17 Nisan 2011 Pazar

Bir masumun ölümü

Jon Krakauer'in Türkçe'ye "Özgürlük Yolu" olarak çevrilen "Into the Wild" (ki bence orijinal ismi olan "death of the innocent" - bir masumun ölümü - çok daha uygundu) adlı romanını bitirdim. Gerçek yaşamdan derlenmiş ve Sean Penn'in yönettiği başarılı bir filme de dönüşmüş. Tabii ki kitap, tabii ki orjinal dilinde, çok daha etkileyici. Dün tüm gün elimden bırakamadığım kitabın son sayfasını çevirdim, ama kafamda kapanamayan hikayelerden biri oldu.

Konu; 1990 yılında 22 yaşındaki Christopher McCandless'ın üniversiteden yüksek dereceyle mezun olur olmaz, tüm mal varlığından arınıp (24.000 doları bir hayır kurumuna bağışlayarak ve geri kalan parasını da yakıp kül ederek) sırtına bir çanta atıp, hayali olan Alaska'ya doğru yola çıkmasını anlatıyor. Tuttuğu minimalist günlükten, kardeşinin hakkında toplayabildiği bilgilerden ve yollardaki iki senede karşısına çıkan insanlardan dinliyoruz onu. O aslında sadece vahşi yaşama doğru değil, kendi içinde bir yolculuğa da çıkıyor. Bunu da öyle inanarak ve öyle hissederek yapıyor ki; masumluğuna, çocukluğuna kapılıyorsunuz, yerine kendinizi koyuyorsunuz.. Tıpkı Hermann Hesse'nin karakteri Sidharta gibi; ama yaşamın anlamını bulan Sidharta'dan farklı olarak, Chris 24 yaşının sonunda, Alaska'da yaşama veda ediyor. Son üç ayını geçirdiği, sonsuzluğa terk edilmiş mavi bir minibüsün içinde. Yalnız. Ve günlüğüne not ettiği son cümlelerden biri; "mutluluk ancak paylaşıldığı zaman gerçektir" oluyor. Yalnız başına ölen Chris'in.

Can alıcı noktalardan biri; onu bulan avcılar minibüsün içinde kamerasını da buluyorlar ve bu kameranın içinden çıkan son fotoğrafta, minibüsün önünde gülümseyerek otururken görüyoruz onu. Gözlerinde "anlamış" ya da "bulmuş" olan insanın sakin ve durgun ifadesi var.

Sanırım bu kitapta beni etkileyen noktalardan biri; benim de yıllardır (tam olarak üniversiteyi bitirmeden bir önceki yıldan beri) yollarda olmam. Alıp başımı gitmeyi seviyorum ben de; Hindistan'da Matheran'da rüzgarın sesini dinlemeyi, Laos'ta şakır şakır yağan yağmurun altında öylece durmayı, Afrika'da açlığın son raddesinde bir mango ağacı bulup sevinmeyi, Mısır'da Kızıldenize doğan güneşi izlemeyi.. O nedenle anlıyorum Chris'i, insanlardan kaçmasını, yapayalnızken doğada kalabalık içindeymiş gibi hissetmesini, kendine en yakın noktada diğerlerinden en uzakta olmasını anlıyorum. Ve onun başına gelen (yenilebilir sandığı bir ot yüzünden zehirlenmesi ve onu ölüme götüren hastalık, güçsüzlük ve umutsuzluk), benim de yakınımda gezdi birkaç kez. Onun için kendimle özdeşleştirebiliyorum ve bu nedenle beni çok etkiledi.

