29 Ekim 2010 Cuma

Batı Avustralya 4: Kuzeybatı

Kuzeybatı Avustralya'ya gidecekseniz, rahat bir araba ya da camper van kiralamalı ya da re-location türü bir araç bulmalı ve mesafeleri hafife almamalısınız. Kanguruların yarattığı tehlike nedeniyle güneş battıktan sonra araba kullanamayacağınız için rotanızı, güvenliğiniz için kamp alanınızı ve akıl sağlığınız için yolda bazen saatlerce hiçbir araca ve insana rastlamayacağınızı hesaplamalısınız. Kuzeybatı vahşi ve kuzeye çıktıkça tropikleşen bir bölge. Flora ve faunası kendine özgü, bahar aylarında (özellikle eylül-ekim arası) vahşi çiçeklerin açmasıyla büyüleyici, yaz mevsiminde arabada beyninizin haşlanmasına neden olacak kadar sıcak.. Önereceğim rotayı takip edecekseniz en az 7-10 günlük bir zamana ihtiyacınız olacak.

Kuzey batı resmi anlamda Geraldton'da başlıyor, bu kasabanın güneyine günübirlik gelebilirsiniz. Geraldton sakin bir balıkçı kasabası, etkileyici katedrali ve klasik 19.yy binaları enfes. Daimi rüzgarı tüm sakinlerinin birer uçutma sahibi olmasına ve sahili rengarenk uçurtmalarla süslemesine neden oluyor. Keyifli bir görüntü. Şehirden biraz uzakta Rock Of Ages isminde muhteşem bir pansiyon var, ve bu pansiyonun çiçeklerle kaplı bir bahçesi, 19.yy mimarisi ve bir anane zevli ile çiçekli çiçekli döşenmiş rahat odaları ve sabah sizi uyandıran taze kahve kokusu ve leziz kahvaltısı var.

Kahvaltı sonrası Kalbarri milli parkına doğru yola çıkar ve içerdiği planktonların güneşte aldığı renk nedeniyle pembe göl olarak anılan göle biraz zaman ayırırsınız. Port Gregory yüzme durağı ve piknik için iyi bir seçim. Kalbarri'de kıpkırmızı kayalar arasından geçen Murchison nehrinın kıvrımları büyüleyici. Güneş tepede kızgın haldeyken, her biri 1-2km'lik yürüyüşler ile The Loop, Nature's Window, Z-Bend, Hawk's Head ve Natural Bridge mutlaka görülmeli. Kızıl kayalar arasında gerçekten marstaymış gibi bir hisse kapılıyor insan ve gün boyu o kaya bu kaya geziyorsunuz. Akşam gün batımının dehşet güzelliğine takılmamak mümkün değil ama güvenlik herşeyden önce geliyor ve milli park sınırlarında gece konaklamak yasak. Kanguruların çok sevdiği bu bölgeyi hava kararmadan geçmeli ve onlarca at çiftliğinden birinde konaklamalısınız. Bu çiftliklerin düzenlediği dolunay turları oldukça keyifli oluyor ve çiftliğin ultra-sakin atlarına binmek 30-40dk içinde kolayca öğrenilebilecek bir beceri.

Kalbarri'de yapılacak çok şey var ve kendinizi Crocodile Dundy gibi hissediyorsunuz. Doğa ile içiçe, ister at çiftliğinde ister kampta konaklayın, sessizlik, huzur ve geceleri izlediğiniz milyarlarca yıldız içinize işliyor. Ayrılmak zor ama zaman kısıtlıysa yapacak birşey yok.

Ertesi gün daha da kuzeye, Shark Bay'e doğru yola düştüğünüzde, iklim tekrar değişir ve kırmızı kayalar yerini boş ve kıraç toprağa bırakır. Güneş daha fazla yakar ve çevredeki kumsallara girip çıktıkça, buz gibi denize özlem artar. Bölgedeki en etkileyici kumsal şüphesiz Shell Beach. Adından da anlaşılacağı gibi, milyarlarca deniz kabuğundan oluşuyor. İlk başta kum sanıyorsunuz, yaklaşınca büyüleniyor ve üzerinde yürümeye kıyamıyorsunuz. Neden bilinmez, kabuklu deniz canlıları bu kumsalı kendilerine sonsuz dinlenme mekanı belirlemişler. Aslında ekolojik dengeyi korumak için kabukları cebe atmak yasak, ama atmayan da yok, ben de dahil. Muhteşem bir bölge!

Buradan da ayrılıp Avustralya'nın resmi olarak en batısındaki kent olan Durham'a geçiyorsunuz. François Peron Milli Parkı ve Monkey Mia bu bölgenin gözdeleri. Monkey Mia, her sabah kahvaltıya gelen yunusları ile ünlü ve Monkey Mia Dolphin Resort bu bölgede konaklayabileceğiniz bir eko-otel, ayrıca araştırma merkezi ve gönüllü çalışmalara açık. Sabah erkenden diğer turistlerle okyanusta tek sıra halinde dizinize kadar suya giriyor ve yunusların gelmesini ve size dokunup uzattığınız sardalyaları afiyetle midelerine indirmelerini gözlemleyebiliyorsunuz. Sevimli..

