31 Mart 2010 Çarşamba

Vicdani Red


Kadın olduğuma hayatımın her anında şükretmişimdir. Birkaç senedir seçim hakkı olmaksızın askere alınmaya karşı çıkan, eline silah almak istemeyen insanlar için devlet yumuşatılmış bir kanun hükmü uyguluyordu. Buna göre, "asker kaçakları" olarak anılan bu insanlar bir süredir aranmıyor, soruşturulmuyor, vicdani red haklarına "kısmen" saygı duyuluyordu. Bir arkadaşımın bu linke tıklayarak okuyabileceğiniz yazısı bu durumun 26 Mart'ta sona erdiğini açıklıyor ve kendi gözünden yaşadıklarını çok güzel anlatıyor.
Evlatlarının eline silahı verip "bir başkasının evladını katlet" diyebilen devlet "büyük"lerimize ve ondan önce de çocuklarına asker kıyafeti giydiren, eline oyuncak silah veren, sonra bayrağa sarılı tabutuna sarılıp ağlayan ana-babalara lütfen bu yazıyı okuyun ve "kendisine sunulan hayata ihanet etmek istemeyen" bu insanların sesine bir kulak verin diyorum.

27 Mart 2010 Cumartesi

Uzaya Balon Yollayan Adam


Robert Harrison, uzay meraklısı bir İngiliz. Geçen hafta helyum dolu balona eklediği ufak bir kamera ve GPS sistemi sayesinde elde ettiği inanılmaz uzay fotoğrafları ile, NASA’nın milyon dolarlık projelerini silip bir kenara atarak hepimizi şaşırttı. Hedefi evinin gökyüzünden fotoğraflarını çekmek olan bu Zihni Sinir insan, balonun “tahmininden daha fazla” yükselmesi ile önce tüm şehri, sonra bulutları ve sonunda o bildiğimiz atmosfer çizgisi ile mavi küreyi resmetmeyi başardı.

Hayranlıkla izlediğim fotoğraflar, bana çocukluğumun Uçan Balon Gezegeni’ni anımsattı. 80’lerde çocuk olmak, uçan balonlara karşı özel bir sevgi bağı kurmuş olmayı da beraberinde getirir. Anne-babamızı binbir güçle ikna edip, rengarenk balonlar arasından kararsızlıklarla dolu bir deliryum süreci sonucunda seçtiğimiz balonumuz, 2 dakika sonra elimizden kopup masmavi gökyüzüne doğru yükselmeye başlar. Şaşkınlık ve hayal kırıklığı arasında yaşanan o karmaşık anlarda, babamla yaşanan sonu gelmez tartışmalar sonucunda, varlığına inandığım bir gezegendir “uçan balon gezegeni”. Çocukların ellerinden kopup kaçan balonların, bulutlar üzerindeki balon gezegenine varışları, diğer balonlarca sevinçle karşılanmaları ve milyonlarca rengarenk balon dolu bir gezegen! 80’li yılların elektrik kesintili gecelerinde, Ege’nın sakin bir kasabasında, usanmadan saatlerce gökyüzünü izlerken düşündüğüm imgelerden biridir...

Eminim Bay Harrison’un balona iliştirilmiş makinası ısıya ve basınca dayanıklı olabilseydi, şimdi elimizde, bu gezegenin ve çocukluğumuzda sadece 2 dakikalığına sahip olabildiğimiz milyonlarca renkli balonumuzun birçok fotoğrafı olacaktı.. Hayal edebiliyor musunuz..?

24 Mart 2010 Çarşamba

Mars'ta Yaşam


Günbatımı bu kentte her zaman çok güzel. Dünyanın geri kalanına ve oluşturdukları çevre kirliliği ve çöplere o kadar uzaktayız ki, gökyüzü masmavi ve günbatımları Ahmet Haşim şiirleri kadar kıpkırmızı. Dolayısıyla; biz her akşam Mars'ta yaşıyoruz!
İki gün önce çektim bu fotoğrafı, kasırganın ortasında güneş kendini 20dk'lığına gösterdiği anda. Evin balkonundan, heyecan ve hayranlık içinde. Renklerle oynamak doğaya ve doğama aykırı olduğu için, buyrun, KIPPPKırmızının keyfine varın!

21 Mart 2010 Pazar

All that you cant leave behind


U2’nun aynı isimli albümünü dinlerken, geride bırakamayacaklarımı düşünüyorum bu gece. Yıllardır bir ölçüde göçebe hayatı yaşadığım için, acil anlarda yanıma alacaklarım ya da yolculuk öncesi bavula atacaklarım konusunda uzmanlaştım diyebilirim. O konuda şüphem yok. Beni bu gece düşündürenler, yaşamın sona erdiği anda yanımda götürmek istediklerim.

Yıllardır eklemeler ve çıkarmalar yaptığım bir listem var. “Anlar Listesi” diyorum buna, sanırım pat diye sorulan ve cevaplayamadığım “en mutlu olduğun ve en üzgün olduğun anı söyler misin?” sorusundan sonra başladı bende bu takıntı. “Anlar listesi”, beynimdeki son nörotransmitter zıplaması anında bile benimle kalacak olan bir liste, ben de bu listenin “toplayıcısıyım”.

Listemi güzel ve kötü olaylar olarak ayırdım ve güzel olayların her zaman kötülerden fazla yer tutmasına çalışıyorum ama bazı hayat dönemlerinde bunu başaramayabiliyorum. Kötü olayları hatırlamak acı veriyor ama bazılarını kabullenmeyi öğrendim.

Güzel anlarımdan her zaman ilk beşe girenleri yazmak istedim bu gece. İlki, küçük teyzemin kucağında olduğum an, sanırım yaşım 2. Teyzem mutfakta, hamsi kuşu dediğimiz yemeğin kokusu havada, teyzem bana “hamsi koydum tavaya da başladi oynamaya” şarkısını söylüyor. Sonra Sharm el Sheik’e ilk gidişim ve iskeleden lacivert denize atlayışım ve o sonsuz mavinin içinde gözlerimi açışım var, cennet o andı ve suyun altında kalakalmayı dilemiştim. Diğer bir an, ilk sevgilimin ilk amatör domatesli makarna pişirme girişiminde domatesleri kesme anı. Mutfakta oturduğumu ve mis gibi ege domatesiyle taze nane kokusunu derin derin içime çektiğimi hatırlıyorum. Diğer bir an, Kudüs’teki ağlama duvarına ilk dokunduğum andır. Din ile ilgili hiçbirşeye odaklanmaksızın, oradaki yoğun enerjiyi hissetmiş ve uğruna yüzyıllardır kavgalar verilen bu kentte hüngür hüngür ağlamıştım. Kendimi affetmeyi de orda, o anda öğrendim. Ve bir de Hindistan’da bir an var, saatlerdir ufak bir otobüsün içinde doğu Rajastan’a gidiyoruz, ben U2 dinliyorum. Birden kocaman kıpkırmızı bir güneş doğuyor. Otobüs mola için duruyor ve içindeki tüm hintliler ve biz iki turist inip o buz gibi sabah havasını soluyoruz ve Flo poşetten son zencefilli kurabiyeyi çıkarıyor, ikiye bölüyoruz...

Düşünüyorum da, hayat durduğu o anda bizimle gelecek olanlar bunlar ve hepsi sevgiyle ilişkili. Bunu fark edince insan ölümden o kadar da çok korkmuyor.

Pavlov’un Köpekleri ya da Yalancının Kömür Olan Köyü


Son zamanda ikide bir yaşanan yangın tatbikatları ve sonunda gerçekten yanan bir mutfak hadisesinden sonra, 12 katı şaşkınlık ve kaybolmuşluk duyguları içinde koşa koşa inerken, her seferinde yanıma aldığım tek şeyin 27 senelik pelüş köpeğim oluşunu düşünüyorum. Bir de, kiminin elinde bir teneke kutu bira, kiminin elinde laptopu, kiminin elinde yarısı ısırılmış bir elma bulunan, yalınayak ve pijamalı, hiç de sakin görünmeyen apartman sakinleriyle gözgöze gelişimizi düşünüyorum. Şu sonuca varıyorum: panik anlarında elimize ne gelirse alıp çıktığımız teorisi yanlış!