Bazı insanlar, üzüntülerini ve korkularını paylaşmayı sever. İnsansız yapamaz bazıları. Bense çılgınlar gibi günlük yazdığım halde, konuşmayı pek sevmem. Daha içedönük insanlardanım ben, yalnızken kendi dünyasıyla dopdolu olan insanlardan. Chris gibi, pek çok kez yalnız gittiğim oldu. Aslında her seyahat bir kaçıştır. Bazen yoğun bir iş yaşamından kaçış, bazen aileden - sorumluluklardan kaçış, bazen deneyimsizlikten, hiçbirşey görmemiş olma gerçeğinden kaçış.. Bazen de kendinden, diğerlerinden, yaşanan olaylardan kaçış. Ben bazen kimseye söylemeden, bir kış vakti ananemin ege'nin sessiz sedasız bir kıyı kasabasındaki yazlığına kaçtım, bazen Fas'ta bir labirent-köye.. Sayıyorum; kaçarken kaçarken 56 ülke görmüşüm. Yani dünyadaki 194 ülkenin 56'sı; dünyanın yaklaşık 1/4'ünden az fazla eder. Fena değil.. Ama önemli olan kantitatif (nicel) değerler değil, kalitatif (nitel) değerler. Bu anlarda; en çok da yürürken, çok ama çok uzak yolları yürürken anladım hayatı; o da ne kadar anlayabildiysem tabii.. 1/4'ünü anladığımı sanmıyorum. Bir şeyi çok iyi anladım ama. Nereye gidersen git, kendinden uzaklaşamıyorsun. Eğer kendi içinde huzuru sağlayamamışsan, kafan doluysa, istersen uzaya git, aynı odun halinle geri dönersin.

Chris gibi biryerlerde ölüp kalır mıyım bu gidişlerimde bilmiyorum. Böyle birşey olursa, onun gibi benim kameramdan da gülümseyen bir fotoğrafım çıkar. Ben de son anımda Tanrı'ya teşekkür etmiş olurum. Ölümüm, bir büyük şehirdeki anlamsız koşturmacalardan, soğuk bir hastanenin beyaz çaşaflarında yaşanandan daha huzur dolu olur. Daha masum ölürüm, daha inançlı, daha anlamlı.

Bu açıdan Chris şanslı. Diğer açıdan ise; ölümünden önce, yanlış bitkiyi yediğini, zehirlendiğini anladığı için dehşete kapılıyor, umutsuz ve yalnız; kendi kelimeleriyle: çok korkuyor. Afrika'da ben de yaşadım bu korkuyu, ölüm olasılığını düşünürken ve dünyanın bir ucunda yapayalnızken yaşanan korku, ya da dehşet diyelim, çok çok yoğun, çok gerçek. Bu açıdan üzülüyorum yaşadıklarına ve yalnızlığına. Ama ölüm kısa bir an aslında; yaşamla kıyaslanınca önemsiz. Sanırım insan ölüme ne kadar yakınsa bunu o denli iyi anlıyor.

Bu haftasonu da böyle geçti; kitaba gömüldüm, düşüncelere gömüldüm. Yalnız olmadığıma ve evimde olduğuma sevindim. Mutluluğu paylaşmak lazım diyorsa Chris, paylaşmak lazım o zaman.

4 yorum:

  1. Bir filmin soundtrack'i bir filmi bu kadar mı güzel anlatır.Bunun müziklerini de mutlaka dinle Ceren.Eddie Vedder diye youtube da arat.Şarkının adı Society.Çoookkkk güzeelll çookkk.Bak şimdi bu yazıyı okudum,bi taraftan da müziği dinliyorum çokkk mutlu oldum birden.
    Yaw Ceren kendimi facebook una çok zor eklettim ama ben seni ve eşini Ankaraya davet etmek istiyorum.Bize gelin bi haftasonu kalın,Ege'yle tanıştıralım sizi.:)
    Biz yemek yemeyi çok severiz Aysegullee.Çok güzel balık-şarap-meze sofrası hazırlarızzz.Fonda çalaacak müzikleri ben önceden seçerim.Sanırım şuanda Almanyadasınız.Turkiye ye donecegınız bir zaman eğer ayarlayabilirseniz 1-2 gece bizde kalırsanız çok mutlu oluruz.Erdinç de gelir.Hep beraber muhabbet ederizzz.

    YanıtlaSil
  2. Evet, soundtrack yorumuna aynen katılıyorum. Eddie Vedder, benim de kulağımın çok takdirini almış bir sestir :) Pearl Jam'le büyüdüm ben..
    Ankara davetine, (hele hele Ege ile tanışmaya) ise çok teşekkürler, çok seviniriz. Biz de sizi Münih'te konuk etmek isteriz, Facebook olayına hala gülüyorum ve utanıyorum zaten..

    YanıtlaSil
  3. cok iyi bir yazı gerçektende..

    YanıtlaSil