Daha kuzeye geçecekseniz, yine bir iklim değişimine hazır olun, artık resmen tropik iklimdesiniz. Avustralya'nın mercan sahili diye anılan bu bölge turkuaz sular ve benbeyaz sahiller demek. Ningaloo Marine Park içindeki Turquoise Bay cennetten bir köşe. Deniz kaplumbağalarını görmek için biraz burnun ucuna, Jurabi'ye geçmeniz yeterli. Bölgenin iç tarafında yer alan Karijini milli parkı dört nehrin birleştiği, muhteşem bir manzaraya sahip. Artık doğuya kıvrılıyorsunuz ve Broom'a dek saatlerce tek bir araba görmeden yol alıyorsunuz. Bol su, bol petrol ve çelik gibi sinirler..

Kimberley, Avustralya'nın kuzeyi, nevi şahsına münhasır bir bölge. Hayvanı, iklimi, yatay akan şelaleleri ve muhteşem kamp alanları var. Kumsallar bembeyaz, deniz turkuaz ve 5 yıldızlı otelleri ile oldukça revaçta. Biz bu bölgeye kadar uzanamadık ama seyahat programlarından izlediğim kadarıyla muhteşem. 10 günden fazla zamanınız varsa, mutlaka geçmelisiniz.

Dönüşte aynı yoldan geri direksiyon sallamak yerine, daha önceden bahsettiğim relocation araçlardan kiraladıysanız, Broom'da aracı teslim edebilir, otelin birinde birkaç gün kendinizi şımarttıktan sonra uçağa atlayıp 3 saatte Perth'e geri dönebilirsiniz. Evet, 3 saat uçakla! Yani Hollanda'dan Türkiye'ye gitme mesafesinde. Dediğim gibi, konu Avustralya olduğunda mesafeleri hafife almamalısınız. Haritada ufacık duran bir mesafe, genellikle saatler alıyor ve çoğu zaman 2000km'lik alanda hiçbir medeniyet emaresi bulunmuyor. Bu nedenle Batı Avustralya'da seyahatlerinizi çok ince planlamalı, güvenliği önplanda tutmalı ve ne yaptığınızı bilerek seyahat etmelisiniz. İyi eğlenceler :)

Ceren - Ekim 2010

27 Ekim 2010 Çarşamba

Batı Avustralya 3: Avon Vadisi ve yakın kuzey

Perth'e ilk geldiğimizde, şehrin doğusunda bir nevi medeniyetin sınırını belirleyen tepelerin gerisinde ne var diye merak etmiştik. Perth tepeleri diye bilinen arazinin gerisinde olan, klasik kovboy filmlerinden fırlamış gibi duran, akşam saat 2'den sonra yemek bulamayacağınız, 4'ten sonra ise hayalet kasabaya dönen kıraç kasabalar. Onun ötesi ise kırmızı-bakır rengi bir toprak. Taaaa Orta Avustralya'daki Uluru Dağı'na dek.. Yine de günübirlik pazar gezmeleri için ideal bu kasabalar. Ayrıca bu günübirlik macerayı Perth tepelerindeki efsanevi pizzacı'da (Little Ceasar - ama aynı isimdeki zincirle alakası olmayan bir ufak şaheser) akşam yemeği eşliğinde sonlandırmak da olmazsa olmaz!

Cumartesi sabahı, çadırınızı ve uyku tulumlarınızı alın ve Perth'ten 4-5 saat süren Wave Rock'a doğru yola düşün. Avon Vadisindeki ilk durağınız, tarihi 1831'e uzanan bir yerleşim alanı olan York. Günümüzde sadece pazar günleri Wave Rock'a giden turistlerin durak noktası olma özelliği nedeniyle canlanan, ölü bir kasaba. Hafif rüzgar olduğunda, önünüzden hoplayarak geçen yuvarlak toz ve çalılık ile kasabanın tek caddesi boyunca sıralanmış koloni mimarisinin en güzel örnekleri olan evleri yanılmaz şekilde kente kovboy film seti havası katıyor. Bu kentte 1-2 saat geçirip yola devam etmeli ve öğleden sonra güneşi ile Wave Rock'a varmalısınız. Sözkonusu "kaya"nın turist dergilerinden anlaşılmayan minyatür boyutu nedeniyle uğrayacağınız hayal kırıklığı büyük olsa da, güneş batışında kıpkırmızı topraklarda kamp yapmanın zevki paha biçilemez. Aslında, diğer yazımda bahsettiğim yoldan, güneyden dönüşte Kalgoorlie-Boulder üzerinden geliyorsanız, bu bölge yolun üzerinde olacağı için mantıklı bir durak olabilir.

Daha kuzeyde New Northern Highway üzerindeki New Norcia kasabası İspanyol mimarisinin güzel örneklerini ve Benedikt Kilisesi, mezarlığı ve limonlu paylarını deneyimlemek için, yarım günlük bir zaman zarfında ziyaret edilebilir. Ayrıca manastırın ağır havasında fenalık geçirmek için de ideal. İnanılmaz sıkıldığınız bir haftasonu, yapılacak başka hiçbirşey yoksa gitmenizi öneririm.