Tamamen bilinçsiz bir şekilde, Pavlov’un köpekleri olarak zili duymamızla kapıya yönelme anımız arasında geçen ve son derece kritik olan dakikalarda, bizim için önemli olanların listesini saniyenin milyonda birinde hazırlıyoruz, maddeleri sıralıyoruz, en üstteki 1-5 maddenin yerini saptıyoruz, maddeleri arıyoruz, maddeleri buluyoruz, maddelerle çıkışa yöneliyoruz. Tüm bunlar olup biterken, organizasyon ve muhakeme yeteneğimiz ölçüsünde hızlı hareket edebiliyoruz. Sonuçta: hayatta kalıyoruz, ya da ölüyoruz.

Bu süreci hızlandırmak için, devamlı tatbikat halindeyiz. Sıkıldık. Fakat bu vesileyle evi topladık, önemli eşyaların yerlerini belirledik ve bir de bu güzel yaz gecesinde balkonda oturmuş hayatımdaki öncelikleri düşünüyorum.

Kısaca, apartman yönetimi ve yemek kursuna yollanması gereken bazı komşuların insiyatifleriyle, 5. yangın tatbikatımızı yaptık bu akşam. Tüm apartman bu konuda gittikçe profesyonelleşiyoruz. Ayrıca itfaiyecilerle sosyal ilişkiler de geliştirdik, 5 çayına hergün bir başka kata uğrama sözü de aldık. Bir çocukluk masalı vardır bilir misiniz? Yangın var diye bağıran bir yalancının başına gelenlerle ilgili, sonunda yangın çıkar ama kimse inanmadığı için köy yanıp kül olur. Umarım sonumuz buna dönmez. Tatbikatın da fazlası zarar.

Not. Bunu yazdığım şu saniyede yine alarmlar çalıyor! İnanılmaz!

Küçük sarı bir kız


Bizimle asansöre bindi, annesi ve babasıyla. Elinde eriyen çikolatası tüm yüzüne bulaşmış kocaman dondurmasıyla. Beyaza yakın karman çorman saçları ve çıplak ayaklarıyla. Arada ellerini sildiği cart pembe bulüzü ve çamur lekeli şortuyla.

Kafasını kaldırdı ve kocaman yuvarlak mavi gözleriyle bizi inceledi ve sonra bir dizi pirinç bebek dişiyle kocaman gülümsedi.

O indikten çok sonra bile, o asansör boşluğunda gülümsemesi kaldı.

Sosyal zekamı korumak hiç bu kadar zor olmamıştı..


Bu sıralar kendime şaşırıyorum, aksini gösteren emareler olmasa diyeceğim “ben büyüdüm galiba”. Bu ne organizasyon, rutin, “başımı kaşıyacak dakikam yok” durumları böyle?!? İnanılmaz sıkıcı! Saçmalık!

Sabah 7’de uyanıp, tek gözüm açık öteki kapalı halde apartmandaki spor merkezine iniyorum. Yarım saatlik bisiklet, koşu bandı ve yaşa bağlı olarak yer çekiminin etkisine girmeye başlayan kas gruplarının ağırlık eşliğinde nizama sokulmasının ardından, bir koşu eve gelip banyoya atlıyorum, ordan ağzıma koca ekşi bir kiwi tıkıp okula doğru yola çıkıyorum. Tüm gün okul, ilim irfan yuvası, beynimde yeni sinir bağlantılar, gri gri hücreler.

Akşam eve geliyorum ve internete giriyorum, sağa sola laf yetiştiriyorum. Haftasonu vakit bulunduğunda Blog’a aktarılmak üzere, bir Word dosyasına haftalık incilerimi biriktiriyorum. Flo eve geliyor, sanki yüzyıldır ayrıyız gibi bir kucaklaşma anı. Sevgi arsızı oldum. Serotonin ve dopaminin verdiği enerjiyle yemek hazırlığına girişiyoruz. Hava bir güzel ki, balkonda yeniyor hala! Hala bir teleskop alma planımız var, “astronomiye ilgiliyiz” adı altında geceleri karşıdaki gökdelende ne olup bitiyor öğrenmek istiyoruz.

Tüm hafta okul-iş-spor üçgeninde geçiyor, garip bir şekilde hep birileriyle buluşmaya sözler verip alıyoruz ve her seferinde kendimizi salondaki koltukta sarmaş dolaş tv izlerken buluyoruz! Ta ki Cuma akşamı gelene dek...

Cuma akşamı resmen bir metamorfoz yaşanıyor evde, yaşlı nine ve dede ayarındaki ruh halimiz yerini efil efil giysilere, parlayan gözlere bırakıyor ve canlı müzik dolu sokaklara, yeni keşfettiğimiz bir bara ya da bu sıralar takıntı haline getirdiğimiz açık hava sinemasına gidiyoruz. Haftasonu mutlaka kocaman kahvaltılar yapıp sonra kumsala, mutlaka çıplak ayak yürünen hippi pazarlarına uğruyoruz. Şehrin kıyısında köşesinde kalmış gizlerini keşfediyoruz ve deli gibi yorgun, haftasonunun kısalığından yakınarak eve dönüyoruz.

Bipolar kişilik bozukluğundan muzdarip bir haldeyiz, haftaiçleri huysuz rutinin dibine vurmuş birer yaşlı, haftasonları yerinde duramayan insanlar olduk. Roller-coaster rutinimiz oldu, ne yalan söyleyeyim: Mutluyum!

Çıplak Ayak Akımı


Yaşadığım şehirde, her daim sıcak olan bir hava, seviye farkı olmayan temiz caddeler ve buna bağlı olarak gelişen çıplak ayak akımı var. İnsanlar çıplak ayaklarıyla caddelerde arz-ı endam ediyorlar, ayaklarına cam kırıkları batmıyor ve simsiyah olmuyorlar. Çoluk çocuk bu akıma bağlı insanlar var.

Çıplak ayak dolaşmak, saçlara rasta yaptırmak, sokakta içki içmeye başlamak ve berduş olup sokaklarda yaşamak gibi bir döngü söz konusu değil bu şehirde, çıplak ayaklarıyla finans sektörü gibi sıkıcı işlerde çalışan ve akıl sağlığı yerinde olan insanlar var.

Buna bağlı olarak bazı barların ve restoranların kapısında “kravat mecburiyeti” yerine “ayakkabı mecburiyeti” gösteren yazılar var. Koca koca fedailer yaş ve ayakkabı kontrolü yapıyor. Hoşuma gidiyor ne yalan söyleyeyim, bu ülkede benim gibi insanlar var.

17 Mart 2010 Çarşamba

Çöp-Sanat ya da Çöpten Sanat


Haftasonu Cottesloe kumsalında bağımsız sanatçılar tarafından hazırlanmış sanat eserleri sergisi vardı. Plastik kutuların kapaklarından yapılan ve bir yılan gibi kum üzerinde kıvrım kıvrım duran bu eser hoşuma gitti ve beni yaşadığımız "küresel çöp-ev" üzerinde düşündürdü.

