30 Mart 2011 Çarşamba

Yenile(ne)bilir Bahçem

Heston Blumenthal diye bir zat var. Acaip bir adam. Çirkin, huysuz, gıcık, mükemmelliyetçi, takıntılı ama mutfakta bir deha. Bir multi-milyoner, dünyanın en iyi restorantlarından biri olan The Fat Duck'ın sahibi. Keyfine göre, her hafta değişik bir tema seçip birşeyler pişiriyor, hazırlananlar akıllara durgunluk verir derecede garip ve/fakat bir o kadar da ağız sulandırıcı.

Heston's Feast isimli programın en keyifle izlediğim temalarından biri "Viktoria Dönemi" oldu. Yanda gördüğünüz bu şirine ötesi pembiş içecek, hiç de tahmin ettiğiniz gibi çilekli süt falan değil. Sıkı durun: kimyasal nedenlerle birbirine karışmayan yoğunluklarda tam 6 farklı tad var bu pembe şirinenin içinde, yani içtikçe tadı değişen bir karışım bu. O nedenle de, adı kitaba uygun olarak: "Alice Harikalar Diyarında". Ağzınıza gelen tadlar da son derece deli/manyak; sırasıyla toffee tadı, üzerine yağ sürülmüş sıcak ekmek tadı, hindi tadı, vişneli tart tadı, ananas ve vanilyalı krema tadı!!! Nasıl olur, böğğk demeyin, içenler hayran kaldılar..

Ardından, "yenilebilir bahçe" denen bir salata düzenlemesi geldi ki, o noktada Heston beni benden aldı zaten. Adam resmen mini bir bahçe yapmış, kahverengi topraktan üzerindeki otsal karışımlara ve böceklere dek herşey yenilebiliyor ve yine tekrar ediyorum, böğğk değil, yiyenler "enfes bu" diyerek parmak yaladılar! O dakikada karar verdim, benim de yenilebilir bir bahçem olmalı..

Evim eve yeni yeni benzemeye başladı, dolayısıyla bahçe projemi ancak bugün hayata geçirebildim. Gittim bir nane, bir kekik, bir maydanoz, bir fesleğen, bir biberiye ve bir de keklik otu (oregano) fidesi aldım. Bunları beyaz bir saksıya diktim, mutfağın sabah güneşi gören penceresine koydum. Nasıl güzel oldular, mis gibi kokuyorlar, yemyeşil görünüyorlar ve ihtiyacım olduğunda üstlerinden azıcık azıcık kesip yemekleri şenlendireceğim! Harika birşey insanın yenilebilir bir bahçesinin olması. Üstelik hem yenilebilir, hem de yenilenebilir ;)

28 Mart 2011 Pazartesi

Woody Allen ve klarneti

Yazımı okurken benimle aynı keyfi almak için lütfen aşağıdaki play düğmesine basın ve hoparlörünüzün sesini iyice açın:

Haşarı komedyen, laf cambazı, kült filmlerin unutulmaz yönetmeni ve sevgili nevrotik kişilik Woody Allen'ı kanlı canlı görme fırsatı geçti elime! Yarın gece Münih Gasteig Filarmoni Sahnesi'nde bu zat-ı şahanenin kendisi gözlerimi ve hüzünlü/oynak klarneti de kulaklarımı şenlendirecek. Son dakikada bulunan biletlerin madden bütçede bir hasar yaratmaması da, bu güzel tesadüfün keyfini iyice arttırdı. Hatırlıyorum da, İstanbul'da 2010'da Woody ve New Orleans Jazz Band konserinin biletleri sadece cepleri değil tüm haneyi yakar vaziyetteydi ve buna rağmen satışa çıktıktan 6 saat sonra tükenmişti. Kültür başkentinden manzaralar diyip geçmiştik ama içimize de oturmuştu.

Yeni şehrimde, daimi olarak yaşadığım kültürel aktiviteleri kovalama hali beni oldukça yorsa da, elimi sallasam müzeye ve konsere çarpma durumundan son derece memnunum. Avustralya'da bunun özlemini çok çekmiş, nerdeyse İstanbul'daki hiphop partilerini bile özler hale gelmiştim. Münih'te huzura kavuştum.. Bizde bir AKM salonu vardır bu çapta, cuma akşam ya da kotla gidebildiğiniz cumartesi sabahı klasik müzik keyfi yaşarsınız. Onda da tüm etrafınız yaşlılarla çevrilidir, ağır rutubetli ve kasvetli bir ortamda nedense genellikle tercih edilen Rus bestekarların eserleri içinizi daraltır. Şu yanda gördüğünüz Gasteig Filarmoni Salonu'nun güzelliğine bakar mısınız? Burda dolu bunlardan, oh be.. Ait olduğum yerimi buldum mu nedir?!