New Norcia'yı tamamen es geçip, bir yandaki paralel yolu (Brand Highway) kullanırsanız, çok daha keyifli bir gün geçirebilirsiniz. Kıvrım kıvrım ve muhteşem bir manzaraya sahip olan bu yol tam bir sürüş keyfi sunuyor. Çoğu zaman yol kenarına park edip bahar çiçeklerinin, yağmurun ya da otlaklardaki koyunların fotoğrafını çekeceğiniz için, birkaç saat ayırın bölgeye. Yol sizi önce Lancelin'e, oradan da Pinnacles Çölüne götürsün. Lancelin 4WD-severler için tanrının bir lütfu olarak çalılık alanda rüzgarın getirdiği deniz kumundan oluşan çöl-tepelerine ev sahipliği yapıyor. Motosiklet sürüşü ve kum sörfü için de ideal. Pinnacles ise Türkiye'deki Kapadokya'yı andıran, ama çok daha basit ve küçük bir korozyon bölgesi. Yeni yapılan Ocean Highway'den de ulaşılabiliyor. Biraz daha kuzeye çıktığınızda, uykulu bir balıkçı kasabası ve ideal bir sörf bölgesi olan Cervantes'e ulaşırsınız. Yüzmek için Jurien Bay'i tercih edebilirsiniz.

Perth'ten günübirlik gelebileceğiniz bu bölgeler kuzeyin tropik ve güneyin hırçın güzelleri kadar etkileyici değil, ama kolay ulaşımla bir haftasonu keşfini hak ediyor.

25 Ekim 2010 Pazartesi

Batı Avustralya 2: Margeret River ve çevresi

Perth'ten bir araba ya da içi yataklı bir kamp minibüsü (camper van) kiralayarak birkaç gün için güneye inmelisiniz. Sabahın erken saatlerinde yola çıkarsanız, kahvaltı için Mandurah kasabasında durmalı ve nehir kenarında kocaman bir latte ile mantarlı omleti mideye indirmelisiniz. South western highway'i takip ederseniz, resmi olarak "hiçbiryer"in ortasında ormanlık alanda biraz dikkatli araba kullanıyorsanız "dünyanın merkezi kahve evi" de diğer bir opsiyon.

İlk olağanüstü durak ise Busselton Jetty. Burada kısa bir ayakları açma, sahile park edip güney yarımkürenin 2km'lik en uzun iskelesinde yürüyebilirsiniz. İskelenin gemilerden alınan yüklerin taşınması için ufak bir raylı sisteme sahip olduğunu ve bugün sadece ilk 100mt'sinin açık olduğunu belirteyim. İkinci durak Dunsborough'a yakın sörfçülerin durağı Eagle Bay ve hemen ardındaki muhteşem sahil Bunker Bay olmalı. Batı Avustralya'nın en batısındaki duraklardan biri olan Bunker Bay yüzmek, güneşlenmek, balık avlamak ve piknik için ideal. Hemen yakınlardaki Cape Naturaliste National Park sevimli bir deniz fenerine ev sahipliği yapıyor. Güneş battıktan sonra kangurular etrafta zıplamaya başladığı için kesinlikle araba kullanmamalısınız. Kanguruya çarpmak ve sadece ona değil, kendinize de zarar vermek an meselesi. Konaklama için uygun bir sahil seçebilir, doğa ile içiçe kamp yapabilir ve uyuyabilirsiniz. Biraz konforunuza düşkünseniz, dünyanın en en en güzel mini oteli Yallingup'ta Sienna Lodge'dur ve üzüm bağlarının ortasında, minik bir gölet ve 4 odalı bağ evinden oluşur. Dolunayda gece bahçede mutlaka gezinin, ufak sundurmada gökyüzünü ve milyonlarca yıldızı izleyin. Mutlaka yanınızda sevgiliniz olsun ve 3 saat önce size dünyanın en romantik kumsalında - ismi bize özel kalsın ;) - evlenme teklif etmiş olsun ve kalbiniz bum bum bum atıyor olsun. Sienna'nın şarapları - özellikle kırmızı - muhteşem, mutlaka birkaç şişe alın fakat sıcak araba yolculuğuna dayanmaz. Merak etmeyin, dünyanın bu yakası şarabın tadına varabileceğiniz binlerce kumsal ve doğal park alanıyla kaplıdır. Burada rahatlıkla birkaç gün geçirebilir ve çevredeki yüzlerce bağevinin şarabını tadabilir, doğada piknikler yapabilir ve Bunker Bay'e tekrar tekrar giderek yüzebilirsiniz. Balık avlamak lisans gerektirmekte ve lisanssız avlanma büyük cezalarla sonuçlanabilmekte.