7 Mart 2010 Pazar

Parmak ucumdaki cennet: Guacamole


Haftasonu için evde yumoş koltuğa gömülüp kitap okumak ya da arka arkaya birkaç güzel film izlemek isteyenler için harika bir tarifim var: Guacamole!
2-3 orta boy avokado, 1-2 orta boy domates, yarım kırmızı soğan, yarım limonun suyu, tuz, karabiber ve dayanabileceğiniz ölçüde Tabasco sosu kocaman bir mutluluk kasesi yaratmak için yeterli. Avokadoları güzelce ezip, ufacık küpler halinde doğradığımız domates ve soğanı bir koca kaseye alıyoruz ve diğer tüm malzemeleri ekleyip karıştırıyoruz. Sonra mevsim koşullarına göre battaniyemiz ya da buzlu limonatamızı alıp, kitabımızın başına ya da DVD oynatıcımızın karşısına geçiyoruz. Etimek veya mısır cipsi eşliğinde, yüzde kocaman bir gülümsemeyle keyfini çıkartıyoruz!
Guacamole eşliğinde son okuduğum kitap: Juliet, Naked! - Nick Hornby
Guacamole eşliğinde son izlediğim filmler: The men who stare at goats - Grant Heslov, Lovely Bones - Peter Jackson

6 Mart 2010 Cumartesi

Hindistan 3: Bombay, Matheran ve Goa

Rajastan'ı, tangır-tungur yataklı bir otobüsün içinde, hoplaya zıplaya geride bırakırken, bir yandan ateşim çıkıyor, diğer yandan kırıklık başlıyor. Büyük hata, 18saatlik yolculuk ve ben yine-yeni-yeniden hastayım. Bombay'a varışımız, dilenciler ve lipralı elleri, Colaba'daki inanılmaz rahat, konforlu ve ateş pahası Garden Hotel'e gidişimiz, yatağa atlayışım, 39 derece ateş, hafızamdan silinmiş halde.. Kendime geldiğimde, karnım acıkmaya başladığında ve pencereden dışarı bakacak kadar yürüyebildiğimde 3 gün geçmişti. Bombay da Ajanta Mağaraları'nı göremedim ama gözüm karara karara, başım döne döne India Gate'e, oradan Chowpatti kumsalına gittim, kumlarda çıplak ayak yürüdüm ve sıcacık kapkara sulara ayak sokmaya yeltendim. Bendeki Bombay anıları bu kadar.

Ben öte-dünyadayken neler olmuş neler, diğer gezginlerle karşılaşmışız, onlar bize rüya gibi bir dağ istasyonunu anlatmışlar, tren biletleri ayırtmışız.. Yola çıktık, bana herşey sürreal gözüküyor. Hastalıktan sanıyorum ama kuzeyden 18 saat güneye inmişiz, dünya gerçekten farklı, ağaçlar uzun uzun, insanlar da film yıldızları gibi.. Bir dakika, sanırım onlar gerçekten de film yıldızı! Bombay Bollywood'un merkezi ve turistler bu filmlerde ufaklı büyüklü rolleri kapabiliyor, üzerine de para bile kazanabiliyorlar. Biz kumsalda salına salına yürüdük ama bizi seçen olmadı, yine de deneyin derim.. 500 kişi kadrolu bir hint filminde görünmeyi ve hatta dans etmeyi kim istemez? :)


Bombay'daki Victoria Tren Istasyonu da görülmeye değer.. Burda yaşayan insanlar olduğu fikrine kapıldım, çünkü yerlerde uyuyan, yemek yiyen gruplar vardı. Matheran'a aktarmalı bir tren yolculuğu yapılıyor, yolun son 2 saatlik bölümü inanılmaz heyecanlı ve zevkli. Ufacık "oyuncak" trende tıngır-mıngır dağa tırmanmaya başlıyorsun.. Bazı yerlerde uçurum 30cm yanında ve yüzlerce metre aşağı gözükebiliyor ya da girilen tüneller trenden az bir az büyükçe olabiliyor. Camları açmak rüzgar trenin dengesini bozduğundan yasak. Müthiş bir macera ve kelle koltukta deneyimi. Ama kesinlikle değiyor. Matheran Hill Station benim bu dünyada görüp görebileceğim en güzel dağ tepesi ve en "uzak" köy! Tamamen ormanın bağrında, kuş sesleri ve kullanılan tek taşıma aracı olan eşek anırtıları içinde, ne yöne yürüdüğünüzün belli bir zaman sonra anlamını yitirdiği bir köy bura ve ben 26 yaşıma giriyorum Matheran'daki ilk günümde, Barr Hotel denen 1846 yapımı o inanılmaz rüya gibi veranda ve bahçelerle kaplı, tek konuğunun biz olduğumuz konuk evinde. Yakınlardaki göl, çevredeki tepeler, güneş batışını izlemek için muazzam yerler ama asıl yapılması gereken, güzel kalın bir kitap alıp verandadaki iskemlelere gömülmek ve okumak, okumak, okumak.. 3 gün cennette gibiydim! Aynı oyuncak trenle yine macera dolu bir şekilde kıvrıla kıvrıla aşağıya iniyoruz, ellerimizde birer MIRINDA gazozu, aynen çocukluktaki lunapark gibi. Bu yaşam tarzı burda aynen korunmuş ve büyükler de faydalanabiliyor.

Bombay'dan tekrar bir aktarma yaparak 24 saatlik efsanevi bir yolculuğu daha atlatıp Goa eyaletine varıyoruz. Yine apayrı bir dünya ve burası 40 derece, nemli, tropik ve kuzeye kıyaslama yapılamayacak derecede farklı bir bölge. Goa uzun yıllar Portekiz sömürgesi olduğu için, etkileri hala devam ediyor, özellikle binaların mimari yapısı ve yaşam tarzında. Panaji, yani başkentten 15dk'lık bir minibüs yolculuğu ile Candolim'e geldik ve denize 3dk uzaklıktaki Coqueiral Holiday Home'a yerleştik, temiz ve rahat. Şansımıza en önemli bayramlardan biri olan Holi Festivaline de denk geldik. Holi insanların birbirlerine renkli boyalar attığı ve beyaz kıyafetlerin pembe, mavi ve yeşille boyandığı bir festival. Sokakta olmak boyalı balonların hedefi olmak için yeterli, o nedenle en kötü kıyafetinizi giyin, kameraları evde bırakın ve kendinizi dışarıya atın! Mutlaka birileri iki kaşınızın ortasına kırmızı nokta sürecektir ve geceleri de havai fişek gösterilerini kaçırmayın! Ne kadar süreceği tamamen halka kalmış, 1 gün de sürebilir, 1 hafta da..


Old Goa'da kilise ve katedraller mutlaka gezilmeli, geceleri 3 dolara deniz ürünü ağırlıklı ziyafetler ve gündüzleri kumsaldaki Bono's da kahvaltı (özellikle köpek balığı tostu) ziyafetleri çekilmeli. Bir de yaşlı ingilizlerin üstsüz şekilde sergiledikleri sarkık memeleri olmasa.. Anjuna'da çarşamba günleri yerel pazar kuruluyor ve hediyelik ya da yerel meyveleri pazarlık yeteneklerinizi konuşturarak normalin 1/5ine alabilirsiniz. Yarım gün yetmiyor, benden uyarması!

Bölgedeki bir başka kumsal olan Paldem ise kartpostallardaki gibi, upuzun bembeyaz bir kumsal, sıra sıra palmiye ağaçları ile kaplı. Palmiyelerin hemen arkasında kulübecikler var ve Cozy Nook hamakları ve basit ama rahat klübeleri ile ilk gece tercihimiz oldu. Sabahın erken saatlerinde kumsalda yürüyüş yaparken, kumsalın diğer ucunda Bridge and Tunnel diye biryer keşfettik ve şansımızın yaver gitmesi ile denizin hemen kenarında bir kulübeciği ayarladık. Sonra bir posta daha sahili geçip eşyalarımızı taşıdık ve hemen kendimizi kızgın kumlardan 35 derecelik sulara attık. Tabii serinlemek olası değil ama tüm gün denizde kalmak mümkün, benim gibi bir balığa cennet! Su altında tanıdığım o sesleri duydum ve kafamı kaldırdığımda yunuslarla yüzdüğümü fark ettim! Sahilde ise masaj yapmak isteyen, serin meyve satan ya da incik boncuk satan yerliler dolaşıyor devamlı. Hindistan'da vücudun çıplak gösterilmesi ayıp olduğu için, kadınlı erkekli Hintliler denize de sarilerle giriyor ve biz de mayolarımızla onları kikir kikir güldürüyoruz.