Woody'ye dönersek.. Çok keyif alıyorum bu adamı takip etmekten. Kara mizahın (ya da bence çok daha uygun bir tabir olan Amerika'daki yahudilerin dediği gibi "yahudi mizahı"nın) harika örnekleri olan filmlerine kahkahalarla gülmekte ve toplumun ahlak yargılarını habire habire sarsma huyuna hasta olmaktayım! Çocuk yaştan beri klarnet çaldığı halde, tipik Woody kendine güvensizliği içinde "insanların para verip de beni dinlemeye gelmesini hiç anlayamıyorum" yorumu, bence Wild Man Blues albümünü almak için yeterli bir neden. Oldukça keyifli bir albüm. Baharın yavaş yavaş kendini hissettirmeye başladığı, sarı çiçeklerin açtığı ve kuşların cıvıldadığı şu günlerde, pencerenizi sonuna kadar açıp güzel bir kitap ya da dergi eşliğinde koltuğunuza gömülüp dinleyebileceğiniz neşeli ve hüzünlü, tipik bir New Orleans Jazz albümü işte, daha ne diyeyim?

İple çekiyorum yarın akşamı!

23 Mart 2011 Çarşamba

Tasarım harikaları

Geçen haftasonu kocayı yalnız bırakıp evden kaçmıştım. Bir geldim ki, ev sarı post-it kağıtlarının istilasına uğramış! Abartmıyorum, evdeki her eşyanın üstüne Almancası -der, -die, -das eki opsiyonuyla birlikte nakşedilmiş. Donlarıma el atıyorum, parmaklarım sarı post-it'lerle kaplanıyor (die Unterwasche); gecenin bir yarısı kalkıp karanlıkta bir bardak su içesim tutuyor, kenarındaki post-it burnumu kesiyor (das Glas); tam ortasından sıkılmış diş macunu tüpünün bile port-it'i var (die Zahnpasta). Seviyorum bu adamı, yaratıcılıkta ve dilimi öğreticem aşkında sınır tanımıyor.

Eve bu kaydıraktan alasım var. Yan komşunun evinde var, inanılmaz hoşuma gitti. Sonra baktım, bizim mahallede birkaç evde daha balkondan bahçeye kaydırak yapılmış. Ben de istiyorum! Zengin olunca ilk işim bu olacak :) Ha bir de masör tutmak, Eduardo.. Ama gay olsun, ailemiz dağılmasın.

Bir de yine İsveçlilerden bi kazık yedim. Bizim evin yerleri şu yeni moda cilasız parkelerden. Fena durmuyor ama bakımı bin dert, özel bir isveç doğal sabunu varmış, ille ondan kullanılması gerekiyormuş vs vs. İyi, sipariş ettik, 3 haftadır bekliyoruz. *ok içindeyiz bu arada, yerleri silmeden beyaz koltuklarda yatıp yuvarlanıyoruz manda yavruları gibi şen bir halde. Geldi sonunda bu doğal sabun.. Kutudan çıkan... ayol bildiğimiz arap sabunu!!!! Ya, ben bunun için mi bekliyorum 3 haftadır pislik içinde, sinirlerim tepeme fırladı. Bilsem gider türk mahallesine en alasından alırdım yahu. İsveç köftelerine gelesiceler..

Spor salonuna başladık bir de. O da ayrı hikaye. Kilom, BMI'ım falan yerindeymiş ama beleşe bir danışman sundular, hemen atladık. Ucuz etin yahnisi beter olurmuş; adam bildiğin SS subayı, yat - kalk, koş - dur. Heryerim tutuldu. Eduardo, nerdesin?! Adam demez mi "artık sizin yaşınızda sarkan yerlerinizi çalıştırmaya başlamamız lazım" diye, ayol nerem sarkık be adam?! Teessüf ederim, hizmet var dayaktan beter.. Sonra bir çeşit saunaya soktular, buhar odası deniyor, buhardan göz gözü görmüyor. Ohhhhh herşeye değdi, mis gibi sandal ağacı kokusu derken, bir baktım elalem çıplak! Herkes çıplak, ben mayolu! Kaçtım ordan, koşarak, topuklarım totoma değe değe..