Ertesi gün biraz daha güneye, mağaralar ve ulu ağaçlarla ünlü bölgeye inmelisiniz. Günlük milli park giriş kartı mecburi ve mağaralar arasında en etkileyicisi Lake cave ve Ngilgi cave'dir. Turistik kasaba Margaret River görülmese de kayıp sayılmaz ayrıca oldukça pahalıdır. Kamp ihtiyaçlarınız için Dunsborough daha hesaplıdır. Güneye indikçe flora ve faunanın değiştiğini fark edersiniz, Pemberton'da ağaçlar birden uzamakta, orman kararmakta, yollar sadece 4WD araçların gireceği toprak şeride dönüşmektedir. Toprak tek yönlü yollarda araba sürmenin keyfine varın, ormanda kaybolun. 60mt'lik Gloucester ağacını ve 68mt'lik Bicentennial ağacını bulun, yükseklik korkunuz yoksa mutlaka birine tırmanın ama asla ikisine birden zorlamayın, ertesi sabah kas tutulmasından yürüyemeyecek duruma gelirsiniz. Bölgede diğer görülmesi gerekenler Beedelup şelalesi ve harika bir sürüş keyfini garantileyen Great Forest Trees Drive ve Heartbreak Drive. Ayrıca Nannup'daki Blackwood ırmağında kano kiralayıp birkaç saat dolaşabilirsiniz, çok keyiflidir.

Bir sonraki gün daha da güneye inmeli ve Devler Vadisine gitmelisiniz. Dev ağaçların üzerinde kurulu köprülerde yürümek inanılmaz bir deneyim. Denmark'tan itibaren güney okyanusu kıyısından gideceğiniz için falezleri görüp hayran olma şansını yakalayacaksınız. Mutlaka Elephant Rock'a uğrayın. Bu bölge yazın bile serindir, yanınızda rüzgarlık olmalı. OFalezler ve hırçın dalgalara hayran kalarak takip ettiğiniz yolun sonunda Albany'ye varacaksınız. Albany, beyaz ırk için Batı Avustralya'nın en eski yerleşim kentidir (1826). Kentteki liman ve bir zamanlar serbestçe avlanan balinaların işlemden geçirildiği kesim merkezleri görülmeye değer. Ayrıca son derece sportif Avustralyalıların yürüdüğü 963km'lik Bibbilmun Yolu'nun da başlangıçı (ya da bakış açısına göre bitişi)dir. Filmlerde görüp beğendiğiniz kaslı seksi demir-adam Avustralyalıları arıyorsanız, buldunuz..

Albany'den doğuya Esperance'a devam etmek oldukça keyiflidir ve temmuz-eylül arasında Humpback Balinalarını görme şansınız neredeyse %100'dür. Esperance'dan Kalgoorlie-Boulder (ıssızlığın ortasında genelevi ile ünlü ve rüzgarda çalılık toplarının önünüzden geçtiği kovboy filmlerinden fırlamış bir kasaba) üzerinden Perth'e dönmek kızıl gezegende yapayalnız kilometrelerce araba kullanmak anlamına gelir ama tekrar ormana dönmek istemiyorsanız ilginç bir deneyimdir.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Batı Avustralya 1: Perth ve yakın çevresi

1.5 sene bana ev olan Batı Avustralya'dan ayrılmama günler kala yazıyorum bu seyahat yazısını. Biraz hüzün var, biraz Avrupa'ya dönüşün heyecanı, biraz da bahar havası şu günlerde.

Aborjinler Avustralya'ya geleli 40,000 sene olmuş ve bunun 34,000'ini dünyadan tamamen kopuk, kendi hallerinde barış ve sukunet içinde, doğa ile konuşarak, rüyalara yatarak ve sanatla geçirmişler. Bu kıpkırmızı ülke ilkkez Portekizlilerce 16.yy'da "keşfedilmiş", Hollandalı denizcilerin merakını çelmiş. Kaptan Cook 1770'de doğu kıyılarının ayrıntılı bir haritasını çizecek kadar zaman geçirse de Batı Avustralya pek ilgisini çekmemiş. Batıdaki aborjinler 1826'ya dek beyaz adamı görmemiş ve gördükten sonra da tabiri caizse.. sevmemiş. Batı Avustralya'nın ilk beyaz yerleşimi güneyde Albany'den başlayarak kuzeye çıkmış. Sadece 3 yıl içinde beyaz adam aborjinler üzerinde kolayca hakimiyet kurmuş, kölelik ve insanlık dışı muameleler gerçekleştirmiş. 1880'lerde keşfedilen büyük miktarda altın ve diğer değerli madenler, avrupa'dan daha fazla beyaz adamın bölgeye gelmesine ve daha fazla insanlık suçu işlenmesine neden olmuş. 1900'lerin ilk yıllarında boru hatları, madenler ve şehirleşme yaşanmışsa da, aborjinler beyaz adamdan olan "yarım-kan" denen çocuklarından ayrılmaya, bu çocuklar hıristiyan öğretilerince yetiştirilmek üzere yurtlara verilmeye zorlanmış. Tam-kan aborjinler ise tecrit yolu ile soykırıma tabi tutulmuş.

1914'te patlak veren 1.Dünya Savaşı'nda İngilizlere yardım için getirilen ucuz askerler Gelibolu'da "Çanakkale Geçilmez" olaylarında can vermişler. Torunları hala Anzac (Australia and New Zealand Army Corps) törenleri için nisanda Türkiyeye gelir. Büyük depresyon sırasında 1933'te, göreceli olarak refahta bulunan Batı Avustralya, ülkenin genelinden bağımsızlığını ilan etmişse de dünyada patlak veren 2.dünya savaşında İngilizlerin yanında bu sefer de Hitler'e karşı savaşmışlar.