Şansımıza kumsalda bir avrupalı çift Hint geleneklerine göre evlendi ve biz de izledik - nerden bilebilirdim tam 6 sene sonra bir kumsal düğününün de bizim başımıza geleceğini :) Onları izlerken imrenmiştim ve işte böyle doğal olmalı herşey demiştim, hakikaten bizimki de öyle oldu. Onların fotoğrafları hala albümümde üstelik..

Goa seyahatimizin son noktasıydı ve sonrasında Bombay'a geri dönüp oradan da bahreyn üzerinden aktarma ile Türkiye'ye dönmüştüm. Dönüşümün ertesi günü 40 derece ateşle ve hayatımda yaşamadığım türden bir baş ağrısıyla yatağa düştüm ve 1 haftalık serum ve antibiyotik takviyeli dinlenmeden sonra ancak gözlerimi açabildim. Açar açmaz da günlüğümü elime aldım ve yazdıklarımı aynen aktarıyorum:

"... Yoğun bakımdaymışız, ne çıkar.. Hemen değil ama bir yolunu bulup bir an önce yollara düşmem lazım. Kimbilir belki Mayıs, belki Afrika.. Yollarda olmak öyle güzel ki..."

Ceren - 2004.

5 Mart 2010 Cuma

Hindistan 2: Rajastan

Jaipur, Rajastan eyaletinin güzel mi güzel kapısı. Agra'ya uzaklığı mutlaka-kaçan-tren ya da daha güvenli-otobüs ile 6 saat. otobüs yolculuğu tam bir macera; daracık toprak yollarda sağdan akan trafik ve 15 saniyede bir çalınması kural olan korna eşliğinde hertürlü tehlikeli manevra özellikle gerekli. Fakat bu kıpkırmızı tuğladan yapılma kırmızı-kente varıldığında tüm o macera hemen unutuluyor. Madhuban Hotel bu güzel kenti daha da güzelleştiren bir butik otel ve çok ucuz. Cennet bahçesi gibi bir bahçesi ve tertemiz bir havuzu bile var. Çevremde hoplayan sincapları da bugün bile (6 sene sonra) hatırlıyorum. Eskikent'in ortasındaki minareye tırmanılmalı, kuyumcular mutlaka gezilmeli, kıpkırmızı Wind Palace ve City Palace'a tırmanılmalı!


Jaipur'dan trenle Ajmer'e, oradan da kıvrım kıvrım dağ yollarında "Allahım bekle beni, sana geliyorum" nidaları eşliğinde otobüsle toplamda 3 saatte Pushkar'a varılıyor. Pushkar müthiş bir kent, kutsal bir kent olduğu için, hayvansal ürünler ve alkol yasak, gölü çevreleyen minik tapınaklar ve "gat" denen toplu yıkanma-arınma ve ölülerin ardından çiçek bırakma törenlerinin yapıldığı göl-köşeleri var. Fazla turist ve onlardan da fazla ot içme imkanı olduğu için, biraz hayal kırıklığı olabilir ama Super/Special Lasse (sütlü içecek) ya da çeşitli kekler, değişik bir algı eşiğinin açılması amaçlı denenebilir :) Hotel Baharatpur gerçekten "bulunulması gereken yer" ve 3 çevresi pencereli 1 numaralı oda günler öncesinden rezervasyon ile ayırtılmalı. Her köşeden gölü ve ibadet eden insanları görebiliyor, gül ve papatya tarlalarında yürüyüş yapabiliyorsunuz. Brahman tapınakları, Hinduizm ve mistik hava kentin heryerine sinmiş halde.


UNESCO'nun korunması gereken 100 kent listesinin baş sıralarında yer alan, ortaçağ kasabalarını andıran Jalsaimer'a gece yolculuğu ile varılıyor ve otobüsten inildiği anda çevrenizi saran tout denen yerel turizm acentalarının elinden bir şekilde kurtulmanız gerekiyor. Jalsaimer'da mutlaka-mutlaka-mutlaka eski kentte yani kale içinde kalan bölümde kalınmalı, tüf ve kilden yapılma evlerde, penceresiz ve yarasalarla dolu odalarda ama muhteşem bir duygu ve içebakış yoğunluğunda büyülü geceler geçirilmeli. Odanın penceresinden altın-kent ayaklarınızın altında.. Bir de kapıların boyu 1.50mt olmasa! Çarpa çarpa yamru-yumru bişiyler çıktı kafalarımızda.. Ama Jalsaimer'ın en büyük macerası devlet marijuana ofisi'nden (evet doğru okudunuz) alınan kurabiyeler oldu benim için. Etkisi hissedilmeyen kurabiyelerin kalanını masa üstüne bırakıp uyudum ve ertesi sabah gördüğüm manzara akıllara zarardı. Karıncalar kafayı bulmuş; kimi ayakta durmakta zorlanıyor, kimi yerinde daireler çiziyor.. Güler misin ağlar mısın bu hırsızların düştüğü hale!


Jalsaimer'a gelmişken, Hindistan'ın çöllerinde avare avare dolaşmak lazım. 2-3 günlük turlar otelinizden, yemekler dahil 10 Euroya ayarlanabiliyor, çöl insanları sizi alıyor, develerin sırtına atıyor, kumların üzerine serdikleri yataklarda uyutuyor, taze taze pişirdikleri yemeklerle besliyorlar. Deveye binmek çok eğlenceli, özellikle devenin oturup kalkarken ön ayakları ile mi arka ayakları ile mi oturacağı tam bir muamma olduğundan, her sefer bir öne-arkaya sallantı geçiriliyor ve develer koştuklarında da böbrek taşı falan kalmıyor bünyede. Yine de dikkatli olunmalı, bizden önceki ekipten bir çocuk deveden düşünce iki kolunu birden kırmayı başarmıştı. Pıhtı riskine karşı uçağa binemediği gibi, poposunu bile yıkayamayacak haldeydi.. Oldukça trajik bir durum!


Bir sonraki durağımız, mavi kent ya da Jodhpur. Haveli Guest House, bu kentin kesinlikle önereceğim bir oteli, güzel kale manzarası ve Thali'yi deneyebileceğiniz temiz restoranı da cabası. Mavi kentin mavi olmasının bir nedeni var elbet ve siz bunu akşam saatlerinde acı bir tecrübe ile anlıyorsunuz. Kenti sivrisinekler ele geçirmiş halde ve eski çağlarda mavi rengin sivrileri uzak tuttuğuna, ayrıca kutsal renk olduğu için sivrilerden gelecek sıtma gibi ölümcül hastalıkları da kovacağına inanılırmış. Geçen yıllarda her zaman olduğu gibi doğa savaşı kazanmış, sivriler maviye aldırmaz olmuşlar. Yine de evler ve tüm kent masmavi ve özellikleMeherangah kalesinden (majestic fort da deniyor) ve saat kulesinden görüntü muhteşem. ayrıca fala meraklı arkadaşlar da -hala hayattaysa- kalenin içindeki Mr.Sharma'ya bir uğramalı ve avuçiçlerini göstermeliler.


Rajastan'ın son durağı Udaipur. Jagat Niwas Palace ise kalınabilecek en uygun ve güzel otel ve manzarası muhteşem. Jagdish mabedi ile City Palace gezilmeli ve Lake Pichola gölünde mutlaka kayıklarla bir tur atılmalı. Gölün ortasında eski bir sarayın restore edilmiş hali olan Lake Palace Oteli biraz tuzlu fakat 2-3 gün önceden yapılan rezervasyonla akşam yemeği ya da 20$ civarındaki öğle yemeği ile eşi bulunmaz bir deneyim.


Rajastan'ı boydan boya geçmek ve tüm o kızıl-sarı-mavi kentlerin büyüsüne kapılmak, Hindistan'da olduğunuzu hissettiren sıcak ve kokular ile harmanlanmak.. Sanki dün gibi gözlerimin önünde ve yazarken bende yine gitme isteği uyandırdı, umarım sizde de!

Ceren - 2004.