Ben bu acaip ülkeye alışamayacağım galiba!

Ben yapmadım, O yaptı..!

Dün gece; dünyadaki en kendi içine kapalı ve en acaip-korkutucu ülkelerden biri olan Kuzey Kore ile ilgili bir belgesel izlerken aniden birşeyi fark ettim: tüm diktatörlerin ülkelerinde adım başı her noktaya diktikleri heykellerinde, sağ ellerinin işaret parmağı ile gösterdikleri birşeyler var! Bakınız Kim Jong hemen solda, ortada Saddam, sağda Lenin. Üçü de belirli dönemlere damgalarını vuran, çılgın liderler. Yahu bu adamlar neyi işaret ediyor? Cidden merak ediyorum, bu adamlar nereyi gösteriyor?



Benim bir teorim var; bence bu üçü (ve daha niceleri) aslında birbirlerini göstererek "ben yapmadım, o yaptı" demeye çalışıyor.. Hayır, o yaptı.. Hayır, o insanlarını daha perişan etti. Yok hayır o daha beter etti..

Çok karşıyım bu adım başı büst, heykel, statü olayına yahu.. Bu arada, bu vesileyle son zamanlarda günlerimi şenlendiren bir blogdan bahsetmek istiyorum: http://kimjongillookingatthings.tumblr.com/

Dünyanın en traji-komik ve çılgın diktatörü Kim Yong il'in gün be gün nerelere "baktığını" görebilirsiniz. Bu adam hakikaten "bakmayı" seviyor yahu!

16 Mart 2011 Çarşamba

Nükleere Hayır!

Günlerdir medyadan Japonya depremini ve sonrasında yaşanan ve bilimkurgu filmini aratmayan sahneleri takip ediyoruz. Dış basını ve Türk gazetelerini karşılaştırma şansım olduğu için, dehşet içindeyim. Almanya başta olmak üzere, bir çok Avrupa ülkesindeki medya konuyu manşetten verip, halkı bilinçlendirmeye ve hatta eyleme çağırmaya yönelirken; bizim ülkede İ.T'nin vurulması, magazin dünyasındaki son karmaşalar ve Erdoğan'ın gafları vitrinleri süslüyor. Neden böyle, deprem acısını yaşamış bir ülke olarak neden bu kadar vurdum duymaz yaklaşıyoruz?

Ben Türkiye'deki "sansürcülüğün" aldığı boyutları artık görmezden gelemiyorum, halkı başımızın tacı edeceğiz diye ortaya çıkan, eşitliği ve demokrasiyi savunduğunu iddia eden bir partinin de halkı bu kadar aptal yerine koymasına tahammül edemiyorum. Önce youtube, sonra blogspot kapatıldı, bu nedir ya derken; aslında temelde medyamızın ne kadar köle edildiğini gözden kaçırıyoruz sanırım. Her devirde hükümetin adamı yazarlar vardır ama tümden hükümetin adamı medya ancak Orta Doğu ya da Afrika ülkelerindeki diktatörlük rejimlerine yaraşan bir durumdur. Korkarım biz çoktan bu hale gelmişiz, bunu insan ancak dış basını takip edebilme şansı yakalayınca fark ediyor!

Nükleer'e sonuna dek HAYIR! Maliyeti ve sürdürülebilmesi son derece pahalıya patlayan, insan ve çevre sağlığına direkt ve yok edici etkileri olduğu kanıtlanan, 80'lerin modası bu enerji sistemlerini dünyadaki tüm gelişmiş ülkeler bir bir kaldırırken, Türkiye'nin nükleer santral kurma çabasına ve politikacılarımızın konuyu bilmeden anlamadan fıkra gibi yorumlarla (Erdoğan nükleer santrallerdeki riski tüpgaz patlamasına benzetmiş!) geçiştirmesine bir anlam veremiyorum. İşin aslı şudur ki, Türkiye'de yapılması planlanan iki santral için de zemin uygun değildir, planlanan santrallerin biri deprem bölgesi içinde yer almaktadır ve soğutma için kullanılması planlanan deniz suyu gereken düzeyden çok daha sıcaktır. Ülkemiz doğal gaz sistemlerine son derece yakındır, hiç bir riski ve rahatsızlık verici etkisi olmayan rüzgar ve güneş enerjisi için idealdir. Son derece müsrif, odaları ışıl ışıl aydınlatmayı ve elektrikli reklam panolarını kullanmayı seven bir halk olsak dahi, kullandığımız enerji miktarı, gelişmiş ülkelerinkinden son derece azdır ve gereğinden fazla tükettiğimiz enerji düzeyimizi düşürmek için, eğer istersek çeşitli kampanyalar ve bilinçlendirme yöntemleri bulunmaktadır.