1993'te federan hükümet tarafından Aborjinler toprakların temel sahibi olarak tanınmışsa da, yıllarca süren kötü muamele, eğitimsizlik ve alkol/uyuşturucu bağımlılığı Aborjinleri hala toplumdan dışlamakta ve beyaz adamdan 53 kat daha fazla hapishane yaşamı ile ilişkilendirmekte.

Batı Avustralya ülkenin geri kalanına kıyasla madencilik ve inşaat alanındaki iş imkanları sayesinde oldukça refahta. Yaşam standardı yüksek ve maaşlar dolgun, fakat yaşam oldukça pahalı. Toplam nüfusu 20.5 milyon olan Avustralyanın 1/3 lük alanını kapsayan batı eyaletinde 2.5 milyon insan yaşıyor ve bunların 1.5 milyonu da en büyük kent olan Perth'te. Dünyanın en "yaşanılası" 5. kenti olan Perth'te şehir merkezi, yani CBD, oldukça küçük ve yapılacak çok fazla şey yok. Perth'te yaşam doğa güzellikleri ve spor üzerine kurulu, sosyal yaşam pek yok. Perth'te yapılacaklar, King's Park ve Botanik bahçelerinde dolaşmak, gün batımında kıpkırmızı olan kenti ve gökdelenleri izlemek, nehir kenarındaki az sayıda işletmeden biri olan Sassy's'te kahvaltı keyfi, hemen yanındaki Lucky Shaq'de gece arkadaşlarla biraları yudumlamak, bol bol yürüyüş ve bisiklet keyfi. Subiaco'da haftasonları pazar kuruluyor ve sonrasında dünyanın en lezzetli vejeteryan hamburgerlerini (tabii ki klasikleri de) bulabileceğiniz Jus Burger'de soluklanabilir ya da Subiaco Oval'de bir futbol maçına gidebilirsiniz. Amerikan futbolunun daha sert ve koruma aparatları olmadan oynanan bir şekli olan futbolun kurallarını ben hala çözemesem de, burda sezonu heyecanla beklenen spor olaylarından biri.

Şehirden otobüsle 15dk içinde okyanus kıyısına ulaşılıyor ve yoğun bir iş gününün yorgunluğunu yaz-kış 20C olan okyanus sularında giderme imkanı var. Şehrin bence en güzel kumsalı Cottesloe, bembeyaz kum ve uzun sahil şeridi var. Biraz dalgalı olsa da, güneş batışında inanılmaz romantik oluyor. Ev ve lisanslı barlar dışında içki yasağı olduğunu unutmadan (cezalar 200dolar civarında) sakin ve fazla çocuk olmayan bir köşede keyifle şarabınızı yudumlayabilirsiniz. Köpekbalıkları can kurtaranlar ve helikopterlerce devamlı gözetleniyor ve helikopter denize doğru alçaldığında mutlaka kıyıya çıkmanız gerekiyor, çünkü çevrenizde köpekbalıkları yüzüyor demek bu. Ayda bir, iki ayda bir ne yazık ki bazen ölümlü kazalar yaşanıyor, o nedenle dikkatli olmakta fayda var.

Şehirden trenle 30dk uzaklıkta benim en çok sevdiğim, çıplak ayaklarla dolaşabildiğim, hippi marketleri ve sanat camiasıyla ünlü ve son derece eski (1890lar) binalara ve enteresan bir hapishaneye sahip Fremantle kasabası bulunmakta. Avustralyalılar kelimeleri kısaltmayı çok seviyor; Mushroom (mushies), Octopus (occi), Breakfast (brekky) duyduğum en sevimliler, tabii Fremantle da olmuş Freo. Freo'ya mutlaka gidilmeli, haftasonu pazarı gezilmeli, pazarın içinde çoooook eski bir bar olan "Markets Pub"da canlı müzik dinlenerek bira içilmeli, mutlaka hapishane gezilmeli ve tünellere inilmeli. Tünellerde 2.5 saatlik turlar var, yerin altında fenerlerle dolaşıyorsunuz ve arada kano ile su kanallarını aşıyorsunuz, çok eğlenceli. Ayrıca geceleri düzenlenen hortlak turları da var, istenirse yemekle de birleştirilebiliniyor. Freo balıkçı ve sanatçı kasabası, her ikisinden de bolca bulmak mümkün, her köşe başında sanata ve taptaze balık, kalamar, salçalı soslu midye gibi lezzetler karşınıza çıkıyor. Bölgede bira yapımhaneleri de var ve en güzel birayı Little Creatures'ta hemen okyanusun kıyısında, limanda içebilirsiniz. LOFT benim en çok sevdiğim bar, muhteşem bir güneş batışı ve kızıllık keyfi sunuyor, kaçırmayın. Hemen yanındaki Cicerello ve Kailey's'te balık ürünlerini de tavsiye ederim.