Hindistan 1: Delhi, Agra ve Genel Hava

Üniversite yıllarımın büyük kısmını gitme hayalleri kurarak geçirdiğim, beni hem heyecanlandıran, hem korkutan, ama en çok da renkleri ve kokusunu bile duymadan büyüleyen Hindistan'a, 2004 yılının Şubat ve Mart aylarında yaptığım gezileri nasıl oldu da blog'uma bu kadar geç işleyebildim, bilmiyorum. Şaşkınlık ve vakitsizlik, biraz da karman çorman Bollywood filmini aratmayan notlarımı birtürlü toparlayamamak. Tembelliğime kılıf aramayalım, sonunda yazıyorum!

Hindistan koccccaman bir ülke (dünyanın 7. büyük, 2. en kalabalık ülkesi), kuzeyi ile güneyi, doğusuyla batısı ekonomik, kültürel, sosyal ve demografik açıdan birbirinden çok farklı! Bu yazımda, ilk olarak kuzey bölgeleri ele alacağım.


Hindistan bir çok alanda en'lerde; nüfus, coğrafi alan, ekonomi.. Aynı zamanda da en fakir halkın, en zor koşullarda yaşadığı ülkelerden biri. Başkent Yeni Delhi'ye İstanbul'dan karlı bir Şubat sabahı 1 gün rötarla çalkantılı, 7 saatlik bir uçuş sonrasında vardık ve bizi sarmalayan sıcak hava, kokular, renkler ve görüntülerle mest olduk. Yeni Delhi'de, sakin bir şekilde geviş getiren ineklerin arasında bindiğiniz motorlu triportör (tuktuk)la yol alırken, insanların gerçekten de sokakta doğup sokakta öldüğünü görüyorsunuz. Birçok Bollywood filminde görülen ihtişam, zenginlik ve dans, sokaklarda fakirlik, hastalık, umutsuzlukla yer değiştirmiş. Gerçek Hindistan bu, banliyölerde geçen bir hayat. İlk günün şoku, biraz üzüntüye ve tüm fakirlere sadaka dağıtmaya varıyor; fakat Hindistan'da geçen iki aydan sonra, dönüş yolunda gözlerinizde farklı bir anlamla, çok daha farklı bir Hindistan'a bakıyorsunuz. Ben size bu Hindistan'ı anlatacağım, çünkü fakirlik heryerde ve insanlar bu şartlarda şükretmeyi ve mutlu olmayı yakalayabilmişler.

Yeni Delhi'ye öksüre öksüre, ağır bir griple vardım ve 2 ay boyunca hastalıktan kurtulamadım. Hiçbiryerimde birşey yoksa bile devamlı boğazım ağrıdı durdu. Önerildiği halde, yanımıza aldığımız sıtmaya karşı ilaçları, depresyon belirtilerine neden olduğu için kullanmadık. fakat daha tehlikeli hastalıklar için (sarı humma, çeşitli menenjitler) gitmeden önce bir seyahat doktoruna görünmekte ve aşıları olmakta fayda var. Seyyar cibinliğimiz, çeşitli sinek kovucular ve kapalı şile bezi kıyafetler kullanmak gezi sırasında bize yeterli oldu. Musluk suyu, buzlu içecekler, sokak arası satıcılarından uzak durmak, meyve-sebzeyi soyarak yemek de doğu ülkelerinde hayat kurtaran önlemler. Yine de 2 ay boyunca birkaç mide sorunu, ishal ve sıcak çarpması yaşadık, bundan kaçış yok. Yerel halkın bulduğu yerel çözümlere güvenmek lazım.


İlk güzel süpriz, Delhi'deki ufak ama rahat otelimizin (adı şanlı Broadway Hotel) resepsiyonistinin yolladığı naneli-kekikli çaydı ve beni Rajastan'a kadar zımba gibi ayağa dikti. O gazla hemen Jama Camii'ni, yerel pazarları, RedFort'u ve Connaught Palace'i gezdik. Aralarda tuktuk ya da rickshaw denen motorize tripodları kullanmak çok heyecanlı ve eğlenceli, ayrıca ucuz bir yöntem. Delhi'den Agra'ya Taj Expres ile 2.5 saatte varılıyor ve Şah Cihan'ın karısı Mümtaz Sultan'ın ölümünden sonra yaptırdığı o şahaseri, Tac Mahal'i gördük. Bahçesinde gezmek, rüzgarı dinlemek, mermerin ılığında kıpkırmızı güneşi batırmak muhteşem tecrübeler. Ayrıca asit erozyonunun önlenmesi için 11.000m2'lik alana motorlu taşıt sokulmuyor ve bu da Hindistan'ın ortasında mis gibi havası olan tertemiz ve sakin bir "kurtarılmış bölge" ye sahip olmayı sağlıyor. Ayrıca mermerler şimdilerde kimyasal sıvılarla temizleniyor ve korunuyor. Hintliler tarihi ve doğal güzellikleriyle gurur duyuyor ve korumayı biliyorlar.


Hintliler çok gururlu, tarihleri ve kimlikleriyle övünen bir halk. Kendilerine özgü alınganlıkları ve neşeleri var. Adetlerini öğrenmek, yerel halktan bir iki kelime kapmaya çalışmak, güleryüzlü olmak ve insanlara güvenmek size çok kapılar açar. Sizi Japon sanabilecek derecedeki saflıkları, sokağın ortasına kaka yapabilecek kadar doğal yaşamları, acil durumlarda tuvalet kağıdını 10 katına satabilecek kadar kurnazlıkları.. Bunların hepsi bir ömür boyu belleğinizde kalacaktır.


Hindistan'ı yaşamak, koklamak, dinlemek, tad almak demek. Birbirinden keskin baharatları, lezzetli yemekleri, heryeri çiçeklerle süslemeleri, içilen çaylar, sıkılan eller, gülümseyen gözler.. Sadece fotoğraf makinası değil, ses kayıt makinası da götürmeniz gereken ülkelerden, Hindistan. Çok ucuza, çok güzel yaşayabileceğiniz; aynı zamanda çok büyük paralar harcayarak perişan olabileceğiniz biryer. Azla yetinebilen, eve dönerken yanında yeni dostlukları, hatıraları ve fotoğraflarını taşımaktan başka birşey beklemeyen, hayata gülümseyerek bakabilen ve dakik-düzenli yaşamı elinin tersiyle itebilen seyyahlar için muhteşem bir ülke. Yeni tecrübelere açık olmak, trafiğin en kopma noktasında bile sakinliği, sükuneti korumak, gördüklerini gerçekten o anda yaşamak ve tarafsız şekilde hafızaya atabilmek, dilencileri, hırsızları ve hastalarıyla bir ülkeyi kabul edebilmek ve sevebilmek, Hindistan'a gitmenin ve gittiğinde de güzel vakit geçirebilmenin temel koşulları, olmazsa olmazları..

Ceren - 2004.

4 Mart 2010 Perşembe

İran Seyahati

2004 yılının soğuk bir Ocak ayında yaptığım İran gezisine dair aklımda kalanları, seyahat notlarım ve wikipedia'nın günlük gerçekleri ile karşılaştırdım ve 6 sene sonra yazmaya çalıştım. Bu 6 senede İran'da ne kadar çok şeyin değiştiğini; özellikle gittikçe aşağılara inen başörtülerini, kadın haklarına dair yükselen sesleri ve politik açılımları ben de şaşırarak okuyorum ve yazıyorum.

2004 yılında İran'a gitmek, 2.5 aylık Hindistan gezisi öncesi aslında 10 güne sıkıştırılan ve son dakikada verdiğim bir karardı. Asıl fikre göre karayolundan Hindistan'a ulaşmayı ummuştuk fakat bölgedeki siyasi gerginlikler nedeniyle aradaki ülkelerden (Pakistan ve Afganistan gibi) geçiş yapılamadığı için geziyi ikiye bölmüştük. Ne yazık ki aradan geçen 6 senede durum hala değişmedi, hala karadan Hindistan'a geçmek, Türk-i cumhuriyetlere geçmeden mümkün olsa da, güvenli değil.


