30 Kasım 2010 Salı

Anti-kahraman

Kendimi bildim bileli sempatizanıyım bu tiplerin. Hani bir nevi topluma uyumsuz, ama kendi içinde sonsuz bir uyum içinde olan, burnunun dikine giderken etraftaki teyze-amca-mahallenin muhtarı kesiminin hayli yaygara kopartmasına neden olan, bunu yaparken de klasik kahramanlara inat kıs kıs gülen "sevimsiz karizmatik"ler bunlar..

Mesela, American History X sahnesinde elleri boynunun arkasında kavuşturulmuş, pis pis sırıtan bir Edward Norton, son Batman filminde Batman'in kendisinden çok daha "ağır abi" hali ve inanılmaz performansı ile Joker'i yeniden tanımlayan merhum Heath Ledger, "bu memlekette her hastaneye bi Dr. House lazım" diye düşündürten bir Hugh Laurie.. Bu sonuncusuna fazlasıyla zaafım ve hatta son bir senedir bağımlılığım var ;)

Seviyorum kardeşim bu adamları; kendileri olma cesaretine sahipler. Bu çok güç, çünkü bu adamlar özgün, nevi şahsına münhasır.. Ve özgün olmak, diğerleri açısından korkutucu olur çoğu zaman. Aslında insanları samimi olmak kadar şaşırtan (ve ne yazık ki korkutan) hiçbirşey yok, değil mi?

9 Kasım 2010 Salı

Frankenstein'dan hallice

Afrika hazırlıkları tam gaz! Araştırmalar bitti sayılır, rota belirlendi, eksikler tamamlanıyor, biletler alındı, sağlık (diş kontrolü, ilaç tedariği ve aşılar) elden geçiriliyor. Bir koşuşturma, bir cümbüş..

Bu vesileyle bu sabah kargalarla kalkıp Sahil Sağlık Denetleme Merkezi'nde aşılarımı olmaya Gemlik'e gittim. Önceden randevu alınıyor, çok tatlı bir doktor "abla" var içerde, hem öğüt veriyor, hem aşıları yapıyor. Bir de süslü püslü sarı bir aşı defteri veriyor. Tek sorun, iki kola iki iğne yiyorsun, bir tanecik bile şeker vermiyor..

Gemlik'e gitmeyeli uzun zaman olmuştu, bir de sahilde oturup çay içeyim dedim. O güzel liman kenti 5'er katlı binalarla basık, çirkin bir hal almış. Çay acı, gözleme ise yağlıydı. Kalktım, döndüm Bursa'ya. Sapasağlamım, bir acı, ağrı yok, hafiften merak ediyorum acaba yapmadılar mı bunlar aşıyı diye.. 2 saat geçti, bir ağrı, bir şişlik.. Önce sağ kol, yarım saat arkasından sol kol, bunlara eklenen kafa ve boyun ağrısı. Biraz ateşim de çıktı sanırım. Midem de hop hop..

Kısacası kafada dikiş, kollar delik deşik, içerde sarı humma mikropları tifo ile "hattı müdafa mı sattı müdafa mı", "çanakkale geçilir mi geçilmez mi" türünde sohbetlere dalmış halde.. Olduk Frankenstein'dan hallice.. Bir yandan da durup düşünüyorum, biraz daha hastalık-hastane-sağlık konulu yazılar yazarsam, bu blog 80lik ninenin gönül defteri türünde birşeye dönecek. Bu yazımın son sağlık yazısı olduğunu umar, sevgiler sunarım..

Hamiş; Afrika'nın doğusu ve güneyi için gerekli aşılar: Tifo, Hepatit A/B, Sarı Humma, ve Meningokoksit Menenjit. Hayvancıklarla ve insancıklarla fazla haşır neşir olup sosyal çalışmalarda yer alacaksanız, buna ek olarak difteri, tetanoz, polio ve kuduz aşıları da gerekiyor. Ayrıca sıtma öldürücü düzeyde tehlikeli sayıldığı için günde bir kinin tableti içiyorsunuz (piyasadaki en iyi ve oldukça pahalı ilaç Malarone fakat Türkiye'de bulunmuyor, yurtdışından alınabilir. Alternatifi ise oldukça ucuz, yan etkisi biraz daha fazla (güneş lekeleri) ve döndükten 1 ay sonraya dek kullanmanız gereken ilaç Doksisiklin).
Aşılanma ve bilgi için: www.asidanisma.com / 0800 211 33 31

8 Kasım 2010 Pazartesi

Zihin Kuramı ve Sufizm

Okuyup duruyorum, şaşırıp duruyorum; Zihin Kuramı ile Sufizmin ne kadar çok ortak noktası var! Bu noktalar nedense biz sosyal bilimcilerce ne kadar az çalışılıyor.. Ufak da olsa bir yazıyı hak ediyor diye düşündüm.