Perth'te mutlaka yapılması gerekenlerden biri de Rottnest Adası ziyareti ve sezonunda (eylül-aralık) balina gözlemi. Rottnest, Freo'dan kolayca ulaşılabilen ve günübirlik gidilebilecek bir cennet. Turkuaz sular, bembeyaz kumlar ve palmiyelerle tam bir tropik ada görüntüsünde olup 17C'lik su ısısıyla içinizi hoplatıyor. Bisiklet kiralanmalı ve adanın tüm gün keyfine varılmalı. Balina gözlemleri ise kaçırılmaması gereken bir deneyim. 20mt'lik memelilerin sadece 1-2 mt uzağında olmak, sualtı mikrofonlarından şarkılarını dinlemek muhteşem bir keyif. Deniz canlılarını karadan görmek isterseniz Hillary's Harbour'daki AQWA gerçekten keyifle gezilecek bir akvaryum. Penguenler derseniz, Penguen adasına 30dk'lık bir yolculuk güzel bir deneyim. Doğal yaşamın görülebileceği bir başka güzellik ise Zoo. Ben hayvanatbahçelerine hayvan hapishanesi gibi oldukları için karşıyım, fakat Perth Zoo gördüklerim içinde en güzel, medeni ve hayvan haklarına saygı göstereni. Geniş alanlarda bir çok avustralyalı hayvanı gözlemleyebilir, koalaları sevebilir ve çevrenizde özgürce zıplayan kanguruları besleyebilirsiniz. Ayrıca Pinnaroo Mezarlığı da kanguruları kucaklamak ve mezar taşları üzerinde piknik yapmak için ideal. Evet doğru okudunuz :)

Perth merkeze araba ile 15dk uzaklıkta Swan Valley (kuğu vadisi) bulunmakta ve bu bölge organik tarım, çiftlikler, şarap üretim, satış ve turları ile çikolata ve pralin fabrikaları ile ünlü. Şehirden günübirlik turlar alınabilir ve litrelerce şarap tadabilir, arabayı kim ve nasıl kullanacak derdi olmadan keyifli bir gün geçirebilirsiniz. En güzel dönem mayıs, çünkü bağbozumu şenlikleri yapılıyor ve bölgede kıpkırmızı sapsarı yapraklarla küçük çapta bir indian summer yaşanıyor.

Kısacası; Perth fazlasıyla sakin, sosyal ve kültürel yaşamı kısıtlı bir kent, fakat doğa muhteşem, spor olanakları geniş, çocuklu aileler için güvenli bir cennet.

Ceren - Ekim 2010.

21 Ekim 2010 Perşembe

Yağmur

Yağmur bize çocukluğumuzu hatırlattığı için midir; şakır şakır yağarken, şemsiyesiz yakalanmışken, cama burnumuzu dayayıp izlerken, ayakkabılarımız su çekerken, eğri büğrü kaldırım taşlarının altına gizlenmiş su birikintisi bizi bulmuşken, beyaz pardösümüze arabanın teki su sıçratmışken, dönem ödevimiz hamura dönmüşken ya da pervazdan irice bir damla tam ensemize inmişken yine de gülümseriz?

Bu sabah yağmur var şehirde, ve dikkat ediyorum herkesin yüzünde bir gülümseme..

19 Ekim 2010 Salı

Jacaranda Mimosifolia


Doğanın büyülü ağacı; lütfen ben gitmeden masmavi çiçeklerinle donat bahçeleri. Çok narinsin, ağır kanlısın, bu sene geç gelen baharın son ve en muhteşem armağanısın. Supreme Court Gardens'ta bir tanesin, parkın girişinde, yeni yeni verdiğin filizlerle yaza hazırlanıyorsun. Bir haftam kaldı, lütfen benden esirgeme güzelliğini..

Asıl memleketin Bolivya ve Arjantin ama akdeniz iklimini, İtalya ile İspanya'yı sevmişsin. Türkiye'de göremedim seni, Avustralya'ya gelinceye dek varlığından haberim yoktu. Geçen bahar birden açıverdin, masmavi ve ulu bir çınar gibi. O gün birdenbire aşık oldum ben sana..

Jacaranda.. Ailenden genç bir bebeği arıyorum günlerdir, eve götürebilmek ve biricik dostumun huzur içinde yattığı toprağa bırakabilmek için. İklime uygunsun ve yola dayanabilecek güçtesin, bunları öğrendim. Ayrıca büyüdüğünde senin gibi olabilecek yeri var, 5-15mt'lik açık hava sahası, onu çok sevecek bir güneş ve tüm kasabaya hakim bir yamaç. Tek korkum, güney yarımküreden kuzeye geçtiğinde bocalaması..

Onu bulmamı sağlar mısın? Ya da en azından güzel mavi çiçeklerini doya doya izleyebileceğim, tatlı kokusunu içime çekebileceğim, gölgende kitap okuyabileceğim tek bir bahar günü verebilir misin bana, gitmeden? Lütfen..

15 Ekim 2010 Cuma

klozet kapağı


Helal olsun Feng Shui'ye, benim yıllardır başaramadığımı başardı. Klozetin kapağı - hem de ikisi birden - kapalı! Bir erkek için ne kadar zor bir adım, ne kadar meşakatli bir davranış, ne kadar fazla kas gücü gerektiren bir eylem bilirsiniz. Açık klozet kapağı meğerse evden para gitmesine neden oluyormuş. Bu sıra para biriktiriyoruz da, Afrika'da afiyetle yemek üzere.. Umudumuz kapalı klozet kapaklarında :)

10 Ekim 2010 Pazar

Rehabilitasyon merkezinden kaçış hikayem


Pazar sabahı okyanusa karşı oturmuş, iki metrelik dalgaların kırılırken çıkarttığı gürültüyü dinler ve sörf yapanları izlerken fark ettim ki; Avustralya bir rehabilitasyon merkezi ve ben burda 1.5 seneye yakındır rehabilite edilmekteyim. 15 gün sonra merkezden dışarıya, gerçek dünyaya salınacağım. Aman tanrım, gerçekten de durum aynen böyle..!