İran; ya da 1935'ten önceki ismiyle Persia; tarihi MÖ 2800 yıllarında başlayan çok köklü bir uygarlık ve 1979'dan beri İslam Cumhuriyeti adıyla ve 74 milyonluk nüfusu ile batı dünyasına kafa tutmaya devam ediyor. 2004 senesinde sırtta çanta, altında uzun palto, başta başörtüsü ile seyahat mümkündü, fakat sol ele takılan bir yüzük, insanların size daha güvenle yaklaşmasına ve kadın olarak daha rahat etmenize olanak sağlıyordu. Batı ambargosu nedeniyle, İranlıların çoğunun batı imajı kaçak filmlerden gördükleri hollywood sarışınları ile ilintiliydi ve bu nedenle gezgin kadınlar tek başlarınayken erkekler tarafından rahatsız edilebiliyordu. başkent Tahran'da benim de kendimi tedirgin hissettiğim zamanlar olsa da, güneye indikçe bakışların yumuşadığını ve hoşgörünün arttığını hissettim.

Başkent Tahran, çirkin bir kent. Yol yorgunluğunu atmak için ve "amerika'ya hayır" pankart ve duvar resimlerini görmek için sokaklarda yürünebilir. Cuma günü dini tatil olduğu için, şehir daha sakin bir havada gezilebildiğinde biraz daha az gürültülü ve rahatmış gibi düşünülüyor. tahran, açık ara gördüğüm en çirkin ve iç karartıcı şehirdi ve dakikada 178 kere başımdan kayan başörtüsü nedeniyle iyice sinir bozucu oldu. kısacası ben birşey anlamadım bu şehirden.. Neyseki ilk günkü memnuniyetsizliğim ertesi gün Esfahan'a varınca tamamen değişti. Esfahan'a akşam üzeri, çok güzel bir yoldan geçerek, dağları aşarak, kıvrıla kıvrıla vardık. Bugün bile o güzelim karlı dağlar ve yeşil ovalar zihnimde canlı.


İmam Hümeyni (ya da Naghsh-e Jahan) meydanı, kentin UNESCO koruma listesinde de yer alan, gerçekten görülmesi gereken, dünyanın ikinci büyük meydanıdır. Bol bol çay ya da şişa (nargile) keyfi yapılabilir, şehirdeki diğer 3 turistle (2004 yılında ortalama turist sayısı, gerçekten..) kaynaşılabilir, kollarında duran şahinlerini sevebilir, yerel halkın akşam yemeği ya da evlerinde çay davetlerini kabul edebilir, Sheik Lotfollah camii'nin güzel çinilerine hayran kalabilir ve gün batımında mozaiklerin rengini izleyebilirsiniz. Meydandaki diğer bir camii olan Emam camii açık avlusu ve ortadaki havuzuyla gerçekten güzel ve Ali Qapu sarayının üst katındaki manzara uzun yıllar akıldan çıkacak gibi değil. Akşam yaptığımız bir taktik hatası sonucunda "Yoghurt koresh" isimli kuzu etinden yapılan yoğurtlu, şekerli ve safranlı bir yerel yemeği yedik.. Hakikaten kötüydü, görüntüsü bugün bile gözümün önünde. geceyi kurtaran dağ çilekli safranlı pilavdı ve İran'da ne yapın edin, her çeşit pilavı mideye indirin!


Esfahan'a göreceli olarak yakın sayılan küçük dağ kasabası Kashan'a bir araba kiralayarak günübirlik bir gezi yapmanızı öneririm. Manzara ve köy adetlerini deneyimlemek için birebir. Şiraz, İran'ın bir başka cennet köşesi. kentin 3te 2si pazar yerleriyle kaplı ve iklim ılıman olduğu için her evin avlusunda üstü mandalinalarla kaplı ağaçlar var. Esfahan'dan yol 7.5 saat sürüyor ama görüp görebileceğiniz en güzel dağ manzaralarının ve keçi sürülerinin arasından geçiyorsunuz. Otobüsler rahat ve güvenli, insanlar misafirperver ve çok samimi. Şiraz'ın önemi tabii ki tarihi Persepolis kenti ve Nekropolis alanları. Kesinlikle tur alınmasını öneririm, çünkü tarihi ve hikayeleri uzmanından dinleme şansını yakalıyorsunuz ve Perslilerin tarihi anlatırkenki haklı gururunu da görmüş oluyorsunuz. Rehberler genellikle üniversite öğrencisi ve masraflarını bu şekilde çıkardıkları için bahşişi bol tutmada sakınca olmamalı.


İran bir zamanlar sahip olduğu Pers medeniyetinin tırnağı bile olamamış bir medeniyet, üstelik oldukça agresif dış politikaya sahip. Fakat insanı çok sıcak, misafirperver ve batıdan gelen herşeye de bir özlem duyuyor. İran'a gelirken yanınızda çocuklara ve evine davet edenlere verebileceğiniz küçük hediyeler getirin. İrandan giderken bir yumuşak helva türü olan Gaz'dan alın. Persepolis'e hayran kalın, Esfahan'ın meydanlarının, çimenlerinin, çay evlerinin keyfini çıkartın. Ve dönerken de özgürlüğünüze, rahatlığınıza şükredin; özellikle bir kadın olarak!

Ceren M. - 2004.

3 Mart 2010 Çarşamba

İsrail ve Filistin Seyahati


İsrail’de bağımsız gezen bir turist olmanın ne denli zorlu bir mücadele olduğunu, daha İstanbul Atatürk Havaalanı’nda güvenlik kontrolü sırasında tüm bavulum alt üst edilirken ve yanımda taşıdığım bisküviler “şüpheli” bulunurken anlıyorum. Tek başıma, kız başıma, hem de kısacık boyuma bakmadan; içinde insanların kendini havaya uçurduğu, evlere tankların girdiği karma karışık o yerde, Orta Doğu’nun tam göbeğinde ne işim var?!

Uçak, TelAviv Ben Gurion Havaalanı’na doğru alçalırken, seyahatime dair tüm kaygılarım da uçsuz bucaksız çöl manzarası karşısında yitip gidiyor. Sonuçta ülkedeki tek turist değilim ya! İşte, pasaport kontrolünde tam yanımda Amerikalı hacı adayları var. Biraz arkamda “doğum hakkı” denen ve yurt dışında yaşayan her museviye tanınan, İsrail’e bir haftalık bedava ziyaretten faydalanan gençler. Hep beraber dışarıya, sıcak bir ekim akşamına doğru yürüyoruz. Sherut denen minibüs-taksilerden birine atlayıp hemen Kudüs’e doğru yola çıkıyorum. Bu kenti görmek için o kadar uzun bekledim ki, birkaç dakika daha beklemeye tahammülüm kalmadı! Sherutumuz TelAviv – Kudüs otobanında çam ormanlarının serinliği ile kıvrıla kıvrıla tırmanmaya başlıyor. Ben de kurşun geçirmez camların ardında hayallere dalıyorum: Kudüs’e gidiyorum! Dinler tarihine bir yolculuk, paylaşılamayan ama her üç dinin de kutsal saydığı kent, bugün sokaklarında yüzlerce dilin konuşulduğu canlı bir kültür müzesi.