Sufizm; insanın kendi içindeki sevgiyi keşfetmesinden yola çıkarak önce diğer insanları anlayıp, sevmesini ve bunun sonucunda tanrıya ulaşmasını öngören bir inanç anlayışıdır. Diğer insanları, kendimizden farkları ve benzerlikleri ile bir bütün olarak kabul etmemizi, bağışlayıcı olmamızı ve bu yolla tanrının sevgisine layık görüleceğimizi söyler.

Zihin kuramı; insanın çocukluktan erişkinliğe gelişme evrelerinde adım adım kendi duygu ve düşüncelerini kavrayacağını, bunları "diğerleri"ninkiilerle ile karşılaştırıp fark ve benzerlikleri saptayacağını ve sonrasında diğerlerini kendi ile bir bütün olarak kabul edebileceğini söyler. Zihin kuramına göre; diğerlerinin yerine kendini koyabilme yetisi, diğerlerini anlamada en önemli adımdır ve ergenliğin son evrelerinde (üniversite yıllarında) görülür. Bu şekilde; farklı kültürlere, farklı fikirlere ve davranış alışkanlıklarına müsamaha gösterebilme ve kabullenebilme mümkündür.

Sufizmdeki "gel, kim olursan ol, gel" anlayışı, zihin kuramının bu son evresindeki kabullenme ile ilişkilidir ve her insanoğlunun erişemeyeceği bir evre olarak kabul edilir. Sufiler; toplumun entellektüel, kabul edici, empati becerileri gelişmiş kimseleridir, karşılarına çıkan her yeni şeyi kendi zihinlerince tartar, tanrının yolunda eritir ve olanı olduğu gibi, kendilerine geldiği gibi kabul eder (ki bu bazen bir somun ekmek, bir kuru yataktır). Hem Sufilere hem de Zihin kuramına göre, kişi ilk aşamada sadece kendi iyiliği için kabul ettiği fikir ve davranış biçimlerini, daha ileri aşamada tüm insanlığın iyiliğini düşünerek gerçekleştirir. Bunun aksinin "ne sen varsın, ne de ben!" olduğunu her sufi ve zihin kuramcısı bilir.

Konu derin bir deniz, çok da ilginç. Ayrıntılı ek bilgi için; Premack ve Woodruff'ın makalelerini, genel olarak medial prefrontal cortex ve amygdala üzerine çalışmaları, Demetriou, Mouyi ve Spanoudis'in incelemelerini okuyabilirsiniz.

5 Kasım 2010 Cuma

Çocuk Toplum

Toplumların yaşı sosyal yaşam alışkanlıklarına bakılarak saptanırsa, bizimkisi ancak ilk çocukluk dönemine denk gelir diye düşünüyorum.

Diyelim ki metro bekleniyor; yazılı ve sözlü uyarılara rağmen insanlar itiş kakış, bazısı inmeye çalışıyor, bazısı binmeye çalışıyor. Kendini içeri atanlar aynen bir anaokulundaki davranışları sergiliyor. Koca koca insanlar "koltuk kapmaca" oyununu oynuyor! İşin tuhafı, koltuk kapmacada bu kadar aktif olan kişilerin koltuğa oturur oturmaz kollarını bağlayıp gözlerini kısarak anında kopkoyu bir "uyku hali"ne geçmeleri.. Aynen oyun oynarken birden uyuyakalan çocuk davranışı! Dahası; bir kavga gürültü, bağırarak konuşmalar, itişip kakışmalar.. Heryerde bir "önce ben, önce ben!" hali.

Memleketten anaokulu manzaraları.. Bu "hep bana, en önce bana, en iyisi bana" yaklaşımı bize öyle bir aşılanıyor ki; bencil, kimseyi düşünmeyen, kendi refahı için her türlü şerefsizliği yapabilen bir toplum haline geldik. Nasıl önüne geçebiliriz? Anaokulu çocuklarının kötü davranışlarının önüne nasıl geçiyorsak öyle.. Sosyal ayıplama, istenmeyen davranışın sona erdirilmesine yönelik cezalar, istenen davranışın sözel ödüllerle pekiştirilmesi.. Ödül ve ceza, çocuk-toplumumuzun eğitilebilmesi için tek çare gibi duruyor!

4 Kasım 2010 Perşembe

Çocukluğun müzesi


Avustralya'daki evi kapattık, maceralar denizi bizi bekliyor. Bir uyum ve adaptasyon süreci var tabii öncesinde, Türkiye ve Almanya'daki ana-baba ocağında "misafir"iz bu sürede.. Geçen haftanın tamamını Almanya'da "mama-ocağı"nda geçirdik. Alabildiğine şımartıldık; yatağa kahvaltılar, organik çilek reçelleri, elma seviyorum diye 5 çeşit elma.. Yine de, kazık kadar "Mr. & Mrs." olunca, eve dönmek biraz garip kaçıyor.