Açıkçası şurda yaşadığım iki haftanın sonunda rahatça söyleyebilirim ki, Almanya'da insanlar evlerindeki tek odayı tek 1 ampül ile aydınlatmayı, az enerji kullanmayı bir yaşam felsefesi gibi benimsemiş haldeler. Sadece kendini düşünen bir halk olarak tanıdığımız Almanlar, bizden çok daha fazla gelecek nesilleri düşünüyor ve endişe duyuyorlar. Riskler sansürsüz bir şekilde halka anlatıldığı için, insanlar korkuyor ve gerekli önlemleri kişisel düzeyde alıyor ve gerektiğinde yollara dökülerek hükümete de aldırtıyorlar. Merkel ülkede bulunan santrallerden 7'sinin derhal kapatılması kararını dün onayladı. Benim korkum, bu eski sistemlerin sökülüp Türkiye gibi 3. dünya ülkelerine yollanmasıdır. Bu daha önce karşılaşmadığımız bir durum değil..

Yanıldığımız bir konu, bizim ülkemizde vatandaşın hükümete hesap sormaya hakkı olmaması, hükümetin vatandaşa hizmet için var olduğunun farkına varmamamızdır. Politikacılarımıza hesap sormalıyız, onların bizim kaygılı sorularımızı geçiştirmeye hakları yoktur. İstemediğimiz, çocuklarımızı tehdit edecek enerji sistemlerinden tüm dünya vazgeçerken, bizim ülkemizin politikacılarının ve yatırımcılarının bu demode ve tehlikeli sistemlere kucak açması aptallıktan öte, kötü niyetliliktir.

Bunun için eyleme geçmeliyiz. Bizim ülkemiz çöplük değil, bizim sağlığımız da en az bir Almanın sağlığı kadar değerli!

Biraz daha okuyayım linkleri: http://nukleer.greenpeace.org/?page=blog

8 Mart 2011 Salı

50 cent'lik cırcırlar

Anlaşılan o ki, bu ülke beni şaşırtmaya pek ara vermeyecek! Eve çiçek alasım var nicedir, otsuz böceksiz yaşayamayangillerden olduğum için eksikliğini hissediyorum. Girişte keşfettiğim 8cm çapındaki örümceği "abidi gubidi" diye sevdiğimi fark eden Flo dehşet içinde kalıp, kolumdan çeke çeke beni kocaman bir seraya götürdü, dün akşam. İçerde yok yok, nasıl güzel o orkideler, sardunyalar ve bahçe bitkileri.. Kendimden geçtim. Sanat galerisindeymişim gibi dolaşıyorum.

Sonra o arkada kalan hafif loş bölgeye gireyim dedim; akvaryumlar falan var, birkaç tavşan, hamster vesaire. Derinden bir ağustos böceği sesi geldi zzzzzt diye. Dedim heralde Alemanya'nın kasvetli havası beni hayal duymaya itiyor, bu mevsimde cırcır?!? Aha, bir zzzzzzzzt daha! Yok bu seferki son derece gerçek, işitsel hazeyanlar içinde değilim! Peki ne bu, nerde bu cırcırlar?

Birden benim kuru akvaryum sandığım cam kutucukta birşeyler kımıldadı. Toprak değil o yahu, birsürü cırcır duruyor o kutuda! Etrafları da ot ve nevi-şahsa münhasır peysajla çevrili! Yahu resmen cırcırlar var orda, tanesi de 50cent! Alıyorsun bunları, koyuyorsun odana, bitkilerin arasına, arada cırlıyor, sen de "aaaaaaakdeniiiiz akşamlaaaaarıııı" tıngırdatıyorsun gitarda falan heralde. Yaz gelmeyen ülkenin iyimser-hayalci insanları olarak.. Aslında yerel masallarında bile, yaz boyu karıncayla dalga geçip, kışın da aç kalan enteresan bir şahsiyet olarak yer verilen bu cırcır, almanlar için önemli bir böcek sanırım.