Bu kente gelmeyi yıllardır o kadar çok istedim ki, sabah güneşin doğuşuyla uyanıp kendimi “eski kent”in dar sokaklarına atıyorum, müslümanların dükkanları halen kapalı, çünkü ramazan ayı içerisindeyiz. Eski kenti gezmenin en güzel yolu, kentin labirenti andıran dar sokaklarında kendini kaybetmek. Ancak o zaman, her köşe başında bir başka sürprizle karşılaşıyorsun; sabah ayinine koşuşturan bir rahip, dükkanlarının önünü süpüren yaşlı araplar, ellerine geçirdikleri her şeye bir oyun uydurabilen küçük ermeni çocukları.. Sokaklarda rastgele birkaç saat gezindikten sonra birden kendimi şehrin altı kapısından birinin önünde buluyorum: Jaffa kapısında. Şehrin surlarını Osmanlı Padişahı Sultan Süleyman inşa ettirmiş ve Jaffa kapısının hemen yanında tüm ihtişamıyla tipik bir Osmanlı kalesi duruyor. İçeride güzel düzenlenmiş ve bölgenin tüm tarihini kısaca dinleyebileceğimiz bir müze de var. Burada geçirdiğim bir saat bana Hz. Davut döneminden günümüze şehrin nasıl el değiştirdiğini, nasıl değerinin arttığını ve nelere şahit olduğunu söylüyor. Müzeden çıkıp, surların üzerinde yürürken tüm bunları düşünüyorum ve Orta Doğu’da savaşın neden bir türlü bitmediğini anlıyorum. Her ırk için çok fazla şey ifade eden bir kent Kudüs, bu nedenle herkes ona sahip olmak istiyor.


Surları Dung kapısında terk ederek, musevi mahallesine giriyorum. Burası müslüman mahallesinden çok farklı. Yerler temiz, binalar daha bakımlı ama başımı kaldırdığımda makinalı tüfeğini bana doğru doğrultmuş bir koruma görmek beni altüst ediyor. Beni mi koruyor, birilerini mi benden koruyor tam anlayamıyorum ama birkaç saniyelik bocalamadan sonra yürümeye devam ediyorum. İlerideki günlerde sık sık göreceğim ve ne yazık ki alışacağım bir durum bu. Musevi mahallesinde, Tevrat okullarındaki öğrencilerin sesleri pencerelerden sokaklara taşıyor, bu seslere uzaktan gelen Holy Sepulchre kilisesinin çanları ile Ramazan nedeniyle daha bir yüksek okunan Ezan sesleri karışıyor. Ve ben birden kendimi Ağlama Duvarı’nın girişindeki güvenlikte buluyorum, yine tamamen şans eseri. Zaten ilk zamanlar, harita sahibi de olsan, çözülemeyecek kadar karışık eski kent.

Ağlama Duvarı’nın kadınlar için ayrılan yarısına ilerliyorum, çevrede çok fazla asker oluşu dikkatimi çekiyor. Aralarında dolaşırken yemin töreni için duvara geldiklerini öğreniyorum. Yaşları 18 ila 25 arasında değişen kızlı erkekli bir gurup asker gülüşerek objektifime poz veriyor. Ordunun kızlara da ihtiyacı var. Liseden sonra iki sene zorunlu askerlik, temel eğitimden sonra yemin töreniyle devam ediyor. Koşuşturan küçük çocuklara annelerinin “bak asker ablalar, bizi koruyorlar işte” demesi yüreğimi burkuyor. Duvara yaklaşıp dua eden insanların arasında birkaç dakika duruyorum. Askerlerin dileklerini yazdıkları küçük kağıt parçalarını duvara sokuşturmalarını izliyorum. Onları izleyen sadece ben değilim, beyaz güvercinler yuvalanmış duvarın taşları arasına. Bu duvar Hz. Davut’un oğlu Hz. Süleyman döneminde inşa edilmiş olan ilk tapınağın günümüze kalan batı duvarı. Duvarın öte yanı müslümanlar için çok kutsal olan Haram es-Şerif, yani içerisinde El Aksa Camiinin ve Hz. Muhammet’in göğe yükseldiği Kubbet üs-Sahra’nın bulunduğu tapınak dağı. İlk olarak Babillilerin daha sonra ise Romalıların yerle bir ettiği bu kutsal tapınağın bugün müslümanların elinde olması bölgede yaşanan gerginliğin bir başka nedeni. Museviler, tapınaklarından kalan bu son duvar parçasına yüzyıllardır içlerini döküyor ve ağlıyorlar. Yüzyıllara yayılmış bu hüznün karşısında etkilenmemek mümkün değil.


Ağlama duvarından ayrılıp tekrar müslüman mahallesine dönüyorum ve bu sefer ağlama duvarının öte yanına, çok farklı bir dünyaya adım atıyorum. Haram es-Şerif’te de güvenlik kontrolü var ama bu sefer modern x-ray cihazlarıyla değil. Öğlenden sonra gayrı müslümlere girişin olmadığı bu bölgeye girebilmek için güvenliğe bildiğin arapça duaları okuyarak salavat getirmek yeterli! Bir de Türk pasaportunu göstermek ve başına bir örtü örtmek tabii. İçeride bana “ecnebi” diye bağıran ve güvenliği çağıran birçok kişi olduysa da, kısa zamanda gerçek anlaşılıyor ve asık yüzler yerini gülümsemeye ve davetkarlığa bırakıyor. Önce altın kaplama kubbesi pırıl pırıl parlayan Kubbet üs-Sahra’yı geziyorum. Türkiye’den farklı olarak, namaz vakti dışında, kadınların oturup sohbet ettikleri son derece kalabalık bir camii burası. Fotoğraf çekmeye doyamasam da, El Aksa Camii’ni ve İslam müzesini de gezdikten sonra tapınak dağını geride bırakarak, arap pazarına doğru yürüyorum.

Eski kent her ne kadar farklı mahallelere de ayrılsa, herkes iç içe. Müslüman mahallesinde koşuşturan yahudi çocukları ya da alışveriş yapan rahibeleri sıklıkla görmek mümkün. Acıkan karnım beni Via Dolorosa caddesinin girişine götürüyor. Burada çok ünlü bir humus ve falafel dükkanı var. Humus, bizden farklı olarak nohuttan yapılıyor, falafel köfteleri ise nohut ve bulgur karışımının toplar halinde yağda kızartılması ile. Yanına da bir salata ısmarlarsak, en ala akşam yemeği hazır! Çok ekonomik ve doyurucu bir ziyafetten sonra, artık yavaş yavaş kararan hava beni eski kent içinde kaldığım otelime gitmeye zorluyor. Her köşe başında güvenlik kameraları bulunsa da, gece arap mahallesinde gezmek çok güvenli değil. Jaffa kapısı yakınlarındaki mütevazi otelimin sunduğu olanaklar çok sınırlı fakat üst katındaki terasından öyle bir eski kent görüntüsüne hakim ki, başka bir yerde kalmayı gönlüm çekmiyor. Sıcak yaz gecelerinde terasta yıldızların altında uyumak da mümkün. Bir bira alıp bu manzara karşısında demlenmek ve diğer gezginlerle sohbet etmek günün yorgunluğunu hafifletse de, ertesi gün beni uzun bir gün bekliyor, çoğu hacı adayı olan gezginlerden izin isteyip odama çekiliyorum.


Ertesi sabah kilise çanları ile uyanıp hristiyan mahallesinde Papa Andrea lokantasında nefis bir manzara eşliğinde taze sıkılmış meyve suları ile şenlendirdiğim kahvaltıdan sonra, ilk hedef ermeni mahallesi. Bugün cuma, elimi çabuk tutmalıyım çünkü öğleden sonra 3 gibi Shabat, yani kutsal cumartesi başlıyor ve ertesi geceye dek sürüyor. Bu kutsal günde dindar museviler günah olduğu için elektronik hiçbir alete dokunamıyor, iş yerlerini açamıyor ve günü mümkün olduğunca hareket etmeden ve dinlenerek geçiriyorlar. Turistler için de fotoğraf çekmek çoğu alanda ya yasak ya da sakıncalı, genellikle tüm restoranlar kapalı olduğu için ve tüm ulaşım sistemi durduğu için, en iyisi sinemaya ya da TelAviv’in plajlarına gitmek. Ermeni mahallesinden geçerek eski kentin dışına çıkıyorum. Hafif bir yürüyüş ile önce Kidron vadisine varıyorum. Kutsal kitaplara göre, bu vadi kıyametin kopacağı yer. Kidron dar bir alan da olsa, vadide esen rüzgarın sesi insanı biraz ürkütüyor doğrusu. Vadinin bir ucunda, Hezekiah Tüneli var. 500 metrelik bu yer altı tüneli, eski zamanlarda kente su sağlamak için yapılmış. Yer altında oluşunun nedeni, düşmandan suyu koruyabilmek. Yer yer belimize gelen serin suda ve karanlıkta çok keyifli bir yürüyüş yapıyoruz, fakat kapalı alan korkusu olanlara önereceğim bir yer değil, ancak benim gibi haddinden fazla Indiana Jones filmi izlemiş insanların hoşlanacağı türden bir yer.