Kocaman-kocamın çocukluk odasına yerleştik; tam bir "erkek-çocuk" odası, benim için müze gibi bir dünya! Etrafa serpiştirilmiş ve hatta tavandan sarkan Lego'dan uzay gemileri, Lego'dan titanik, Lego'dan binlerce mimari yaratık.. Ha bir de kitaplık dolusu çocukluk kitapları; bir sürü bilimkurgu roman arasında küçük prens'in almancası (favorim!), birkaç kumandalı araba, bir kamyon ve bir at?!? Sonra ergenlikten izler; çizim defterleri, genç tasarım ödülleri, lise yıllığı.. Sonra üniversite yıllarının paylaşılan öğrenci evlerinden mama-evine getirilip dolaplara tıkılmış seyahat kitapları, haritalar, bir sürü elektronik ıvır zıvır, boş bir tekila şişesi.. Bir de yakın tarihe ait, son 7 senede değiştirdiğimiz mektuplar, 20 küsür ülkeye ait ufak turistik hatırlatmalar (en tuhafı da iran'dan alınmış ve üzerinde patates resimleri bulunan bir nevi organik şekerleme - içi yenmiş, dışı duruyor) ve odanın yarısından fazlasını kapsayan bilgisayar sistemleri ve aparatları. En komiği de, odada "yaşayan tarih" misali 80lere ait bir Beta Video, 90'lara ait bir VHS video ve 2000'lere ait bir DVDplayer'ın üst üste duruyor olması. Tam bir zamanda yolculuk hissi! Çok keyifli!

Türkiye'ye dönünce, aynı deneyimin bir başka (pembe) versiyonunu yaşayacağız. Benim çocukluk odamda da birsürü peluş hayvancık, tavandan tabana kitaplar (küçük prens'in türkçesi dahil), seyahat dergileri ve haritalar, yazın notları ve defterlerim, olmazsa olmaz lise yıllığı.. Üniversite yıllarından birsürü nörpsikoloji, terapi ve istatistik kitabı, boş bir şarap şişesi.. Tabii ki mektuplar, şekerlemeler.. Teknolojiye dair bir iki detay ama kız-odası detaylarıyla bezenmiş: kesinlikle uzaktan kumanda yok! Bunun dışında, ürkütücü bir benzerlik!

Bir süre aile yanına dönmek çok acaip; evin var ama evsizsin yine de.. Yani bolca şımartılıyorsun, önüne gurme anne mutfağı seriliyor, odan sıcacık, battaniyen yumuşacık, anne evinin sabunsu kokusu her daim burnunda ama.. Yine de bir yabancısın. Eve adımını attığın anda, sanki ayrıldığın 18 yaşına geri dönüyorsun. Herkes için tuhaf bir durum.. 3 hafta bu şekildeyiz..

Ananemin dediği gibi, herkes kendi evinde rahat etsin!

1 Kasım 2010 Pazartesi

Mal varlığı denen yanılgı

Geçen hafta, Avustralya'dan tüm eşyalarımı ve belgelerimi alan iki bavulla ayrıldım. Hayattaki tüm varlığım; kıtalar arası yolculuk yapan, yeni bir yaşam kurmamı sağlayan, psikolojik olarak bağlandığım ve gerekli saydığım tüm mal ve maneviyat varlığım iki bavula sığdı..

İşin daha tuhaf yanı, "gerçekten" önemli olan eşyalarım - fotoğraf makinam, 17 senelik günlüğüm, çocukluğumdan beri yanımdan ayırmadığım teddy-dog Herby'm, diplomalarım, bilgisayarım, cüzdanım, pasaportum, telefonum ve mp3-çalarım - ufak sırt çantama sığdı ve benimle birlikte kabinde seyahat etti..

Ünlü zenginlerimizden birine ait güzel bir hikaye vardır; zenginimiz hasta yatağında oğluna der ki: "beni mutlaka ayağımdaki çorabımla gömün, ne yapın edin, bu benim için çok önemli, o çorap ayağımda olsun!" Zenginimiz ölür, oğlu cenaze hazırlıklarında imama bu dileği iletir, imam der ki "mümkün değil, dinimizde çorapla gömülmek yoktur". Oğul yalvarır yakarır, herşeyi dener, kabul ettiremez. Zenginimiz çorapsız gömülür. Cenazeden sonra vasiyet açılır, bir mektup çıkar oğula, yazar ki "gördün mü oğul, bir çorabı bile götüremedim mezara, nerde kaldı mal mülk.. ona göre yaşa, bir çorabı bile götüremeyeceğini bilerek.."

Güzel bir hikayedir, iki bavulla gelirken bunu düşündüm. Öte tarafa bir çöp bile götüremiyoruz ama bu tarafta da aslında önemli saydığımız mal-mülk dediğimiz, eninde sonunda bir sırt çantasını doldurmayan şeyler demek ki.. Tuhaf değil mi?