Bu arada "bir ev hayvanı konsepti olarak cırcır alıp evine koymayı ve öttürüp durmayı" düşünenler için yararlı bilgiler: bu hayvanlar aslında oldukça uzun yaşıyorlar, ömürleri 4-17 yıl arasındaymış! Özellikle söğüt ağacının köklerini ve özsuyunu severlermiş. Çıkardıkları ses, arka bacaklarının gövdelerindeki plağa sürtünmesi ile çıkarmış. Bedenleriyle söyledikleri "şarkılar" sadece türün erkeklerine özgü olup, boyları insan boyuna erişmiş olsaydı sesin tizliği ile camların kırılacağı ve hatta duvarların yıkılacağı hesaplanmış.

6 Mart 2011 Pazar

Çöpüstan

"Alemancı" oldum sonunda, geçen hafta. Geldim geleli bir düzenleme-yerleştirme-temizleme hali içindeyim, hiç olmayı beceremediğim hamarat ev kadınları gibi. Ama napiim ya, bizim iki kafadar Flo&Flo bekar-evine çevirmişler yepisyeni evi. Bir de ev zaten bomboş, kutulardan eşyaları çıkarmayınca dört duvar yankı yapıyor. İncik cincik ne varsa çıkarıp sağa sola serpiştirdim ki, yüce fizik bilgime istinaden ses dalgaları sağa sola çarpıp kaybolsun da, tın-tın bana geri dönmesin. Sırf akustik bir kaygı içinde olduğumdan valla, başka bir şey değil.

Evde halı ve perde yok (aslında olanları saysam daha az zaman alacak), görmemişler gibi eşşek kadar bir tv alıp bu aylık tüm parayı bitirdiğimiz için, temel ihtiyaçlara sıra gelemedi. Kendimizi 70'lerin free modasına kaptırdık, bir de henüz çıplak olsa da evin çevresini kaplayan ağaç dallarına güveniyoruz. Bu durumumuz da incir yaprağıyla örtünen adem babamızla havva anamızı hatırlatıyor bize. Burda da Boston'daki evim gibi sincaplar cirit atıyor, çok sevimli!

Bu hafta kutu kutu çöp çıktı evden, bununla birlikte "alemanya maceraları" yazı dizimin de ilk malzemesi çıkmış oldu. Alemanya'dan ilk gözlemim: bu memleket çöpüstan, bu alemanlar da zırdeli! Yahu 7 çeşit çöp kutusu olur mu her köşede? Metal, plastik, kağıt, renkli cam, beyaz cam, organik çöp ve ne-idüğünü tam çözemedikleriniz için "diğer"!!!! Müşfik bekarlarım Flo&Flo üç tane çöp kutusu almışlar, balkona koymuşlar, o bile bana yetti. Mesela "bu ambalaj kağıdı plastik mi, yarı plastik mi?" ya da "alümünyum metal midir?" gibi can alıcı felsefi sorunlarla boğuşup duruyorum. Neyse ben severim geri dönüşümü bir yeşil olarak ve dün de "ya allah yetti gariiii" diye haykırıp çıkardım çöpleri dışarı ama baktım ki orda daha da büyük bir bilmece beni bekliyor. 7 farklı çöp kutusunun minicik deliğinden eldeki malzemeleri bir bir atmak beceri ve çelik (ya da alümünyum?) gibi sinirler istiyor arkadaşlar! Yahu bu adamların işi mi yok, hepsi 100 yaşına dek yaşadıkları ve yaşamlarının 1/3ünü de emekli ya da tatilde geçirdikleri için işsizlikten kafayı mı sıyırmışlar anlayamadım. Çok acaip bir memleket burası yahu. Sen git 10küsür tane nükleer santral kur, sonra tut çöpleri ayırt millete. Sanırım çöpçü maaşından kısıyorlar, beleşe yurttaş çalıştırıyorlar cimri şeyler.

Eğlenceli de bişi biliyo musunuz çöp ayırmak. Bizim Bursa'daki belediye de bize ayırttırıyor çöpleri ama tüm geri dönüşüm bir çöpe, tüm organik diğer çöpe, hoooop yallaaaah. Burdaki biraz karmaşık ve takıntılı bir hal almış, kocamın bana bu konuda bir seminer vermesi de güldürdü beni bir hayli. Refah düzeyi yüksek memleketin sorunları işte, aman alümünyumu plastikle bir tutmayalım, cezası var.