Tünelden çıkıp, biraz kuruduktan sonra, zeytinlik dağına doğru tırmanıyorum. Burada çok büyük bir musevi mezarlığı bulunuyor. Şehre hakim bir manzarada ebedi uykularını uyuyanların çoğunun varlıklı aileler olduğunu öğreniyorum. Kutsal kitaplara göre, kıyamet gününde boru çalınınca ilk uyananların bunlar olacağı söylendiği için bu mezarlıkta yatmak ciddi bir maddi külfet ve statü gerektiriyor. Mezarlıkta gezinirken, mezarların üzerine konulan taşlar dikkatimi çekiyor. Çiçeklerin geçici olduğunu düşünen museviler, mezar ziyaretlerinde küçük taşlar getiriyor ve mezarın üzerine diziyorlar. Mezarlığı geride bırakıp, Hz İsa’nın Romalı askerlerce yakalanmadan önceki gecesini geçirdiğine inanılan Gethsemane bahçelerine ilerliyorum. Buradaki bazı zeytin ağaçları tam 2000 yaşında, dolayısıyla İsa’nın zamanından kalma! İnanılır gibi değil! Hacı adaylarının ağaçlara zarar vermesini önlemek amacıyla koruma görevlileri nöbette.

Birden shabata 10 dakika kaldığının habercisi sirenler çalmaya başlıyor. Yollarda elleri kolları torbalarla dolu sakallı ve siyah giyimli ultra ortodox musevileri evlerine doğru koşarken görmek mümkün. Her nekadar shabat tüm kentte dinlenmeyle geçse de, aslında cuma geceleri İsrail’de gece hayatının da en canlı olduğu gece! Ben de bu gece TelAviv’de bir partiye davetliyim. Bu nedenle sirenlerle birlikte odama dönüp hazırlanıyor ve çalışan son Sherut-taksilerle TelAviv’e doğru yola çıkıyorum.

Gece kendim gibi gezginlerle beraber, TelAviv’in deniz kenarındaki adım başı barlarından birinde eğleniyoruz. Geleneksel Klezmer müziğinin, klarnetten gelen hem neşeli hem hüzünlü bir havası var. Sohbet koyulaştıkça ve gurup büyüdükçe, anlatılan hikayeler de çeşitleniyor. Barış konuşuluyor masada hep. Gezginler umutlu…

Ertesi sabah, yani shabat sabahı “ölü deniz” e gitmek üzere arabalara doluşuyoruz. Gideceğimiz yol West Bank üzerinden geçiyor, yani Filistin’den. Benim için çok heyecanlı olan bu yolculuk İsrailli arkadaşlar için tedirginlik verici. Doğal olarak gezgin bir arkadaşla gruptan ayrılıp Ramallah’a gitmeye karar veriyoruz. Ötekilerle daha sonra ölü deniz’de buluşacağız. Ramallah, Filistin’in en büyük ve modern şehirlerinden biri. Bu sıralar Arafat’ın kritik durumu yüzünden biraz hareketli. Bindiğimiz arap otobüsü bizi şehrin dışında kontrol noktasında bırakıyor. Daha ileri gitmesi yasak. Burada otobüsten inip, sınır olarak kabul edilen ve mayınlarla dolu olan kontrol noktasını yürüyerek geçmemiz gerekiyor. Daha sonra sınırın öbür tarafında bekleyen dolmuşlara bineceğiz. Tabii kontrol noktasından itibaren bu dolmuşların adı sherut değil, servis.

Sınırdan geçerken pasaportumuz kontrol ediliyor ve neden West Bank’e gitmek istediğimiz soruluyor. Turistik dediğimizde bize anlamsızca bakan İsrailli asker bizi fazla da umursamıyor. Önemli olan West Bank’ten bu tarafa geçiş. O zaman daha ince elenip sık dokunuyor sorulan sorular. Ramallah yolları bir önceki gece yağan yağmurdan ve kentin çevresine örülmekte olan duvardan dolayı çamurlu. Kente girdiğimiz anda, etrafımızı saran gençler hep bir ağızdan Filistine hoşgeldiniz! diye bağırıyorlar. Çevrede hiç turist olmadığı için, oldukça ilgi çekiyoruz. Bir saat yürüdükten, hükümet binasını ve pazarı gezdikten sonra ölü denize doğru yola koyuluyoruz.


Ölü Deniz, Kudüs’e 40 dakika uzaklıkta, deniz seviyesinden tam 400 metre aşağıda ve %70 i tuz olan, içinde hiçbir canlının yaşamadığı bir büyük göl. Yüzmek oldukça zevkli ama göz kapaklarımız çok acıyor. Buranın özelliği, kozmetik amaçlı kullanılan siyah çamuru. Biz de tüm vücudumuzu bu çamurla kaplayıp fotoğraflar çekiyoruz, adetten. Güzelleştik mi bilmiyorum ama, alerjik bünyelerde ciddi sorunlar yaratabiliyor bu çamur. Üstelik duşlar da tuzlu su akıttığı için, gözleri açmamakta fayda var! Çimenlerde hafif bir şekerlemeden sonra, oldukça yorgun halde Kudüs’e dönüyoruz.

Pazar günü, Hıristiyanların kutsal günü olduğu için, kiliselerin çanları daha bir canlı çalıyor. Bu günü Hz. İsa’nın izinde geçirmeye karar veriyorum. Önce Via Dolorosa’da kısa bir yürüyüş yapıyor ve omuzlarında bir metrelik tahta haçlar taşıyan hacı guruplarıyla karşılaşıyorum. Daha sonra Holy Sepulchre’a yöneliyorum. Bu kilise Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği ve öldüğü ve göğe yükseldiği kilise olarak biliniyor ve hacı adaylarının son durağı. Daha sonra, karşı köşedeki Lutheran kilisesine gidiyorum. Burada her sene kasımın ilk haftasonu Alman Noel Marketi kuruluyor. Kilisenin avlusunda her çeşit ikinci el eşya ve noel süsleri bulmak ve büyük kazanlarda kaynatılan tarçınlı sıcak şarabı geleneksel alman kekleri eşliğinde mideye indirmek mümkün. Burada bir süre oyalandıktan sonra, çakırkeyf bir şekilde otele dönüyorum.


İsrail’deki son günümde, Yad Vashem soykırım müzesini gezmek ve sonrasında sakin bir akşam geçirmek niyetindeyim. Yad Vashem, çok güzel düzenlenmiş ve insanın kanını donduran bir müze. Burada geçirilen birkaç saatten sonra, günü unutabilirsiniz. Çünkü hiç birşey yapmak istemeyecek kadar üzgün olabilirsiniz. Ben günün geri kalanında İsrailli bir arkadaşımla ultra ortodoks musevi mahallesi Mea Sherim’i gezmeye karar veriyorum. Bu mahallede fotoğraf çekmek sakıncalı ve kadınların etek giymeden mahalleye girmeleri mümkün değil. Geleneksel dindar musevi yaşamını merak edenler için güzel bir tecrübe olabilir. Artık yavaş yavaş akşam oluyor, odama dönüyor ve kendimi ertesi sabahki uçuşa hazırlıyorum. Biliyorum ki, bana hediye olarak verilen muz reçeli güvenlikte sorun olacak, kimyasal testlere tabi tutulacak, ama yine de yüzümde bir gülümsemeyle ayrılacağım bu ülkeden. Tarihin tüm yükünü taşıyan ve Orta Doğu’nun en sıcak yerlerinden biri olan İsrail’in kalbimde her zaman çok ayrı bir yeri olacak….

(c) Ceren M. - Eylül 2003.