken bir arkadaş anlatmıştı. Okyanusun kimbilir kaç metre altında bir istasyonda yaşayan, görevi altta inşa edilmekte olan bir tünelin bazı ölçümlerini yapmak olan bir mühendis tanıyormuş. Adam 3 hafta okyanusun altında, tek başına yaşıyor. 1 hafta okyanusun üstünde, tatilde. Görevi birkaç matematiksel formül hesaplamak, birkaç düğmeye basmak, saatler boyu lacivert evrende gözlem yapmak. 20 metrekarelik bir alanda, tek başına.

Bazı insanları korkutan bu meslek bana çekici gelmişti; orada lacivert sessizliğin kendine özgü oyunlarının ortasında, tekbaşına oturmak. Arada bir düğmeye basmak. Hani Lost'taki Desmond falan gibi. Bir tek görevin var sana verilmiş, senin hayattaki tek anlamın o düğmeye basmak ve dünyanın devamını sağlamak, ya da buna inanmak. Dışarıdaki dünya hakkında hiçbirşey bilmemek 3 hafta boyunca. Hani nükleer savaş olsa anlamamak. Bilmemenin ya da görmezden gelmenin dayanılmaz hafifliği..