Korunaklı, sevecen, sakin ve huzurlu bir ortam var burada. Fazla güzel. Fazla sessiz. Bir terslik var. Bir gerçeklik, canlılık, devinim eksikliği var. İnsanlar küçük dünyalarında, rutinlerini yaşıyorlar. Fazla bir beklenti yok, günler birbirinin benzeri, insanlar kibar ve nazik, bir rehabilitasyon merkezi personelinin olabileceği ölçüde içten ve önyargısız.

Rehabilitasyon merkezinde yaşam tekdüze. Doğa o kadar mükemmel ki, yaradanı düşünmemek ve hayran olmamak elde değil. Merkezin kocaman bir bahçesi, ufak bir nehri, masmavi gökyüzü, rengarenk çiçekleri, zıplayan kanguruları, sarılabileceğin yumuşacık koalaları var. Böyle bir ekolojide, psikolojik ve bedensel iyileşme süreçlerine ket vuracak hiçbir etken yok. Spor yapmak, okyanus dalgalarının sonsuz deviniminde huzur bulmak, saatlerce iç diyaloglar eşliğinde yürüyüş imkanı, bisiklet parkurları, ağaçların altında ya da ıssız sahillerde kitap okumalar zaman geçirmenin en güzel yolları. Merkezin yönetim kadrosu tarafından diplomana ve belgelerine onay verildiğinde, yeteneklerin ölçüsünde bir işe girip çalışmak da kolay. Genellikle rutin, boş bir iş oluyor bu ama iyileşme sürecinde zaman doldurma ve düşünmemen gerekenleri düşünecek zaman bulamama ve üstüne üstük pek harcayacak yer bulamadığın katır yüküyle para kazanma gibi artıları da var. Merkezde yemekler berbat, ama hangi rehabilitasyon merkezinde güzeldir ki?!? Arada meyveli jöle çıktığı oluyor, deniz ürünleri de bol, kullanılan yağlar ise dış dünyanın zeytin yağının yerini tutmuyor. Beyaz peynir, domates en büyük sıkıntı. Sert ve kokulu elma sıkıntısı dayanılmaz boyutta.

Rehabilitasyon merkezinde kurulan dostluklar derin değil, çünkü herkes kendi iç dünyasıyla ve rutiniyle dolu. Arada çeşitli aktivitelerde görüşülse de içten bir dostluk, sıcak bir sohbet özleniyor. Nadiren denk gelen, tadına doyulmayan dostluklar da oluyor tabii, onlar bir ömür boyu sürüyor zaten, özlemle anılıyor ve dünyanın neresinde olunursa olunsun, aynı sıcaklığı koruyor insan.. Ama çok az rastlanıyor merkezde buna, bir elin parmaklarını aşmıyor bu tip dostların sayısı.

Merkezin yöneticileri ve genel ahalisi dış dünyadan haberlere karşı ilgisiz. Merkez zaten konumu gereği dış dünyadan izole, ayrıca kotalı ve yavaş internet bağlantısı bir süre sonra gazetelerin okunmasındaki anlamın yitirilmesine neden oluyor. Merkezin diğer bölümlerinden bile haberler gelmiyor çoğu zaman. Komşulardan gelen haberler ise genellikle kantinin açılma kapanma saatlerinde yapılması öngörülen değişikliklere dair referandum, ağaçta mahsur kalan kediler ve yemek programları gibi anlamsız haberler oluyor.

Rehabilitasyon merkezi sakinlerinin en sevdikleri aktivite çoğalmak. Bu aktiviteler düşük yaşlarda çoklu doğumlarla sonuçlanıyor. 4lü bebek arabaları merkezde sıkça rastlanan bir ulaşım aracı. Merkez yönetimi de, maddi yardım sağlamak ve şehri bebek arabalarının kullanım mimarisine uygun tasarlamak gibi adımlarla bu aktiviteleri destekliyor. Bebek yapımı o kadar gündemin merkezinde ki, yerel gazete ve haberlerde anne sütünün önemi devamlı vurgulanıyor ve bebekler sütü bolca alabilsin diye yerel yönetim tarafından formül mamalar reçeteye bağlanarak, süt vermek annenin seçimi olmaktan kanunlarca çıkartılıyor.

Merkezin temel problemi sığ ve rahat bir yaşam, entellektüel açıdan yerinde sayma ve hatta gerileme, insanlardaki bön bön bakışlar ve anlamsızlık hissi. Dış dünya ile kopan bağ, huzurlu bir yaşamı garantilese de, çoğu insanın ilk aşamada neden bu merkeze geldiğini unutmasına, bu boş yaşamı rahatlık saymasına ve merkezi asla terk etmek istememesine neden oluyor. İlginç şekilde, merkezin sakinleri kaldıkları süre uzadıkça bunları sorun olarak algılamaktan da uzaklaşıyorlar. Kısacası; rehabilitasyon merkezi bir ömür boyu yaşamaya uygun ve merkezin daimi sakini olmak isteyenler için prosedürler rahat ve hızlı işliyor.