Bu arada keşfettim ki, 3 katlı evimizdeki 6 dairenin sadece 4'ünde yaşam var ve üç komşum da birbirinden enteresan tipler. Yan komşum 50li yaşlarda hipi emeklisi bir amca ile partneri-teyze. Adamın soyadı "bitki yetiştiricisi" anlamına geliyor ama balkonunda kurumuş tek bir daldan oluşan cılız bir bitki duruyor. İronik. Alt komşum ise taşınma sırasında yapılan gürültü nedeniyle bizi pek sevmemiş, selam sabahı daha ben gelmeden kesmiş. Pek gudubet bir aile, bebekleri bile asık suratlı. Ben de yaşımız yakın diye bir kahve fincanıyla uğrar şeker ister muhabbete girerim falan sanmıştım. Sonuncu komşuyu henüz göremedim ama kapısının dışına üç adet silikon tüpü koymuştu, dün gece orda bir yazıyla karşılaştık: "Üç silikon tüpümden biri kaybolmuş, alan kişinin ivedilikle geri getirmesini istiyorum" yazıyor! Tabii yeni taşınan ve silikona ihtiyacı olabilecek insan profili biziz, şüpheli konumuna düştük yahu. Alta yazasım tuttu, "valla biz yürütmedik dayı" falan diye. Komşu milletiyle bi türlü yıldızım barışmıyor, herkese nasip olan güleryüzlü kaslı ve habire pizza pişirip ikram eden italyanlar yerine böyle tipler beni buluyor. Neyse, bana yazı malzemesi işte..

Son olarak, bir de havadan yakınasım var. Burda kara-kış koşulları hüküm sürüyor ve Mayıs'a dek de gitmeye pek niyeti yok anladığım kadarıyla. Donuyorum, sonra eve geliyorum, yanıyorum. Alemanlar sıcak ev seviyor. En güzeli de evin ısıtma sistemi parkenin altında, petek falan yok. Ayacıklarım sıcacık a dostlar, pek güzel bişeymiş bu şey! İnşallah sorun çıkarmaz da tüm parkeleri sökmek zorunda kalmayız diye türk insanına özgü bir korkum da var aslında ama dilimi ısırayım aman aman.

Yarın hızlı dil kursum başlıyor, doktoraya başlamama ise daha bir aydan fazla var. Yani gözlem yapacak bol bol zamanım var ve inanıyorum ki bol bol malzeme çıkar bu alemanya ve alemanlar ve zat-ı aliniz en yeni alemancı'dan, haydi bismillah diyelim!

3 Mart 2011 Perşembe

Yargının Gücü


YÜCE YARGI'mızın kararıyla bloglarımıza bir süredir erişemiyoruz, farkındasınızdır. Tabii hepimiz DSN ayarlarımızı değiştirerek sorunu kendi içimizde sessiz sakin çözdük, pek de bir rahatsızlık yaşanmadı bu konuda, diğer konularda olduğu gibi.

Çok keyifle takip ettiğim Tüliş, muhteşem bir benzetme yapmış: "bağımsız yazarların bloglarının kapatılması, günlük tutan çocuğun günlüğüne anne babası tarafından el koyulması gibidir" demiş. Blog yazarları olarak, yaşadığımız hayal kırıklığı büyük boyutta ve sinirliyiz ama bir yandan da kıs kıs gülmekteyiz. Elimizden bir günlük alındı ama dükkanın rafları kağıt kalem dolu..

Bir gazete ya da dergide yazanları susturmak kolaydır, zaten çoğu da devrin adamı olup isteğe göre yazılar yazar. Fakat blog yazarları özgürdür, kimseye bağlı ve borçlu hissetmeyiz biz. Dilimize geleni söyler, tam da içimizden geçeni yazarız. Kim okumuş, kim okumamış, ne kadar tiraj yapılmış; umrumuzda bile değildir! Önemli olan, o gün bizi güldüren, sinirlendiren, bak şu işe yaaa dedirten olayı, hayatın bir noktasına sabitleme isteğimizdir. Dolayısıyla; asıl doğruları yazarız, içten yazarız. Bu da tabii ki kendi doğrusunu tek doğru sanan, kendini övdürtmeye alışkın, dünyadan bihaber bazı insanların hoşuna gitmez, bize parmak sallar, günlüklerimizi elimizden alırlar.

Ülkemizde çocuk pornosu izlenme oranı dünyanın en yüksek 3. sırasında. Bu çocukların bazıları günlük tutuyor. O günlüklere kimseye anlatamadıklarını yazıyorlar. Biri okusun, bu duruma bir nokta konsun da istiyorlar, ama asıl kendi kendilerine konuşmak, dertleşmek onların niyeti. Bu günlükleri topluyor YÜCE YARGI. Onlara türlü ahlaksızlığı yapanı toplamıyor da, günlükleri topluyor. İşte durum tam olarak budur.