Oysa, merkezin huzurlu yapay ortamından sıkılan, geldikleri dış dünyayı, kaosu, mücadeleyi, gerçek savaşımları özleyenler de var. Rahat ve mutlu oldukları halde, birşeylerin eksikliğini hep duyan insanlar bunlar. Biliyorlar ki, bu yapay cennetin, rehabilitasyon fanusunun dışında bir gerçek dünya var ve o dünyada öfkeli, kavgacı, kötü niyetli ve mutsuz insanlar yaşıyor. Bu dünyada kirlilik, verilecek kavgalar, zorluklar var. Fakat ışıltısı ve sesi de bir başka bu dış dünyanın.

Merkezdeki son 15 günüm. Bahçede daha çok geziyorum, iç konuşmalarıma daha çok kulak veriyorum. Dış dünyaya dönmeye hazır mıyım, bilmiyorum. Ya adapte olamazsam o hızlı devinime? Ya ben rehabilitasyon merkezindeyken kanunlar ve insanlar değiştiyse? Ya pişman olursam merkezden çıktığıma? İşte bunlar kafamı kurcalayan sorular..

Ama özlüyorum o dış dünyayı, kokusunu ve rengini hatırlıyorum. İşten çıkıp hızlı hızlı eve geçip, az birşey atıştırıp arkadaşlarla buluşmaya çıktığım o günleri hatırlıyorum. Konuşulan konuların derinliğini, gerçekliğini, atılan kahkahalardaki canlılığı özlüyorum. Mesleğimi zevkle gerçekleştirebileceğim bir ülkeyi, belki burdakinden daha az kazanacağım ama daha çok harcayacağım aktiviteleri umud ediyorum. Sanatı, edebiyatı, konserleri, dostlarla yapılan entellektüel konuşmaları, ana-baba ocağının uçakla sadece birkaç saat olan yakınlığını arıyorum. Kısacası, ruhen ve bedenen hazırım ben rehabilitasyon merkezinin sahte huzurunu terk etmeye. Dış dünyanın ışıltısı risk almaya değer diye düşünüyorum. Umarım doğru kararı vermişimdir!

Not. Vermediysem de, nasılsa bu rehabilitasyon merkezine geri dönmek kolay ;) Önemli olan buradan ayrılabilecek gücü hissedebilmek!

Turbo Düğmesi


"Turbo" kesinlikle 80'lerin ruhunu yansıtan bir kelime. Dün elimde bir kase vanilyalı dondurma eşliğinde Kara Şimşek'i izlerken fark ettim bunu. Maykıl önemli bir toplantıya geç kaldığını fark edince Kitt'i turbo düğmesine basarak hızlandırdı, ben de elimde kaşıkla kalakaldım.

80'lerde nerdeyse herşeyin bi turbosu çıkmıştı; elektrikli süpürgede, mikserde, her bi şeyde bu turbo düğmesi vardı. Hatta bu düğme 90'ların sonuna dek bilgisayarlarımızı da süsledi. Hatırlıyor musunuz bilmiyorum?! Turbo çalışma özelliği vardı da neden normalde çalıştırıyorduk, bunu da çözebilmiş değilim.. Sanırım biraz çekiniyorduk o ne üdüğü bilinmeyen renkli düğmelerden.. Wikipedia'ya baktım, eski sistemlerde işlemciden daha hızlı ya da yavaş çalışan bir oyunu oynayabilmek için basıyormuşuz bu düğmeye, böylece işlemcimiz oyuna göre kendini hızlandırabiliyor ya da yavaşlatıyormuş.

Bir de nedense herşeyin sonuna 2000 ekleme furyası vardı. En güzel örneği de, Kara Şimşek yani KITT'in açılımı: "knight industries TWO THOUSAND". Bu nasıl bir yaratıcılık eksikliğidir, güzelim Kitt'in açılımı ne kadar da kalas..! Model 2000, geleceğin modeli. Sanırım annemin meyve suyu sıkacağı da 2000'li bir isme sahipti. Aslında o günlerin naifliğine gülsem mi, ağlasam mı bilemiyorum çoğu zaman.. 2000 geçeli 10 sene oluyor, görüntülü telefonlara kavuştuk ama hala bir yerden diğer bir yere ışınlanmayı beceremedik. Umudumuz 2012, o zamana da kim öleeee, kim kala sevgili blog..

4 Ekim 2010 Pazartesi

Mezarlıkta piknik


Perth şehir mezarlığında piknik yaptık bu haftasonu..! Kendimize bir ölü beğendik, taşının yanına kareli örtümüzü serdik, elmalarımızı, krakerlerimizi, peynirimizi üzerine koyduk. Kangurular hopladı etrafımızda, mezarlara getirilen çiçekleri afiyetle midelerine indirdiler. Kuş sesleri, rengarenk açan çiçekler, heryerde koşuşan çocuklar, balonlar, piknik yapan aileler.. Mezarlıkta bir bahar günü..

Ölüm her zaman asık suratlı olmak zorunda değil, demek ki..